|
|
Sami CEBECİ |
Duygular dünyasından şefkat hissi |
|
Maddeten küçük olduğuna bakarak insanı küçük görmemek lâzımdır. Onda küçük bir kâinat saklıdır. Bu özelliği için Bediüzzaman, “İnsan, küçük bir kâinat; kâinat ise büyük bir insandır” tanımlamasını yapar.
İnsanın mahiyetinde binlerce hissiyât ve duygular vardır. Ebede kadar uzanan emelleri, kâinatı kuşatan fikirleri ve ebedî saadetlerin her çeşidine yayılmış arzu ve istekleri vardır. Bu hâliyle beraber kâinatın hadsiz fezâsında, küçük bir gezegen üzerinde dolanıp durmaktadır. O hadsiz arzu ve taleplerine cevap verip yerine getirecek, ancak Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah’tır (cc). Ondan başkası ona sığınak ve kurtarıcı olamaz ve ihtiyaçlarını karşılayamaz.
Cenâb-ı Hakkın insanın mahiyetine koyduğu binlerce duygudan biri de şefkat hissidir. Şefkat, sevgi hissinden de öte çok yüksek bir duygudur. Üstadın ifâde ettiği gibi; insan şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle, bütün yavrulara hatta bütün canlılara şefkatini yayar. Böylece, Allah’ın Rahîm ismine aynalık eder. Sevginin en şiddetli mertebesi olan aşk ise, nazarını sadece sevgilisine odaklayıp, her şeyi sevdiğine fedâ eder. Sevgilisini yüceltmek için başkalarını dolaylı bir şekilde kötüler. “Güneş sevgilimin güzelliğini görüp utanıyor; görmemek için, bulut perdesini başına çekiyor” diyen şâirin güneşe yaptığı haksızlık gibi.
Karşılık beklemeden gösterilen şefkat duygusu bütün annelerde vardır. Hatta, hayvanî vâlidelerde de insanı hayrette bırakacak derecede vardır. Vahşi hayvanların ve canavarların bile yavrularına karşı gösterdikleri fedâkârâne halleri buna delildir. Aşk hissinde ise, karşılık beklemek arzusu bulunur. Karşılık göremezse sevdiğinin güzelliğini inkâra kadar gidebilir. Üstadın verdiği misâlde olduğu gibi, “Bir zaman bir dünya güzeli, bir âşıkını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adâvete dönüyor ve diyor ki: ‘Tuh, ne kadar çirkindir!’ diyerek, kendine teselli vermek için cemâlinden küsüyor, cemâlini inkâr ediyor.”
Şefkat yolu, rahmet yoludur. Cenâb-ı Hakkın, Rahman ve Rahim isimlerine ulaşmaya bir vesiledir. Şefkat duygusunun en yükseği ise, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed’dedir (asm). Dünyaya yeni geldiği zaman “Ümmetî, Ümmetî” diyen o büyük peygamber, mahşer günü herkesin ve bütün enbiyaların bile kendi nefsinin derdine düştüğü ve “Nefsî, nefsî” dediği bir zamanda, yine “Ümmetî, ümmetî” diyerek en yüksek bir şefkatle ümmetini düşünecek ve şefaat-ı uzmasıyla bütün mü’minlere şefaat edecektir.
Dünya hayatındayken, insanları hakka, hakikate, imana ve hidayete dâvet ederken yaptıkları eziyet karşısında “Ya Rabbi! Sen bu insanlara hidayet nasip et! Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” diyerek, onlara duâ ediyordu. Tâif’e azatlı kölesi Hz. Zeyd ile birlikte gittiklerinde, ileri gelenler onları çocuklara taşlattılar. Zorlukla ellerinden kurtulup bir bağa sığındıkları zaman, Cebrail (as) ona göründü ve “Ya Resûllallah! Allah, sana şu dağlar meleğini gönderdi. Eğer istersen, o melek şu iki dağı bu âsi kavmin üstüne yıkıverecek.” O dedi: “Ben, âlemlere rahmet olsun diye gönderilmiş bir peygamberim. Onlara bedduâ edemem.” Arkasından ellerini açtı ve “Ey Rabbim! Sen kavmimi bağışla. Onların neslinden İslâm dinine sahip çıkacak bahadır insanlar yetiştir” diye duâ etti. O çok affedici, çok bağışlayıcı ve çok şefkatli bir peygamberdi. İslâmı tebliğ ederken kendisine eziyet edenlere “Siz, var gücünüzle kelebekler gibi kendinizi ateşe atıyorsunuz. Ben ise, eteğinizden tutup sizi kurtarmaya çalışıyorum. Fakat, siz beni reddediyorsunuz” diye hâlini tasvir ediyordu.
Bütün geçmiş mücedditler ve kutuplar gibi, son çağın sahibi ve müceddidi olan Bediüzzaman Hazretleri de öyle değil miydi? O, “Cemiyetin iman selâmeti yolunda bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Eğer, milletimin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü, vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur” demiyor muydu?
Büyük insanların hâli hep böyleydi. Şefkat ve acıma hissi onlarda en zirve noktadaydı. Başkaları için kendilerini fedâ etmek, bizim gibi insanların anlayabileceği bir hal değildi. Bu yüzden Hazret-i Ebûbekir (ra) “Ya Rabbi! Cehennemde benim vücudumu öyle büyüt, öyle büyüt ki, ehl-i imana yer kalmasın” demişti.
Aynı dinin mensupları olan biz de, aynı şefkat ve merhamet hisleriyle topluma yaklaşmalı ve bir kişinin hidayetine vesile olmayı, dünya ile değişilmeyecek bir hazine bilmeliyiz. Bunun için de, iman hakikatlerinin kaynağı olan Nur Risâlelerini, kitap takip ederek her gün düzenli olarak okumalı ve aldığımız feyz ve ilmi, toplum fertleriyle paylaşmalıyız. Gayret bizden, netice ise Allah’tandır.
Not: Bediüzzaman Hazretlerinin yakın talebelerinden muhterem ağabeyim M. Emin Birinci’ye ve Ziya Öztenekeci'nin babası Asaf Öztenekeci'ye Allah'tan rahmet diler, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim. (S.C.)
11.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Çankaya ve terör |
|
Birilerince “periyodik gerginlik odaklarından biri” olarak gösterilmesine artık alıştığımız nevruzu bile kazasız belâsız atlattık. Ama son günlerde şehit haberleri birden yine artışa geçti.
