Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Sözün bittiği yazı



Büyük söz erbabı olmanın, büyük şair olmanın, büyük yazar olmanın ne önemi var; o kimsenin hiçbir şey söyleyemediği, herkesin birşeyler söyleyip de hiçbir önemi olmadığı, herkesin kendi söyleyip kendi dinlediği o anlarda, tam o ana ve oraya uygun bir söz söylemedikten sonra…

En güzel değilse de en vurucu, en derin değilse de en özlü, en hüzünlü değilse de başka hiçbir söze gerek bırakmayan o sözü söyleyemedikten sonra… Ne önemi var, iyi bir yazar olmanın…

Bir otobüs dolusu çocuğun ölümü hakkında, birkaç otobüs dolusu acılı aile hakkında, bir otobüs seyahati uzunluğunda anlamlı, bir kaza anı kısalığında özlü bir söz söyleyemedikten sonra, en güzel makaleleri yazmanın ne önemi var…

Bir çocuk kadar sade, bir ölüm kadar yıkıcı, bir hayat kadar teselli edici bir cümle kuramadıktan sonra… Ne önemi var, ödüllü kalem erbabı olmanın…

Bir çocuğun çığlığı kadar gür, bir babanın evlât acısı kadar sessiz, bir annenin feryadı kadar derin bir kelime yazamadıktan sonra… Ne önemi var, her gün memleket kurtarmanın…

Uyuyan şoförün uykusu kadar zalim, uyuyan çocukların rüyaları kadar masum, uyku girmeyen anne gözleri kadar açık bir söz söylemedikten sonra… Ne önemi var, edebî yazılar kaleme almanın…

Ne işe yarar kelimeler, bu acıyı anlatamadıktan sonra…

Ne işe yarar cümleler, bu çaresizliği özetleyemedikten sonra…

Ne işe yarar yarına dair umutlar, bu ümitsizliğe derman olamadıktan sonra…

Ne işe yarar teselli, evlâdının tabutuna sarılan annenin yüreğine su serpemedikten sonra…

O çocuğun oturacağı koltuk, önünde resmi- geçit yapacağı protokol, her sabah okuduğu ant ne işe yarar…

Ne işe yarar meydanlar dolusu slogan, metrelerce süren pankartlar, kilometrelerce devam eden yürüyüşler…

Hangi söz, hangi duruş, hangi dokunuş, hangi yemin…

Ölümsüzlük kadar, cennet kadar, yeniden diriliş kadar, inanmak kadar çabuk iyileştirir yaraları, dindirir gözyaşlarını…

Hangi beşerî söz, bitmez burada…

17.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Finişe doğru



Hayli zamandır tükeniş sinyalleri veren Atatürkçü cenah, 14 Nisan mitingiyle bir nebze moral bulmuş gibi görünüyor. Estirilmeye çalışılan hava o. Ama gerçek de öyle mi?

Katılanların sayısıyla ilgili rivayetler muhtelif. 40 binden bahsedenler de, sırf bu miting için sınavları iptal ederek emri altındaki herkesi Ankara’ya gitmeye mecbur eden İnönü Üniversitesi Rektörü gibi 2,5 milyona çıkaranlar da var.

Genelkurmay’ın nasıl bir sistemle saydığını bilmiyoruz, ama o gün Anıtkabir’i ziyaret edenler için açıkladığı rakam ise 370 bin. Mitingci kesilen kimi medya organlarına göre, izdihamdan içeri giremeyenler bu sayıya dahil değil.

Öte yandan, meydandakilerin 10 bini, güvenliği sağlamakla görevli polis memurları. Sivil polislerin, diğer sivil güvenlik-istihbarat görevlilerinin ve bir köşe yazısında “Tek bir üniformalı görmedim” diye bahsedilen sivil kıyafetli askerlerin, sivil savunma elemanlarının, diğer sivil tim mensuplarının sayısını ise bilmiyoruz.

Ve galiba gerçek sayıyı tesbit mümkün değil.

Peki, kalabalığı oluşturanlar kimler? Atatürkçü Düşünce Derneği mensupları, emekli subaylar, rektörler ve zorla getirdikleri, kuvayı milliyeciler, CHP’liler, DSP’liler, İP’liler, MHP’liler, ülkücüler ve oraya niye getirildiğini bilmeyenler.

Miting bir yönüyle, Bediüzzaman’ın 27 Mayıs darbesi öncesinde dikkat çektiği “halkçı-ırkçı ittifakı”nın farklı bir formatta tekrar oluştuğunu düşündüren ilginç görüntülere sahne oldu.

Aslında mitinge bilerek katılanların, AKP karşıtlığı ve “Erdoğan Köşke çıkmasın” talebi dışında ortak bir yönleri olduğunu söylemek zor.

Nitekim yapılan konuşmalarda küreselleşme, özelleştirme ve AB karşıtı mesajların verilmesi, asıl hedefi AKP ve Erdoğan’la sınırlı tutarak mitingi göklere çıkaran bazı kesimler tarafından hoş karşılanmadı.

CHP lideri Baykal’ın torunuyla birlikte meydanda boy göstermesi ise, kimi katılımcıların “Bunu da istismar ediyor” tepkisine konu oldu.

Bir diğer ilginç tepki, mitingi organize eden derneğin başkanı olmasına rağmen kürsüye gelip konuşmayan Şener Eruygur’a gösterildi.

Bazı katılımcılar, “Biz buraya darbe çağrısı için gelmedik. Üstelik Eruygur hakkındaki darbe iddialarına rağmen geldik. Onun bu iddiaları yalanlamasını beklerdik. Ama konuşmadı. Niye?” diyerek bu tepkiyi dile getirdiler ve cevap alamadan geldikleri yerlere geri döndüler.

Bütün bu iç çelişkilerine rağmen mitingi “tarihî bir milât” olarak niteleyenler var. Ve bunların başını da Doğan grubuna bağlı yazılı basın organları çekti. Oysa aynı grubun TV kanalları miting günü hiç de o havayı vermemişlerdi.

Ama muhtemelen kalabalıktan etkilenmenin eseri olan bu hava sadece bir gün sürdü ve bitti.

Aylardır topu ayağında sektirerek süreci iyi yönettiğini düşünen ve bugüne kazasız belâsız gelmeyi başarı sayan AKP, final sürecinin tam da finiş noktasında ortaya çıkan bu farklı sinyalleri nasıl değerlendirecek, ne karar verecek?

Görünen, Erdoğan’ın Köşke çıkacağı. Verdiği işaretler, buna iyice hazırlandığını gösteriyor.

Tam da finiş noktasında, Türkiye’nin Kur’ân kursu binalarının yıkıldığı, başörtülülerin coplandığı ve dergilerin polis tarafından basıldığı bir ülke haline gelmesi ise büyük bir talihsizlik.

17.04.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Yeni bir başlangıç yapabiliriz



Tandoğan Meydanı ile Kocatepe arası 5 bilemediniz 6 kilometre...

14 Nisan’da Tandoğan’da Tayyip Erdoğan’ın 11.Cumhurbaşkanı olmasını istemeyenlerin eylemi vardı.

15 Nisan’da ise Kocatepe Camiinde Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal için okutulan Mevlid-i Şerif.

Birine yüz binler toplandı.

