|
|
Murat ÇETİN |
Küresel kardeşlik |
|
Dünyanın her yerinde geçerliydi kredi kartları. Dünyanın her yerinde çekerdi cep telefonları. Dünyanın her yerine gidecek puanlar birikirdi kredi kartlarımızda. Dünyanın her yeriyle konuşabiliyorduk bilgisayarımızda.
Dünyanın her yeri bize düşmandı. Bizim bizden başka dostumuz yoktu. Aleyhimize çalışan, topraklarımıza göz koymuş güçler vardı bir yerlerde.
Ama çoğumuz, dünyanın başka bir yerini görmedi. Başka bir yerine gitmedi. Kredi kartını dünyanın başka bir yerinde kullanmadı. Cep telefonuyla dünyanın başka bir yerinde konuşmadı. Gitse de, görse de, konuşsa da, hep döneceği, hep dertleneceği, ilgileneceği topraklar vardı geride. Üzülse de onların dertleriyle, birkaç dakika sonra unutacaktı. Sevinse, birazdan geçecekti sevinci. Şöyle yürekten basmayacaktı bağrına, şöyle gürül gürül ağlamayacaktı onlar için. Çünkü onlar oralı, o ise buralıydı.
Çünkü biz buradaydık. O göz koyulan, o aleyhine planlar yapılan topraklarda. Hep burada.
Ayda arsalar alınırken, uzaya turistler giderken, Mars’ta hayat var mı yok mu tartışılırken, tüm dünya uydularla izlenirken… Biz hep buradaydık.
Kutuplarda 6’şar ay gece ve gündüz yaşanırken de, güney yarımküre bizimkinin tam tersi bir mevsimdeyken de, bir yerleri tsunamiler yıkarken de… Biz buradaydık, fiziksel ve ruhen…
Biz buradayken, onlar da oradaydı. Onların cep telefonlarının çektiği ama asla ihtiyaçları olmayacak bir ülke koduyduk. Onların kredi kartlarının geçtiği ama hiçbir zaman kullanmayacakları bir post cihazı memleketiydik. Bilgisayarlarıyla bile görüşmek istemeyecekleri bir IP numarasıydık.
Biz burada emekli maaşlarını, vergi iadelerini, seçimleri, üniversiteye giriş sınavlarını konuşurken, onlar da kendi problemlerini konuşuyorlardı.
Biz burada iktidara, muhalefete, basına yüklenirken, onlar da kendi ülkelerinde aynı şeyi yapıyorlardı.
Onlar için biz, bizim için onlar haritada tuhaf gözlerle bakılan bir noktaydık.
Şimdi, binlerce yıl sonra şimdi aynı şeyleri konuşur olduk.
Aynı küresel şirketlerin kartlarını kullansak da, aynı devasa internet ağında olsak da, hiçbir zaman olmadığı kadar aynı dertlerden muzdarip olduk.
Zira artık fena halde ısınıyorduk. Fena halde eriyordu buzullar. Fena halde yükselmekteydi sular. Fena halde kurak kalacaktı topraklar. Ve fena halde soruyorduk artık, nereye gidiyoruz diye.
Küresel alış veriş yaptık. Küresel harcadık. Küresel iflâs ettik ve küresel ısınıyoruz şimdi.
Kutuplardaki penguenle, çöllerdeki deveyle, okyanustaki köpek balığıyla aynı gemide olduğumuzu fark ettik artık.
Hiçbir internet ağının bağlayamayacağı bir şekilde, yaratılmış olmanın kardeşliğiyle bağlanıyoruz şimdi birbirimize.
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
İlkeli gazete |
|
38. yılın arefesindeyiz. Yeni Asya, yayın hayatı boyuncu ilke edindiği tavizsiz istikrar çizgisini kısıtlı imkânlar ve zor şartlara rağmen sürdürmekte kararlı. Bediüzzaman’ın “En kati fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin” ifadelerinde yerini bulan mânâdan hareketle, Yeni Asya demokrat tavrı, dik duruşu, tavizsiz çizgisi ve sivil oluşuyla sevenleri kadar, ona mesafeli duranlar tarafından da takdirle karşılanıyor.
Bu anlayışın örnekleri zaman zaman röportaj ve iktibaslarımıza yansıyor. İşte bazı medya mensubu ve aydınların görüşleri:
ALPER GÖRMÜŞ:
Benim için Yeni Asya gazetesi, solcular ve büyük medya da dahil olmak üzere hepsinden daha sivil. Sivil iddiasıyla çıkan Radikal gazetesi bile çok ilginç şeyler yapabiliyor.
Yeni Asya gazetesinin AB konusundaki tavrı ilgimi çekiyor. AB konusunda en az “ama” diyenlerden... Aktüel dergisinde çalışırken, okuyuculara, ‘Şaşıracaksınız, ama AB konusunda en açık desteği veren gazete Yeni Asya’ demiştim. Bu yazımdan sonra çok sayıda “Allah Allah nasıl olur” diye birçok mesaj geldi. İnsanların kafasında farklı ve doğru olmayan bir imajı var. Yeni Asya gazetesi sivillik ve AB konusunda ilkeli bir tutum izliyor.
HÜSNÜ MAHALLİ:
Kendi mantığı içinde, kendi siyasal ve sosyal anlayışı çerçevesinde kararlı bir şekilde yayın hayatına devam ettiğini düşünüyorum. Sınırlı imkânlarla gazetecilik yaptığını ve bunun karşısında taviz vermediğini biliyorum.
MEHMET ALTAN:
Demokratikleşme yolunda ısrarlı takibini sürdüren Yeni Asya gazetesinin bu süreçteki önemini vurgulamak isterim.
AHMET TAŞGETİREN:
İslâmî camiada önemli bir yeri olan Yeni Asya gazetesi 37 yıllık geçmişiyle de basın camiasında duyarlı bir geleneği temsil etmektedir. Türkiye’de demokrasinin zaafa uğradığı, nefes almanın zorlaştığı dönemlerde ciddî bedeller ödemiştir. Bunun yanında Risale-i Nur çizgisini de yansıtması bakımından önemli bir misyona sahip olduğunu düşünüyorum.
ERGUN BABAHAN:
Düzenli izlediğim bir gazete değil. Gazetelerin kendinden olmayan farklı kesimlerin uğradıkları haksızlıklara yer vermesini ve acılarını paylaşması gerekliliğini savunuyorum. Yaşadığımız Hrant Dink cinayeti sonrasında Yeni Asya’nın takındığı tavır sağduyulu olduğunu göstermiştir.
HÜSEYİN HATEMİ:
Yeni Asya gazetesi ciddî, üç kâğıtçılıktan uzak, inançlarından taviz vermeyen bir gazetecilik örneği gösteriyor. Bu da Yeni Asya’yı pek çok gazetenin sahip olduğu maddî kazançtan, şöhretten uzak tutuyor. Gazetenin bazı görüşlerine katılmasam bile inanç ve ilkelerinden taviz vermemesi takdire şayandır. Burada Yeni Asya gazetesinde belli bir dönem yazarlık yaptığımı da belirtmek isterim.
