Gideriz, Nur yolunda gideriz…
“Geçecek seferi nihayet bitiririz ama Sonunda
bitip tükenmeyecek bir sefer gelecektir.”
Revan olmak önemli ve yola koyulmak… Her adımın öncesine sığdırdığımız ne kadar hayal varsa, sonrasında da o kadar gerçek... Başlamak, karar vermek ve adım atmak… Sınamaya ve sınanmaya doğru bir hamle… İnsan sınanmaktadır; yol, sınamadır; yoldaşımız da… Ağlayarak başlar imtihanımız… Ağlayarak başlarız yolculuğa…
Ne, yolun ne kadar uzun olduğunu biliriz, ne de ne kadar zaman yürümemiz gerektiğini. Varacağımız yer ise, niçin yola çıktığımıza ve şu anda nasıl yürüdüğümüze göre değişir. Zira “Herkesin hicreti niyet ettiğinedir” ve yürüyüşümüzün şekli de niyetimize göre değişir. Gerçekler, bazen set olurken önümüzde, bazen hayallerimiz tutar ellerimizden, tasarlayamadıklarımız oluverir. Bazen yola düşmek, umut olurken; bazen yolda kalmak korkusuyla umutsuzluğumuz olur. Umutsuzluk tümsek işlevi görüp, düşürmek ve hayallerimizi kesmek için ayağımıza takılırken, atacağımız tek bir adım yolumuz olur.
Peki nereye gider bu sınav? Bazen göre göre ışığa, bazen ise köre(le) köre(le) karanlığa! Kimileri küçücük bir ışık süzmesinin ellerine tutunarak aydınlığı adımlar. Zekâsı, ilmi ve sarsılmaz hakikatleri, imkânlarından kat kat ileride olan nice insan, kendilerine sunulan fırsatları kullanmayı görev addederek, ışık huzmesinin membaına ulaşırken, kimileri de kendini bu imkândan mahrum bırakıp sıkıştırıldıkları daracık alanlarda münzevi bir hayat yaşamaktadırlar. Halbuki yola gönüllü olmak demek, kat edeceğin mesafenin omzuna yükleyeceği yükün altında ezilmemeyi, o yükü kenara bırakabilmeyi bilmekte gizlidir. Zira ‘Bulanlar arayanlardır’ ümidini fısıldayan bir ses vardır. “Ara ve bul” diye dileyen, “Oku” diye emreden, seni yola koyan Bir’i diler, işini yoluna koyup yola koyulmanı.
Ezelle ebed arasında öyle geniş ve uzun bir deveranda açarız ki kanatlarımızı, büyüdükçe büyür sınırlarımız… Rahm-ı maderden dünya sahasına düştüğümüz an arar birini gözlerimiz. Bir “eve” doğuştan başka bir şey midir ki dünyaya gelişimiz? Evimiz, hol, salon, oturma odası dar gelir kabımıza, büyüdükçe ufkumuz. Pencerelere koşarız. Pencerelerden kapılara uzanan bakışlar uzar gider ara sokaklara… Evimizin kalbimizi saran kolları bırakır bizi yavaş yavaş… Eve dönüşler gecikirken, dışarıda kaldırımlarda arşınlanan taşlar, oyalayan doyuran şeyler haline bürünür. Ne yol tükenmek bilir, ne bir insan görünür… Beden sürüklendikçe, yavaşça akar zaman, koynunda sızıyla can, gölge gibi sürünür… Ve zamanla yollarda birer ‘ben’ toplarız. Başkalarını parçalar, “ben” kavramının içini onlarla doldururuz. Her yola çıkışta bize yani ‘ben’e biraz başkası kalır.
Yolculuk; zamanla aranan şeyden çok ‘arama’nın kendisi olur. Ne ‘burada’, ne ‘orada’ olmak ve kalmaktır. Sadece ikisinin arasında kalmaktır. Ömrümüzün hangi yaşını yürüyorsak yürüyelim, hayat; sonu, asla yürüyenleri tarafından bilinmeyen, hep uzaklardaymış gibi görünen bir yol gibi uzar gider ufka doğru. “Bunca kalabalığa, gürültüye rağmen bazen kendi adımlarımızın sesinden başka sesi duymaz, kendimizden başka bir canlının nefesini işitmeyiz yeryüzünde!”