Demokratik tepkilerini ortaya koydular.

Diğerinde ise onbinler doldurdu Kocatepe Camii’nin avlusunu.

Türkiye’nin ikinci sivil Cumhurbaşkanını rahmetle andılar.

Hem Anıtkabir’deki eylem, hem Kocatepe’deki anma bir şekliyle cumhurbaşkanlığı seçim sürecine ilişkin işaret taşıyordu.

Siyaset biraz da böyle semboller üzerinden verilen mesajlarla yapılıyor.

Ancak her ikisinde de Türkiye’nin aradığı bir şeyin tahakkuku söz konusu oldu.

Hoşgörü vardı.

Erdoğan’a tepki ya da Özal’ı anmanın ötesinde birbirine tahammülün iksiri de gizliydi.

Buna çok ihtiyacımız var.

Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili takvim işlemeye başladı.

Dünyanın sonu değil.

Ne ilk kez, ne de son kez cumhurbaşkanı seçeceğiz.

Ancak bunu yaparken, tahrip etmek niye…

Artık hoşgörüyü pratiğe indirmenin zamanı geldi. Madem medeniyetler arası çatışmada Türkiye modelini öneriyoruz. Madem medeniyetler arası diyalog gibi iddialı bir teze sahibiz. Ve dünyada bunun bayraktarlığını yapıyoruz.

O zaman bu diyaloğu önce Tandoğan Meydanı ile Kocatepe arasında başlatmak zorundayız. Cumartesi ve Pazar günleri onbinlerin, yüzbinlerin katılımı ise “sessiz milyonlar” bunun güzel bir örneğini verdi.

Kırıp dökmeden de bu işin yapılabileceğini gösterdik.

Bu sürecin geliştirilmeye ihtiyacı var.

Şimdiye kadar hoşgörüyü hep sempozyumlarda sunulan bir tebliğ, yurt dışında Türkiye’nin anlatacağı bir model ya da bir Mevlânâ Haftası etkinliği olarak anladık.

Günlük hayatımızda birbirimizin boğazına sarıldık.

Maalesef ki siyaset bu topraklarda hep gerginliklerle beslendi. Sonu kurşunlara, ölümlere kadar uzanan bir hoşgörüsüzlük iklimiydi bu.

Sağ-sol, Kürt-Türk, Alevi-Sünnî, laik-antilaik diye saymaya başlarız hemen.

Hoşgörüyü bir türlü günlük hayatımıza, siyaset pratiğimize indiremedik. Zirvede bunu yakaladığımız zamanlar da oldu, ama bir türlü sokağa yansıtamadık.

Bu açıdan bakınca 14-15 Nisan tarihleri bir dönüm noktası olabilir mi? Öyle umut etmek istiyorum, ama bunun için biraz zamana ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu süreçlerin desteklenmesi ve geliştirilmeye ihtiyacı olduğunun farkındayım.

Hoşgörüyü sadece tarihe ait hoş bir duygu olmaktan çıkaralım derken, günümüzü aydınlatacak örnekleri de yine tarihimizden taşımak zorunda kalıyorum. Ne yazık ki cumhuriyet tarihi ve yaşanan günümüz bu konuda bize zengin örnekler sunmuyor.

“Gök kubbe altında birlikte yaşamak” devlet arşivleri taranarak İngilizce ve Türkçe olarak hazırlanmış bir eser.

Sultan Abdülmecit Han’a ait olan ve “Yenişehri Fener’de öteden berü beher hafta Pazar ve Çarşamba ve Cuma günlerinde bazar ikamesiyle” diye başlayan mektup da Hıristiyanların kutsal ibadet günü olan Pazar günü kurulan Yenişehir-i Fener pazarının bir başka gün kurulması ferman ediliyor.

Sultan Abdülhamid Han ise Marunîlerin Roma’da yaptırmayı düşündükleri okul inşaatına 10 bin frank yardım yapılmasını emir buyuruyor.

Darülaceze’de bir sinagog yapılması için Sultan Abdülhamid tarafından padişah buyruğu yayınlanırken, sinagog yapılıncaya kadar bir odanın tahsis edildiği, buranın hahamlar tarafından Tevrad okunarak açıldığı, bir haham, hademe ve aşçı tayin edilmesiyle birlikte Musevilerin özel günleri ve yiyecekleri hususunda gerekli titizliğin gösterildiği Fi 11 Mayıs 319 yani 24 Mayıs 1903 tarihli belgede yer almakta.

Maddî sıkıntı içinde bulunan Ermeni Katolik Patrikhanesine yardım yapılması yine padişah fermanıyla buyurulurken, Kudüs’te üç din tarafından kutsal sayılan mekânların temizliği ve edebe uyulması hakkında Kanunî Sultan Süleyman tarafından hem ferman edilmiş hem de “Sen ki kadısın bu emrimi sicile kaydet ki senden sonra gelen kadılar da bu emrime uysunlar” demiştir.

Şimdi, hayat tarzlarımıza saygı sınırlarını muhafaza ederek, bu hoşgörü tablosuna günümüzden örnekler eklemek durumundayız.

Özgürlükçü demokrasi bize bu iklimi sunuyor.

17.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Fikirde uzlaşma, eylemde birlik’



Türkiyeli Caferi kardeşlerimiz 14-15 Nisan 2007 tarihleri arasında The Green Park Oteli’nde ‘Fikirde uzlaşı, eylemde birlik’ başlıklı uluslararası bir sempozyum düzenlediler. Sempozyum ve konuşmalar güzel bir atmosferde geçti. Toplantıya ilk gün iştirak edemedim, ama ikinci gün nisbeten takip ettim. Tertip heyeti gerçekten de misafirperverlerdi. Anlayabildiğim kadarıyla, sempozyumun amacı son yıllarda Irak üzerinden Şii-Sünni toplumu arasında beliren gerginliği ve toplanan kara bulutları dağıtmaktı. Elbette bunu dağıtmanın büyük kısmı eylemden geçiyorsa da bir kısmı da sözlü diyalogdan geçiyor. Bu açıdan ‘fikirde uzlaşı, eylemde birlik’ isabetli bir başlık. Bununla birlikte, fikirde uzlaşma sağlanamaması, eylemde birliğe mani değildir. Yeterki hedeflerimizi doğru seçelim. Bazen fikirde anlaşanlar ve uyuşanlar da eylemde birlik sağlayamıyorlar. Biraz da meseleye bu zaviyeden bakmakta yarar var. Dolayısıyla ihtilafları yok saymak bizi eylemde birliğe taşımaz. Bazen şeffafiyet ve serahati kararttığı için pratik zararları sebebiyle ihtilafı daha da büyütür. Ama ihtilaflarla birlikte samimiyet ve şeffafiyet gönüllerimiz üzerinde bağları ve kilitleri açar ve bizi istenilen istikamete sevk edebilir. Bu ilişkilerde birbirimizin fikrinden veya fikrî birliğimizden emin olamasak da birbirimizin ahlakî duruşundan ve samimiyetinden emin olabilmeliyiz. Eylemde birliğin reçetesi budur. Bunun için de birbirimizi anlamamız lâzım. Uzlaşma, ihtilâflarımızla birlikte birbirimizi anlamaktan geçiyor.