MAHİR KAYNAK:
Dinî bir akımın temsilcisi olarak görüyorum. Türkiye’de İslâmın doğru yorumlanması anlamında önemli katkılar sağladığını biliyorum. Din ilimleriyle fen ilimlerini birleştirmesi noktasında önemli bir geleneğe sahip olduğunu düşünüyorum.
KÜRŞAT BUMİN:
(Yeni Şafak’taki 24 Ocak tarihli yazısından) Önümde Yeni Asya’nın manşeti duruyor. Bu gazetenin adını özellikle anıyorum, çünkü kendisi “muhafazakârlığına” kimsenin dil uzatamayacağı, (...) “millî ve dinî” değerlere ciddî olarak sahip çıkan bir yayın. “301’i kaldırın tuzağı bozun” diyor gazete. Evet “tuzağı bozmak” lâzım. Ancak 301’in sadece şeklen kaldırılmasıyla değil; onu oluşturan zihniyetin bozulmasıyla tabiî ki...
***
Kızıltepe işadamlarıyla Suriye’de
Gazetemizin ekonomi editörü Ümit Kızıltepe, Anadolu Aslanları İşadamları Derneğinin (ASKON) 2-6 Şubat 2007 tarihleri arasında düzenlediği Suriye iş gezisine katıldı. İşadamlarından oluşan heyet, gezinin ikinci günü Halep Konsolosluğunu ziyaret edip, Halep Sanayi ve Ticaret Odasında iş görüşmesinde bulundu. Yeni kurulan sanayi bölgesini de gezen heyet daha sonra, Halep Uluslararası Hazır Elbise, İplik ve Kumaş Fuarına katıldı. Emeviye Camii başta olmak üzere Halep ve Şam’daki tarihî yerler ve türbelerin de ziyaret edileceği gezi dönüşü, Kızıltepe izlenimlerini bizlerle paylaşacak.
***
Fırsat kaçmadı
1 Şubat tarihinde kupon neşrine başladığımız Rüya Ansiklopedisi için fırsat kaçmadı. Kampanyadan geç haberi olan ya da herhangi bir sebeple gazetemize ulaşamayanlar, kupon yayını bitiminde yayınlanacak yedek kuponları biriktirerek bu orijinal esere sahip olabilecekler. Kültür hizmetimiz sürprizlerle devam edecek.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Aşûre Gününden kalanlar |
|
Bildiğiniz gibi geçtiğimiz Pazartesi (Hicrî Muharrem ayının 10’u) aşûre günüydü.
İslâm âlemi için büyük önem taşıyan bu günü bir aya yayarak yaşayanlar, bu ayın tamamını aşûre ayı olarak kutlayanlar da var aynı bizim gibi. Aşûre ayının önemi, yapılması gerekenler hakkında çok şey yazılıp çizildiği için, biz o konuya girmeden gurbetteki aşûre günlerinden bahsedeceğiz.
Aşûre yapmak ve onu konu komşuya dağıtmak, içinde büyüdüğümüz kültürün önemli bir yapı taşıdır malûmunuz. Hz. Nuh’un gemisine misafir oluruz adeta. Öyle bir kardeşlik ve dostluk örneği vardır ki bu dağıtımda, komşumuzu hiç tanımasak bile verdiğimiz bir kap aşûre ile yürekten yüreğe köprüler kurarız.
“Altı üstü bir aşûre canım, ne var ki bunda?” diye düşünebilirsiniz, ama farklı kültürlerin ve dinlerin özelliklerini, yemek alışkanlıklarını, örf ve âdetlerini son derece titizlikle inceleyen yabancılar için bir kap aşûre demek çok şey demek.
Önceleri aşûreyi sadece afiyetle yemesini biliyordum. Onca zahmete katlanıp da aşûre yapmak zor geliyordu. Hani hiç yapılmasa zaten komşudan geliyordu ya da satın alabiliyorduk. Amerika’nın havasından mıdır, suyundan mıdır ya da bizim Türk yemeklerinin, tatlılarının vazgeçilmezliğinden midir bilinmez, bu defa aşûre yapmak istedim. Sanki uzaya füze gönderiyor gibi “Aşûre günü geliyooo!, bir ay kaldıııı! on gün kaldııı! ha geldi ha gelecek!” şeklinde Türkler arasında da muhabbeti geçince, yapmak şart oldu.
Yapmasına yapacaktım, ama onun malzemelerini nereden bulacaktım? Neyse ki sadece Türklere has olmayan bu güzelim tatlının malzemeleri Arap markette satılıyormuş. Hiç yorulmadan, aşûre yapacağımı söyleyince verdiler.
Türk arkadaşlarımdan öğrendiğime göre aşûreyi özellikle yabancı komşu ve arkadaşlarımıza dağıtmalıymışız. Peki dedim ve aşûreyi dağıtmaya başladım. Aldığımız tepkiler ve diğer dağıtan arkadaşlardan duyduklarım, o kadar ilginç geldi ki bana, bunları sizlerle paylaşmak istedim.
Kapı çalınır, tak tak tak!
-Efendim iyi günler! Bu bizim kültürümüzün özel tatlısı, adı “aşûre.” Aşûreyi biz komşularımıza, arkadaşlarımıza dağıtıyoruz. Size de getirdik, buyurun!
Cevaplar:
- Bunu bana neden veriyorsun ki?
- Karşılığında benim size ne vermem lâzım?
- Dur biraz para vereyim!
- Ben anlamadım şimdi, bu ısıtılacak mı yoksa direkt yenecek mi?
- Aaaaa! Ne var tatlının içinde böyle?
Eğer aşûre hakkında detaylıca bilgi sorulursa—ki genelde soruyorlar—Hz. Nuh’un gemisinden ve olan hadiselerden kısaca bahsediyoruz. Bir seferinde ise alınan tepki aynen şöyle;
-Hımm demek öyle, peki sen Hıristiyan mısın?
Bu komik sayılabilecek tepkilerin ardından güzelleri de geliyor ve içimize öyle bir su serpiyor ki, çekilen bütün yorgunluğa fazlasıyla değdiğini hissediyoruz.
Bir Koreli diyor ki: “Aşure için çok teşekkür ederim. Bir ay önce televizyonda Türk tatlıları tanıtılıyordu ben de çok denemek istedim. Hoşlanacağımdan eminim. Ailemle akşam hep birlikte yiyeceğiz.”
Amerikalı biri de, arkadaşımın yaptığı tatlıyı denedikten sonra şunları söylüyor: “Bana aşûre vermeniz gerçekten çok ince bir davranış çok mutlu oldum ve tadını da enfes buldum.”
Yaptığımız, bir kap aşûre vermek, kültürler arası bir köprü kurmak için ne de önemliymiş meğer. Gördüm ki ufak bir hareket ile onların kalbini kazanabilirmişiz, bu çok kolaymış.
Kiliselere ve üniversitelere de kültür merkezleri tarafından aşure ikram ediliyor. Bu ikramların sonunda hakkımızda ne düşünüyorlar acaba, varın siz düşünün.