Velhâsıl yolculuğa; ‘insan’ doğmakla başlarız, ‘insan’ olmak ve ‘kalmak’ üzere… Yürümek, hareket etmenin üzerinde insan kalmaya ulaştıran bir şeydir. “Yola düşer insan, düşer içinden içine doğru. Anlar insan ‘derin bir nefestir’ encamı hayatın. Anlar kemali olmaz zevâli olanın.” Gün gelir vurur kapıyı ayrılık ve çeker kalbine doğru toprağın. Yol bitmez ve yolculuk da... Ölüm, sonlanmayan durak, şaka yapar insana… Biter(miş) gibi yapar yolcuya…
Ve yaşlı bir adamın dökülür dudaklarından bir fısıltı yolcuya:
“Evlat! Bırak, deniz aksın, dalgaları kıracağım diye uğraşma, bırak essin rüzgâr, rüzgârı durduramazsın, yolu yaşa. Hemen varmak isteme menziline, beklemek erdirir insanı yerin sırlarına… Delikanlı! Sakallarıma, gözlerimin altındaki morluklara, bükülen belime, daralan nefesime, kesilen sesime bir daha bak! Ve sakın bu yoldan ilk geçenin sen olduğunu düşünme!”
Hakikate tutunmak sûretiyle, hakikî insanlar olma çabamız adına yolda olmak niyetiyle…
Hayırlı yolculuklar!
|
Hilal ÇORBACIOĞLU
01.02.2007
|
|
Irak’ta yapılan her şey “7 kız kardeş” için (3)
Dünden devam
30 yılık Kıbrıs sorunu ortada
dururken Kerkük macerasına hayır
Türk askeri ve AKP hükümeti, Irak savaşı öncesinde ve savaş esnasında büyük ortağın kendilerinden beklediği görevleri yerine getirmedi. Bu gerilim kamuoyuna tezkere tartışmaları ya da para pazarlığı biçiminde yansıtılmış olsa da, derinde yatan esas sebep şüphesiz Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması konusudur. Bu konuda, başta Genelkurmay olmak üzere Türkiye’deki geleneksel iktidar odağının ABD planıyla uyuşması mümkün gözükmüyor. Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletinin, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşayan Kürt halkı için de bir örnek teşkil edeceği düşüncesi Türk asker ve sivil bürokrasisi için ezelî ve ebedî bir korku kaynağıdır ve bu korku devam etmektedir. DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın PKK’ya yönelik sarfettiği, “Dağda silah ile gezeceklerine düz ovada siyaset yapsınlar” çıkışı ezberleri bozmakla birlikte geleneksel iktidar sahiplerini ciddi bir şekilde rahatsız etti. Fakat uzun süredir globalleşmeyi savunan Türk büyük sermaye çevreleri ise, önlerinde engel oluşturduğunu düşündükleri Kıbrıs ve Güneydoğu’da yaşanan terör sorununda geleneksel devlet güçlerinin resmi tezlerinden farklı düşünmeye başladı. Ağar’a bu çevrelerden önemli destek geldi. Zaten daha önce TÜSİAD’ın hazırlattığı “Doğu Raporu” bu farklı düşüncenin bir uzantısıdır. Kıbrıs meselesi konusunda da bu çevrelerin geleneksel tutumu değişmiştir. Sadece Ankara Ticaret Odası’nın görüşlerinde değişiklik yoktur. Diğer sermaye grupları önceki yıllara göre büyük ölçüde görüş değiştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak tarihi boyunca, dindar insanlara, komünistlere ve Kürtlere karşı resmi devlet ideolojisi Kemalizmin gereği olarak çok katı ve sert bakmaktadır. Devletin bu tutumunun Türkiye’nin dışa açılma sürecini baltalayan bir unsur haline geldiği, BM ve AB gibi uluslararası birliklerin raporlarında açıkça dile getirilmektedir.
Son günlerde tartışma konusu haline gelen Kerkük’e Türk askerinin girmesi meselesi de bu çerçevede değerlendirilebilir. Irak Savaşı döneminde Türkiye’de generaller, ABD’nin memnuniyetsizliğine aldırmaksızın Kuzey Irak’a yönelik bağımsız tavırlar sergilemeye çalıştılar. Halbuki Türk askeri, NATO üyeliğimiz sebebiyle ABD başta olmak üzere Batılı güçlerle yakın işbirliği içinde bir ölçüde de bağımlıdır. Fakat Türkiye’nin stratejik konumunun artık vazgeçilmez olduğu düşüncesinden hareketle, haklı olarak ABD’ye kafa tutma eğilimi içine girdiler. Böylece, ABD-Türkiye ilişkileri giderek bozuldu. Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına ABD askerleri tarafından çuval geçirilmesi karşılıklı restleşmeler... Bunun sonrasında ABD işgali altındaki Irak topraklarının kuzeyinden Türkiye’ye yönelen PKK törürü... Bunun peşinden gerçekleşen koordinatörlük atamaları ve hâlâ PKK terörünün durmamış olması, işlerin düzelmediğini aksine Kerkük meselesi yüzünden her an kopabileceğini ortaya koyuyor.