Ara konuşmalarda bir çok hususa katılmasam da sonuç bildirgesi dengeli ve yapıcıydı. Bütün tarafların hakkını vermeyi amaçlıyordu. Bunun ötesinde mihmandarlık yapan tertip heyeti ve etkinliklere iştirak eden Caferî cemaatinin samimiyetinden şüphe etmiyorum. Fikirde anlaşamasak bile samimiyet ve yöntemde anlaşabilmeliyiz. Eylemde birliği engelleyen fikir ayrılığı değil, ya samimiyet eksikliği ya da yöntem farklılığıdır.

***

İlyas Üzüm de tam bu noktaya temas etti ve eylemde birlik noktasında bir grubun ötekini kendileştirmeye çalışmasının tehlikesine işaret etti. Bu anlamda toplantı sırasında kullanılan bazı kavramları elbette kabul etmemiz mümkün değil. Zira ötekini kendileştirme ve mezhebî veya siyasî otoritesinin altına alma niyeti veya gayreti seziliyor. Sözgelimi, merhum Ayetullah Humeyni için ‘kutsal Humeyni’ gibi tabirler onun beşerî bir sıfatla ele alınmasına ve tahlil edilmesine engeldir. Üzerine kudsiyet halesi örtülmesini iktiza eder. Bu takdirde, biz tarihî bir figür olarak onun doğrularını veya yanlışlarını tartışamayız. Sözgelimi İran-Irak savaşı 8 yıl sürmüştür ve savaşı başlatan taraf daha zalim olmakla birlikte temadisinde iki tarafın da sorumluluğu vardır. Bu müsellem bir meseledir. Bunu kabul etmezsek hiçbir yere varamayız. İkincisi, Hamaney hakkında ‘rehber-i ümmet’ veya ‘Kaid-i ümmet’ sıfatları Sünniler için bağlayıcı değildir ve bunu fikirde veya eylemde birliği sağlama noktasında Sünnilerin de bulunduğu ortamlarda sarfetmek kışkırtıcı bir etki yapabilir. ‘Yangından mal kaçırırcasına’ bir hareket olarak mütalaa edilebilir. Onların onay ve tefvizine başvurmadan bu sıfat veya benzerlerini ısrarla kullanmak onları siyasî şemsiye altına alma girişimi olarak anlaşılacak ve bu kuşkuyu doğuracaktır. Kaldı ki; veliyyi fakih, siyasî merci-i taklid olarak birçok Şii ulema tarafından da kabul edilmemektedir. Öyleyse bir oldu bitti ile Sünnileri de kuşatan bir şekilde bu sıfatların kullanılması eylemde birlik yerine tefrikayı doğurmaya adaydır. Bundan dolayı özellikle Sünnilerin bulundukları ortamda bu sıfatları kullanmada iktisada gidilmelidir. Bu tutum karşı tarafa saygıyı esas alan siyasî veya dinî olgunluğa da aykırıdır. Yöntem sorunuyla alâkalıdır. Sonra, mezhep veya fikir temelli düşmanlık zarurî değildir. Bunu zaruret mertebesine çıkaran pratiktir. İhtilaf düşmanlık doğurmaz. Düşmanlık doğuran neden fikrî farklılığın siyasete ve icraata yansıtılmasındadır. Siyasette tek başına düşmanlık nedeni değildir. Siyasî bir hakimiyet için ortak değerler ve inanç kullanılırsa bu ihtilâfın ve çatışmanın aracı ve kaynağı olur. Zira bu durumda din siyasete alet edilmiş olur. Bu konuları hep birlikte derin düşünmemiz gerekiyor.

***

Binaenaleyh, eylemde birliği temin kolay değildir. Buna engel fikri ihtilaf da değildir. Bunun tek yolu kendini aşmaktan ve karşı tarafı anlamaktan; hakları noktasında teslimden, titizlenmekten yani samimiyet ve ihlâs ve feragattan geçer. İlyas Üzüm gibilerin de işaret ettiği gibi takribi yani yakınlaşmayı sağlayacak olan teorik zemin veya birlik olmayıp, pratik tutumdur. Amellerin sözleri tercüme etmesidir. Yani ahlâkî zeminin güçlü olmasıdır. Ahlâk dinden ayrıldığında yöntem yanlışına düşeriz ve o bizi ortak zemin yerine pragmatizm veya oportünizme ve o da ihtilaf ve terfrikaya götürür. Muhabbet bir göz için binlerce gözü sevmekse de asla riyakârlık ve yanlışa hayır demeye engel değildir.

Bu mülâhazalarıma ve çekincelerime rağmen kendi adıma sempozyumdan çok istifade ettim. Umarım, benzeri toplantıların üzerinden bu ilişkiler derinleşerek bütün tarafların hayrına gelişir ve salih meyveler verir.

17.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tek parti devrinden mesaj



Ankara’da düzenlenen “14 Nisan 2007 mitingi”yle ilgili değerlendirmeler devam ediyor. Gazete haber ve köşe yazılarında ilk günün ‘heyecan ve coşkusu’ gitmiş, daha ayakları yere basan değerlendirmeler, sorgulamalar başlamış durumda.

Mitingin yapıldığı “Tandoğan Meydanı”nın da yakın tarihte önemli bir yeri var. Umur Talu bunu hatırlatıp şöyle demiş:

“Bu vesileyle, meydana adını veren, “tek parti” Ankara’sının 18 yıl valisi olmuş Nevzat Tandoğan’ ın (solcu, sağcı ayrımı yapmadan!) verdiği meşhur “mesaj”ı da aktarayım:

“Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız? Komünizm gerekliyse onu da biz getiririz. Size ne oluyor? Sizin iki vazifeniz var: Biri, çiftçilik yapıp ürün yetiştirmek. İkincisi, çağırdığımızda askere gelmek.”

“İmar işleri kadar, gazetecilere baskıyla, misal silâh çekip “haber kaynağı” sormakla da ünlüydü. (Nokta’ya değil!)

Dönemin Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay’ın, Valilikte görevli oğlu Haşmet’ in karıştığı doktor cinayetine müdahil olmuş, hakimin kendisini sıradan tanık gibi sorgulaması ardından 1946’da intihar etmişti. O günlerde Başsavcı arabada ölü bulunmuş, Genelkurmay Başkanı da istifa etmişti. Ne tuhaf günlermiş. İşte, mesaj mesaj üstüne, oralardan bugünlere geldik.

(Sabah, 16 Nisan 2007)

Tipik ‘tek parti’ anlayışını anlatan bundan daha orijinal ‘örnek’ var mıdır? İşte CHP, milleti böyle görüp, böyle icraatlar ortaya koyduğu için ilk hür ve serbest seçimde sandığa gömülmüş.

Millete mesaj vermek niyetinde olanlar önce bunu düşünsün...