İkram etmek, Yaradanın kulları üzerinden görmekten hoşlandığı en güzel davranışlardan biridir.
Veren el olmak dileğiyle...
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Japon modeli’nden örnek almak |
|
Japonya, sanayi ve teknolojide kısa sayılabilecek bir zamanda sağladığı büyük başarılarla bütün dünyanın takdirini kazanmış bir ülke. Dünya ülkeleri arasında, ‘Kalkınmada Japonya’yı örnek alalım’ diyenler de genellikle başarılı da oldu. Peki, bu başarının altında yatan, onu tetikleyen gerçekler neydi?
İnternet ortamında dolaşan ‘sahibi meçhul’ bir yazı, Japonya’yı anlamak için önemli ölçüler veriyor. Bu bilgilerin doğruluk derecesini elbette ‘test’ etmiş değiliz, ama Japonya ile ilgili okuduğumuz ve duyduğumuz bilgilerle örtüşüyor.
Yazıda Japonya şöyle anlatılmış:“Bir Japon’un sizi evine davet etmesi çok büyük bir olaydır, genellikle bizdeki gibi misafirlik yoktur, görüşmek isteyen aileler dışarıda bir restoranda görüşür. Nadiren bir Japon’un evine dâvet edildiyseniz bu sizin için büyük bir onurdur, ama sakın ayakkabılarınızla içeri girmeye kalkmayın, bir çuval inciri berbat edersiniz. Japonya’da eve kimse ayakkabıyla girmez, zaten kapıdan girince önünüzde Çin Seddi gibi bir terlik ordusu ile karşılaşırsınız. Ev sahibi size çay ikram ettiyse, bu artık gitme vaktinizin geldiğini gösterir, çayı içip hemen kalkmanız lâzımdır.
“Genellikle genç kızlar evlenir evlenmez işi bırakır ve evinin hanımı olur. Yalnızca evin erkeğinin kazancı ailenin geçimi için yeterlidir. Hanımlar, çocukları ve ev işleri ile ilgilenir, ailenin bütün parası hanımdadır, tüm harcamaları hanımlar yapar, restoranlarda bile ücreti hanımlar öder.
“Gündüz saatlerinde cafelerde, restoranlarda 65-70 yaşın altında erkek görmek imkânsızdır, çünkü erkekler gündüz saatlerinde iştedir. Bu sefer İstanbul’a geldiğimde bir gün arkadaşlarımla dışarıda buluştum, oturduğumuz sürece ben şaşkın şaşkın, ‘a erkekler var’ diye üst üste farkında olmadan söylendim, arkadaşlarım sonunda ‘ne var bunda, rahatsız mı oldun?’ dediler. Aslında rahatsız olmamıştım, ama gündüz saatinde erkeklerin iş harici bir yerde olmaları bana çok acaip gelmişti.
“Japonya’da kimse kimseye karışmaz, isterseniz en olmadık bir kıyafeti giyin ve ortada dolaşın. Yalnızca çaktırmadan bir kere bakarlar ve kafalarını çevirirler. Gözünü dikip bakmak çok ayıptır, bu nedenle trenlerde uyumasalar bile herkes gözünü kapatır, uyuyor gibi davranır. En kalabalık trende bile kimse sizi rahatsız etmez, hırsızlık olayı yoktur. Bisikletinize bıraktığınız bir çanta akşama kadar kimse ellemeden aynı yerinde durur.
“Japonlar, rüzgâr sörfü yapanlar hariç denize girmeyi fazla sevmez, ama kaplıcalar onlar için en büyük zevk kaynağıdır. Volkanik dağlar çok olduğu için, hemen hemen her yerde kaplıcalar vardır. Kışın bizdeki gibi evlerde bütün odalar ısıtılmaz, evler küçük olduğu ve fazla pahalı olmadığı halde bunu israf sayarlar, yalnız oturdukları odayı ısıtırlar.
“İş yeri evin erkeği ve aile için her şeydir, hanımlar eşlerinin en verimli şekilde çalışabilmesi için ellerinden geleni yapar, erkeğin işten geç gelmesi hiçbir zaman problem edilmez. Karı-koca arasındaki en büyük kavga belki kapıyı biraz kuvvetli kapatmak şeklinde olur. Sözle kavga yoktur.
Toplum hayatında sözden ziyade, bakışlarla kızgınlık anlatılır. Evde de iş yerinde de bu böyledir. Fazla konuşulmaz, ama hareket ve bakışlar her şeyi ifade eder. İş yerinde bir toplantıda konuşanlar genellikle gençlerdir, yüksek rütbeliler yalnızca dinler ve sonunda karar verir. Torpil diye birşey yoktur, yaşı ve tecrübesi üstün olan ileridedir hep.
“Tokalaşma, sarılma, öpüşme yoktur. Hafifçe eğilerek selâm verilir. El teması yoktur. Bir çocuğun bile başını severseniz size çok kızar, bu onu aşağılamak demektir. Kadınlar maddî olarak çok kuvvetli oldukları halde eşlerine karşı çok saygılıdır. Saygı her şeydir, evde, işte, toplumda herkes birbirine saygılıdır. Elbiselerinden kopan bir ip parçasını bile yere atmazlar, başkalarının hakları kendi haklarından önce gelir.”
Japonların da mutlaka yaptıkları ‘yanlış’lar vardır, ama pek çok konuda ‘doğru’ yaptıkları anlaşılıyor. O zaman zaten bize ait olan ‘doğru’lara tez elden sahip çıkalım...
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Eşkiyayı dağda aramayın |
|
Katillerimizi, “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye karşıladık, uğurladık. Nobel sahibi aydınlarımızın kafasına ise çürük yumurta attık. Gazetecileri, bilim adamlarını öldürüp, ülkeyi bölücülerden, hainlerden kurtardık, katilleri ise “Kurşun sıkan da kurşun yiyen de kahramandır” diye karşıladık.
Mehmet Ali Ağca, Abdi İpekçi’yi vurmaktan yargılandığı sırada hâkime, “Önümüzdeki duruşmaya gelmeyeceğim. Çünkü beni kaçıracaklar” demişti. Öyle de oldu. Bir sonraki duruşmaya gitmedi. Çünkü sırtına asker elbisesi giydirip, sıkıyönetimin cezaevinden kaçırmışlardı.
Susurlukçuları cezaevi kapısında, “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları ile alıp, Çatlı’yı, “Bu ülke için kurşun yiyen de kurşun atan da kahramandır” sözleri ile uğurlamadık mı?
Bu yüzden Ogün Samast’a yapılanlara şaşırmıyoruz. Samast, Hrant Dink’i vurduktan sonra kaçarken yakalandığı Samsun’da götürüldüğü karakolda polisler ile üniformalı jandarma kendisiyle fotoğraf çektirmek için nasıl yarışıyordu.
