Başta aklımız olmak üzere kalbimiz ve vicdanımız; şu muhteşem san'at eseri olan kâinatın Yaratıcısının varlık ve birliğini tasdik eder. Aklın işi delil üzere hareket etmek iken, vicdan herhangi bir delile ihtiyaç duymaksızın gerçeği bulur, kabul eder.
Varlığın sonradan yaratılması esasına dayanan hudûs delilini geliştiren kelâm âlimleri şöyle demişlerdir: Bu âlem, şekli, sûreti ve maddesiyle hâdistir/sonradan varolmuştur. Her hâdis (sonradan varolan), mutlaka bir muhdise (mucide, var ediciye) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da yüce Allah’tır.
Bu delili, ilmî gelişmeler perspektifinden değerlendirirsek: Hâdis-hudûs sonradan olan, değişen, yeni oluşan şey demektir. Varlığın san'atlı olduğunu da görüyoruz. Zâten ilim adamları; kâinatın “big-bang” denilen, bir özün, çekirdeğin (nasıl anlayacak isek) patlaması ile vücûd bulmaya başladığını, dolayısıyla son bulacağını ilmen de tesbit etmiş bulunmaktadırlar.
Madde, dolayısıyla âlem değişkendir. Değişen her şey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezelî olamaz. Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin sür'atle tükenişe doğru yol alması gibi olaylar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor.
Diğer taraftan sebep-sonuç prensibince, sebepsiz bir netice, san'atkârsız bir san'at olmadığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Sebepler, mantiken zincirleme devam edip sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezelî olmayıp sonradan oluşan ve bir ilk sebebe muhtaç olan şu madde dünyasının da bir yaratıcısı olması gerekir, o da Allah’tır.
Özetlersek; fizik gibi ilimlerin tasdikiyle de kâinat yoktu, sonradan var edildi. Şu halde ezelî olan, yani, başlangıcı olmayan bir var ediciye; yani, varlığı ve yokluğu kendinden olmayan, kâinatın varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyaç zaruridir. O mucidin de, varlığının kendinden olması, başkasına muhtaç olmaması, yani Vâcibu’l-vücud olması gerekir.
09.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|