Dikkat çekici bir “14 Nisan” değerlendirmesi de Can Dündar’dan: “Sonu Anıtkabir’de ’Ata’ya şikâyet’le biten bu yürüyüşler, somut bir siyasal programla, iktidar hedefiyle ya da alternatif isimlerle buluşmadıkça sonuçsuz kalıyor. Herkes ‘Görevimizi yaptık’ duygusunun memnuniyetiyle otobüslerine binip 10. Yıl Marşı eşliğinde kentine geri dönüyor; Ankara, bildiğini okumaya devam ediyor.” (Milliyet, 16 Nisan 2007)

Başka bir değerlendirme de Semih İdiz’den: “Zira laiklik, çağdaş bir cumhuriyetin tek koşulu değildir. Unutmamak gerekir ki Irak’ı felâketin eşiğine getiren Baas rejimi de laiklik iddiasındaydı.” (Milliyet, 16 Nisan 2007)

“Yüzbinlerce kişi toplandı” demek suretiyle; millet iradesine ipotek koymak isteyenlerin bu tesbitlere bir diyecekleri olmalı. İnançları baskı altına almayı hedefleyen bir laiklik anlayışı ile Türkiye’nin gidebileceği ‘iyi’ bir nokta yoktur. Hatırlatıdığı üzere, Irak’taki Baas rejmi de ‘laikliği tesis etme’yi hedef olarak önüne koymuştu. Ama neticede ülke felâkete sürüklendi.

Millete rağmen iş yapanların başarılı olduğu görülmüş müdür?

*

Öncelikleri değişmiş

“Hayatın bütün öncelikleri yer değiştirdi. Reyting, konser, polemik, boş versenize. Burada dünyanın en güzel kokulu bebeği var. Niye daha önce yapmamışım ki?” (Sabah, 16 Nisan 2007)

Gülben Ergen, “Bebekten sonra hayatınızda neler değişti?” sorusunu böyle cevaplandırmış.

17.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Baskın geri teper



Nokta Dergisi baskını, “Bab-ı ali baskını” nev'înden, bir dayatma kokuyor. Konu emekli generaller ve darbe olunca, teyakkuz haline geçen bazı çevreler, ihbar niteliğindeki haberi değerlendirip, ciddî bir araştırma ve soruşturma açacaklarına, haber yapan dergiyi sorgulamaya başladılar.

Haber için başbakanın savcıları göreve çağıran sitemi, fazla makes bulmadı. Çünkü daha önce Şemdinli dâvâsında savcının başına gelenleri, bütün meslektaşları biliyor. Hükümetin “ört ki ölem” tutumunu da.

Hal böyle olunca, yargının refleksleri, bağımsızlığı ve adil süreçlerde karşılaştığı zorluklar ortada. Siyasetin sivil tonunun yanı sıra, darbecilerin arkasına sığınanların varlığı da bir vakıa. Bunun yanında medyadaki asker kışkırtıcılığı, çanak tutanların “akreditasyon”lu durumları karşısında, gerçek haber değeri taşıyan ve demokrasi lehine deşifre yapan Nokta’nın yayını ağır geldi.

Ağırlıktan söz etmişken, 14 Nisan mitinginin sayısal değerleri üzerinde farklı rivayetler olsa da, göz ardı edilen bir noktayı nazarınıza sunmak istiyorum. Pazar günü, batı Anadolu’da bir üniversitemizin öğretim üyesi beni aradı. Oldukça üzgündü. Biraz da tedirgindi. Kendilerini imza karşılığı topluca Ankara’daki mitinge getirdiklerini ve farklı bir tutumun siciline ve iki ay sonraki sözleşmesine mal olabileceğini belirterek, kerhen geldiği Ankara’daki genel psikolojiyi yansıttı.

Benzer bir toplama ve dayatma da başka bir üniversitemizde yaşandı. Güneyden getirilen öğrencilerden biri, “bizi gezmeye götüreceklerini ve Anıtkabiri de ziyaret edeceklerini” söylediklerini belirtti. Öğrenci burada gördüğü manzara karşısında şaşırmış. Soluğu bir yakınını ziyarette almış.

Miting için resmi, toplu ve ücretsiz seferlerin Anadolu’dan kaldırıldığı her halinden belli oluyor. Buna da itirazımız yok. Sonuçta demokratik çaba denilebilir. Bizim itirazımız, üniversitelerdeki totaliter yapının öğrenci ve öğretim üyeleri üzerindeki baskısı. Hiç de demokratik bir yaklaşım ve nezaket göstermedikleri göz önünde.

Nokta’nın baskınına dönersek; basının, iç kanamalarını çözmesi ve kirlenmiş bağırsaklarını demokrasi röntgenince belirlenmiş tedavi yöntemleri ile temizlemesi vacip oldu. Medyanın, bugüne kadar ikircil ve şöhretlilerin hukukunu savunma dışında görmezlikten geldiği hak ihlâllerini, Nokta baskınına göstereceği tepki ile ortaya koyup, esasen bu baskınlara baskın niteliğinde “nokta” koyması gerekir.

Askerî mahkemenin arama kararı ile üç gün süren didikleme, sivil mekânlara ve basın hürriyetine indirilmiş bir darbedir. Pekalâ sivil mahkemeler üzerinden hukukî inceleme yürütülebilirdi. Askerin görev alanı ile ilgili meslekî disiplin konuları dışında, mensuplarının farklı eylem ve sorumluluklarının sivil mahkemeler nezdinde tutulması gerekirken, burada da bir gariplik var.

Hem de Avrupa Birliği’nin Devlet Güvenlik Mahkemelerinde askerî üye bulundurulmasını demokratik görmediği, bunun gerçekleştirildiği ve yasal düzenlemelerin yapıldığı bir dönemde, bu tür bir müdahale biçimi Türkiye’nin imajını yine zedeleyecektir.

Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın önceki günkü demeci de manidar. “Sivil, demokrat ve dindar cumhurbaşkanı” profiline tepki duyanlarla bunu isteyen halkın son 50 yıllık mücadelesine değindi. “Rejim tehlikede” paranoyasının korumacı psikolojisine vurgu yaptı. “Rejim değil, statükocuların gücü tehlikede” misillemesi yerindeydi.

Koltuğu tehlikeye düşecek olan birinci sınıf cumhurbaşkanı atanmışlarının bir çoğu, avazı çıktığı kadar “rejim tehlikede” diye bağırıyor. Doğru, bir tehlike var: Koltuğunu rejime sigortalamış bir avuç azınlık ve milletin kararına saygılı olmayanlar.

Yırtınmanın, sağdan soldan aşındırmanın, kötü kokular yaymanın ve milleti iğfal etmenin bir anlamı yok. Akl-ı selime güvenmeyen ve statükosunu korumak isteyenlerin tutunması çok zor. 2007 Türkiye’sinde bunların tedirginliği gittikçe artacak, ancak tedirginlik bunlarla paralel artmayacak. Bilâkis azalacak.

Seçimler, herkesin şapkasını önüne koyacak. Bundan kaçış yok.

Her baskın geri teper. Her dayatma meşrû tepkiyi kamçılar.

