Kâinatı yoktan yaratıp var eden Yaratıcının varlığı ve birliğini gösteren sayısız muhteşem deliller vardır. Bunlardan bir kısmı aklî, bir kısmı naklî, bir kısmı tecrübî ve gözleme dayanır. Önce şu hususu da vurgulayalım:
“İlgilenmeme” şeklinde gelen inkârı bir derece anlamak mümkün. Ama, “yokluğu/nefyi”, inkârı ispata yeltenenlerin aklına şaşmak gerekir. Bunların akılları, “betra”dır; işe yaramıyor. Altının külçe halinde saklanması gibi…
Var’ın ispatı, yok’un ispatından her zaman ve zeminde daha kolay ve mümkündür. Çünkü, var olan aynı zamanda kendi kendisini gösterir, ortaya koyar. Meselâ, bir tek elmayı göstermekle elma cinsinin yeryüzünde bulunduğu ispat edilir. Oysa, yokluğunu iddiâ eden kimse bütün yeryüzünü, hattâ kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir.
Evet, “Var’ı ispat etmek gayet kolay, yok’u (nefyi) ise çok zor”, hattâ imkânsız. Yâni, inkâr edenler, kâinatı didik didik edip, hiçbir yerde olmadığını göstermekle dâvâlarını ispat edebilirler. Bu da imkânsızdır. Çünkü nefsü’l-emirde (gerçekte) nefiy, yokluk ispat edilmez; ihata lâzımdır.1 Yâni, kâinatı bütünüyle kucaklamak, her tarafını görmek, göstermek gerekir. Meselâ, “Şu odada 250 bin liralık madenî bir para var!” diyen gösterir; dâvâsını rahatça ispat eder. “Yoktur!” iddiâsında bulunan; odanın her tarafını didik didik etmeli. Hattâ, koltukların içini, döşemenin altını söküp, bütün kuytu yerleri, karanlık delikleri dahi tarayıp açığa çıkarmalıdır. Aksi halde, “yok!” demek bir ispat, bir marifet değildir...
İspatta şöyle aklî-ilmî bir avantaj daha var: Zâyıf da olsa, herbir delilin sağında ve solunda pekçok takviye kuvvetleri kıt’aları mevcuttur. İmân hakikatlerini ispat için ortaya konan delilleri tetkik ederken, “Şu kocaman neticeyi bu zayıf, nahif delil kaldırmaz” şeklindeki tenkit de geçersizdir. Zîrâ, İslâmiyetin doğruluğuna delâlet eden şahitlerden, işaretlerden her birisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himaye etmekle sıhhat raporunu imzalayarak sağlam olduğunu tasdik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf olur. Çünkü, imân hakikatlerinde hedef ispattır, inkâr değildir. Sabit olan birşeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira, sübutta gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun olduğundan ve örtüştüğünden herbirisi ötekileri tasdik etmiş olur.
Nefiy (inkâr) cihetinde, nefiy edenlerin şehadetlerinde tevâfuk/örtüşme yoktur. Nefylerine mütehalif sebepler gösterirler. Bunun için, şehadetleri birbirinin doğruluğuna delil olamaz. Çünkü tevafuk yok. Yâni, bir şeyin yokluğu herbirisine göre başka bir gerekçeye dayanır. Meselâ, kamerî ay başlangıcındaki hilâli göremeyenlerin herbirisinin gerekçesi farklıdır:
Biri, “Rahatsızdım, göremedim!” derken, öbürü “Hava bulutlu idi, görmedim!”, bir başkası “O anda uyuyordum!”, bir diğeri “Miyopum, ondan göremedim!” der. Örtüşme ve birbirine güç verme, destekleme olmayınca; elbette ispat ve izaha yardımcı olması muhal, imkânsız olur.2 Dolayısıyla birbirine güç vermezler.
Aynı şekilde, uzman olmayan iki şahid veya iki ispatçının görerek “Var!” dediği husus; on binlerce uzmanın inkârına tercih edilir. İki kişi, Ramazan hilâlini (kavisleşmiş kaş gibi ince çizgidir; gözü sağlam olan görebilir) “Gördük”; on binlercesi “Görmedik!” dese; ikisinin sözüne itibar edilir.
Öyle ise, ilmî kariyer ve rütbeleri ne kadar büyük olursa olsun, “görmeme” konusundaki iddiaları geçersizdir. İspat edenler, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var” demiyor; “Gerçekte, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür”; (aynı dâvâ için) “Gerçekte vardır” der. Demek bütün dâvâlar birdir.
Mesele gayet basit, net ve açık: İnkârcıların imânî bir meseleyi inkâr etmelerindeki ittifakları tek bir haber gibidir; tesirsizdir. Amma, inananların imânî meselelerdeki sözlerinin herbirisi ötekisine yardımcıdır, takviye eder, güç katar.3
Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nuriye, s. 133-134; 2- A.g.e., s. 88; 3- A.g.e., s. 73.
07.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|