Acaba niye? Üç gün içinde şehit düşen asker ve korucu sayısının bir çırpıda 10’a çıkıvermesinin mâkul ve mantıklı bir izahı olabilir mi?
Kayıpların bir kısmının teröristlerle girişilen çatışmada, bazılarının ise mayına basma sonucu gerçekleştiği belirtilirken, açıklanan sebepler cevap bekleyen sualleri gündeme getirmekte:
Hayli zamandır “ateşkes” uyguladığı söylenen terör örgütü bir anda niye harekete geçme ihtiyacı duydu ve yeniden çatışmaları başlattı?
Ve yine çoktandır duymadığımız “mayına basma” olayları neden tekrar gündeme geldi?
Bilindiği gibi, gerek çatışmada, gerekse mayın sebebiyle gerçekleştiği belirtilen ölüm olaylarında, işin komuta ve tedbir açısından üzerinde durulması gerekli görülen cihetleri yakın zaman önce kısmen tartışılmış ve bazı hassas sorular sorulmuş, ancak cevapları alınamamıştı.
Son kayıpların ardından tartışmanın yeniden canlanması ve cevapsız soruların üzerine daha kararlı şekilde gidilmesi beklenir, beklenmeli.
Terör olaylarında bundan önce gözlenen en son tırmanış dalgası, TMK’da askerin istediği değişikliklerin yapılması, var olduğu halde yıllardır işletilmeyen Terörle Mücadele Kurulunun aktif hale getirilmesi ve Başbakanlık bünyesinde terörle mücadele için özel bir birimin kurulmasıyla sonuçlanmıştı.
Böylece, teröre karşı iç düzenlemeler, askerin talepleri istikametinde tamamlanmıştı.
Olayın dışa bakan boyutunda ise ABD ile “terörle mücadelenin koordinasyonu” mekanizması kurulmuş ve bazı Avrupa ülkelerinde PKK’lılara karşı operasyonlar tertip edilmişti.
Bütün bunlar alt alta konulduğunda, terörü etkisiz kılmak için geçmişe oranla daha olumlu bir tabloyu yansıttığı ve son dönemdeki sükûnetin bu durumla bağlantılı olduğu düşünülebilirdi.
Ama terörde son birkaç gün içinde gözlenen âni tırmanış, böyle olmadığını gösteriyor.
Bu durumda, akla başka sorular geliyor.
Bunların başında da, “Çankaya sürecini etkilemek için başvurulan taktik ve yöntemlerden umulan sonuç alınamayınca şimdi de terör silâhından mı medet umuluyor?” suali yer alıyor
Terör olayları tırmandırılacak; Türkiye’nin birçok yerinde yine ard arda şehit cenazeleri kaldırılmaya başlanacak; her bir cenaze, Başbakanın konuyla ilgili evvelce ayak üstü söylediği bazı talihsiz beyanlarını gündeme getirme fırsatı olarak tepe tepe kullanılacak ve böylece AKP lideri bir de bu yoldan yıpratılmaya çalışılacak.
Mâlûm, yıllar önce Apo için hangi bağlamda ve nasıl bir niyetle söylediği anlaşılmayan “sayın” kelimesinden dolayı Erdoğan hakkında açılan savcılık incelemesi takipsizlikle sonuçlandı
Bu durumda, yargı yoluyla başarılamayanı, AKP liderini şehit cenazeleri üzerinden kamuoyu nezdinde yıpratma amacıyla gerçekleştirme çabalarına hız ve gaz verilmek isteneceği açık.
Eşzamanlı olarak, Barzani’nin daha evvel defalarca söylediği sözleri bir kez daha tekrarlaması üzerine koparılan fırtına ise, kurulan tezgâha başka boyutlar da ekleme kastının işareti gibi.
Çankaya savaşı yeni unsurlarla kızıştırılıyor.
11.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Barzani - Tudjman |
|
‘Hak verilmez alınır’ diye meşhur bir kavram var. Bu kavram ışığında ve Irak bağlamında, Türkiye’nin ve Arap âleminin iki hekim yani hikmet sahibi düşünürü aynı politikayı tavsiye ediyor. Hareketli ve aktif bir politika izlemek ve insiyatif almak. Özellikle de Amerikan gücünün inkişa ettiği (gerilediği) bir dönemde boşluk dengeli ve uzlaşmaya açık bir şekilde doldurulmalıdır. Bunun için de mutlaka aktif bir politika izlemek gerekir.
Bu bağlamda, Aksiyon dergisinden Muhsin Öztürk’e konuşan Prof. İlber Ortaylı tarih birikiminin bir usaresi ve özü olarak bir çift lâf ediyor: “Türkiye, Ortadoğu’da dişini göstermeli...” Aksi takdirde madara olur ve acırken acınacak duruma düşer.
İnsanın veya devletin hem kendisini, hem de karşısındakini kollaması gerekir. Bu denge politikasıdır. Bazen denge politikası güçlü olmayı ve güçlü görünmeyi de iktiza eder. Bu durumda geriye kaçmanın yararı yoktur, zararı vardır. Irak bağlamında, İlber Ortaylı Hoca şunları söylüyor: “Bir şekilde saldırmazsan (caydırıcı olmazsan) seni rahat bırakmazlar...”
Ortaylı Hoca Irak’la ilgili iki seçenek görüyor: Irak’ta ya dikta ya da bölünme seçenekleri yarışıyor. ‘Öyleyse ya devlet başa ya kuzgun leşe’ demeye getiriyor.
Bahreynli Arap düşünürü Muhammed Cabir el Ensari de el Mecelle dergisine yaptığı değerlendirmede aynı tavsiyede bulunuyor: “Zayıflar güçlülerden haklarını söke söke almalı...”
Zayıf görünmek de güçlü görünmek de yerine göre zâfiyettir. İkisi de aktif politika izlememizi öğütlüyor. Irak gerçeğine bu pencereden baktığımız zaman burasını eski Yugoslavya’ya benzetiyoruz. Tarık Aziz, Saddam’ı Irak’ın ruhuna benzetirken aslında haksız değildi. ‘Saddam gitti, Irak bitti’ demiştir. Bu bağlamda, Saddam’ı Tito-Miloseviç ikilisiyle mukayese edebiliriz. Saddam’ın mütehevvir olması ve aşırı güç kullanması bütün bölgenin ve onun da ötesinde Amerikalıların aleyhine olmuştur. Yani bundan herkes zarar görmüştür. Ama tezat bir şekilde Irak’ın birliğini devrilinceye kadar korumuş ve İran’ın bölgeye salınımını durdurmuştur.
