Son zamanlarda hızlanan ve yükselişe geçen dehşetli bir fitne dalgasıyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Bir yandan kanlı terör eylemlerinin yeniden tırmanışa geçmesi, bir yandan da Kuzey Irak'taki siyasilerin ağzından çıkan ve Türkiye'ye çok fenâ bir sûrette yansıtılan tahrik dozu yüksek söz ve beyanatlar gösteriyor ki, dahilî ve haricî fitne odakları yeniden sarsıcı bir faaliyetin içine girmiş bulunuyor.
Doğu'da, Güneydoğu'da akıtılan kanlar, Türkiye'nin hemen her bölgesinde gözyaşlarına dönüşerek, sel olup akıyor. Üstelik kin, nefret ve öfke selini de coşturarak...
Bunun üzerine bir de işgal güçlerinin tahrik ve baskısıyla yapılan kışkırtıcı açıklamalar eklenince, genel durum çok daha vahim bir boyut kazanıyor.
İşte, yeniden alevlendirilmeye çalışılan bu yakıcı fitne ateşini bir şekilde, ama mutlak sûrette söndürmeye ve tesirsiz hale getirmeye çalışmak gerekir.
Zaten başka da bir tercihimiz, seçeneğimiz yoktur.
Ateşin söndürülmesi, ancak ensar ruhu ve anlayışıyla mümkün.
Evet, Arap, Türk ve Kürt kardeşler olarak, daima birbirimizin yanında ve yardımında olmalıyız.
Bizler, dahilî münafıkların ve hariçteki ecnebi zalimlerin müşterek fitnekârlığına karşı, tereddütsüzce yanyana gelmeli, omuz omuza durmalı ve birbirimizi koruyup kollamaya çalıştığımızı dosta düşmana göstermeliyiz.
Aksi halde, dün Arap ve Kürt düşmanlığını, bugün ise ağırlıklı şekilde Türk düşmanlığını körükleyenlerin oyununa gelmiş, ekmeğine yağ sürmüş oluruz.
* * *
Evet, bundan yüz küsûr sene evvel İslâm dünyasında ve bilhassa Ortadoğu coğrafyasında tesirli olmaya başlayan Avrupa patentli "Frengî illeti", öncelikli olarak Türklerle Arapların arasını açmayı hedefledi.
Bu illeti kullananlar, bir yandan Osmanlı aydınlarına "Ne Şam'ın şekeri, ne Arabın yüzü" dedirtiyor, bir yandan da casuslar vasıtasıyla Arapları Osmanlı'dan koparmaya ve kendilerine yakınlaştırmaya gayret ediyordu.
Ne yazık ki, bu gayretlerinde bir ölçüde muvaffak oldular. Osmanlı aydınlarının yüzünü Batı'ya, sırtını ise Araplara döndürdüler. Sonra da, "Türkleri sırtından" vurdurmayı başardılar: Sırtını döneni vurmak, elbette ki daha kolaydı.
Araplarla düşmanlıkta başarı ve irtibat zâfiyeti sağlandıktan sonra, sıra başka düşmanlıkları tetiklemeye gelmişti. Sırada Müslüman Kürtler vardı.
* * *
Türkiye'de 1910'lardan itibaren Türk olmayanların fikriyatı öncülüğünde Türkçülük hareketleri başladı.
Yahudî, mason ve dönmelerin tesiri altına giren siyasî İttihadçılar, ülkede bir "Türkleştirme politikası"nı başlattılar. Türk Ocaklarının kurulmasına ve faaliyetlerinin yaygınlaştırılmasına alenen destek ve kuvvet verdiler.
Bu ocakların hücûm okları ise, ağırlıklı şekilde Kürt vatandaşların üzerine doğru yönlendirildi. Haliyle bu durum bir "aksülamel" meydana getirdi.
Aksülamelin kurbanı olan bazı Kürt aydınları da harekete geçti ve 1918'de ilk siyasî Kürt teşkilâtını kurdu: Kürt Teali Cemiyeti.
Bu cemiyetin en aktif aktörlerinden olan Celadet Bedirhan'ın tâbiriyle, "İtiraf edeyim ki, Türk Ocakları ne kadar Türkçü yetiştirdiyse, o kadar da Kürtçü yetiştirdi." (M. Kemal'e Mektup, s. 22.)
Esasında, son yüz sene içinde insanlarımızın huzurunu kaçıran, onları tarifsiz acılara gark eden bu "menfi milliyetçilik" illetinin kaynağı dahilde değil, kesin olarak hariçtedir. Yani, bozulmuş "İkinci Avrupa"dır.
Fakat, ne yazık ki, fitnenin âleti haline gelen bir kısım gafil insanlar, bu illete sahip çıktılar, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Sonradan da birbirinin gözünü oymaya çalıştılar.
