Daha önce Nobel ödülü almış filozof ve âlimlerin Allah’ın varlığı, birliğini ispat eden sözlerini naklettik. Buna karşılık şöyle bir argüman ileri sürüldü:
Allah’a inanmayan ateist ve inkâr eden profesörler, filozoflar da var. Buna ne diyeceksiniz?
İspat edenlerin sözleri ilmen ve aklen geçerli; inkâr edenlerin sayıları ne kadar çok, kariyerleri ne kadar yüksek olursa olsun geçersizdir. Çünkü;
1- Artık, “kaziye-i makbûle” denilen büyük zâtların sözlerini “delilsiz” kabul etme anlayışı, metodu; aklın, ilmin fevkalâde inkişaf ettiği günümüzde geçersizdir ve şu genel prensibe de aykırıdır:
Bir sahada otorite, bir dalda uzman olan diğerinde cahil, yabancı, gabidir. Kim bir şeyle çok meşgul olursa, diğerlerinde ekseriya gabîleşir (uzaklaşır, akıl erdiremez). Maddiyat ile çok meşgul olan, mâneviyatta gabileşir ve sathi olur. Maddede ihtisas sahibi olanın sözü, mâneviyatta geçersizdir. Maddî meselelerde mahareti olanın mâneviyatta hükmü delil olmadığı gibi, çok defa sözü dinlenilmeye dahi lâyık değildir.1
Meselâ, bir hasta; “Falanca ilim adamıdır”, diyerek doktor yerine yüksek jeofizik mühendisine müracaat ile gösterdiği ilâcı kullansa; akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için tabutun plânı çizdirip mezara taşınmak için bir raporu istemesi demektir.
Hakikatin tâ kendisi ve (tamamen soyut) olan mâneviyatta, maddiyatçıların hüküm ve fikirlerine danışmak, âdetâ lâtife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini (durmasını) ve nurânî cevher olan aklın ölümünü ilân etmektir. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez. (Rûh, akıl ve pek çok enerji boyutlarını göremediğimiz gibi.)
2- Küfür, inkâr birkaç kısımdır: Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder; ikincisi, bildiği halde inkâr eder. Bu da, birkaç şubedir. Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, kesin bilgisi var, lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdanî iz’anı (anlayışı/kavrayışı) yoktur.2 Dolayısıyla inkârcıların iddialarının akıl, mantık ve bilim açısından hiçbir değeri yoktur. Çünkü, inkâr edenlerin fikrî yardımlaşmaları da tıpkı, uçurumdan atlamak veya dar bir delikten geçmek gibi; tesirsizdir, faydasızdır. Bu durumda bin de, bir de birdir. Biribirlerine kuvvet vermez. Fen ilimlerinde büyük taşın kaldırılması gibi yardımlaşma geçerli olabilir. Fakat, mânevî ilimlerdeki gelişme ise, ekseriya ânî, yahut ânî gibidir. Fikirlerin yardımı mânevî ilimlerin mahiyetini değiştirmez, tamamlamaz, artırmaz. Lâkin, deliller mesleklerine açıklık kazandırır, kuvvet verir.
3- İnkârcıların çok olması ve inkârlarında bir araya gelmeleri de, inananların imânına zarar vermez. Çünkü, kıymet, “sayı” çokluğunda değil, “kalite, doğrulukta” aranır. Hayvanlar, insanlara göre kıyaslanamayacak kadar çoktur. Ama, bir insan nerede, milyarlarca hayvan nerede? Karbonları aynı, fakat dizilişleri ayrı olan kömür ile elmas arasında da aynı kıyası yapabiliriz: Kömür çok, elmas ise azdır. Fakat bir parça elmas, yüz binlerce ton kömürden daha değerlidir.
İnkâr edenler, Allah’ın bir nevi hayvanları hükmündedir. Çünkü, inkârlarıyla kendilerini hayvandan aşağı düşürmüşlerdir. Öyle ise, onların çoğunluğu inananları üzmemeli,3 morallerini bozmamalı.
4- Sorgulanması gereken diğer önemli nokta da; insanda hükmeden, üstün gelen ya fikir veya hissiyat (duygular); veyahut ya hak veya kuvvet; veyahut ya hikmet veya hükûmet/siyasettir. Veyahut ya kalbî meyiller veya aklî temâyüllerdir. Veyahut ya hevâ (nefsî arzular) veya hüdâdır (hakperestlik).4
İnkâr edenler pek çok ve sahalarında uzman, otorite de olsalar; hükümlerini neye göre veriyorlar? Hislerine, heveslerine, duygularına göre mi; akıl, mantık, kalb ve vicdanlarının oluşurduğu ilme göre mi? İnancı, fikir meselesinde devreye, “iddia, sayı çokluğu” değil, “akıl, muhakeme, kalb, vicdân ve ispat” girmeli.
5- Günümüz akıl, tahkik, inceleme, araştırma, ilim, fikir asrıdır. Kim “haklı”, ve meselesini “akla, ilme” dayandırır; kimin “aklı” keskin, “kalbi” parlak olursa yalnız o yükselecektir.5
İddia, ispat edilmedikçe karın doyurmayacak; hükümranlığını da yitirecektir.
Dipnotlar: 1. Muhakemât, s. 25.; 2. İşârâtü’l-‘câz, s. 68.; 3. Mesnevî-i Nûriye, s.134.; 4. Muhakemât, s. 40.; 5. Münâzârât, s. 33.
05.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|