Cuma’yı Cumartesine bağlayan geceydi. Birkaç turistin tarihi keşfe çıktığı, gece yarısında kendini İstanbul’un koynuna atanların gel-gitler yaşadığı, işten çıkmış ya da işe gidenlerin hızlı ya da yavaş adımlarla ilerlediği bir saatti.
Gece 24’e doğru geliyordu. Ayasofya’dan Süleymaniye’ye doğru yürüyordum. Kendimi yalnızlık dünyasının kucağına atmış, bir Ankara’lı olarak birkaç saatliğine de olsa İstanbul’u solumak istiyordum. Hem de tam ciğerinden. Ayasofya’dan, Süleymaniye’ye doğru yürürken o meş’um soru kafamı kurcalıyordu.
Papa’nın Türkiye’yi ziyaretinde dinler arası hoşgörünün en güzel örneğini sunmuştu bu ülke.
Bir ermeni gazetecinin Hrant Dink’in cenazesinde, dinler, kültürler, tarih ve bugün arasında sevgi ve dayanışmanın en muhteşem örneğini vermişti bu şehir.
Ayasofya muhteşem bir ışıklandırmasıyla daha dünden çıkmış gibi dipdiri ve hayranlık uyandıracak asaletiyle duruyordu tam karşımda. Oradan kafamı Süleymaniye’ye doğru çevirdim. Benim İstanbul’da en çok sevdiğim mekânlardan biri olan Süleymaniye’ye.
Sanki bir şeyler itiyordu beni ona doğru. Bir gece yarısı da olsa ziyaret etmek istedim ama kapalıydı. Ben de karşısına geçip, her sütununu seyrettim uzaktan.
Süleymaniye’de bayram sabahını, dinleyicisi tek kişilik olan koroma okudum, Süleymaniye’de bir gece olarak.
Belki kapıdaki güvenlikçi farkında olmadı bunun. Habire deklanşöre basan turistin de ilgisini çekmedi, birkaç uyanık gençte oralı olmadılar, ama yorgun gönlüm hem huzur buldu hem yeni kapılar açıldı dünyamda Süleymaniye’nin önünde.
Fatihin hoşgörüsünü taşıyan Ayasofya’dan benim küçük dünyamda Kanuni’nin dinler, milletler ve kıtalar arasındaki adaletinin heybetini taşıyan Süleymaniye’den açılan o pencereden bugüne baktım.
Bizdeki milliyetçilik anlayışının Osmanlı hoşgörüsü ile doldurulmuş bir cihan şümul milliyetçilik olmadığını idrak ettim, o gece yarısı orada.
Bizdeki milliyetçiliğin tek parti zihniyetinin, Osmanlı kompleksinin, imparatorluk kıskançlığının getirdiği Cumhuriyetin dışlayıcı,”Etnik milliyetçiliği” olduğunu düşündüm.
İblisle meleği aynı bünyede taşıyan koca İstanbul’da gece yarısı tüm ayıpları, günahları bir örtü gibi kapatıp, şefkatli sinesine sardığı bir sırada peki ya güzellikleri ne olacak dünya incisi İstanbul’un diye düşündüm.
Gecenin şefkatli koynunda, gündüzü başka güzel gecesi başka güzel dedirtecek bir inci gibi duruyordu İstanbul.
Ve bu hoşgörü şehrinden karşı karşıya kaldığımız hoşgörüsüzlüklere bakarken Nihal Atsız türü bir milliyetçilik, İnönü kafasındaki bir ulusalcılığın bizi getirdiği noktaları düşünemeden edemedim. Ve bir kez daha bu şehrin her taşına damgasını vuran Fatih’in Fermanındaki bir anlayışa ihtiyacımız olduğunu düşündüm. Dinlere, milletlere, ırklara, kavimlere, kıtalara o muhteşem bakış olmasa bir cihan imparatorluğu kurulabilir miydi? Bu sakat zihniyet olmasa koskoca bir devletin ömrü bölünme sendromları, ayaklanma korkuları, darbeler, darağaçları, katiller ve kurşunlarla geçer miydi?
Bir ülke düşünün ki 1960’la ‘80 arası kendi çocuklarını kurşunlamakla geçmiş, ‘80’le 2000 arası kendi topraklarını bombalamakla yitip gitmiş.
Belki Eminönü’nden, Sirkeci’den, Sultan Ahmet’e, oradan Bayazıt’a uzanan gece yarısı dolaşmalarım beni sürükledi buralara. Belki de Gülhane Parkına bakan otelimin penceresinden bakıp düşündüklerim.
Ama sanki yanlışı görerek yavaş yavaş silkinen bir ülke vardı karşımda. Dinlerinden dolayı kendi vatandaşlarını öldürmenin milliyetçilik olmadığını, Türküyle Kürdünü bir arada yaşatamadığı sürece, bir şey elde edilemeyeceğinin idrak edilmeye başlandığını düşündüm.
Çokça kapısını çaldığımız sağduyu sanki bir yerlerden gelmeye başlamış gibiydi.
Umutlandım, heyecanlandım. İstanbul’un bağrında sadece tarihi yaşatmadığına inanan birisi olarak, Türkiye’nin artık Ankara olarak dayatılan bu resmi ideolojinin başarısızlıklar, bölünmeler, katiller, gerginlikler, krizler üretmekten başka bir işe yaramadığını farkedip, tarihin eteklerinden yapışıp İstanbul ruhuna doğru bir arayışa yöneldiğini hissettim.
Belki benim dünyamda açılan bir pencereydi bu ama şurası kesindi ki, Ankara’nın şahsında oluşan ideoloji bir çıkmaz sokağa girmiş, insanlar yavaş yavaş kompartımanları terketmeye başlamıştı.
Yağmurun sicim gibi yağdığı bir ikindi saatinden, Fatih Köprüsünden bir silüet gibi görünen Boğaziçine bakarken, ruhumu tatile çıkardım.
Her yalıya konan, ışıkları yakıp boğazın sularında dolaşan her gemiye binen ve her daim genç kalan korulardan geçip, asırlık çınarlardan dünyayı seyreden bir tatile...
01.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|