Oysa ki, Orhan Pamuk, Nobel ödülünü aldıktan sonra geldiği Atatürk Hava Limanında kimse yüzüne bakmamıştı. Gençlerbirliği’nin Afrika’dan transfer ettiği futbolcular kadar itibar görmemişti.
Samast’ın görüntüsünü kaydeden memur ne diyordu? “O yazıyı şöyle tam kafasının üstüne denk getirebilirsek…”
Jandarma astsubayı cevap veriyordu: “Geliyor zaten…”
Kameraman polis Yeşilçam’ın en kritik sahnesini çekiyorcasına bir yönetmen edasıyla talimat veriyordu: “Vatan toprağı kutsaldır diyor ya…” Ancak tatmin olmuyor. Önce görevli komiser muavinine, “Keşke sen de şapkanı çıkarsaydın” diyor, sonra da dönüp Jandarma astsubaya, “Sen de çıkar” uyarısında bulunuyordu.
Kameraman belli ki polis olduğunu, yakalanan bir katilin görüntülerini kaydetmekle görevli olduğunu unutup, Samast’a, “Şöyle daha iyi” diyor. Ama yetinmiyor. Bir kaşı kalkık katilin kafasını döndürüp, profilden görüntü vermesini işaret ederek, “Bir de şöyle alayım” diyor. Sanki manzara resmi çekiyor.
Polis kameramanı bir yandan katile, “Saçını düzelt, seni kameraya alalım” derken öbür yandan da Ogün Samast ile fotoğraf çektiren polis memuru yerini jandarma görevlisine bırakıyor. Katili yakalayıp, ilk sorgulamasını yapmakla görevli olan görevliler bir kahraman gibi karşıladıkları Samast’la fotoğraf çektirmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Aslında o fotoğraf bir katilin fotoğrafı değil. O fotoğraf derin devletin fotoğrafı.
Katili koruyan, ona kahraman muamelesi yapan, katillerini cezaevi kapılarında, “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları ile karşılayıp, eline Türk bayrağı tutuşturan, kırmızı pasaportla yurtdışına çıkaran, aydınlarına ise kurşunlar, taşlar, yumurtalar atan Türkiye’nin fotoğrafı.
Bu fotoğrafta aslında iki farklı Türkiye’nin kavgasını da görmek mümkün. Biri yerin altına, devletin derinlerine, kirli, pis dehlizlere çekilmek istenen çeteci bir Türkiye. Diğeri ise daha çok aydınlığa, şeffaflığa, insan haklarına, kalkınmaya, özgürlüklere, Avrupa Birliğine kavuşmak isteyen bir Türkiye.
Bu yüzden Trabzon’a bir Şemdinli gibi, Hrant Dink suikastine bir Atabeyler Çetesi gibi bakmak mümkün. 17 Şubat 2006’da Trabzon Emniyeti İstanbul’u uyarmış. “Yasin Hayal, Hrant Dink’i öldürmeyi planlıyor” diye. Onunla da yetinmemiş, “Bu adam McDonald’sı bombalamadan önce de öyle diyordu, yaptı. Bunu da yapar” diye uyarmış.
Ciddiye alınmamış. 12 Ekim 2006’da bu kez Ermeni asıllı vatandaşlara ve kiliselere yönelik saldırı olacağı uyarısında bulunulmuş. Sonuç? Hrant Dink öldü ya…
Yok efendim koruma istememişmiş de, uyarılan yere bakılmış, doğru çıkmamışmış da… Bu olayın bir öncesi var. Trabzon’daki sosyolojik yapı, istihbaratçı tanımıyla, “alarm veriyor.” Emekli olunca TV ekranlarının başına geçip ahkâm kesenler, görevliyken bu alarm işaretini fark etmiyorlar mı?
Cinayet işleniyor. İyi bir takip sonucu katil yakalanıyor. Cinayet öncesi uyarılara kulak tıkayan kafa, bu kez de cinayeti milliyetçi duyguları kabaran tıfıl bir gencin işi ilân edip işin içinden çıkıyor. Çete, olayın arkasındaki bağlantılar yok. Birkaç görevden alınma ile güç belâ katilin arkasındaki bağlantılar ortaya çıkarılıyor, bu kez Ogün Samast’ın telefon görüşmelerini yaptığı sim kartın kayıp olduğu ortaya çıkıyor. Sanki bu bir katilin kartı değil de muhabbet kart.
Geçmişte başbakanları ortadan kaldırmaya çalışıp, bir polis memuruna dönemin başbakanı Bülent Ecevit’i İzmir Çiğli Havaalanında vurdurmaya, Taksim meydanında tartaklamaya kalkışan, Başbakan Erdoğan’ın evinin krokilerini çıkarıp suikast hazırlığı yapan devlet içindeki çete, bu kez de Samast’ın arkasındaki bağlantılara ulaşılmasını engellemek için var gücüyle bir mücadele veriyor. Asıl kavga devletin içinde yaşanıyor.
Başbakan Erdoğan geri adım atmadığı takdirde derin devleti bir adım daha geriletmiş olacağız. Eşkiyayı başka yerde aramayın. Eşkıya dağda değil, ‘bağ’da…
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sonsuz saadet uğruna |
|
“Dünyanın faniliğini bilip de ona rağbet eden insana şaşarım” der Hz. Ömer.
Oysa dünyanın fani olduğunu bilmeyen yok. Söz açıldığında “Sultan Süleyman’a kalmayan dünya” deriz. Ama Mevlânâ’nın dediği gibi ham meyvenin dala sımsıkı bağlandığı gibi ruhen, kalben dünyadan kopmak istemeyiz. Dünyada yaşadığımıza göre dünyadan zaten maddeten kopmamız mümkün değil. Ama elimizde “Dünyayı kesben değil kalben terk etmek lâzımdır” gibi aldatmaz bir ölçü var.
Yine bilir ve bütün gönlümüzle inanırız ki, “Şu fanî dünyada, şu muvakkat misafirhanede, kısa bir ömürde az bir lezzet için; ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil.” (Mektûbat)
Sonsuzluk yolculuğunda bizi yolda bırakmayacak; destek, güç, moral ve şevk verecek hakikatlere ne kadar muhtacız.
Bu güç, yetenek ve sermaye de aslına bakılırsa yapımıza yerleştirilmiş. Bu sermayeden yararlanmakla başbaşayız.
Öyle ya hayatın binbir türlü meşakkat ve sıkıntıları var. Bunları göğüsleyebilecek potansiyel güç de bizde mevcut. Ama bu silâhı sırtımızı yere getirecek manevî düşmanlara karşı kullanamıyorsak mağlup olmamız kaçınılmazdır.
Eğitimsiz asker düşmanın hücum ve taktiklerine direnemediği gibi manevî eğitimden geçmeyen insanın da nefis ve şeytanın hücumları karşısında ayakta kalması mümkün değildir.
İman ve İslâmın zenginlikleri; sabır, tahammül, hamd, şükür, rıza gibi büyük manevî dayanaklarımız var. Bu duygulardan gerektiği gibi yararlanamazsak hayatın zorluk ve sıkıntıları karşısında ezilmek ve yıkılmaktan nasıl korunacağız?
