Fitneye karşı Ensar çağrısı-2
İç ve dış ihanet odakları tarafından Türkiye'yi ve Türkler'i yıpratmayı hedef alan kin ve husumet ateşinin bir sebebi de, hiç şüphesiz ki "İslâmın bayraktarlığını yapma" hizmetidir.
Üstad Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, necip Türk milleti bin yıl müddetle Kur'ân'ın bayraktarlığını yaptı.
Evet, Yavuz Sultan Selim zamanında (1512) "ittihad–ı İslâmı/İslâm Birliği"ni temin eden bu millet, tâ Abbasiler zamanından başlayarak Gazneli, Harzemşahlı, Selçuklu ve Osmanlı devri sonlarına kadar, bütün dünyanın nazarında ehl–i İslâmın hâmisi, hizmetkârı ve temsilcisi rolünü oynayan ve diğer din kardeşleriyle ittifak ve imtizaç etmiş olan, yine Müslüman Türk milletidir.
İşte, böyle bir millete karşı yapılan düşmanlıklar, dolayısıyla "İslâma düşmanlık" hesabına geçiyor.
Ne gariptir ki, yine bin yıldır Müslüman Türklerin dindaşı, vatandaşı ve cihad arkadaşı olan Müslüman Kürtler, söz konusu ittifak ve ittihadı bozmak istemedikleri halde, nesepleri şüpheli bazı Türkçüler, o bin yıllık ihtişamlı hizmetten hazzetmeyerek, kalp ve dimağları zehirlemeye koyuldular. Bunlar, kardeş unsurların müşterekliğini dinamitlemeyi adeta vazife bildiler.
Zamanla öyle bir hale gelindi ki, hariçteki ecnebilerin iştahları tahrik oldu. Onlar zaten müdahale ve tecavüz için bahane arıyor, fırsat kolluyorlardı.
İşte, ne yazık ki aradıkları fırsatı buldular. Şimdi yüklendikçe yükleniyorlar, hatta öldürücü darbeyi vurmayı dahi planlıyorlar.
Şayet, üç büyük Müslüman unsur olan Türkler, Kürtler ve Araplar arasındaki dereyi daha derinleştirebilirlerse, sırasıyla her üç unsura da öldürücü darbeyi vurmaktan çekinmeyeceklerdir.
Böyle şeyler yapmak onların bir vazifesidir, denilebilir. Ama, burada asıl önemli husus, birbirinin din kardeşi olan Kürt, Türk, Arap ve diğer unsurların ne yapması gerektiğidir.
Bunların yapması gereken birinci iş, birbirine karşı düşmanlık etmemek, ikincisi ise birbirine muhabbet ile samimane sarılmaktır.
Fitnecilere meydan vermemek için, böyle davranmak hepimiz için bir zarurettir.
Zira, ecnebiler birini mağlup ettikten sonra durmayacak, pür iştahla diğerlerine yönelecektir.
Bediüzzaman diyor ki...
Ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ "Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler." (Mâide Sûresi, 5:54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız. (Mektubat, s. 312.)
GÜNÜN TARİHİ 17 Nisan 1967
Prof. Başgil'e silâhlı dayatma...
Türkiye coğrafyasında yetişmiş son yüz yılın en değerli ilim, fikir, hukuk ve siyaset adamlarından biri olan Prof. Ali Fuat Başgil, İstanbul'da Hakk'ın rahmetine kavuştu.
1893 yılında Samsun’un Çarşamba ilçesinde dünyaya gelen Başgil, ilk ve orta tahsilinin ardından yüksek tahsile başladı. Ancak, yüksek tahsilini bitiremeden Birinci Dünya Savaşı başladı.
1914'te henüz 21 yaşında iken yedek subay olarak askerlik görevine başladı. Tam dört yıl müddetle Kafkas cephesinde savaştı.
Terhisten sonra tekrar İstanbul’a döndü ve yarım kalan eğitimini tamamladı. Çevresindekilerle yaptığı istişareler neticesinde, mesleğinde kariyer yapmaya karar verdi.
1921'de Paris'e gitti. Hukuk doktorasını burada tamamladı. Ayrıca, felsefe ile siyasî ilimler sahasında ithisas yaptı. 1929 sonlarında Türkiye'ye döndü.
Araştırmacılar, Ahmet Cevdet Paşa ile Ali Fuat Başgil arasında önemli benzerlikler olduğu tesbitinde bulunuyor. Zira, her ikisi de kendi mazilerinden kopmaksızın, Batı dünyasının birikimlerinden istifade etmeye ve ettirmeye çalışmışlardır.
Bir kara leke
Türkiye'de uzun yıllar öğretmenlik yapan, din, laiklik ve anayasa hukuku dalında yüksek ilmî vukufiyet sahibi olan Ali Fuat Başgil'i, insanlarımız daha çok onun 1961'deki Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle tanımış oldu.
27 Mayıs darbecileri, devirmiş oldukları DP yöneticilerini insanlık dışı işkencelerden geçirip üç liderini idam ettirdikten sonra, yeni bir anayasa hazırlattılar. Bu Anayasa, 9 Temmuz 1961'de referanduma götürüldü. Yüzde 65 civarında kabul oyu aldı.
Ardından, iki meclisli genel seçimlere gidildi. Millet Meclisi 450, Senato ise 150 kişiden oluşuyordu.
Bu safhadan sonra, sıra Cumhurbaşkanlığı seçimine gelmişti. Darbecilerin tek adayı vardı: Cemal Gürsel.
Bir başka adayın ortaya çıkmasına tahammül edemeyen cuntacılar, Meclis'teki milletvekillerinin aday olarak ilân ettikleri Samsun senatörü Prof. Ali Fuat Başgil'e kin ve öfke duymaya başladı.
Nihayet, 24 Ekim 1961'de Başbakanlığa çağrılan Başgil'e, burada adaylıktan çekilmesi talebinde bulunuldu. Buna itiraz etmesi sebebiyle de, silâhlı dayatma yoluna gidildi. Yani, adaylıktan zorla vazgeçirildi.
Başgil'in Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmesi hususundaki baskı ve tehdidi, yıllar sonra Org. Sıtkı Ulay’ şöyle açıklayacaktı: "Ya Cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçecek, ya da Etlik’te gömülmeyi kabul edecekti."
Başgil'i baskı ve tehdit yoluyla aday olmaktan caydıran iki paşadan biri Org. Fahri Özdilek, diğeri ise Org. Sıtkı Ulay'dı. İkisi de 27 Mayıs darbecisi olup, aynı zamanda Milli Birlik Komitesinin üyesiydiler. Bunlar, daha sonra da "tabiî senatör" oldular.
Aradan 45 yıllık bir süre geçtikten sonra, Cumhurbaşkanlığı seçimleri bugünlerde yeniden gündeme gelmiş bulunuyor. O zamanla bu zaman arasındaki konjonktürel farklar, adeta dağlar kadar.
Başbakan Erdoğan, bugün "Bir gül bahçesine girercesine" Meclis'i cumhurbaşkanlığı seçimine doğru götürüyor.
17.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|