17.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Her ev bir medrese



Üstad, “Medrese açarsan gelirim” dememiş miydi Hafız Ali Osman’a?

Medrese neydi? Hayalinde Osmanlı medreseleri canlanmıştı birden. Böyle bir medrese açabilir miydi? Çok zor işti bu.

Endişelenmişti Hafız Ali Osman? Üstadın yanından ayrılınca hizmetinde bulunan Mustafa Sungur’la karşılaştı. Sungur ona, “Üstad sana neler söyledi?” diye sordu. O da, “Medrese açmamı söyledi” dedi ve “Buna nasıl gücüm yeter?” diye de telâşını dile getirdi. Gülümseyen Sungur, “Çok şanslısın” demişti ona. Bunun şans neresindeydi? İmkânı yetebilir miydi buna?

Mustafa Sungur, “Bir ev tutacaksın, orda dersler yapılacak o kadar” deyince, “Bundan kolay ne olabilir?” diye bütün bütün rahatlamıştı.

Dünyaya ait işler kırılacak şişe, ahirete ait işler ise elmas hükmündedir. Bir insan için Cennet ve ebedî saadetin anahtarı olan iman ve Kur’ân’a yönelmek, onu anlamaya ve uygulamaya çalışmak kadar önemli ne olabilir? Hele hele dini öğreten okulların bulunmadığı, Kur’ân öğrenmenin, dini öğrenmenin yasaklandığı bir dönemde.

İşte o manevî keşmekeş günlerinde Bediüzzaman Hazretleri iman ve Kur’ân hakikatlerini anlatan altı bin sayfalık Külliyatını yazmış, imanların kurtulması ve kuvvetlenmesine çalışmıştı. Milyonlarca insan bu sayede manevî hayatını kurtardı.

Bu hakikatler okullarda verilmediğine göre ne yapılmalıydı? Bediüzzaman talebelerine yazdığı bir mektupta evlerin bir okul olmasını öğütlüyor ve diyordu ki: “Herbir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa, kendi hanesini küçük bir medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin [edinsin]. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risâle-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdî muameleleri de bir nev'î ibadet hükmüne geçebilir.”1

Hatta Üstad dinî öğretim ve eğitimdeki serbestliğin sağlandığı yıllarda da medrese açılmasını son derece elzem görüyor, diyordu ki: “Elbette bizlere lâzım ve elzem şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususî dershaneler açılması ve izin verilmesine binâen, Nur şâkirtleri mümkün olduğu kadar her yerde bir küçücük dershane-i Nuriye açmak lâzımdır.”2

Acaba Hafız Osman medrese açabilecek miydi?

Bir sonraki makalemizde de inşaallah bunu görelim.

Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâkası, 2:101.

2- A.g.e., 2:245.

17.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Selâmlaşmanın adabı



Muhteşem bir psiko-sosyal davranış biçimi ve iletişim vasıtası olan selâmlaşmanın da bir ahlâkı, bir adabı vardır. Kim, kime, nasıl ve ne zaman selâm verir ve nasıl alınır?

Aslında selâm verme, yalnızca karşılaşıldığında veya bir meclise girildiğinde verilmez. Birbirinden ayrılırken de selâm verilir. Selâmın adabı şöyledir: Hareket halinde olan, durana selâm verir. Cemaatten birisinin selâm vermesi ve alması, kâfidir.

Selam verme sözcükleri şöyledir: “Selâmun aleyküm” veya “Esselâmu aleyküm.” Selâm alma ise; “Ve aleyküm selâm” şeklindedir. Bu arada, “Ve rahmetullahi ve berekâtühü, ebeden, daimen!” kelimeleri de ilâve edilebilir.

Kadınlara veya kadınların erkeklere selâm vermesi meselesine gelince, fetva kitaplarında şöyle denmiştir:

“Kadınlar cemaat halinde iken selâm verilir. Kadın tek ise, ona kadın, kocası, efendisi, mahremi selâm verir. Kadın, şehvet duyulmayacak bir yaşta ve vasıfta ise, ona da selâm verilir. Eğer, fitne ve fesat çıkacaksa, kuvve-i şeheviyeyi işmam eden bir durum, bir vasat, bir hal söz konusu ise, selâm verilmez. Bu, her iki cins için de geçerlidir.

“El ve baş işareti ile selâm vermek caizdir. Nitekim, Resûlullah (asm) kadınları uzaktan el işâreti ile selâmlamış olduğu haber verilmiştir. Ancak, kıyam etmek ve rükûa eğilmek gibi, gayr-i fıtrî hareketlerle selâm vermek; “Resûlullah’a (asm) ‘Kişi kardeşine rastlayınca ona hürmet ve selâm için eğilmeli midir?’ diye sorulunca ‘Hayır’ diye cevap verdi. ‘Elinden tutup musafaha, tokalaşma da mı yapamaz?’ deyince, ‘Elbette bunu yapar’ diye cevap verdi”1 hadis-i şerifi hükmünce uygun değildir.

Ehl-i Kitaba gelince: Peygamberimiz (asm) “Ehl-i Kitap size selâm verince, onlara ‘Ve aleyküm’ diye cevap verin’ buyurdu.”2 Bir başka hadis-i şerifte ise, “Hıristiyan ve Yahudilerle karşılaşınca önce siz selâm vermeyin (Onlar size selâm versinler, siz mukabele edin)”3 şeklinde buyrulur. Ancak, çok azınlıkta kalan bazı İslâm âlimleri, Ehl-i Kitaba, önce Müslümanların selâm vermesinin caiz olduğunu söyler. Artık, o Ehl-i Kitab’ın durumuna, İslâmiyete, İslâmî değerlere ve Müslümanlara yaklaşım tarzına göre muâmele edilir. Ehl-i Kitap, eğer saygı ve hürmette ileri bir derecede ise ve samîmî ise, İslâmın izzetini muhafaza etmek şartıyla, o âlimlere ittiba edilerek selâm verilmesi caiz görülebilir.

Dipnotlar: 1- Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütübi Sitte, 9: 422; 2- A.g.e., 22; 3- Müslim, Selâm 13; Tirmizî, İsti’zân 12; Ebu Davud, Edeb 149.

17.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bayraktarlığın intikamı alınıyor



Fitneye karşı Ensar çağrısı-2

İç ve dış ihanet odakları tarafından Türkiye'yi ve Türkler'i yıpratmayı hedef alan kin ve husumet ateşinin bir sebebi de, hiç şüphesiz ki "İslâmın bayraktarlığını yapma" hizmetidir.

Üstad Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, necip Türk milleti bin yıl müddetle Kur'ân'ın bayraktarlığını yaptı.

Evet, Yavuz Sultan Selim zamanında (1512) "ittihad–ı İslâmı/İslâm Birliği"ni temin eden bu millet, tâ Abbasiler zamanından başlayarak Gazneli, Harzemşahlı, Selçuklu ve Osmanlı devri sonlarına kadar, bütün dünyanın nazarında ehl–i İslâmın hâmisi, hizmetkârı ve temsilcisi rolünü oynayan ve diğer din kardeşleriyle ittifak ve imtizaç etmiş olan, yine Müslüman Türk milletidir.