***
Bununla birlikte hem Miloseviç, hem de Saddam Hüseyin bir şekilde ülkelerinin ve bölgelerinin zayıflamasına ve başka güçlerin güçlenmesine istemeden de olsa katkıda bulunmuşlardır. Dolayısıyla burada gücün çok iktisatlı ve yerinde kullanılması gereğini görüyoruz. Bununla birlikte, Yugoslavya’nın dağılmasından tek başına Miloseviç’i, Irak’ta da Saddam’ı sorumlu tutmak doğrusu başka aktör ve faktörlerin hakkını yemek olur.
Yugoslavya’nın dağılmasından Miloseviç kadar Tudjman gibi politikacılar da sorumludur. Esasında Yugoslavya’nın Saddam’ı Miloseviç ise Barzani’si de Tudjman idi. Bu iki isim Sırpları ve Hırvatları birbirine yabancılaştırdı ve Yugoslavya’daki Bosna gibi diğer cumhuriyetler için de domino etkisine sebep oldular. Önce ahenk bozuldu ardından ülke atomize oldu. Bugün geriye doğru baktığımızda, hâlâ Balkanlar’ın, istikrârını ve yeni düzenini sağlayamamış olduğunu görüyoruz. Yugoslavya birliğini parçalayanlar şimdi gönüllü olarak AB birliğinin kuyruğuna takılmış ve sıralarını bekliyor durumdalar. Bunun sebebi birlikteliklerini medeni seviyede tutamamalarıdır. Birliği tutmak sertlikle olmadığı gibi gevşeklikle de olmaz. Bundan dolayı adem-i merkeziyetçi çağrılar istibdat kadar tehlikelidir. İkisi de kıvam değildir. Birbirlerinin zehridirler, ama tiryaki değildirler. Tiryak itidaldir. Bu açıdan Yugoslavya’nın parçalanmasında Tudjman’ın rolü kadar Barzani’nin de Irak’ta rolü vardır. Sözgelimi, Tito’dan sonra Yugoslavya tamamen gevşek bir yapıdaydı, ama bu gevşek yapı çözülmeyi de beraberinde getirdi. Ayrılıkçı liderler bununla tatmin olmadılar. Iraklı ayrılıkçıların yeni düzende tatmin olmamaları gibi. Bu tabloyu Irak’a da uygulayabilirsiniz. Bugün Irak’ı Kürtler ve Şiiler yönetiyor. Ama ayrılıkçı sesler de yine onlardan çıkıyor. Öyleyse neden sadece bu iki grup federatif veya konfederatif çözümde ısrarlı? Hem ülkeyi yönetmek hem de ayrılık seçeneklerini ellerinde tutuyorlar. Öyleyse ezilmişlik duygusunu ayrılıkçılığa gerekçe göstermeleri doğru değil. Zira daha gevşek bir yönetimde ve hakim bir unsur iken ayrılmayı terennüm ediyorlar: Cumhurbaşkanı Talabani, Dışişleri Bakanı Zebari. Öyleyse bu ayrılık meselesinde başka bir illet ve boyut var.
***
Bu itibarla, sertlik çözüm olmadığı gibi gevşeklik de çözüm değildir. Gücü orantısız kullanmak yani dikta gevşekliği, gevşeklik de bölünmeyi beraberinde getiriyor. Bu itibarla, Saddam ve Barzani madalyonun iki yüzü. Aynen Miloseviç ile Tudjman örneğinde olduğu gibi. Bundan dolayı, Irak halkının da deyimiyle, Irak’ta bir Saddam gitmiş, ama yerine klonlanmış binlerce Saddam gelmiştir. Coğrafyayı başka bir yere taşımadıkça ayrılıkçılık bir çözüm değil. Ayrılıkçılık çözüm olmadığı gibi zorlama da çözüm değildir. Karşılıklı cazibe oluşturmak ve tarafların rızası üzerine bütünleşen bir yapı en iyi seçenektir. Bu bağlamda, Türkiye’de 30 milyon Kürt olduğunu söylemek kışkırtıcılık olduğu gibi tersinden Türklere ‘şehirli Kürt’ demek gibi bir şeydir. Bu üslûp, Kürdü Türke yabancılaştıran bir üslûptur. Etnik kimlik üzerine siyaset yapmak Türklerle Kürtleri ve Arapları yani neticede Müslümanları birbirine yabancılaştırır ki Barzani ve Talabani bunu yapmaktadırlar.
Çözüm Türkiye’nin ideolojik katılığı ve kapalılığı aşmasında; Kürtlerin de etnik kimlik üzerinden siyaset yapmamasındadır. Gevşeklik zinhar parçalanmaya gider, istikrar da bir nev’î esnek ve makûl bir otoriteyi gerektirir.
Kıvam: Kırıcılığa varmayan bir sertlik veya kararlılıkta, gevşekliğe varmayan yumuşaklıktadır.
11.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Sivilliği istismar eden formalılar |
|
Toplumsal barışın “dinamit”leri maalesef aydınlardan geliyor. Bu aydınlar güruhunun bir kısmı akademisyen, bir kısmı hukukçu, bir kısmı ise emekli tayfası. Sözüm ona ülkeyi koruma ve kollamanın “sivil” ayağını teşkil ettiklerini zannediyorlar. Daha doğrusu kamunun gizli bir eli olarak darbecilikle deşifre edilen bazı zevatın elindeki dernek ve kuruluşlar üzerinden demokrasi oyunu oynuyorlar.
Bir çok şey amacı dışına çıktığı gibi, sivil oluşum ve karakteri de dernekler üzerinden asker emeklileri ile yeni bir disiplin altına alma girişimleri, fazlasıyla sıkmaya başladı.
Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün yılda iki defa generallere brifing verdiği bir sürecin içinden, ne kadar sivil inisiyatif ve demokratik refleks çıkar, varın siz hesap edin.
Yeni bir bilgi daha; Atatürkçü Düşünce Derneğine cumhurbaşkanlığı bütçesinden 200 milyarın üstünde yardım yapılmış. Aynı dernek, bu günlerde yeni cumhurbaşkanını belirleme iddiasıyla miting tertip ediyor, sokaklara inmeye çalışıyor.