ABD’nin Ortadoğu benzeri bölgelerde, Türkiye ya da İran gibi bölgede nufuz ve etki potansiyeli taşıyan ülkelerin kendi başlarına işler çevirmesine asla tahammülü yoktur. Bu sebeple bugün ABD yönetiminin gözü Türkiye ve İran’ın üzerindedir. Türkiye’de geleneksel milliyetçi devlet güçlerinin Kıbrıs ve Kürt sorununda TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinin siyasi çözüm önerilerini kaale almaksızın bildiğini okumaya devam etmesi, çok uzun bir süredir Türkiye siyasî hayatını kilitliyor. Aslında başlangıçta büyük iş çevreleri tarafından da memnuniyetle karşılanan AKP hükümetinin çok kısa vadede yıpranmasının esaslı nedeni de bu sebebe bağlanabilir. Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır açılımının ardının gelmemesi bu çerçevede değerlendirilmeli. Bu sorun çözümlenmediği sürece, büyük burjuvazinin AB ve ABD nezdinde Türkiye’ye kazandırmak istediği ekonomik önemin ve stratejik rolün pekiştirilmesi de mümkün olmayacaktır.
Bunun en çarpıcı örneklerinden birini, Türkiye’nin enerji yolları bakımından taşıdığı önemin şimdi tartışmalı bir duruma sürüklenmesi oluşturuyor. ABD nasıl ki Irak Savaşı sırasında, aslında Türkiye’siz de işlerini pekâlâ yürütebileceğini göstermek üzere bir “B” planını yürürlüğe koymuşsa, enerji yolları konusunda da Türkiye’nin öneminin artık azalmakta olduğunu ispatlamaya yönelik alternatif planlar üzerinde çalışmaktadır. Örneğin, Kuzey Irak’ta kurulması muhtemel bir Kürt devletiyle, yine Türkiye’nin burnunun dibinde yer alan Ermenistan arasında Türk devletinin enerji politikalarına alternatif yeni yollar oluşturma çabaları vardır. Buna ek olarak, Kıbrıs’ın AB kontrolüne geçmiş olması nedeniyle Türk askeri gücünün artık Akdeniz’de etkisini kaybedeceği yönünde fikirler de dile getirilmektedir.
Irak savaşı öncesinde Ankara Koalisyon güçlerine bağlı askeri birliklerin Türkiye topraklarından geçişine izin vermezken, Kürtlerin Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurmasını engellemek amacıyla Türk birliklerini her an bölgeye sevk edebileceği mesajını vermişti. Bu mesaj bugün tartışılmaya başlanan Kerkük meselesinde yine tekrar ediliyor. Bana göre Türkiye’nin böyle bir maceraya girme lüksü yok. 1974’te girdiğimiz Kıbrıs’tan hâlâ çıkamadık. Üstelik Kıbrıs konusunda bizim uluslar arası haklı gerekçelerimiz vardı. 1959 yılında imzalanan Londra ve Zürih Anlaşmalarında Türkiye grantör devletti. Ama aynı durum Kuzey Irak-Kerkük için geçerli değil. Lozan Anlaşmasındaki bu bölge ile ilgili haklarımızı 1926 yılında petrol gelirlerinden yüzde 10’luk pay karşılığında İngiltere’ye bıraktık. Bu hakkımızı da alamadık ama aradan geçen 80 yıla rağmen çıkıp şimdi hak iddia etmemiz gerçekçi bulunmaycaktır.
Irak’taki yeni yapılanmada şimdi Kuzey Irak’taki Kürt gruplarını “stratejik ortak” olarak yanına alan ABD yetkilileri, Türkiye’ye aba altından sopa göstermekte. Irak Savaşı öncesinde ABD’nin stratejik ortağı olmakla övünen ve ABD askeri güçlerinin Türkiye’deki Amerikan üslerinde rahat rahat savaş hazırlığı yürütmesi için her türlü kolaylığı sağlayan yetkililerimiz “stratejik ortaklarından” fena bir darbe yemenin şaşkınlığı içindeler.