İşte, böyle bir millete karşı yapılan düşmanlıklar, dolayısıyla "İslâma düşmanlık" hesabına geçiyor.

Ne gariptir ki, yine bin yıldır Müslüman Türklerin dindaşı, vatandaşı ve cihad arkadaşı olan Müslüman Kürtler, söz konusu ittifak ve ittihadı bozmak istemedikleri halde, nesepleri şüpheli bazı Türkçüler, o bin yıllık ihtişamlı hizmetten hazzetmeyerek, kalp ve dimağları zehirlemeye koyuldular. Bunlar, kardeş unsurların müşterekliğini dinamitlemeyi adeta vazife bildiler.

Zamanla öyle bir hale gelindi ki, hariçteki ecnebilerin iştahları tahrik oldu. Onlar zaten müdahale ve tecavüz için bahane arıyor, fırsat kolluyorlardı.

İşte, ne yazık ki aradıkları fırsatı buldular. Şimdi yüklendikçe yükleniyorlar, hatta öldürücü darbeyi vurmayı dahi planlıyorlar.

Şayet, üç büyük Müslüman unsur olan Türkler, Kürtler ve Araplar arasındaki dereyi daha derinleştirebilirlerse, sırasıyla her üç unsura da öldürücü darbeyi vurmaktan çekinmeyeceklerdir.

Böyle şeyler yapmak onların bir vazifesidir, denilebilir. Ama, burada asıl önemli husus, birbirinin din kardeşi olan Kürt, Türk, Arap ve diğer unsurların ne yapması gerektiğidir.

Bunların yapması gereken birinci iş, birbirine karşı düşmanlık etmemek, ikincisi ise birbirine muhabbet ile samimane sarılmaktır.

Fitnecilere meydan vermemek için, böyle davranmak hepimiz için bir zarurettir.

Zira, ecnebiler birini mağlup ettikten sonra durmayacak, pür iştahla diğerlerine yönelecektir.

Bediüzzaman diyor ki...

Ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ "Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler." (Mâide Sûresi, 5:54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız. (Mektubat, s. 312.)

GÜNÜN TARİHİ 17 Nisan 1967

Prof. Başgil'e silâhlı dayatma...

Türkiye coğrafyasında yetişmiş son yüz yılın en değerli ilim, fikir, hukuk ve siyaset adamlarından biri olan Prof. Ali Fuat Başgil, İstanbul'da Hakk'ın rahmetine kavuştu.

1893 yılında Samsun’un Çarşamba ilçesinde dünyaya gelen Başgil, ilk ve orta tahsilinin ardından yüksek tahsile başladı. Ancak, yüksek tahsilini bitiremeden Birinci Dünya Savaşı başladı.

1914'te henüz 21 yaşında iken yedek subay olarak askerlik görevine başladı. Tam dört yıl müddetle Kafkas cephesinde savaştı.

Terhisten sonra tekrar İstanbul’a döndü ve yarım kalan eğitimini tamamladı. Çevresindekilerle yaptığı istişareler neticesinde, mesleğinde kariyer yapmaya karar verdi.

1921'de Paris'e gitti. Hukuk doktorasını burada tamamladı. Ayrıca, felsefe ile siyasî ilimler sahasında ithisas yaptı. 1929 sonlarında Türkiye'ye döndü.

Araştırmacılar, Ahmet Cevdet Paşa ile Ali Fuat Başgil arasında önemli benzerlikler olduğu tesbitinde bulunuyor. Zira, her ikisi de kendi mazilerinden kopmaksızın, Batı dünyasının birikimlerinden istifade etmeye ve ettirmeye çalışmışlardır.

Bir kara leke

Türkiye'de uzun yıllar öğretmenlik yapan, din, laiklik ve anayasa hukuku dalında yüksek ilmî vukufiyet sahibi olan Ali Fuat Başgil'i, insanlarımız daha çok onun 1961'deki Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle tanımış oldu.

27 Mayıs darbecileri, devirmiş oldukları DP yöneticilerini insanlık dışı işkencelerden geçirip üç liderini idam ettirdikten sonra, yeni bir anayasa hazırlattılar. Bu Anayasa, 9 Temmuz 1961'de referanduma götürüldü. Yüzde 65 civarında kabul oyu aldı.

Ardından, iki meclisli genel seçimlere gidildi. Millet Meclisi 450, Senato ise 150 kişiden oluşuyordu.

Bu safhadan sonra, sıra Cumhurbaşkanlığı seçimine gelmişti. Darbecilerin tek adayı vardı: Cemal Gürsel.

Bir başka adayın ortaya çıkmasına tahammül edemeyen cuntacılar, Meclis'teki milletvekillerinin aday olarak ilân ettikleri Samsun senatörü Prof. Ali Fuat Başgil'e kin ve öfke duymaya başladı.

Nihayet, 24 Ekim 1961'de Başbakanlığa çağrılan Başgil'e, burada adaylıktan çekilmesi talebinde bulunuldu. Buna itiraz etmesi sebebiyle de, silâhlı dayatma yoluna gidildi. Yani, adaylıktan zorla vazgeçirildi.

Başgil'in Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmesi hususundaki baskı ve tehdidi, yıllar sonra Org. Sıtkı Ulay’ şöyle açıklayacaktı: "Ya Cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçecek, ya da Etlik’te gömülmeyi kabul edecekti."

Başgil'i baskı ve tehdit yoluyla aday olmaktan caydıran iki paşadan biri Org. Fahri Özdilek, diğeri ise Org. Sıtkı Ulay'dı. İkisi de 27 Mayıs darbecisi olup, aynı zamanda Milli Birlik Komitesinin üyesiydiler. Bunlar, daha sonra da "tabiî senatör" oldular.

Aradan 45 yıllık bir süre geçtikten sonra, Cumhurbaşkanlığı seçimleri bugünlerde yeniden gündeme gelmiş bulunuyor. O zamanla bu zaman arasındaki konjonktürel farklar, adeta dağlar kadar.

Başbakan Erdoğan, bugün "Bir gül bahçesine girercesine" Meclis'i cumhurbaşkanlığı seçimine doğru götürüyor.

17.04.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Ayrı dünyalar



Zaman zaman çevremdeki insanların maddî yapılarını değil, içinde bulundukları muhtemel ruh hallerini düşünme çabası içine girmekteyim. Önümde ağır adımlarla yürüyen yaşlı insanların yorgun hallerinden; olgunluk yaşlarında olup, her hallerinden gelecekte ihtiyarlayacaklarını akıllarına getirmedikleri anlaşılan orta yaşlıların sorumsuzluk imajı veren davranışlarından; henüz günah bataklığı içine girmemiş masum çocukların şen şakrak hallerinden; gençliğini günah bataklığı içinde geçirdikleri kılıklarından, hâl ve hareketlerinden anlaşılan kişilerin laubaliliklerinden dersler çıkarmaya çalışmaktayım.

