Katillerimizi, “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye karşıladık, uğurladık. Nobel sahibi aydınlarımızın kafasına ise çürük yumurta attık. Gazetecileri, bilim adamlarını öldürüp, ülkeyi bölücülerden, hainlerden kurtardık, katilleri ise “Kurşun sıkan da kurşun yiyen de kahramandır” diye karşıladık.
Mehmet Ali Ağca, Abdi İpekçi’yi vurmaktan yargılandığı sırada hâkime, “Önümüzdeki duruşmaya gelmeyeceğim. Çünkü beni kaçıracaklar” demişti. Öyle de oldu. Bir sonraki duruşmaya gitmedi. Çünkü sırtına asker elbisesi giydirip, sıkıyönetimin cezaevinden kaçırmışlardı.
Susurlukçuları cezaevi kapısında, “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları ile alıp, Çatlı’yı, “Bu ülke için kurşun yiyen de kurşun atan da kahramandır” sözleri ile uğurlamadık mı?
Bu yüzden Ogün Samast’a yapılanlara şaşırmıyoruz. Samast, Hrant Dink’i vurduktan sonra kaçarken yakalandığı Samsun’da götürüldüğü karakolda polisler ile üniformalı jandarma kendisiyle fotoğraf çektirmek için nasıl yarışıyordu.
Oysa ki, Orhan Pamuk, Nobel ödülünü aldıktan sonra geldiği Atatürk Hava Limanında kimse yüzüne bakmamıştı. Gençlerbirliği’nin Afrika’dan transfer ettiği futbolcular kadar itibar görmemişti.
Samast’ın görüntüsünü kaydeden memur ne diyordu? “O yazıyı şöyle tam kafasının üstüne denk getirebilirsek…”
Jandarma astsubayı cevap veriyordu: “Geliyor zaten…”
Kameraman polis Yeşilçam’ın en kritik sahnesini çekiyorcasına bir yönetmen edasıyla talimat veriyordu: “Vatan toprağı kutsaldır diyor ya…” Ancak tatmin olmuyor. Önce görevli komiser muavinine, “Keşke sen de şapkanı çıkarsaydın” diyor, sonra da dönüp Jandarma astsubaya, “Sen de çıkar” uyarısında bulunuyordu.
Kameraman belli ki polis olduğunu, yakalanan bir katilin görüntülerini kaydetmekle görevli olduğunu unutup, Samast’a, “Şöyle daha iyi” diyor. Ama yetinmiyor. Bir kaşı kalkık katilin kafasını döndürüp, profilden görüntü vermesini işaret ederek, “Bir de şöyle alayım” diyor. Sanki manzara resmi çekiyor.
Polis kameramanı bir yandan katile, “Saçını düzelt, seni kameraya alalım” derken öbür yandan da Ogün Samast ile fotoğraf çektiren polis memuru yerini jandarma görevlisine bırakıyor. Katili yakalayıp, ilk sorgulamasını yapmakla görevli olan görevliler bir kahraman gibi karşıladıkları Samast’la fotoğraf çektirmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Aslında o fotoğraf bir katilin fotoğrafı değil. O fotoğraf derin devletin fotoğrafı.
Katili koruyan, ona kahraman muamelesi yapan, katillerini cezaevi kapılarında, “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları ile karşılayıp, eline Türk bayrağı tutuşturan, kırmızı pasaportla yurtdışına çıkaran, aydınlarına ise kurşunlar, taşlar, yumurtalar atan Türkiye’nin fotoğrafı.
Bu fotoğrafta aslında iki farklı Türkiye’nin kavgasını da görmek mümkün. Biri yerin altına, devletin derinlerine, kirli, pis dehlizlere çekilmek istenen çeteci bir Türkiye. Diğeri ise daha çok aydınlığa, şeffaflığa, insan haklarına, kalkınmaya, özgürlüklere, Avrupa Birliğine kavuşmak isteyen bir Türkiye.
Bu yüzden Trabzon’a bir Şemdinli gibi, Hrant Dink suikastine bir Atabeyler Çetesi gibi bakmak mümkün. 17 Şubat 2006’da Trabzon Emniyeti İstanbul’u uyarmış. “Yasin Hayal, Hrant Dink’i öldürmeyi planlıyor” diye. Onunla da yetinmemiş, “Bu adam McDonald’sı bombalamadan önce de öyle diyordu, yaptı. Bunu da yapar” diye uyarmış.
Ciddiye alınmamış. 12 Ekim 2006’da bu kez Ermeni asıllı vatandaşlara ve kiliselere yönelik saldırı olacağı uyarısında bulunulmuş. Sonuç? Hrant Dink öldü ya…
Yok efendim koruma istememişmiş de, uyarılan yere bakılmış, doğru çıkmamışmış da… Bu olayın bir öncesi var. Trabzon’daki sosyolojik yapı, istihbaratçı tanımıyla, “alarm veriyor.” Emekli olunca TV ekranlarının başına geçip ahkâm kesenler, görevliyken bu alarm işaretini fark etmiyorlar mı?
Cinayet işleniyor. İyi bir takip sonucu katil yakalanıyor. Cinayet öncesi uyarılara kulak tıkayan kafa, bu kez de cinayeti milliyetçi duyguları kabaran tıfıl bir gencin işi ilân edip işin içinden çıkıyor. Çete, olayın arkasındaki bağlantılar yok. Birkaç görevden alınma ile güç belâ katilin arkasındaki bağlantılar ortaya çıkarılıyor, bu kez Ogün Samast’ın telefon görüşmelerini yaptığı sim kartın kayıp olduğu ortaya çıkıyor. Sanki bu bir katilin kartı değil de muhabbet kart.
Geçmişte başbakanları ortadan kaldırmaya çalışıp, bir polis memuruna dönemin başbakanı Bülent Ecevit’i İzmir Çiğli Havaalanında vurdurmaya, Taksim meydanında tartaklamaya kalkışan, Başbakan Erdoğan’ın evinin krokilerini çıkarıp suikast hazırlığı yapan devlet içindeki çete, bu kez de Samast’ın arkasındaki bağlantılara ulaşılmasını engellemek için var gücüyle bir mücadele veriyor. Asıl kavga devletin içinde yaşanıyor.
Başbakan Erdoğan geri adım atmadığı takdirde derin devleti bir adım daha geriletmiş olacağız. Eşkiyayı başka yerde aramayın. Eşkıya dağda değil, ‘bağ’da…
05.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|