Oysa “Muhakkak Biz insanı zorluklardan geçirmek üzere yarattık.” (Beled Sûresi: 4.) âyetinde buyurulduğu gibi insan zorluklara göğüs germek için vardır.
Vücut gerekli besin ve vitaminleri alamamışsa bazen küçük bir virüs karşısında yatağa düşer. Ama güçlü bir vücudu mikropların alt etmesi mümkün değildir.
İbrahim Edhem’in yayan olarak hacca gittiğini gören bir kişi hayretten kendini alamamış: “Bineksiz, azıksız Kâbe’ye nasıl varacaksın?” diye sorduğunda, “Yorulursam sabır ve tahammül adlı bineğe binerim. Acıktığımda şükür isimli azıktan yerim. Susadığımda da rıza isimli suyumdan içerim” diye cevap vermiş.
Bütün mesele hayatın zorluklarına göğüs gerebilecek moral güce sahip olabilmek.
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İnkârcı filozofların iddiası delil olamaz |
|
Daha önce Nobel ödülü almış filozof ve âlimlerin Allah’ın varlığı, birliğini ispat eden sözlerini naklettik. Buna karşılık şöyle bir argüman ileri sürüldü:
Allah’a inanmayan ateist ve inkâr eden profesörler, filozoflar da var. Buna ne diyeceksiniz?
İspat edenlerin sözleri ilmen ve aklen geçerli; inkâr edenlerin sayıları ne kadar çok, kariyerleri ne kadar yüksek olursa olsun geçersizdir. Çünkü;
1- Artık, “kaziye-i makbûle” denilen büyük zâtların sözlerini “delilsiz” kabul etme anlayışı, metodu; aklın, ilmin fevkalâde inkişaf ettiği günümüzde geçersizdir ve şu genel prensibe de aykırıdır:
Bir sahada otorite, bir dalda uzman olan diğerinde cahil, yabancı, gabidir. Kim bir şeyle çok meşgul olursa, diğerlerinde ekseriya gabîleşir (uzaklaşır, akıl erdiremez). Maddiyat ile çok meşgul olan, mâneviyatta gabileşir ve sathi olur. Maddede ihtisas sahibi olanın sözü, mâneviyatta geçersizdir. Maddî meselelerde mahareti olanın mâneviyatta hükmü delil olmadığı gibi, çok defa sözü dinlenilmeye dahi lâyık değildir.1
Meselâ, bir hasta; “Falanca ilim adamıdır”, diyerek doktor yerine yüksek jeofizik mühendisine müracaat ile gösterdiği ilâcı kullansa; akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için tabutun plânı çizdirip mezara taşınmak için bir raporu istemesi demektir.
Hakikatin tâ kendisi ve (tamamen soyut) olan mâneviyatta, maddiyatçıların hüküm ve fikirlerine danışmak, âdetâ lâtife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini (durmasını) ve nurânî cevher olan aklın ölümünü ilân etmektir. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez. (Rûh, akıl ve pek çok enerji boyutlarını göremediğimiz gibi.)
2- Küfür, inkâr birkaç kısımdır: Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder; ikincisi, bildiği halde inkâr eder. Bu da, birkaç şubedir. Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, kesin bilgisi var, lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdanî iz’anı (anlayışı/kavrayışı) yoktur.2 Dolayısıyla inkârcıların iddialarının akıl, mantık ve bilim açısından hiçbir değeri yoktur. Çünkü, inkâr edenlerin fikrî yardımlaşmaları da tıpkı, uçurumdan atlamak veya dar bir delikten geçmek gibi; tesirsizdir, faydasızdır. Bu durumda bin de, bir de birdir. Biribirlerine kuvvet vermez. Fen ilimlerinde büyük taşın kaldırılması gibi yardımlaşma geçerli olabilir. Fakat, mânevî ilimlerdeki gelişme ise, ekseriya ânî, yahut ânî gibidir. Fikirlerin yardımı mânevî ilimlerin mahiyetini değiştirmez, tamamlamaz, artırmaz. Lâkin, deliller mesleklerine açıklık kazandırır, kuvvet verir.
3- İnkârcıların çok olması ve inkârlarında bir araya gelmeleri de, inananların imânına zarar vermez. Çünkü, kıymet, “sayı” çokluğunda değil, “kalite, doğrulukta” aranır. Hayvanlar, insanlara göre kıyaslanamayacak kadar çoktur. Ama, bir insan nerede, milyarlarca hayvan nerede? Karbonları aynı, fakat dizilişleri ayrı olan kömür ile elmas arasında da aynı kıyası yapabiliriz: Kömür çok, elmas ise azdır. Fakat bir parça elmas, yüz binlerce ton kömürden daha değerlidir.
İnkâr edenler, Allah’ın bir nevi hayvanları hükmündedir. Çünkü, inkârlarıyla kendilerini hayvandan aşağı düşürmüşlerdir. Öyle ise, onların çoğunluğu inananları üzmemeli,3 morallerini bozmamalı.
4- Sorgulanması gereken diğer önemli nokta da; insanda hükmeden, üstün gelen ya fikir veya hissiyat (duygular); veyahut ya hak veya kuvvet; veyahut ya hikmet veya hükûmet/siyasettir. Veyahut ya kalbî meyiller veya aklî temâyüllerdir. Veyahut ya hevâ (nefsî arzular) veya hüdâdır (hakperestlik).4
İnkâr edenler pek çok ve sahalarında uzman, otorite de olsalar; hükümlerini neye göre veriyorlar? Hislerine, heveslerine, duygularına göre mi; akıl, mantık, kalb ve vicdanlarının oluşurduğu ilme göre mi? İnancı, fikir meselesinde devreye, “iddia, sayı çokluğu” değil, “akıl, muhakeme, kalb, vicdân ve ispat” girmeli.
5- Günümüz akıl, tahkik, inceleme, araştırma, ilim, fikir asrıdır. Kim “haklı”, ve meselesini “akla, ilme” dayandırır; kimin “aklı” keskin, “kalbi” parlak olursa yalnız o yükselecektir.5
İddia, ispat edilmedikçe karın doyurmayacak; hükümranlığını da yitirecektir.
Dipnotlar: 1. Muhakemât, s. 25.; 2. İşârâtü’l-‘câz, s. 68.; 3. Mesnevî-i Nûriye, s.134.; 4. Muhakemât, s. 40.; 5. Münâzârât, s. 33.
05.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Hüznü hazineye çevirmek |
|
İnsanlar ulvî duygularla bezenmiş bir şekilde yaratılmış olmalarına rağmen, imtihan sırrı gereğince, ulvî yani yüksek ve değerli duyguların yerlerini süflî yani alçak ve değersiz duygulara bıraktığı zamanlar da olmaktadır. Duygularımızın yerli yerinde kullanılması veya kullanılmaması hadisesi üzerinde zaman zaman düşünmek ve raydan çıkmış olan hislerimize istikamet kazandırmak bizler için hayatî bir meseledir.