Bir çırpıda insan çevresinde yediden yetmişe bir çok insan görebilmektedir. Bazen insanların maddî görüntülerinden de bir yerlere varabilme isteği içimizde nüksedebilmektedir. Bütün bunların birbirinden farklı olduğunu, bazılarının esmer, bazılarının açık tenli olduğunu, her birinin ayrı bir simaya sahip olduğunu görmekliğimiz de bizleri işin manevî boyutuna taşıyabilmektedir. Bu insanlardan bazılarının beli bükülmüş bir vaziyette zor yürüdüğünü, bazılarının ise hayatının baharını yaşadığını görünce insanın aklına binbir türlü düşünceler hücum etmektedir.

Kim bilir bu insanların aklından neler geçmekte, kim bilir gelecek için ne türlü hayaller kurmaktadırlar? Elbette adım başı çevremizi saran insanların kendilerine mahsus dünyalarına vakıf olamayız. Zaten böyle bir arayış içine girmek de doğru değildir. Her biri ayrı bir dünya olan insanların hem maddî hem de manevî yönleri itibariyle diğer insanlardan çok farklı olduklarını görebilmekteyiz. Belki bu birbirinden farklı dünyaların bazı yönlerini görebilmemiz, hissedebilmemiz mümkün olabilir, ama hiçbir insan başka bir insanın dünyasının tümüne nüfuz etme imkânına sahip olamamaktadır.

İnsanların bütün yönlerini, maddeden mânâya kadarki bütün özelliklerini ancak onları ve bütün var olan her şeyi yaratan Rabbimiz bilmektedir. Vücudumuzdaki en küçük atomun da, kalbimizden geçen en küçük hatıratın da bütün yönlerini bilen sadece Odur. Biz ancak kendi çapımıza göre bazı şeyler bilebiliriz. Bize verilen müsaade kadar kendimizi ve çevremizi tanımak için bir çaba içine girebiliriz. Bu sebeple insanların bütün dünyalarını merak etmek yerine sadece bazı hâletlerini düşünme ihtiyacı içinde olabilmekteyiz zaman zaman. Meselâ çevremizde bulunan ve her birisi ayrı bir tarafa, kendine göre bir an önce ulaşılması gereken bir hedefe doğru giden insanların, sadece Rableri ile olan yakınlıklarını merak etmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.

Bu insanlar bu dünyada neden bulunduklarının farkında mıdırlar? Bir insan olarak yaratılışlarını ve bütün dünyadaki varlıkların neden onların emrine verildiğini düşünmekte midirler zaman zaman? Acaba ölüm onların aklına geliyor mu? Yakınlarından birisi ölünce, bir gün kendilerinin de öleceğini düşünebilmekte midirler?

Bir insan olmam ve hemcinslerimin de gelecekleri beni ilgilendirdiğinden hep insanların ebedî hayatları ile ilgili durumlarını düşünmekteyim. Acaba ne olacak, başta benim akıbetim, sonra da akrabalarımın ve içinde yaşadığım toplumun fertlerinin gelecekteki durumu? Elbette kendi dünyamda cevaplandırmakta zorluk çektiğim sorular bunlar. Ama boş verip geçemiyorum işte. Çoğu zaman üzülüyorum hem kendi halime hem de çevremdeki insanların geleceğine...

Sessiz bir çığlık atıyorum kendi dünyamda. Seslerimi duyuramıyorum elbette çevremdekilere. Ama kendi çığlığımı duyuyor ve irkiliyorum. Titriyor, kendime geliyor ve Rabbime yönelme ihtiyacımı gidermeye çalışıyorum. Nefsimin bütün engellemelerine rağmen zikrediyorum, kendisini hep hatırlamamı isteyen Rabbimi... İşte o zaman aradığımı bulmanın sevinciyle kendime geliyorum. Kendim için seviniyorum, ama çevremdeki insanların acınacak durumdaki hallerinin üzüntüsünü üstümden atamıyorum.

Sonra anlıyorum ki bir anlık uyanışın sürekli bir uyanış olmadığını. Uyanışlar ve uyanıklıkların hayatımızda her an bulunması gerektiğini, kesintilerin kopukluklara sebep olabileceğini, kopuklukların ise gaflet uykularını netice vereceğini düşünüyorum.

Demek, öncelikle her zaman uyanık olma haletini dünyamıza hakim kılmamız gerekmektedir. Böyle olursa ancak bazı uyanışlara sebep olabiliriz ve uyananlarla dünya hayatının huzurlu ikliminde beraber yaşayabiliriz.

17.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur'ân'a göre kâinat



İstanbul’dan okuyucumuz:

*“Kur’ân’a göre kâinat nedir, neden yaratılmıştır ve neyi ifade eder?”

Kur’ân varlıklardan kendi değerleri için değil, Yaratıcıları adına bahseder. Yani Kur’ân’ın varlıklara bakış açısında en zirve nokta, Allah’ın onları dilediği gibi yaratmış olmasıdır. Her şey Allah’ın sonsuz ilmini, iradesini, kudretini, hâkimiyetini, hikmetini, hilkatini, tedbir ve tedvirini, yani yöneticiliğini gösterir. Kur’ân varlıklara kendi adlarına ve kendi hesaplarına bakmaz. Çünkü kendi adlarına varlıklar birer isimden, resimden ve infiâlden; yani yapılan birer eserden ibarettirler. Yapılan eserler de zorunlu olarak “Yapan”ı gösterirler.

Eşsiz bir sanat eseri olan kâinatın müzeyyen, yani tezyin edilmiş bir Kur’ân olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân-ı Hakîm’in ise büyük kâinât Kur’ân’ının en yüksek bir müfessîri ve en beliğ bir tercümânı olduğunu kaydeder. Saîd Nursî Hazretlerine göre Kur’ân-ı Hakîm şu kâinat sayfalarında ve zamanların yapraklarında kudret kalemiyle yazılan tekvini âyetleri, yani oluşum âyetlerini cinlere ve insanlara ders vermektedir. Kur’ân, her biri birer manidar harf olan varlıklara mânâ-yı harfî nazarıyla bakar. Yani onlara Yaratıcıları adına bakar ve öyle de bakılmasını önerir. Bu bakışta, “Ne güzel yapılmış ve ne güzel bir sûrette Sâni’in cemâline delâlet ediyor” ölçüsü hâkimdir.

On İkinci Sözde, meşhur ve san'atkâr bir hâkimin yazdığı harika bir Kur’ân’dan temsil getirilir. Şöyle ki, hâkim her âyet için, işaret ettiği mânâya göre farklı mücevherler, farklı renkler, kıymettar cevherler kullanır. Farklı hakikatleri, farklı cevherlerle ve farklı renklerle yazar. Öyle süsleyip nakış nakış işler ki, okumayı bilen bilmeyen herkes temâşâsından hayran kalırlar. Bilhassa ehl-i hakikat, mânâlarla mücevherlerin ve tezyinatın uyumu karşısında mest olurlar.

Sonra o hâkim, yazdığı bu eşsiz Kur’ân’ı bir ecnebi filozofa, bir de Müslüman âlime vererek her birisine bu harika kitap hakkında birer eser yazmalarını emreder. En güzel esere mükâfat vereceğini taahhüt eder.