Bir yandan AB ile bozulan ilişkiler, (AB en son 8 başlıkta müzakereleri durdurduğunu açıkladı) öte yandan Sam Amcanın arkası gelmeyen tehditleri nedeniyle Türkiye bir içe kapanma sürecine itilmeye çalışılıyor. Bu ortamda tutucu devlet güçleri, Cumhurbaşkanlığı seçimini de bahane ederek içte siyasal tansiyonu yükseltmenin yollarını arıyor. AKP hükümetiyle geleneksel devlet güçleri arasındaki ilişkiler zaman zaman her an büyük bir siyasal krizi patlatacak ölçüde gerginleşiyor, hemen arkasından hükümetin geri adım atmasıyla gerginlik yerini sükûnete bırakıyor. Kendisinden önceki benzer partilerin iktidardan düşürülmesi ve kapatılması örneklerini hatırlayan AKP kurmayları tansiyonu düşürmek için tavizler veriyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras aldığı devlet yapılanmasındaki asker ve sivil büyük bürokrasinin ağırlığı hâlâ kendini fazlasıyla hissettiriyor.
Türkiye AB’ye girmeyi başarırsa istikrarlı ve kalıcı bir demokrasi dönemi açılabilir. Tanzimattan bu yana, Batı’ya yönelen Osmanlı’dan miras kalan demokrasimiz geleneksel Mehter Marşında olduğu gibi bir adım ileri, iki adım geri biçiminde bir tempoya sahiptir. Hükümet koltuğuna oturduğunda AB’ye katılım doğrultusunda “demokratikleşme” paketlerini Meclisten kolayca geçireceği izlenimini veren AKP hükümetinin rengi de kısa sürede değişti ve kendisinden önce gelen hükümetlere benzedi.
Laiklik bayrağı altında toparlanan geleneksel devlet güçleri, içte baskıları artırmak üzere hükümetin İslâmî kimliğini bahane ederek onu iyice köşeye sıkıştırmaya ve AB kriterleri doğrultusunda çıkartılan “uyum yasaları”nı geri döndürmeye, pratikte işlemez hale getirmeye kararlı gözüküyor.
Önümüzdeki süreçte Irak’ta ya da diğer Arap ülkelerinde olaylar nasıl gelişir, bunu önceden tam olarak bilemeyiz. Fakat Afganistan’da ya da Irak’ta yaşanan acı tablolardan ders çıkararak uyanık olmak durumundayız. Türkiye Kerkük-Musul macerasına girerek, AB yolunu kapatmamalı. Her şeye ve bütün zorluklarına rağmen AB üyeliğini gerçekleştirmeli. Çünkü insanca bir hayat için demokrasiden başka yol gözükmüyor.
-Son-
|
Mustafa GÖKMEN
01.02.2007
|
|
İnsanlık namına
Hayat öyle garip ki… Ve o gariplik içinde her birimiz küçücük, zayıf, âciz birer varlığız. Bazen ufak bir kederle sarsılıp dünyanın başımıza yıkıldığını zannediyoruz. Bazen de küçük bir sevinç ile dünyalar bizim oluyor. Bazen öyle yabancı geliyor ki her şey, kendimize bile yabancı oluyoruz. Biz geleceğe dair planlar yaparken hayat bazen öyle farklı yerlere sürüklüyor ki bizi, “Ama yaşamak istediklerim bunlar değildi” diyoruz. Yüzlerce insanla tanışıyoruz hayatımız boyunca. Hepsinin hikâyesi birbirinden farklı olsa da, hepsini anlıyoruz. Zira aynı dünyayı paylaşan, aynı gemide seyahat eden yolcularız.
Kitaplar okuyoruz, filmler seyrediyoruz. Hepsinde bir parça kendimizden bir şeyler buluyoruz. Kendimize çok benzettiğimiz karakterler olabiliyor. “Tıpkı benim gibi” diyebiliyoruz. “Bu tam benim düşüncelerimi ifade ediyor, bunu ben yazmalıydım” diyebiliyoruz.
Efsânevî karakterlerin yaşadıkları devirlerde gezinirken, bir parça Mevlânâ oluyoruz, bir parça Yunus. Kimi zaman zindandaki Yusuf, kimi zaman çöldeki Leylâ. İsimler ve yaşanılan devirler farklı olsa da, insan her yerde ve her zamanda insan. Tüm duygularıyla, hissettikleriyle, acılarıyla, kederleriyle, sevinçleriyle insan.