Başındaki ise emekli bir general. İki defa darbe girişimi hazırlıkları yapan dört emekli generalden biri. Böylesi imtiyazlı ikinci bir sınıf henüz son yüzyılımızda varit değil.
Derneğin parası devletten, sonra devletin işleyişine müdahale niteliğinde konulara girişiyor ve bütçesini o alanda kullanıyor. Devleti temsil eden makamların ideolojik tercihle belli derneklere para aktarmaları ne kadar doğru bir yoldur? Verilecekse, kuralları belirlenmeli ve herkese kriterlere göre adil bir şekilde dağıtılmalı.
Yine özerkliği sadece sivil ve seçimle gelmiş devlet organlarına ve hükümete kafa tutmaktan ibaret, evlere şenlik YÖK’ümüz var. Kendilerinin atanmasından birinci derecede yetkili merci olan cumhurbaşkanının kim olması gerektiğini/gerekmediğini sözde belirlemeye çalışıyorlar.
Bilim insanlarının rasyonel ve objektif esaslı görüş ve düşüncelerini ortaya koyma yerine, dar, bağnaz ve içine kapanmış bir psikolojinin şaşkınlığı ile alkışlı bildiri açıklamaları ve bu aktörlük müsameresine katılmaları hakikaten vahim ve sıkıcı bir görüntüdür.
Meclise müdahale niteliği taşıyan rektörler komitesinin tavrı, cumhurbaşkanlığı makamına saygısızlıktır. Millî iradeye tepkidir. Hazımsızlık alâmetidir. Bu kadar buyurgan, dediğim dedik ve çaldığım düdük cinsinden pervasızlıklar, demokrasimizin en büyük kurumsal zafiyetlerinden biridir.
Yerel, tabandan seçilmiş, temsil değerini milletten alan her yapıya ve sisteme saygı duymak, herkesin asgarî sorumluluğudur. Gerekçe ne olursa olsun, bunun dışına çıkmak demokrasi rayına çomak sokmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Yargının bağımsızlığı, bazı kurumların özerkliği, belli organların sorumluluğunu aşan yetkilerinin, zaman içinde ve AB sürecinde kendi konum ve fonksiyonları ile paralel bir zemine çekilmeleri ve düzenlenmeleri elzemdir.
Yoksa şahsa ve muhatap kuruluşa göre yasaları tevil etmek, devlet çatısında tartışma açıp, kendi imtiyazına dokunmamak ve hesap vermekten uzaklaşıp, sürekli kendini hesap soran mevkide görme alışkanlıkları, istense de eskisi gibi etkili olamayacaktır ve beyhudedir.
14 Nisan mitingi için “Farkındayız” sloganları ile afişler bastıran kuruluşların, cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale tarzlarının da fiyaskoyla sonuçlanmasını diliyoruz.
Çözüm mercii Meclis olan bir konuyu, sivil olmayan bir hırçınlık ve tahrikle sokakta ve miting meydanlarında aramak, sivil demokrasiyi istismar etmek, milletin tercihlerine karşı durma tuhaflığı tam bir çelişkiler yumağıdır.
Burada siyasî partilere, demokratik kitle örgütlerine ve sivil inisiyatiflerle medya kuruluşlarına ciddî görev düşüyor. Demokrasi rüzgârını öne çıkarmak, ilke merkezli bir tutum sergilemek ve Meclise karşı geliştirilen tepkilere prim vermemek gerekir.
Bu anlamda, sivil sesler daha gür ve demokrasi merkezli çoğalırsa, herkes kazanır. Sonuçta ülkemizin bir türlü tam yerleşemeyen demokratik teamülleri pekişir ve kazanan millet olur.
AB sürecinde cumhurbaşkanlığı seçimini demokratik başarı ile sonuçlandırmak, Türkiye’nin istikbalini ve talihini daha sağlam bir duruşa taşıyacaktır. Sivilliği istismar eden formalı beyinlere dikkat.
11.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Anayasa değişmesin mi? |
|
12 Eylül ihtilâlinin yadigârı olan mevcut anayasa yürürlükte kaldıkça, Türkiye’nin siyasî sıkıntılarını aşmasının kolay olmayacağı artık daha iyi görülüyor. İhtilâl anayasası, ihtilâli yapanları koruma ve kollama altına aldığı için, bugüne kadar ‘hesap’ sorulamadı.
Son günlerde gündemi meşgul eden ‘ihtilâl planları’yla ilgili gelişmeler de, bir şekilde anayasa ile ilgili. Çünkü, ihtilâl yapıp ‘başarılı’ olanlara hesap sorulmaması, yeni ihtilâlleri planlayanlara da imkân, fırsat ve cesaret veriyor.
Nüfusu az olduğu için ‘küçük’ görmeye alıştığımız komşumuz Yunanistan bile, ihtilâlcileri yargıladı ve mahkûm etti. Türkiye ise, ihtilâl yapanlara şimdiye kadar hesap soramadı. AB yolunda ilerleyen bir ülkenin, ihtilâllerle önünü kesenlere hesap soramamış olması ayrı bir tartışma konusu.
İhtilâlcilere kanun önünde hesap sorulamamış olmakla birlikte, bir konuda mutabakat sağlanmış diyebiliriz: İhtilâle imza atanlar da ‘ihtilâl’lerin Türkiye’ye bir şey kazandırmadığı, aksine ‘zarar’ verdiğini itiraf ve ifade ediyorlar. Yine medyaya yansıyan son tartışmalarda, bazı ‘etkili’ kişilerin; ihtilâllerle bir şeyin halledilmediğini söyleyerek ‘ihtilâl planları’na karşı çıktıklarını okuduk.
İhtilâlciler bunu ifade ve itiraf ediyorlar, ancak bazı ‘aydın’lar hâlâ ihtilalcileri ve onların bakiyesi olan mevcut anayasayı savunmaktan geri kalmıyor. Vatan’da yazan İstanbul Milletvekili Zülfü Livaneli, “Yeni Türk Sözlüğü” başlığı altında bazı kelimelerin ‘farklı’ anlamlandırılmasını eleştirmiş. Livane’linin şikâyet ettiği ve garip karşıladığı ‘anlamlandırma’ların bir kısmı şöyle: “Türban: Kadının özgürleşmesi, (...) Anayasa: Temel ilkeleri değişmek zorunda olan küçük bir kitap.” (Vatan, 8 Nisan 2007)
Livaneli, eleştirdiği ‘sözlük’e başka örnekler de vermiş. Ancak, ‘türban’ dediği başörtüsü konusunda ‘kadının özgürleşmesi’ne itiraz ettiğine göre; ‘kadının esaret altına alınması’ denilmesini mi istiyor? ‘1982 ihtilâli’nin ürünü olan mevcut anayasanın değişmesini istemeyi niçin eleştiriyor? Nihayetinde bu anayasanın değişmesi gerektiğini çok farklı dünya görüşlerine mensup ‘aydın’lar dile getirmiyor mu?
