(dünden devam)
Osmanlı’ya 600 yıl, üç kıt'a üzerindeki uçsuz bucaksız bir coğrafya ve birçok milletler ve dinler üzerindeki jeopolitik gücü sağlayan jeokültürel olgu “İslâm”dır. Yine, günümüzde Türk-İslâm coğrafyasında, birlik ve beraberliği sağlayacak yegâne jeokültürel olgu, İslâm’dır. İşte, Türk ve İslâm dünyasını kapsayan bir jeokültürel olgu olan İslâmın, Türkiye’ye ne kadar etkin jeopolitik bir güç sağlayacağı tartışmasızdır.
Türkiye, hammadde ve tüketim pazarı açısından dünya coğrafyasının stratejik bir bölgesinde yer alan potansiyel bir jeopolitik güçtür. Çünkü, İslâmî duyarlılığın yayılması, İslâmî dayanışmayı, bu da, Osmanlı’yı ve dolayısıyla da Türkiye’yi ister istemez gündeme getirmektedir. Günümüzün emperyalist güçleri Türkiye’nin İslâmı ve İslâmın jeopolitik mirasını temsil etmeye yönelme ihtimalini her zaman göz önünde tutmaktadır. Bu sebeple, birilerinin şuuraltında potansiyel bir Osmanlı olarak algılanan Türkiye, ister istemez bu birilerinin politik müdahalesinin hedef tahtasında yerini alacaktır ve almıştır.
Türkiye’yi kontrol altına alabilmek ve bunu sürdürebilmek için yapılacak iş, toplum kesimlerinin kimliğinin oluşumunda İslâm’ı belirleyici olmaktan uzaklaştırmaktır. Bu amaçla siyasî, askerî ve yüksek öğretim çevrelerinde fonksiyonel bir ideolojik şartlanma oluşturmalıdır.
Nitekim, bugün millî birlik ve beraberliğimiz için yegâne fonksiyonel bu üst kimlik bilincinin yaygınlaşmasının resmî planda “irtica” olarak algılanması ve bu algılamanın sürdürülmesi başarı ile sağlanmaktadır.
Bugün, dünya coğrafyasının en stratejik hammadde deposu ve tüketim pazarı Türk ve İslâm coğrafyasıdır. Bu coğrafya ayrıştırılmak, birlik, bütünlük ve dayanışması önlenmek suretiyle, hammaddeleri yağmalanmakta, tüketim pazarı olarak kullanılmaktadır. Uzun vadede böyle kalmasını sağlamak, buna engel olacak gelişmeleri önlemek için tedbirler alınmaktadır. Bu sebeple, bu coğrafyanın bütünlüğünü, bloklaşmasını ön gören düşünceler ve bu düşünceleri besleyen İslâm dayanışması bir öcü, lânetli birer kavram olarak algılanır hale getirilmektedir. Bunun en etkili mekanizması da, o toplumlarda İslâmı rejimle bağdaşmaz olarak algılatan ideolojik bir yaklaşımı etkinleştirmektir. Türkiye, bu duruma en hazin örneklerden birisini teşkil etmektedir.
Bir toplumun ayrıştırılması, bir dünya görüşünün empoze edilmesi, tarih ve kültürün dayatılması ile beslendiği gibi, ayrışma sürecini kısıtlayan bir inanç ve değerler sisteminin yasaklanması, dışlanması ve engellenmesi ile de beslenebilir. İslâm toplumlarının parçalanmasını hedefleyenler, etnik kimliği belirleyici olmaktan çıkaran “İslâm'ı etkisizleştirmenin, ister istemez toplum kesimlerini etnik kimlik temelinde bir dayanışmaya iteceğinin, dolayısıyla da birliği parçalayacağının bilin-cindedirler. İslâmın jeokültürel ve jeopolitik gücünün farkında olan ABD ve müttefikleri, SSCB'den doğan düşman boşluğuna İslâmı yerleştirmiştirler. Yine bu nedenle İslâm coğrafyasındaki “İslâm karşıtlığını” desteklemekte ve bu karşıtlığı temsil edenler ile işbirliği yapmaktadır. Bu sebeple, İslâma karşı yürütülen çok yönlü mücadeleye dolaylı veya doğrudan destek olanlar kime hizmet ettiklerini sorgulamalıdırlar.
Türkiye’yi kendi iç bütünlüğünü sağlamada olduğu kadar, İslâm coğrafyasında da jeopolitik bir güç konumuna getirecek “jeokültürel” olgu, “İslâmî dayanışma” dır. Bu olgunun kontrolü ve engellenmesi, ancak ABD, İsrail ve müttefiklerinin Ortadoğu’da geliştirdiği yerli işbirlikçi mekanizmalar ile mümkündür. Bu işbirlikçiler bir ihanet ilişkisi ile değil, tavrını çoğu zaman etnik alt kimliği ile belirleyen kişi ve grupların şuursuzluğu organize edilerek kullanılmaktadır. Aynı şekilde, çeşitli provokasyonlarla, İslâm coğrafyasında en kapsayıcı üst kimlik olan İslâm, rejimler için bir tehlike olarak algılatılmakta ve böylece resmî güçler de birilerinin stratejik amaçlarına hizmet eder hale getirilmektedir. Bu sayede, ayrıştırma politikalarının aracı olarak kullanılmak istenen etnik unsurlar üzerinde, ayrışmaya ve parçalanmaya yönelik sosyolojik süreçler devrede tutulurken; bütünleşmeye ve kaynaşmaya dönük sosyolojik süreçlere yol açacak kültürel dönüşümler engellenmektedir. Bütünleşme sürecini devreye sokacak kültürel dinamiklerin devre dışı kaldığı bir ortamda, sosyolojik süreç ayrışma yönünde işleyecek; kültürel hakların tanınması adı altında dayatılan reformlar, ayrışmaya hizmet edecektir. Çünkü, bu reformlar ne kadar iyi niyetle yapılırsa yapılsın, alt kimlik dayanışmasına sürüklenmiş kitlelerde ayrışmayı hızlandıracaktır. Geriye elde bir tek askerî seçenek kalmaktadır ki, bu seçenek sadece, yukarıda sözünü ettiğimiz olumlu sosyolojik süreçlere güvenli bir ortam hazırlamadıkça, fonksiyonel olması bir yana, aksine olumsuz süreçleri körükleyecektir.
Resmî çevrelerin bu olumsuz süreçlere bilimsel değil, ideolojik bir tavır ile karşı koymaya çalıştıklarını, soruna süreç odaklı bakıştan çok uzak olduklarını görüyoruz. Bu sebeple, çözüm teşkil edecek hiçbir süreç devreye girememektedir. Ayrışma yönündeki sosyolojik süreç işlediği sürece, uygulanacak askerî olsun, siyasî ve ekonomik olsun hiçbir tedbir faydalı olmayacak, aksine, işleyen olumsuz süreci besleyecektir.
Türkiye’ye uçsuz bucaksız Türk ve İslâm Coğrafyasında büyük bir jeopolitik güç kazandıracak yegâne jeokültürel olgu “İslâm” iken, İslâm’a karşı alınan olumsuz resmî tutum Türkiye’nin politik etkinliğini kendi sınırları içine hapsetmekle kalmıyor, sınırları içinde dahi etkisiz kılıyor. Devlet-millet dayanışmasındaki zaaflar, toplumu kuşatan yolsuzluk ve suçlar, Güneydoğuda patlak veren bölücü terör, İslâma karşı olumsuz bu resmî tutumdan beslenmektedir.
–
Devam edecek
|