İnsan, öyle fakir ki… Her istediğini elde edemiyor. Bazen bir ömür boyu koşuyor tek bir hedefe ulaşabilmek için. İstekleri sınırsız, sonsuz… Elde edebildikleri ise öyle az ki...
İnsan öyle bir muamma ki… Bazen kendi kendimizi bile çözemiyoruz. Ne kadar bilsek de hâlâ bilmediğimiz ve anlam veremediğimiz çok şeyler var. Bizim gücümüzün yetmediği, aklımız ermediği işleri bir bilen ve idare eden var. Bizim kararlarımızın geçmediği, arş-ı âlâdan gelen yüce bir karar var.
İnsan öyle dertlere ve hastalıklara muzdarip ki… Hz. Eyyüb’den (as) bin kat daha yaralı. Hadsiz acılara, illetlere müptelâ. İnsan çoğu zaman görmüyor bu halini. İllâ ki gözle görülür bir hastalığı olmadan göremiyor mânevî hastalıklarını. Bunun daha büyük bir hastalık olduğunu bilmiyoruz ya da unutuyoruz çoğu zaman. “Dış içe, iç dışa bir çevrilebilsek”.
İnsan öyle çaresiz ki… Hz. Yunus’un (as), balığın karnında kalmasından daha vahim, dehşetli, çaresiz bir haldeyiz. Gecenin karanlığında, denizin dağdağasında, havanın fırtınalı olduğu bir zamanda; yani bütün şartların aleyhine ve kurtulma ümidinin bittiği bir anda Yunus’u (as) kurtaran bir çare varsa, elbet bizim için de vardır. Öyle bir karanlık içindeyiz ki, önümüzü göremiyoruz. Sayısız tehlikeler içerisindeyiz. Ve her an ölebiliriz. Öyleyse Yunusvârî bir şekilde o kurtuluş çaresini aramalı, bulmalı ve Ona sığınmalıyız.
İnsan öyle cahil ki… Yıllarca okuyarak, eğitim alarak elde ettiği bilgilerle bir bal arısına ya da sineğe bile yetişemiyor. İnsan yüzyıllarca düşündü, araştırdı olup bitenlerin nasıl’ını bulabilmek için. Kuşlar uçarken, insan onların nasıl uçtuğunu ve uçmanın yollarını araştırdı. Yağmur her zaman yağarken, insan onun nasıl yağdığını araştırdı. Rüzgârların nasıl oluştuğunu, dağları, dünyayı ve diğer gezegenleri hep merak etti ve öğrenmeye çalıştı insan. Meraklı bir gezgindi insan. İnsanı diğer varlıklardan farklı kılan bir özellik de buydu zaten. Her varlığın yaptığı ve çok iyi bildiği, o konuda ihtisas sahibi olduğu bir görevi vardı. Bunlar insanın yapamayacağı ve insanın hizmetine sunulan görevlerdi. Havadaki oksijen insanın nefes almasını sağlıyordu. İnek süt veriyor, tavuk yumurta veriyordu. Bütün şartlar insanın rahat etmesi için ve hayatına kolaylıkla devam edebilmesi içindi.
Tüm bu şartlar ve insana yapılan yatırımlar ne içindi? Her şeyi insan için yaratan, onu kâinatın en şereflisi yapan Zât insandan sadece O’nu tanımasını istedi. Kendini tanıtmak ve sevdirmek istedi. İkramlarıyla şefkatini merhametini, yüceliğini, keremini gösterdi. Sınırlı kabiliyetlerimizle, aklımızla sınırlı olarak yaşadığımız ve bir süre konaklayacağımız bu menzilde Onu şimdilik sıfatlarıyla görmemizi, tanımamızı, bilmemizi istedi. İnsan olan her insanın insanlık nâmına bunu yapması gerekmez mi?
Ve insan olmak…Aslında öyle güzel ki.. Ama yaradılışın hikmetini, kâinatın sırlarını çözebilenlere. Bu da ancak ve ancak sarsılmaz bir iman ile mümkün. İmanı elde eden insan için bütün karanlıklar iman ile aydınlık yola dönüşür. Tüm dertlerinin bir çaresi vardır. Tüm zorluklar ona kolaydır. “Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.”
|
Mehtap YILDIRIM
01.02.2007
|
|
İstismar
Arapça asıllı olan “semere” sözcüğü, sözlüklerimizde “meyve, yemiş, mahsul, verim ve netice” olarak açıklanır. Çoğulu ise “meyveler, kârlar, menfaatler, faydalar” anlamlarına gelen “semerât”tır. Aynı sözcükten türetilen “istismar” ise “menfaatine âlet etmek, işletmek, kıymetlendirmek ve sömürmek” mânâlarını ifade eder.