Mevcut anayasa, Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmüyor. Dolayısı ile bir an önce değişmeli ve daha demokrat, daha hürriyetçi, daha ‘sivil’ bir anayasa hazırlanmalıdır. Anayasanın değişmesini istemek değil, mevcut haliyle kalmasını istemek garip karşılanmalı...
***
Daha fazla hürriyet...
Cumhurbaşkanı seçimi yaklaştıkça ‘sürpriz’ değerlendirmeler yapıldığına şahit olunuyor. Mehmet Şevket Eygi, 30 Mart 2007 tarihli yazısında, “Nasıl bir cumhurbaşkanı?” sorusuna cevap vermiş ve özetle “Dindar olmayacak; ama din, inanç, inandığı gibi yaşamak, düşünce hürriyetine taraftar olacak. (...)” demişti.
Bu tesbitine itiraz eden okuyucuları olmuş olacak ki, 8 Nisan 2007 tarihli yazısında yeni bir değerlendirme daha yapıp şöyle yazmış: “Bizim için önemli olan namaz kılan, eşinin başı örtülü olan bir zatın Çankaya’ya çıkması değil; demokratik temel insan haklarının Müslüman çoğunluğa da yüzde yüz tanınması, gerçek bir din, inanç ve inandığı gibi yaşamak hürriyetinin sağlanmasıdır. (...) Daha fazla gerçek cumhuriyet, daha fazla adalet, daha fazla güven, daha fazla eşitlik, daha fazla insan hakları, daha fazla demokrasi istiyorum. Kendi ülkemde korkusuz ve hür yaşamak istiyorum.” (Milli Gazete, 8 Nisan 2007)
Keşke bu talepler, hiç değilse 30 yıldan beri dile getirilseydi...
11.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Çankaya fısıltıları |
|
Meclis Başkanı Bülent Arınç 1 ay içerisinde önemli ziyaretlerde bulundu, önemli konukları kabul etti.
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ve komutanlar ile bir araya geldi.
MİT’i ziyaret etti, 2 saate yakın brifing aldı.
Bütün bu temasların sonunda Meclis Başkanında şöyle bir izlenim oluştu.
Önümüzdeki döneme ilişkin bir kriz beklenmiyor.
Türkiye kritik süreci sağlıklı bir şekilde atlatacak.
3 Kasım seçimlerinden önce bir senaryo vardı.
Seçimden AKP iktidarı çıkarsa bir rejim krizi çıkacağı ve 28 Şubat sürecinde olduğu gibi Türkiye’nin bir daralmaya gideceği konuşuluyordu.
İtiraf etmek gerekirse, Refahyol sürecini yaşamış birisi olarak ben de buna inanıyordum.
Gerçi Atabeyler, Sauna, Danıştay, Rahip Santora cinayeti, Hrant Dink’in öldürülmesi, yayınlanan darbe günlüklerindeki Sarıkızların, Ayışığı’nın ortaya koyduğu gerçek de bunun bir kuruntu olmadığı yönündeydi.
Ancak Osmanlı’yı İttihatçı maceralara kurban veren, ihtilâllerle cumhuriyetin kalkınmasına darbe vuran Türkiye, bu kez aynı oyuna prim vermedi.
Ha Allah’ı var. Bunlar da Refahyol dönemindeki Erbakan ve şürekasının densizliklerini yapmadılar.
Bugün yine gençler meydana sürülmek isteniyor.
Üniversitelerden otobüslerle Ankara’ya taşınacaklar.
YÖK’e karşı eylem yaptıkları, ABD işgalini kınadıkları, başörtüsü yasağına karşı çıktıkları için coplanan, sicilleri bozulan bu gençler değil miydi?
60’lı, 70’li yıllarda terörün kucağına attıkları gençler, hayatının baharında kara toprağa ya da cezaevine girerken onları namlunun ucuna sürenler neredeydi?
O zaman haydi gençler diye milletin çoluğunu çocuğunu ileri sürenlerin tek bir tanesinin çocuğu niye eylemlere katılmıyordu.
Alpaslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş Hacettepe Üniversitesine bir koruma ordusuyla gidip geliyordu.
Türkiye artık krizlerden kriz beğenilen bir ülke değil.
Sabah kalktığımızda hangi krizin patlak vereceği korkusuyla yatmıyoruz artık.
Ama bu sadece iktidarın sağladığı bir imkân değil.
Sağduyu galip geldi.
Böylesine bir ortamda Türkiye yeni rotasını belirlemeye çalışıyor. 5 gün sonra yani 16 Nisan’da Cumhurbaşkanlığı süreci resmen başlayacak. 29 Nisan’da ilk tur oylama yapılacak.
Ardından AKP’nin olağanüstü kongresi ve genel seçimler duruyor önümüzde. Hepsi birkaç ayın içinde olacak.
Ancak Türkiye artık öngörülebilen bir ülke.
3 ay içerisinde 10 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye kriz riski olan ülkeye girmez.
Bizim gördüğümüzü yabancılar da görüyor.
Karadenizli’ye niye bıyık bıraktığını sormuşlar, “Bizde önemli şeylerin altını çizerler” demiş.
1983-2003 arasında Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımının yıllık ortalamasının 1 milyar doları bulmadığını belirtirsem, sanırım altını çizmiş oluruz.
Altı çizilmesi gereken duyarlı bir diğer nokta da Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı.
Peki ne oluyor?
Nikâh merasimi bitti takı törenine geçildi.
Biraz keskin bulabilirsiniz, ama durum bu.
Ali Er-Mersin Milletvekili: 5 dönemdir milletvekiliyim, ama ilk defa Çankaya’ya bu dönem gidemedim. Çünkü eşim başörtülü olduğu için resepsiyona dâvet edilmedi. Anadolu insanına Çankaya’nın kapıları açılmalı.
