Resimlerde ressamların, şiirlerde şâirlerin, binalarda mimarların, kitaplarda yazarların üslûplarının damgası ve mührü vardır. Pikasso’nun Leonardo da Vinci’nin, Osman Hamdi’nin resimlerindeki damga; Mimar Sinan ile başka mimarların yapılarındaki mühür; Yahya Kemal Beyatlı, Mehmed Akif, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’in şiirlerinin ayrı ayrı teşehhusatları vardır.
Atomdan yıldızlara kadar bütün varlıkların yapı taşlarında bir damga var. Hiçbirisi, diğerinin aynısı değildir. Meselâ, Hz. Âdem’den (as) kıyamete kadar gelmiş geçmiş hiçbir insanın siması, sesi, parmak izi, saçlarının teli, spermi, DNA şifresi vesâiresi birbirine benzememektedir.
Kezâ, hiçbir yaprak, hiçbir mısır tanesi, hiçbir buğday da birbirinin tıpa tıp aynısı değildir. Mutlaka bir elden çıktığına dâir “bir imza, bir mühür” bulunmaktadır.
Meselâ, her bir mevcudu, en güzel şekilde nakşeden Mübdi olan Allah, yeryüzü sayfasında, her mevsimde, özellikle baharda, değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlûkatın vücudlarının fihristesini, tarihçe-i hayatlarını, hareket düsturlarını; çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde, mânevî bir sûrette derc ve muhâfaza ediyor ve zevâlden sonra meyvelerinde, aynen, kalem-i kaderiyle mânevî bir tarzda, basit tohumcuklarında yazıyor, hattâ her geçici baharda, yaş kuru ne varsa, mahdut zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda, mükemmel intizamla muhâfaza ediyor. Güyâ herbir bahar, birtek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak zeminin yüzüne bir Cemîl ve Celîl’in eliyle takılıp koparılıyor, konup kaldırılıyor.1 Kur’ân, dikkatleri bu âyetlere (delillere) çevirerek okunmasını tavsiyenin yanında emreder.
Öyle ise, bütün zamanları, mekânları bilen, her şeyi en ince teferruâtına kadar plânlayan, programlayan ve her an her şeyle meşgul olan, idâre ve sevk eden bir zât, bu damgaları vurmaktadır. O da Allah’tır.
Tüm varlıkların siması hem nev, hem tür, hem de fert olarak farklıdır. Hiçbir buğday tanesi, hiçbir yaprak, hiçbir yağmur damlası, hiçbir kar tanesi, hiçbir kelebek, hiçbir sinek de birbirinin aynısı değildir. Bu sonsuz bir ilim, sonsuz bir kudret, sonsuz bir irade, sonsuz bir görüş vs. gerektirmektedir. Atomlar, hücreler, kar taneleri birbirini tanıyarak ve bilerek bu farklılığı meydana getirmeleri imkânsızdır.
Burada meseleyi biraz daha müşahhaslaştırarak açalım; sadece insanı diğer hemcinslerinden farklı kılan en bariz ayırıcı vasfı sîmâsını ele alalım;
Sizin sîmanız, en ince teferruâtına kadar, ne şimdiki, ne de sizden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kesinlikle benzememektedir. Bu bir kanundur ve sizden sonra gelecekler için de geçerlidir.
Bir yönüyle birbirinin benzeri, diğer cephesiyle de birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmanın ne anlama geldiğini düşününüz! Bu, milyarlarca akıllı, şuurlu ressamların, milyonlarca sene çalışsalar bile asla başaramayacakları bir olaydır.
Diğer taraftan, tüm bedende bir alâmet-i farika mührünü vurmuştur. Hiçbir saç teli birbirine benzememektedir. Hiç kimsenin parmak izleri de birbirinin aynısı değildir. Keza, seslerimizde de aynı kudret damgası mevcuttur. Hiç kimsenin sesi aynı tonda, aynı tizlikte değildir. Bütün organlar buna kıyas edilebilir.
Bunu yapabilen, elbette ve hiç şüphesiz yarattığı her varlığı, şimdiki, geçmiş ve gelecek tüm yönlerini bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten sosuz isim ve sıfatlar sahibi Cenâb-ı Hak olabilir. Vücudun neresinde olursa olsun tüm organları ve özellikle sîmâda yer alanları, başka sîmâlardaki organlardan ayrı yaratmak ve her gözü, mutlak sûrette diğer gözlerden ayırt edici bir özellikle donatmak, akıl ve kalbi bulunan her vicdân sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz hikmetlerle donatan Zât’ı (cc) gösterir ve tanıttırır...
Dipnot: 1. Sözler, s. 151.
16.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|