Yolunu şaşırmış felsefe, kâinatı Allah’ın bir parçası gibi telâkkî ediyor. Bu son derece yanlıştır. Ne yazık ki, iman zaafı içinde bocalayanlar da felsefenin etkisinde kalmış. Bu arada, bazı mutasavvıflar da, Allah’ın varlık ve birliğini öyle değerlendirmişler ki, “Varlık yok, yalnız O var!” diyerek kâinatı hiçe atmışlar. Yanlış anlamalara yol açabilen ve düşük bir mertebe olan bu Vahdet-i Vücûd anlayışı, Anadolu’da da kısmen taraftar bulan Melâmîlik, Bektaşîlik, Hurûfilik gibi müfrit “vücudiyetçi” cereyanların doğmasına sebep oldu... Diğer taraftan, her şeyi inkâr eden sofistler de bu meslekten kuvvet bulabilir. Çünkü, onlar da, “Hepimiz ve her şey hayalden ibarettir, hiçbirimiz gerçek değiliz” iddiasındalar.
Kur’ân, “Kâinatı yoktan yaratan Allah’tır” diyor ve herbirini kendi varlığına ve birliğine delil gösteriyor. Mükevvenât ve yaratılış ile ilgili daha yüzlerce âyet sârih bir şekilde, varlıklardan Allah’ın eserleri olarak bahsetmekte ve dikkatleri onlara çekmektedir. Ve akıl sahiplerinin bu mevcutları “varlık, yaratılmış eser” olarak kabul etmeleri ve mahlûktan “Hâlık”a, eserden “Müessire”, san'attan “Sani”e varmaları istenir. Dolayısıyla âlemler, Allah’tan ayrıdır ve Onun izniyle gerçek mevcudiyetleri vardır. Onun isim, sıfat ve fiilleri âlemlerde tecellî eder, yani, binlerce perdelerden geçerek yansır. Kur’ân ve Sünet’in, dolayısıyla sahâbe, tâbiîn ve müçtehid imamların görüşünü benimseyen Bediüzzaman, “Eşyanın/varlığın hakikati sabit ve gerçektir” diyerek, onların hayal ve vehimden ibâret olmadığını; ancak eşyanın Allah’a nisbetle hakikî bir vücud-u hâricî (hariçte bir vücudu) olmayıp kararsız bir gölge olduklarını söyler.1
Vahdet, birlik; Vahdet-i Vücûd, Allah’ın birliği demektir. Bu kesret-i eşya, onun birliğinden gelmektedir. Vahdetü’l-vücudcuların dedikleri gibi mevcudât evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakk’ın eseridir. “Heme ost” değil, “Heme ezost”tur. Yani, O değil, ama, Ondandır. Bu, tıpkı, güneş ışıklarını yansıtan her parlak şeyin, güneşin tâ kendisi olduğunu iddia etmesi gibidir. Evet, o cisimler ışığı güneşten almaktadır, ama güneş değiller! Kâinatı yaratan, idâre ve sevk eden Hâlık ve Kadîr-i Mutlak olan Allah’tır. Onun binbir ismi kâinatta tecellî etmektedir. Yoksa, kendisi değildir.
Varlıkların sabit birer hakikati vardır. Ancak, “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.”2 Onun varlıklarla ilgisi yalnızca hallâkıyettir ve sıfatlarının tecellisidir.3 Allah, Vacibü’l-Vücud’dur. Yani, varlığı, bir başkasının varlığına bağlı değildir. Öyle olsa, zaten Yaratan olmazdı, yaratılan olurdu. Dolayısıyla Allah Yaratıcı, “kâinat” da Allah’ın bir san'atıdır, Sani’ olamaz, bir kanundur, kanun koyucu olmaz! İşte tasavvuf mesleğinde seviye kazananlar, “Lâ mevcûde illâ Hû” derken; “Sonsuz güce ve nihayetsiz isim ve sıfatlara sahip olan Cenâb-ı Hak’kın, hikmet, kudret ve azameti karşısında, bu tecelli ve sıfatların ehemmiyeti yoktur” demek istemişlerdir. Nasıl ki, bir aşığın gözünde, “mal, mülk, servet, makam, istikbâl” hiçbir önem taşımaz; gözü, “sevgiliden” başkasını görmez. İşte, “Lâ mevcude illâ hu!” diyenler yalnız Onun varlığını, yaratılanların hiçliğini ifade etmek istemişlerdir. Şöyle ki:
O bütün isim ve sıfatlarıyla sonsuzdur. Matematik penceresinden bakarsak, sonsuz sayıya 900 katrilyon veya bunun kat katı rakamlar ilâve etseniz veya çıkarsanız, hiçbir şey değişmez. Çünkü, sonsuzun yanında, rakam ne kadar büyük veya küçük olursa olsun fark etmez. Şöyle düşünelim: Bir buğday danesi, insana göre nedir, hiç! Peki, dünyaya göre büyüklüğü nedir? Yine hiç! Gezegenlere, samanyollarına, galaksilere, nebulalar ve bütün kâinata göre, hiçin hiçidir! İşte, sonsuzun yanında kâinat bir buğday dânesi bile değildir! İşte, ehl-i istiğrak ve sofiye “Varlık yok, yalnız Allah var!” derken bunu anlatmak istemişlerdir.
Dipnot:
1- Mesnevî-i Nûriye, s. 117-118; Mektûbât, s. 55-56.; 2- Kur’ân, Şûrâ, 11.; 3- Mektûbât, s. 84.
11.04.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|