Ali Osman Başkurt- Malatya Milletvekili: Benim ilimin rektörü bile sizin Çankaya’ya çıkmamanız için yürüyüş yapıyor. Bu benim kanıma dokunuyor. Bütün bunlara cevap vermek için Çankaya’ya çıkmanız lâzım.
İşte Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasının arkasında bu tür psikolojik faktörler var.
Sezer’in tek parti dönemi zihniyeti nedeniyle cumhurbaşkanlığı ile millet arasındaki bağ koptu.
Özal ve Demirel, sivil ve alnı secdeye değen cumhurbaşkanı özleminin ürünüydü. Erdoğan ise cumhur ile yani millet ile cumhurun başının barışmasının sembolü olarak oraya gönderiliyor.
Erdoğan’ın bir cebinde teşekkür konuşmasının, diğer cebinde de seçimden hemen sonra çıkacağı milletle buluşma Türkiye turunun programının durduğunu sanıyorum.
Adıyaman milletvekili Hüsrev Kutlu’nun, görüşme sırasında Erdoğan’a yaptığı bir değerlendirme var: “Aday olmayacaksanız bunu baştan açıklamanız lâzımdı. Bu aşamadan sonra aday olmazsanız CHP ‘Biz bastırdık, onun için aday olmadı’ der. Partiye siz gereken ivmeyi kazandırdınız. Partiye bir şey olmaz. Sizin dışınızda başka birini aday gösterirseniz bazı arkadaşlar ‘Benim neyim eksikti, beni neden aday göstermedi?’ diyerek alınganlık yapabilir. Bu nedenle sizin çıkmanız lâzım”
Artık gelinen nokta bu.
11.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Cellocan’ın ayıbı |
|
Turkcell reklâmının mesajları olumlu mesaj vermiyor.
Bunu ticarete dökme gayretleri gözden kaçmıyor.
Ağlayan “cellocanlar”dan tut, ülkenin en ücra noktasında elektrik almayan köye kadar... Yaşlı bir kadının en yakın dostu olmak gibi, hayal sınırlarını zorlayan görüntülerle “cellocanlar” Türkiye’nin her yerinde.
Masûmiyet üzerinden teknoloji pazarlıyorlar.
Sarı kostüm ve kocaman antenleriyle bütün “sevimliliklerini” gösterme derdinde yönetmen.
Bir sahnesinde ses kesiliyor. Yaşlı kadın “Maşaallah, Maşallah” diyor.
Reklamın devamında küçük “cellocan” ne diyor:
“Maşallah demene gerek yok ki, ben varım.”
Olmadı. İşte burada senaryoyu yazan ve görüntüyü alan yönetmen, bu reklamı mümkün olan en kısa zamanda yayından kaldırmalı. Yeniden yazıp çekmeli.
Maşallah’ı “basit”e indirgeyen ve sırf markayı pazarlama uğruna “şirk” kokan bu diyalog Müslüman halkımızı rencide etmektedir.
İnsan böylesine kudsî ifadeleri kullanırken biraz daha dikkatli davranmalı. Lütfen gereği yapılsın.
KADIN PROGRAMLARI
Tiyatrocu ve program sunucusu Asuman Dabak, “Bazı programlardan sonra öldürülenler, intihar edenler oldu. Sadece reytingi düşünüyorsanız ve ‘Biz sadece bir TV programı yapıyoruz, bizim elimizden daha fazlası gelmez’ diyorsanız, boyunuzdan büyük işlere kalkışmayacaksınız” diyor. (atv)
Kendi programında bakalım ne kadar “kadın sorunlarına” el atacak veya çözecek.
Çünkü benzeri türde o kadar çok program yapıldı ki, bu tür programlar çare yerine dert üretti.
CENNET VE CEHENNEM
Hani bir şarkı sözü vardı:
“Seninle Cehennem ödüldür bana...” diye...
Fânî bir sevgili için abartılacak başka söz bulamamış olacak ki, Cehennemi ödül olarak görüyor.
Başka bir şarkı sözü daha:
“Saçının bir teline Cenneti değişmem...”
Beyler: Cennet ucuz değil, cehennem ise lüzumsuz değil!
11.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hislerin iptali |
|
Merak duygusu canlı olan insanın öğrenme aşk ve şevkiyle yanıp kavrulduğunu görürsünüz. Hayret duygusunu yitirmemiş bir insan, çevresinde gördüğü olağanüstü varlıklar karşısında hayretini tutamaz. Heyecan duygusu aktif bir kişi, etrafında kendisini heyecana getirecek nice varlıkla yüzyüze gelir ve heyecanından yerinde duramaz. Aşk ve şevk duygusu ölmemiş bir ruh, sevdiklerini Allah adına sevmenin aşk ve şevkiyle Mevlânâ gibi Yaratıcının güzel isimlerinin birer aynası olan yaratıkları gördükçe aşk ve şevkini dizginleyemez.
İnsanı hergün yeniden doğmuşcasına hayata bağlayan bu harika duyguların bir an için aktivitelerini yitirdiklerini, dumura uğradıklarını düşünün. Duygusuz, vurdumduymaz, umursamaz, durgun, sönük, cansız bir nesneyle karşılaşırsınız âdetâ.
İşte çağın salgın hastalıklarından biri de duyguların iptal olması, fonksiyonlarını icra edememesi. Tâ asrın başında çağın hastalıklarını nazara verirken Hutbe-i Şamiye isimli eserinde dikkat çekmiş Bediüzzaman Hazretleri buna. Zaman fırtınalı bir zaman… Öyle cereyanlar var ki insanların hislerini iptal ediyor; nazarlarını âfâkî, lüzumsuz ve boş şeylere yöneltiyor ve boğuyor. İptal-i his nevinden sersemlik meydana getirmiş insanlarda. Bunun için de yoldan çıkanlar, dalâlete sapanlar manevî azaplarını geçici olarak tam hissedemiyorlar. İman ehlini de gaflet basıyor, gerçek lezzetlerini tam takdir edemiyor, alamıyorlar.
Böylesine dumura uğramış, fonksiyonlarını icra edemeyen, yolunu şaşırmış ve yanlış mecralara kaymış veya körelmiş duygulardan güzel sonuçlar beklenebilir mi?