İstismar, kötü emel ve maksatların devreye sokulmasıdır.
İstismar, asıl maksadın gizlenmesi ve hedefin saptırılmasıdır.
İstismar, nişan noktası olarak belirtilen hedef tahtasının arkasındaki bir nesneye ateş edilmesidir.
İstismar, erdemliğin devre dışı bırakılması ve sağır dövüşü rolüne girilmesidir.
İstismar, yüce değerlerin basit menfaatlere âlet edilmesidir.
İstismar, temiz duyguların sömürülmesi ve acındırma edebiyatının yapılmasıdır.
İstismarın tarif ve tavsifiyle ilgili liste uzatılabilir. Ancak bu açıklamalarla yetinerek istismarın faaliyet alanıyla ilgili bazı örnekleri—sizlerle birlikte—tespit etmeye çalışalım:
Örneğin; kimi istismarcılar, muhatabın bir takım zaaflarını not ederek onlar üzerinden prim elde etmeye çalışır. Asıl maksadı vatandaşın geri kalmasını sağlamak olduğu halde bu maksadını gizleyip saf insanların safiyetinden yararlanarak bir takım kişi ya da kişilerin giyim-kuşamını, saç-sakalını ve fizikî yönlerini nazara vererek tenkit etmeye; bunun bir ‘dinsizlik’ olduğunu işlemeye gayret eder; muhatabın bu yönünden yararlanarak saltanatını sürdürmeye çalışır.
Kimi istismarcılar da, asıl maksat ve gayesi din ve dinî değerlere saldırı olduğu halde bunu gizler. Dindar gibi görünen bazı cahillerin bir takım hareketlerini diline dolayarak dindar taslağı olan insan üzerinden dine ateş eder. Asıl hedefi din ve maneviyat olduğu halde bunu saklar; bir takım sahte ve cahil insanlar üzerinden asıl hedefine saldırır.
Oysa dünyanın hiç bir yerinde bireylerin hareketleri bahane edilerek kurumlara saldırılmaz. Kurumun kendi ilke ve prensipleri incelenir ve bunlar değerlendirmeye tabi tutulur. Bir gazetecinin, bir yazarın, bir fırıncının ya da herhangi bir meslek erbabının bir yanlışı bütün gazeteci, yazar, fırıncı veya meslektaşlarına mal edilemeyeceği gibi; bir sahtekâr hacı ya da şeyhin yanlışları da dine mal edilemez.
Fakat ne hikmetse herhangi bir dinci taslağının ufak ya da büyük bir yanlışını gördüğümüzde mutlaka onun üzerinden bütün dinî kurumlara karşı saldırıya geçeriz. Öyle ya nasıl olsa boş ve sahipsiz bir alan... Ayrıca, bir sürü din istismarcısı örneği görmek de mümkün olduğuna göre: “Ateş serbest!”
Dinin ve dinî duyguların istismar edilmesi, basamak haline getirilmesi ve bu ulvî değerler üzerinden menfaat sağlanması ne kadar yanlışsa; dinî değerlere saldırı ile prim yapmaya çalışılması da o derece yanlıştır.
Başka bir ifadeyle, dinin siyasete ve günlük politikaya âlet edilmesi yanlış olduğu gibi; siyasetin dinsizliğe âlet edilmesi de hoş karşılanamaz.
Din umumun malıdır. Herkes tarafından korunması ve kollanması gerekir. Bu tür önemli kurumların zaafa uğratılması herkese zarar verir. Dinî ilkeler içerisinde herkesin hakkı-hukuku yer alır. Hatta bütün yaratıkların mutlulukları gerçek dinde saklıdır. Din, kimsenin tekelinde olmadığı gibi; herkesin yaylım ateşine tutabileceği ve desteksiz saldıracağı boş bir alan da değildir. Din bezirgânlığı da; dinsizlik bezirgânlığı da istismardır ve yanlıştır.
Karşılıklı toplumsal ve bireysel saygının sağlandığı bir dünya dileğiyle....
|
Y.Doç. Dr. Cüneyt GÖKÇE
01.02.2007
|