Ecnebî filozof yazdığı eserde yazıların renklerinden, renklerin mücevherlere uyumundan, mücevherlerin güzelliğinden, cevherlerin kıymetinden, ayar değerinden ve özelliklerinden, harflerin nakışlarından, mürekkebin kalitesinden, kitabın yazılarının harika oluşundan bahseder.

Âlim ise, kitabın tezyinatıyla, harflerin geçici nakışlarıyla pek meşgul olmaz. Sadece âyetlerin mânâlarıyla uyumlu mücevherler kullanıldığını takdir eder. Fakat âyetlerin mânâlarını yüksek bir anlayış ve kavrayışla okur, anlar ve tefsir eder.

Her ikisi de yazdıkları eseri hâkime sunarlar. Hâkim, yazıların nakışlarıyla ilgilenen, fakat mânâlarına inmeyen filozofun eserini iade eder. Fakat âyetlerin mânâlarını derinliğine tefsir eden eser sahibini ödüllendirir.

Bu temsilin yorumunu Bediüzzaman Hazretleri şöyle yapar: O süslü Kur’ân, bu eşsiz san'atlarla yaratılmış kâinattır. O hâkim, Hakîm-i Ezelî olan Allah’tır. O adamlardan birisi, tabiata ve kâinata sırf nakışları, maddenin özellikleri, güzellikleri ve süslü yapıları için bakan felsefecilerdir. Diğeri ise, kâinata Yaradan hesabına bakan, kâinatta var olan her şeyin ifade ettiği derin mânâyı anlayan, ifade eden ve ders veren, kâinatın gizli yaratılış sırlarını çözen, tabiattan ve varlıklardan hareketle Yaradan’ın eşsiz yaratıcılığını, iradesini, ilmini, hikmetini, kudretini gören ve gösteren Kur’ân’dır.1

Kur’ân bizi kâinatı okumaya dâvet etmektedir. Kur’ân’ın kâinattan, dünyadan, tabiattan, güneş ve ayın hareketlerinden, insanlar ve cinlerin yaratılışlarından, gece ve gündüzden, hayvanların varlık sebeplerinden, bitkilerin nimet değerinden bahsedişi, bütün bunlarda Allah’ın varlığına, birliğine deliller olduğu için, âhiret hayatına ve diğer iman esaslarına açılan muhtelif kapılar ve pencereler bulunduğu içindir.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 121

17.04.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

“Söz”de değil “Öz”kan



Bir yiğit çıktı meydanee! Oradan da kürsüye. Tuncay Özkan nam meslektaşımızı kıskanmamak mümkün değil.

Neydi Tandoğan’daki Cumhuriyet Mitingi’nde gösterdiği performans?

Değme siyasetçilere taş çıkartan konuşmasıyla, kalabalığı öyle coşturdu ki, bir anda kendini kürsünün dibinde buldu! Atatürkçü taraftarları onu alaşağı etti!

Konuşmasında kendisinin “şah” olduğunu söyledi.

Sebebi şu: Malûm Maliye Bakanlığı müfettişleri, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Tuncay Özkan’ın sahibi olduğu Kanaltürk televizyonuna 3 milyon dolar aktardığını tesbit etti.

Özkan, iddialara karşılık şöyle diyordu:

“Herhangi bir partiden bir kuruş aldığımı tesbit edin, intihar ederim.”

Sonuç:

Özkan hâlâ yaşıyor... Hayatta!

Her ne kadar, Maliye Bakanlığı’nın tesbit ettiği ‘usulsüzlükle’ ilgili olarak, CHP için Yargıtay Başsavcılığı’nın Siyasi Partiler Bürosu’na suç duyurusunda bulunduğu iddia ediliyorsa, önümüzdeki günler bakalım ne gösterecek?

Peki OYAK iddialarına ne cevap veriyor?

Kanaltürk televizyonundan yapılan açıklamada OYAK’ın kanala ortak olması, daha sonra da reklâm anlaşması konusunda Tuncay Özkan’ın bazı paşalarla yaptığı temaslar konusuna hiç girilmedi. Teğet geçildi.

Kanaltürk’ün kuruluşu esnasında Özkan’ın sermaye arayışına girdiği ortada...

Bu amaçla OYAK’la önce ortaklık, sonra da reklam anlaşması yapmak amacıyla bazı paşalarla kulis yaptığını fısıltı gazeteleri söylüyor...

Geçtiğimiz ay Nokta dergisinde yayınlanan “darbe günlüğü”nde yer alan bilgi şöyle:

“Tuncay Özkan’ın ziyareti... Benden OYAK’ın kurulacak şirkete hissedar olmasını ve böylece Başbakan’a karşı bir çeşit koruma sağlamayı istedi. Ben de, elimden geleni yapacağım, dedim.”

Tarih yaprakları 15 Mart 2004’ü gösterdiğinde şu not düşülmüş:

“(Tuncay Özkan) OYAK’ın reklâm teminatı verip veremeyeceğini sordu... OYAK’ın reklâm için teminat belgesini vermeyeceğini söyledim.”

Belge ve bilgiler ortada.

Tuncay Özkan, soruşturmacı gazeteci Uğur Dündar’la birlikte “yolsuzluk"lar üzerine programlar yapıyordu. Acaba Dündar, eski “elemanının” dosyalarını bir bir incelemek ister mi?

Soruşturmacı gazeteciliğin gereğini yerine getirir mi?

Haberse, haber... Üstelik âlâsı Kanaltürk’te var!

Ben bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Tandoğan’daki mitingi sadece Kanaltürk canlı olarak ekrana getirdi. Doğan Medya Grubu’nun birçok kanalı bu haberi geçiştirdi. Tuncay Özkan’ın adını dahi anmadı. Yahut ben göremedim. Doğan Grubu’nun Özkan’a karşı tavrı da ilginçti.

Kendi düşünce yapısındakilerle dahi çelişen bu insanlar bırakın Türkiye’yi kurtarmayı, önce kendilerini kurtarsın.

SAYLAN’IN İRONİSİ

ÇYDD Genel Başkanı Türkan Saylan’ın konuşmasından da anlaşılacağı üzere “bunlar” düşünce olarak “sıyırdı.”

İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka Yerleşkesi’nde ‘Türkiye’mizin çağdaşlaşma sürecinde laiklik’ konulu toplantıda konuşan Saylan, milletçe tarih boyunca hep yakıp yıktığımızı söylemiş.

Saylan daha da ileri gidiyor: “Çocuklarımızın namaz kılmasını değil, bale yapmasını istiyoruz.”

Bu topraklarda yaşayan ama bu toprağın değerlerinden bîhaber birisinin söyledikleri sizce “normal” mi?

Hatta insanların isimlerine bile takmış kafayı... Konuşmasında Gençlik Korosu’nu yöneten müzisyenin isminin Muhammed olmasından bile yakınıyor. Diyor ki Saylan: “Gençlik Orkestrası’nı yaratan ve yöneten arkadaşımızın ismi Muhammed. Düşünebiliyor musunuz buradaki ironiyi?”

Saylan’ın ironisi gerçekten müthiş.

Allah akıl, fikir ve basiret versin!

17.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004