Nice teessüfler olsun ki, aynı fitne ateşi bizden can almaya, yürek yakmaya devam ediyor.
* * *
Bu tür fitnelerin önüne nasıl geçileceği, yakıcı fitne ateşinin nasıl söndürüleceği aslında bellidir.
Asr–ı Saadetteki muhacir–ensar yardımlaşma ve dayanışması, bunun en güzel, en çarpıcı örneğidir. Kezâ, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve etrafındaki sâdık, halis, fedâkâr talebeleri ve ihvanlarının durumu, bu zamana mahsus bir başka örnektir.
İşte, bugün için Türkiye'de yaşayan hemen bütün Türkler ve Kürtler, bir bakıma muhacir ve ensar konumunda bulunuyor. Hemen herkes, şu ya da bu sebepten dolayı doğduğu yerin dışında, yani bir başka şehirde, kasabada, köyde yaşıyor.
Ve bu insanlar birbirine düşman edilmek, vurdurulup kırdırılmak isteniyor. Fitne odakları bu fecî oyunu oynamak istiyor.
Oyunu bozmanın yolu ise, evet ensar ruhuna sahip olmaktan geçiyor. Bu ruh ve anlayışa sahip olanlar, düşman gibi gösterilmek istenen kardeşine hiç tereddüt göstermeden sahip çıkmak, onu savunmak ve ona her bakımdan yardımcı olmak durumundadır.
Ensar ruhunu benimsemek, böylesi bir fedakârlıkta bulunmayı gerektiriyor. Evet, Türk ve Kürt kardeşler, kendilerini değil, yekdiğerini savunacak ki, fitnekârların hevesleri kursaklarına hapsolsun.
(Devamı var)
Bediüzzaman diyor ki...
Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adaletin mahiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tabirdir ki, Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında "Said Kürdî" ve "Bu Kürd" diye beni öyle yad ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.
...Ey efendiler!
Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad (şahit) edebilirim. (Tarihçe–i Hayat, s. 202.)
GÜNÜN TARİHİ 16 Nisan 1925
Farklı bir İttihatçı: Hüseyin Cahit...
Hüseyin Cahit Yalçın'ın sahibi ve başyazarı olduğu Tanin gazetesi kapatıldı. Hemen ardından yazarın kendisi de tutuklanarak "müebbet sürgün" cezasına çarptırıldı. Sürgün yeri olarak Çorum'a gönderilen Yalçın, bir yıl sonra çıkartılan bir afla tekrar serbest bırakıldı.
* * *
Gazeteci–yazar Hüseyin Cahit, Meşrûtiyet döneminde katı bir İttihatçıydı. Aynı zamanda milletvekiliydi. Çıkardığı gazete de, İttihatçıların yayın organı gibiydi. En samîmî meslektaşı Tevfik Fikret idi.
Buna rağmen gazetesi kapanmaktan kurtulamadı. Zira, hem kendisi aykırı bir tip, hem gazetesi farklı bir üslûpla çıkıyordu. Gazetesi Tanin kapatıldığında da boş durmadı ve Cenin, Renin, Senin gibi değişik isimler altında gazete çıkartmaya devam etti.
İstanbul'un işgali günlerinde tutuklanarak Malta adasına gönderildi. 1922'de İstanbul'a döndü ve yeniden gazete çıkarmaya başladı.
* * *
İttihatçı olduğu kadar Cumhuriyet döneminde de Halkçı olan Hüseyin Cahit'in başı yine belâdan kurtulamadı.
Eski İttihatçılarla irtibatlı, hatta hemfikir olduğu ve bilhassa yeni Cumhuriyet hükümetinin bazı icraatlarını fütursuzca tenkit ettiği gerekçesiyle, birkaç kez mahkeme huzuruna çıkartıldı. Cumhuriyet'in ilk yıllarında çıkarılan kànunları ve bazı uygulamaları tenkit edince, İstiklâl Mahkemesi'nde yargılandı ve beraat etti.
1925'te ikinci kez yargılandı, Çorum'a sürgün edildi. 1926'da af sonucu cezası kalkınca İstanbul'a döndü. 1933–1940 arasında "Fikir Hareketleri" dergisini çıkardı. M. Kemal'in ölümünden sonra tekrar siyasete döndü, milletvekili oldu.
1943–1947 arasında Tanin gazetesini tekrar yayınladı. Ulus gazetesinde başyazarlık yaptı. Ulus'ta yayınlanan bir yazısı sebebiyle dokunulmazlığı kaldırıldı. 1954'te bu kez Demokrat Parti aleyhindeki yazıları yüzünden hapse mahkûm edildi, ama Cumhurbaşkanı Bayar tarafından affedildi.
Hayatı boyunca Selanik dönmeleriyle yakın dost ve sıkı bir Arap düşmanı olarak bilinen Hüseyin Cahit, 1957'de öldü.
16.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|