Biliyoruz ki, hayatımızın çoğu zaman sıkıntılarla geçmesinin önemli bir sebebi de iç dünyamızdaki duyguların çarpışma içinde olmasıdır. Dünyanın bizi daha az alâkadar eden olaylarından fırsat bulup da iç dünyamıza yönelebilirsek, aslında halletmemiz gereken daha önemli problemlerimizin var olduğunu göreceğiz.
Duygular karmaşasını yok etmek ve duyguları asıl mecrâsına yönlendirmek insanoğlunun en önemli görevidir. Bu önemli problemimizi çözdüğümüz zaman, insanca yaşamanın ve duyguları insanca kullanmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu çok daha iyi anlarız şüphesiz.
Yine görüyoruz ki, biz insanların imtihanı, duyguların kullanılma alanlarında cereyan etmektedir daha çok. Duygularını yaratılış kanununa göre kullanan insanların manevî değeri yükselmekte, ayrıca bu yükseliş, onlara maddî alanda da değerler kazandırmaktadır.
Duygularımızı yönlendirme çabasını bir tarafa bırakıp, dış dünyadaki arayışlarımızla kayda değer bir sonuca ulaşmamız mümkün görülmemektedir. Gönlümüze yerleştirdiğimiz dünya sevgisiyle, mücehhez kılındığımız duygularımızı yerinde kullanabilmemiz de mümkün değildir.
Duygularımızı, bir imtihan aracı olan şeytanların telkini ve yönlendirmesi ile, insan yaratılışına uygun olmayan yerlerde kullanır isek, hem mânâ cihetinden kaybedeceğiz, hem de dünya hayatı için maddî felâketlere davetiye çıkarmış olacağız.
Dünya misafiri olarak bizleri bu geçici handa yaşatan Rabbimiz, elbette bizlerden ulvî duygularla değer kazanmış bir hayat istemektedir. Elbette bu kadar mükemmel bir varlık olarak yaratılmamızın çok yüksek maksatları, ulvî gayeleri bulunmaktadır.
Gerçek bir insan gibi yaşamamızı kolaylaştıracak örneklerin Peygamberler vasıtasıyla nazarlarımıza sunulması hadisesi işimizi kolaylaştırmış ve bizlere kurtuluşun nerede olduğunu göstermiştir. Kur’ân-ı Kerim’i dünyamıza “Yârân” olarak yerleştirdiğimiz takdirde manevî yaralarımızı tedavî etmenin pek zor olmayacağını göreceğiz.
Meselâ günlük hayatımızın her anında karşımıza çıkıp ümitsizlikler içinde bocalamamıza sebep olan hüzünleri Yakup Peygamberin (as) metoduyla yok edebilmemiz mümkün değil midir? İsterseniz bir deneyelim...
Bakınız, Hz. Yakub’un (a.s.) hüzün duygusunu Rabbine yönlendirmesi hadisesi duyguların yerli yerinde kullanılmasının bir güzel örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bildiğiniz gibi, Yakup (as), çok sevdiği yavrusu Yusuf’un kardeşlerinin gadrine maruz kalarak kaybolması neticesinde çaresiz kalınca “Ben ancak hüznümü ve şikâyetimi Allah’a gönderiyorum” diyerek sabır içinde beklemiştir.
Hz. Yakup (as) hüzün gibi, gözlerden yaş akıtan, gönülleri dağlayan bir hâleti bile hazineye çevirmiştir. O hüznün de tatlı olabileceğini, insana huzur kazandırabileceğini bizlere göstermiştir.
Fani olduğu kadar aciz ve fakir olan insanlardan medet beklemeyen Yakub’un (as) bu samimi teslimiyeti çok güzel sonuçlar vermiştir. Neticede hem Yusuf (as) sıkıntılardan kurtularak maddî ve manevî makamlara çıkmış, hem de Yakup (as) yavrusuna kavuşmanın yüksek hazzını tadabilme imkânına kavuşmuştur.
Kur’ân-ı Azimüşşanın bütün âyetleri büyük mânâlarla yüklüdür. Rabbimiz, Hâlıkımız bizlere ifade edilmesi zor bir lütuf ve ihsan olarak hakikatler menbaı Kur’ân-ı Kerim’i göndermiştir. Bu Yüce Kitab’ın bir de muazzez bir mualliminin olması karşısında ne kadar şükür duygularımızı ifade edersek edelim, yine de bu yüce mazhariyetin karşılığını veremeyiz.
Muhammedî (asm) ve Kur’ânî metotla duygularımızı kontrol ederek, dünyada bile Cenneti yaşayabilme imkânını bizlere bahşeden Rabbimize ne kadar şükredersek yine azdır.
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Cemal Özkaya: “Peygamber Efendimiz (asm) Peygamber oluncaya kadar nasıl ibadet ederdi? Namaz, oruç, vs. ibadetlerini nasıl yapardı?”
Peygamber Efendimize (asm) peygamberlik görevi verilmeden önce Arabistan’da Hazret-i İbrahim’in (as) Tevhid dininin izlerine rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dinî izlere göre amel edenlere, Hazret-i İbrahim’e nispetle “Hanifler” denirdi. Nitekim Kur’ân’da “hanif” tabiri Hazret-i İbrahim (as) için kullanılmıştır: “İbrahim Yahudi ve Hıristiyan değil. O, Hanif Müslüman idi.”1
Hanifler puta tapmazlar, puta tapmaktan nefret ederler, Allah’ın varlık ve birliğine inanırlardı. Varaka bin Nevfel, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Hüveyris, Zeyd bin Amr bunlardandı ve her fırsatta putların cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat veremeyen birer maddeden ibaret olduğunu söyleyerek, puta tapmayı zillet sayarlardı.
Kendisine peygamberlik gelmeden önce Peygamber Efendimiz (asm) farz veya mecbur olarak değil; mendup olarak ve kendi ihtiyarıyla Hazret-i İbrahim’in (as) çok perdeler altında baki kalan dini üzere ibadet ve taatte bulunmuştur.2
***
Sümeyra Kaya: “İnternetten müzik indirmek günah mı? İnternetten film indirmek günah mı? Yani bunlar kul hakkına girer mi? Chat yapmak günah mı? Sorularıma beni tatmin edici cevaplar bulamıyorum bana yardım edebilir misiniz?”
Eser sahiplerinin yasal ve hukukî uyarılarını dinleyerek hareket etmek, indirilen veya sahip olunan eserin helâl olması için önemlidir. İndirilmesi serbest bırakılmış eserler indirilebilir. Eser sahibinin indirilmesi için belirli şartlar koyduğu, meselâ şifrelediği ve ücrete tabi tuttuğu eseri, eser sahibinin şartlarına uygun olarak indirmek lâzımdır.
Chat yalana ve hileye açık bir sistemdir. Çünkü chat yapılan kişi o an huzurda olmayan bir kişidir. Bu bakımdan tanımadığımız kimselerle rast gele chat yapmak doğru değildir. Rast gelenle chat yaparak aldatılma ve zarar görme kapısını açık tutmak akıllı insanların işi değildir.