Cevherin kıymetini bilen sarraf hassasiyetini göremiyorsunuz o zaman. Balonları altına tercih eden, altın suyuna batırılmış kalp parayı altın gibi gören, ona göre bakan, altına ise kalp para kadar dahi değer vermeyen şirazeden çıkmış duygularla hangi doğrulara varılabilir, hangi güzellikler elde edilebilir?
Ve bakarsınız dünyevîlik her şeyin önüne geçivermiştir. Kırılacak cam parçaları elmaslara tercih edilir olmuştur. “Onlar bile bile, seve seve geçici, kırılacak cam parçaları hükmündeki dünya hayatını, elmas kıymetindeki ebedî hayata tercih ederler”1 meâlindeki âyet bir tokmak gibi iner insanın kafasına.
İşte bu dehşetli, korkunç hastalığın tedavîsi her şeyin vasatını, aşırılıklardan uzak orta yolu, sırat-ı müstakîmi gösteren Kur’ân’ın şok etkisi yapan hakikatleriyle yüzyüze gelmek, yeniden dirilmek, imanın ter ü taze ve ihya edici prensipleriyle yeniden hayat bulmakla olur.
Dipnotlar:
1- İbrahim Sûresi: 3.
11.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kâinat, Allah’ın isimlerinin tecellîsidir |
|
Yolunu şaşırmış felsefe, kâinatı Allah’ın bir parçası gibi telâkkî ediyor. Bu son derece yanlıştır. Ne yazık ki, iman zaafı içinde bocalayanlar da felsefenin etkisinde kalmış. Bu arada, bazı mutasavvıflar da, Allah’ın varlık ve birliğini öyle değerlendirmişler ki, “Varlık yok, yalnız O var!” diyerek kâinatı hiçe atmışlar. Yanlış anlamalara yol açabilen ve düşük bir mertebe olan bu Vahdet-i Vücûd anlayışı, Anadolu’da da kısmen taraftar bulan Melâmîlik, Bektaşîlik, Hurûfilik gibi müfrit “vücudiyetçi” cereyanların doğmasına sebep oldu... Diğer taraftan, her şeyi inkâr eden sofistler de bu meslekten kuvvet bulabilir. Çünkü, onlar da, “Hepimiz ve her şey hayalden ibarettir, hiçbirimiz gerçek değiliz” iddiasındalar.
Kur’ân, “Kâinatı yoktan yaratan Allah’tır” diyor ve herbirini kendi varlığına ve birliğine delil gösteriyor. Mükevvenât ve yaratılış ile ilgili daha yüzlerce âyet sârih bir şekilde, varlıklardan Allah’ın eserleri olarak bahsetmekte ve dikkatleri onlara çekmektedir. Ve akıl sahiplerinin bu mevcutları “varlık, yaratılmış eser” olarak kabul etmeleri ve mahlûktan “Hâlık”a, eserden “Müessire”, san'attan “Sani”e varmaları istenir. Dolayısıyla âlemler, Allah’tan ayrıdır ve Onun izniyle gerçek mevcudiyetleri vardır. Onun isim, sıfat ve fiilleri âlemlerde tecellî eder, yani, binlerce perdelerden geçerek yansır. Kur’ân ve Sünet’in, dolayısıyla sahâbe, tâbiîn ve müçtehid imamların görüşünü benimseyen Bediüzzaman, “Eşyanın/varlığın hakikati sabit ve gerçektir” diyerek, onların hayal ve vehimden ibâret olmadığını; ancak eşyanın Allah’a nisbetle hakikî bir vücud-u hâricî (hariçte bir vücudu) olmayıp kararsız bir gölge olduklarını söyler.1
Vahdet, birlik; Vahdet-i Vücûd, Allah’ın birliği demektir. Bu kesret-i eşya, onun birliğinden gelmektedir. Vahdetü’l-vücudcuların dedikleri gibi mevcudât evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakk’ın eseridir. “Heme ost” değil, “Heme ezost”tur. Yani, O değil, ama, Ondandır. Bu, tıpkı, güneş ışıklarını yansıtan her parlak şeyin, güneşin tâ kendisi olduğunu iddia etmesi gibidir. Evet, o cisimler ışığı güneşten almaktadır, ama güneş değiller! Kâinatı yaratan, idâre ve sevk eden Hâlık ve Kadîr-i Mutlak olan Allah’tır. Onun binbir ismi kâinatta tecellî etmektedir. Yoksa, kendisi değildir.
Varlıkların sabit birer hakikati vardır. Ancak, “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.”2 Onun varlıklarla ilgisi yalnızca hallâkıyettir ve sıfatlarının tecellisidir.3 Allah, Vacibü’l-Vücud’dur. Yani, varlığı, bir başkasının varlığına bağlı değildir. Öyle olsa, zaten Yaratan olmazdı, yaratılan olurdu. Dolayısıyla Allah Yaratıcı, “kâinat” da Allah’ın bir san'atıdır, Sani’ olamaz, bir kanundur, kanun koyucu olmaz! İşte tasavvuf mesleğinde seviye kazananlar, “Lâ mevcûde illâ Hû” derken; “Sonsuz güce ve nihayetsiz isim ve sıfatlara sahip olan Cenâb-ı Hak’kın, hikmet, kudret ve azameti karşısında, bu tecelli ve sıfatların ehemmiyeti yoktur” demek istemişlerdir. Nasıl ki, bir aşığın gözünde, “mal, mülk, servet, makam, istikbâl” hiçbir önem taşımaz; gözü, “sevgiliden” başkasını görmez. İşte, “Lâ mevcude illâ hu!” diyenler yalnız Onun varlığını, yaratılanların hiçliğini ifade etmek istemişlerdir. Şöyle ki:
O bütün isim ve sıfatlarıyla sonsuzdur. Matematik penceresinden bakarsak, sonsuz sayıya 900 katrilyon veya bunun kat katı rakamlar ilâve etseniz veya çıkarsanız, hiçbir şey değişmez. Çünkü, sonsuzun yanında, rakam ne kadar büyük veya küçük olursa olsun fark etmez. Şöyle düşünelim: Bir buğday danesi, insana göre nedir, hiç! Peki, dünyaya göre büyüklüğü nedir? Yine hiç! Gezegenlere, samanyollarına, galaksilere, nebulalar ve bütün kâinata göre, hiçin hiçidir! İşte, sonsuzun yanında kâinat bir buğday dânesi bile değildir! İşte, ehl-i istiğrak ve sofiye “Varlık yok, yalnız Allah var!” derken bunu anlatmak istemişlerdir.