***
Sırrı Özdemir: Denizde boğulup kaybolan, tüm aramalara rağmen cesedi bulunamayan kişinin durumuyla ilgili hükümler nelerdir? (Cenaze namazı, kabir, ölüm tarihi ve dinî merasimlerin yapılması.)
Suda boğulan kimse için, boğulup öldüğü kesinlik kazandığında vücudunun herhangi bir parçası bulunmuşsa üzerine cenaze namazı kılınır, bir beze sarılıp kabre konur. Cesedinden hiçbir parça bulunamamışsa yine gıyaben cenaze namaz kılınabilir. Bu kimse bulunamadığından şüphesiz kabri de olmayacaktır. Kemiklerine veya cesedinin bir parçasına rastlanırsa, bu parça kabre konabilir. Bu kimsenin ölüm tarihi boğulduğu tarih veya galip zanna göre takdir edilen tarih kabul edilir.
Resûlullah (asm), Necâşî’nin vefatını, ölümünün aynı gününde haber vermiş ve ashabıyla beraber musallaya giderek, orada gıyaben saf bağlatıp dört tekbir getirerek namaz kıldırmıştı.”3
Keza siyahî bir kadın mescidi süpürüp temizliyordu. Bir gün ansızın ölüverdi.
Peygamberimiz (asm) bu kadının ölümünden haberdar olmadı. Fakat onu göremez olunca sordu:
“Kadın nerede?” Ashab-ı Kiram:
“O öldü!” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (asm)
“Bana niye haber vermediniz?” buyurdular. Sonra da: “Bana kabrini gösterin!” diye emrettiler.
Kabir gösterildi. Resul-i Ekrem (asm) kadının kabri üzerinde cenaze namazı kıldı.4
***
Abdurrahman Ulaş: “Kadınların mezarının erkeklerinkine göre daha derin kazıldığı diye bir kural var mı? Eğer varsa bunun hakkında bir âyet veya bir hadis var mı? Hikmeti nedir?”
Peygamber Efendimiz (asm): “Kabirlerinizi derinleştiriniz. Geniş tutunuz ve iyi yapınız”5 buyurmuştur. Kadına özel bir hüküm yoktur. Erkek olsun, kadın olsun, kabirler mümkünse bir insan boyu derinliğe, yarım boy miktarı da genişliğe sahip olmalıdır. Bu mümkün olmadığında yarım boy miktarı derinlik de kifayet eder.
Kabrin derin olmasının hikmeti, cesedi yerin yüzeyinden mümkün mertebe uzak bulundurmak ve cesedi yüzeyden gelebilecek zararlardan korumaktır. Çünkü insan mükerrem olduğundan cesedi korunmalıdır.
Dipnotlar: 1- Al-i İmran Suresi: 67, 2- Mektubat, s. 272, 3- Kütüb-ü Sitte; 3058, 4- Buharî, Cenâiz 67, Salât 72, 74; Müslim, Cenâiz 71, (956); Ebu Dâvud, Cenâiz 67, (3203), 5-İbn-i Mace, Cenaiz, 41.
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kavganın nedeni |
|
Tansu Çiller bir zamanlar tarihe not düşen bir cümle sarf etmişti: “Kurşun sıkan da kurşun yiyen de kahramandır...” Devletin elemanlarına sahip çıkmak için bu vurguyu yapmıştı. Şimon Peres de Gazze çatışmalarını uzaktan keyifle seyrederken şu cümleleri sarf etmiş: “Gazze’deki savaşa katılmamız doğru değil...” Niye katılsınlar ki zaten onların yapmak istediklerini Filistinliler kendi elleriyle yapmıyorlar mı? Niye katılsın ki? Ölen de öldüren de nasılsa kendilerinden değil. Hatta en iyi Filistinli onlar nazarında ölü Filistinlidir.
Aralarında çarpışan taraflar bir bütün olarak ötekini temsil etmektedir. Ötekinin parçalanması ve birbirini yok etmesi elbette Şimon Peres’i ilgilendirmekten öte sevindirir. İlla bunu da açık olarak söylemesi mi gerekir? Bizi ilgilendirmez demesi yetmiyor mu?
Peki, Gazze’de ne oldu da bu aşamaya gelindi? Fetih’in ideolojik olarak kirlenmesi, idarede yozlaşması ve erken aşamada devrimden devlete dönüşmesi ve ‘devrimci meşruiyet’ üzerine çöreklenmesi sahaya HAMAS gibi yeni aktörleri çıkardı. Devrimci meşruiyeti rant ve iktidar meşruiyeti haline getirmiştir. Bu da feodal bir görüntü ile sonuçlanmıştır. HAMAS ise baştan sosyal hizmetlerle uğraşırken İntifadalar sonucunda siyasî zemine kaymış ve istihale neticesinde direniş için beyaz silâh kullanırken otomatik silâhlara geçmiş ve siyasetin izini takip ederek sonunda iktidara gelmiş, iktidarını korumak için de silâha sarılmıştır. Yani silâh iktidarı, iktidar da paylaşma savaşını getirmiştir. Arafat’ın dirayeti de ortada olmayınca durum iç çatışmaya evrilmiştir. Dolayısıyla dış güce yönelik olan silâhlar içeride iktidar ve güç mücadelesinin aracı olmuş ve Fetih ile HAMAS’ın İsrail’e yönelik namluları sonunda birbirinin böğrüne dönmüştür. Öyleyse süreçte bir hata belki birçok hata var. Bu hatalar sonucunda varlık sebeplerine ters düşer hale gelmişlerdir. Ellerindeki silâh iktidar aracı haline gelerek profesyonelleşmiştir. Fiilî olarak dâvâ boyutunu aşmıştır. Biz direniş silâhlarının profesyonelleşmesini Afganistan gibi coğrafyalardan da hatırlıyoruz.
***
HAMAS’ın malum uluslararası konjonktürde iktidara gelecek şekilde seçimlere katılması ve ağırlık vermesi yaşanılan sonucu intac etmiştir. Seçimleri kazanmış ve ‘Boyunun ölçüsünü alsın’ diye bütün Filistinli hizipler onunla koalisyon kurmaktan imtina etmiştir. Öne fırlayan yeni yetmeye böylece ders vermek istemişlerdir. Hükümet kurulduktan sonra üçlü kuşatma başlamıştır. Fetih’in sivil ve askerî bürokrasisi, ABD ve İsrail’in ekonomik ve siyasî ablukası ve Arap dünyasının mesafeli tutumu bir araya geldiğinde kuşatma etkisini göstermeye ve Filistin’de çatlaklar belirmeye başlanmıştır. İsrail’in Gazze baskını ile bakanları ve milletvekillerini esir alması da HAMAS’ın görüntüsünü zayıflatmıştır. Bakanlık paylaşımı noktasında anlaşmaya varılamayınca ve millî mutabakat hükümeti de suya düşünce gündeme son çare olarak erken seçim girmiştir.
Erken bir seçim HAMAS’ın eski ağırlığını kaybetmesi demektir. HAMAS bu durumda Abbas’ın erken seçim çağrısını bir kalleşlik olarak görüyor. Mesele bu noktada düğümleniyor ve çatışmalar çıkıyor. Elbette ki Abbas’ın erken seçim için bastırması centilmenliğe aykırı düşer, ama HAMAS’ın da işlevsiz hükümeti sürdürme inadı Filistinlilere zarar veriyor. Filistin halkının bilek güreşine değil tek ya da karşılıklı feragata ihtiyacı var. İç barışı korumak için HAMAS’ın razı olmadığı bir erken seçim doğru olmaz, ama öbür taraftan da iç barışı korumak için de HAMAS seçimlere razı olması gerekiyor. Belki şu anda geri çekilmek gelecekte yeniden hamle gücü kazanmak için gereklidir. Fırkalar arasında kalıcı bir barış sağlanması için direnişin de koordine edilmesi gerekiyor. Zira bu durumda bir fırkanın direniş üzerinden kazanımı diğer fırkalar için kayıp olabiliyor. Bunun için direniş için bir yol haritası ve millî bir referans gerekiyor.
***
Meseleye bütüncül olarak bakmak lâzım. Parçaların da buna riayet etmesi gerekiyor. Bölgedeki her üç ülkedeki iç savaş ihtimalinde de İran’ın güç mücadelesinin yansımalarını görüyoruz. Ama İran jeopolitiği ile Şii veya İslâmî jeopolitik çeliştiğinde İran çarnaçar kendi jeopolitiğini önceleyecek ve bu durumda onunla işbirliği yapanlar piyon durumuna düşeceklerdir. Bundan dolayı şizofrenik tarihî dönemlerde veya tarih sürecinde parçaların da kendi muhakemelerini doğru yapmaları gerekir.
Yöntem yanlış olunca amaç da sapar. Ferid Zekeriya, Kaide’nin İslâm dünyası ile Batıyı karşı karşıya getirmeyi amaçlayan bir stratejiyi benimsediğini, halbuki sürecin onu İslâm içi kirli bir savaşa sürüklediğini yazmıştır. Çünkü onunkisi tahlilci değil toptancı bir yaklaşımdır. Sonunda laik Ebu Nidal durumuna düşmüştür veya düşme tehlikesi geçirmektedir. Durum maalesef böyledir. Bu sadece Kaide için değil, renk olarak Kaide’yi reddetse de farkında olmadan Kaide’nin modelini ve yöntemini benimseyen bütün hareketler için geçerlidir.
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Görüntü fazla, arka plan karanlık |
|
Hrant Dink suikastı çorap söküğü gibi gittikçe çözülüyor. Çözüldükçe de, görünenler fazlalaşırken, esas görüntülenemeyen arka plan karanlığı artmaktadır. Bu fotoğraf; daha derin ve köklü bir operasyonun sinyallerini vermektedir.
Dökülme; bu buğday çuvalını dik tutarken bırakan bir üst eli ve ortaya yayan bir başka mahfili çağrıştırıyor.
Klasik bir strateji sorusu, cevap arayacağımız adresleri daha kolaylaştırır. Bir problemin kimin işine yaradığını sorgulamak, arka planı irdeleme şansı verir.
Şimdi soralım: Bu cinayet kimin işine yaradı? Bu siyasî eylem kime hizmet etti? Hangi taşları yerinden oynattı? Bunları kim istedi? Biz nerelerde geziniyoruz? Esas gündem kayıyor mu?
Sorularımıza devam edelim:
Suikasta maruz kalanlarla, itham edilenlerden hangisi sonuçtan memnun? İki taraf da zora girdiğine göre, acaba iç dinamikleri bu kadar sarsan ve gündemden düşeceğe benzemeyen kademeli deşifrelerin amacı nedir? Kim neyin peşinde?
En çok kimin elini güçlendirmiştir? Kimler işin peşini bırakmayıp, farklı mecralara yönlendirmektedir?
Türkiye’nin uluslar arası imajını nasıl etkilemiştir? Beraberinde yeni kör düğümler ve uluslar arası arenada bizi sıkıştıracak gündemleri hızlandırmış mıdır?
Kıbrıs, Kuzey Irak, Ermenistan, AB ve ABD kıskacında topyekûn yeni sinyaller vermekte midir? Bunu hazırlayan ve iç tartışmaları sertleştiren öfke seline yol açmış mıdır?
Cevaplarını zamana ve size havale ederek, sorularımı çoğaltmak istiyorum. Daha doğrusu cevabını malum-u meçhullerin bildiği kritik soruları sormakla yetineyim. İnşallah şeffaf günler cevabımızı getirir de, bizler de bulmaca hazırlar gibi zihnimizi zorlamaktan kurtuluruz.
Cenaze töreni sırasında atılan sloganlarla milliyetçi damar kışkırtılmamış mıdır? Bu tahrik, kimin işine yarar?
Suikastla milliyetçiliği sorgulayan aydınlar grubunun dozajı kaçıran üslubu, hangi sonuca katkı yapacaktır?
Ülkeyi savunmasız bırakacak ve cinayeti kitlelere ve kurumlara mal edecek bir zorlamanın, karşı tepkiyi feveran ettirmek istediği düşünülebilir mi?
Eskiye nazaran daha temkinli duran milliyetçi dalgayı ve gençliği tahrik edecek ve kahramanlık hayalleri kurduracak yeni bir sokak hazırlığı mı var acaba?
Bir yanlıştan yeni yanlışlar çıkarmak ve zincirleme kazalara sebebiyet vermek, hangi akla hizmet edecektir?
Sertleşen üsluplar, sıkışan hükümet, emniyet güçlerinde yaşanan zaafiyetler veya çözülmeler ile kurumlar arası gizli sürtüşme nereye götürmektedir?
Kısır döngünün değişmeyen polemiklerinde taraf olmak veya gündeme boğulmak, ufku daraltırken, yaşanan sıcak gelişmelerden uzaklaştırma çabaları mıdır?
Öfke seline çanak tutan, kitlelerde nefret aşılayan ve kimsenin kimseyi dinlemek istemediği ve hassas mizaçlı bölgelerin üzerinden cereyan eden bu olaylar serisi, beklenmeyen yeni tahriklere dönüştürülmek isteniyor mu?
Güneydoğudan sonra Karadeniz, acaba gelişigüzel seçilmiş bir coğrafya mıdır?
Devletteki derinliği, katil zanlısının planlı görüntülerini video kaydıyla servise sokacak yüzeysellikle izah etmek, çok safça bir yaklaşım olmaz mı?
Felâket senaryolarından hazzetmeyen biriyim. Bu kadar soruyu sorarken de, zihnen sıkıldığımı da itiraf etmeliyim.
Ancak biraz ezber bozalım. Biraz ortada bırakalım. Biraz da tecrübemizi aşarak büyük fotoğraftaki tezgâhı fark edelim dedik. Hasılı çok karmaşık ve karanlık bir denklem.
Gerisini sağduyunun vicdanına bırakıyoruz.
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|