Dipnot:
1- Mesnevî-i Nûriye, s. 117-118; Mektûbât, s. 55-56.; 2- Kur’ân, Şûrâ, 11.; 3- Mektûbât, s. 84.
11.04.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İtici mi itici bir meydan mitingi |
|
Bu hafta sonu (14 Nisan) Ankara'da yapılması planlanan "Cumhuriyet mitingi", şimdiden anlaşıldığı kadarıyla, gösteri ve protesto ağırlıklı olacak.
ADD'ciler, meydana çıkıp "İstemezük!" diye bas bas bağıracaklar.
Dolayısıyla hürriyeti, cumhuriyeti, demokrasiyi anlatmak, yahut savunmak hak getire...
Varsa yoksa, protesto da protesto; itiraz da itiraz; istemezük de istemezük... Yani, asıl maksadın "üzüm yemek" olduğuna dair ortada en ufak bir işaret yok.
İlle de bağcıyı dövecek bunlar.
Kendilerince, Başbakan Erdoğan veya onun işaret edeceği bir başka kişinin Çankaya'ya çıkmasına engel olacaklar.
İyi de, bu nasıl bir engel olma çabasıdır?
Bir kimsenin Çankaya'ya çıkıp çıkmayacağı, protestolu meydan mitingleriyle mi belirlenecek?
Sistem böyle mi çalışacak? Bunun Türkiye'de bir başka örneği var mı?
Hem, böylesi mitinglerle Köşk'e çıkmak engelenecekse şayet, bu aynı zamanda yol olmaz mı?
Yol olsun diyenler, mitinge güle oynaya gidip katılabilir.
* * *
Demokratik Cumhuriyet, bir hukuk ve kànunlar sistemi içinde çalışır.
Bu sistemi alengirli, şaibeli, muhataralı meydan mitingleriyle zorlamaya çalışmanın iyi niyetle bağdaşır bir yönü yoktur ve olamaz.
Başbakan Erdoğan'ı, partili arkadaşlarını, yahut siyasî görüşlerini beğenmeyebilir, onların görüşlerine katılmayabilirsiniz.
Ama, "Bunlarla zinhar olmaaaz!" dediğiniz yerde, demokrasiye olan inancınızı kaybetmişsiniz demektir.
Mevcut iktidar, seçim kànunları dairesinde şekillendi. Meclis'te çoğunluğa sahip aynı iktidar, Cumhurbaşkanlığı seçimini de yine mevcut kànunlar dahilinde yapacak; başka türlüsünü zaten yapmaz ve yapamaz.
O halde protestolu itiraz neden, niçin? İtirazlar, makul ölçüler içinde yapılamaz mı?
Kimin ne tür bir mülâhazası varsa, bunu tansiyonu yükseltmeden dile getiremez mi?
Bunca meşrû ve mübah yol varken, ille de gerilime yol açacak, tansiyonu yükseltecek yöntemlere başvurmak, kusura bakılmasın ama bize ve vatandaş ekseriyetine çok nahoş, çok itici geliyor.
Bundan dolayı da, ADD tarafından uygunsuz bir zamanda ve uygunsuz bir üslûpla yapılması planlanan mitingin, hükümetten çok bu işi yapanlara zarar vereceği şimdiden anlaşılmış durumda.
Maksadı meşkûk mitingin kendisi değil, ama neticesi inşaallah hayrolur diyoruz.
GÜNÜN TARİHİ 11 Nisan 1963
Kanlı ihtilâl bayramı
Demokrat Parti iktidarını kanlı bir darbe planı ile devirenler, o günü resmen "Hürriyet ve Anayasa Bayramı" diye ilân ettiler.
Bu tarihte Başbakanlık yapan kişi, İsmet Paşadır. Üstelik, bu iş tamamiyle onun isteği dahilinde yapıldı.
Hani bazıları diyorlar ya "Kendisi idamlara karşıydı; ancak buna engel olamadı. Falan, filan..." Bunlar tamamıyla düzmece fikirler.
Haydi, farzımuhal olarak diyelim ki, idamlara mani olamadı. Peki, kendisi başbakan iken, idam edilenlerin acısı üzerinde tepinmeye ve o günü bayram diye ilân edenlere de mi mani olamadı?
Kaldı ki, 27 Mayıs gününü bayram diye ilan edenler, bu maksatla 221 sayılı kànun maddesini hazırlayanlar, onun partidaşlarıydı. O tarihte Meclis'in çoğunluğunu teşkil eden CHP'liler, bu kànun teklifini Genel Kurulun reyine sundular ve sonunda kabul ettirdiler.
Binler teessüfler olsun...
Bayram olmaktan çıkarıldı
27 Mayıs gününü bayram olmaktan çıkaranlar ise, 12 Eylül Cuntacıları oldu. 1963'ten 1982'ye kadar, 17 sene müddetle resmî törenlerle kutlanan bu kan lekeli bayram, 26 Mayıs öğleden sonra başlamak ve 27 Mayıs günü devam etmek üzere, toplam bir buçuk güne yayılmış durumdaydı. Dolayısıyla, resmî daireler de tatile girerdi.
Halkın pek katılmadığı ve hiç itibar etmediği 27 Mayıs'taki resmî törenler, özellikle Anayasa Mahkemesinde kutlanırdı.
1982 Anayasası döneminde yürürlükten kaldırılan bu iğrenç bayramda, bilumum devlet erkânı, Anayasa Mahkemesi başkanının makam odası önünde sıraya dizilirler ve başkana tebriklerini sunarlardı.
1982'ye kadarki hemen her yıldönümünde, radyo, televizyon ve resmî ajansların haber metninde, aşağı yukarı şu meş'um cümle yer alırdı: "27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı, bugün saat 12.00’den itibaren bütün yurtta, dış temsilciliklerimizde ve Kıbrıs Türk Federe Devletinde kutlanmaya başlandı."
27 Mayıs'ı bayram olmaktan çıkaran bir başka cunta, aslında seleflerinin şerefini de bir cihette kurtarmaya çalıştılar.
12 Eylülcüler, 27 Mayıs'ı bayram olmaktan çıkardı çıkarmasına; ancak, itibarları iade edilen Menderes ve arkadaşlarının mezar nakli merasimine onların hiçbiri gelip de katılmadı.
Ne hazin, ne ibretli bir durum...
11.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|