Türkiye’de demokratikleşme sürecini en çok zorlayan sebeplerden birinin yargıya hakim olan zihniyet olduğu hep söyleniyor.
Ve bu noktanın altını çizen eleştirilerde, söz konusu zihniyetin öre çıkan belirleyici karakteri “bireyi değil, devleti korumayı öngören bir yaklaşımı esas alması” olarak ifade ediliyor.
Korunmak istenen “devlet” ise resmî ideolojisiyle ve bu ideoloji etrafında kümelenen kadrolarıyla topyekûn bir yapıyı içine alıyor.
Yegâne görevi, hiçbir tesir altında kalmadan sadece ve sadece adaleti tecellî ettirmek olan yargının böyle bir misyonu üstlenmiş olması, başlı başına bir vahamet tablosu oluşturuyor
Zira bu durum, her vesileyle adaletin devlete, resmî ideolojisine ve bu çerçevede yapılanan kurumlarıyla kadrolarına kurban edilmesi gibi bir netice veriyor.
Bunun çok tipik ve son derece hazin örneklerini, tahripkâr ve yıkıcı sonuçlarını hâlâ yaşamakta olduğumuz 28 Şubat sürecinde hep birlikte görmedik mi?
O dönemde ayyuka çıkan mâlûm haksızlıkları eleştirdiğimiz ve bu çerçevede 17 Ağustos depremini “İlâhî ikaz” olarak yorumladığımız için DGM’ler ve Yargıtay eliyle maruz kaldığımız baskıları herkes yakînen biliyor.
O zaman hakkımızda DGM’lerden peş peşe çıkan 312 mahkûmiyetlerini adeta otomatiğe bağlanmışçasına tasdik eden Yargıtay 8. Ceza Dairesinin—yaklaşık dört yıldır emekli olan—eski Başkanı, yeni çıkan bir yazısında zihniyet yapısını bir defa daha ele veriyor.
Yazısında laik rejimin Cumhuriyet tarihinde eşine rastlanmayacak boyutta bir saldırı ile karşı karşıya olduğunu iddia eden Naci Ünver, “AB’nin başlattığı Kemalizmi (Atatürkçülüğü) etkisizleştirme girişimleri laiklik karşıtlarının elini rahatlatmaktadır” diyor.
Ve CHP’nin başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin temel değerleriyle ülkenin ulusal çıkarlarını savunduğu için karalama, yıpratma ve sansürleme çabalarının hedefi olduğunu öne sürüyor (Cumhuriyet, 5.2.07).
Olaylara bakış açısı olan bir kişinin Yeni Asya’yı mahkûm etmesinde şaşılacak birşey yok. Ama böyle bir yaklaşımın, adalet dağıtmakla görevli bir kurumda etkin konuma gelmesi gerçekten hayıflanılacak bir durum.
Aynı zatın üç yıl kadar önce çıkan bir başka yazısında “hukukçu” kimliğiyle yaptığı yorum ise, ilginç bir bütünlük oluşturuyor.
Bu değerlendirmesinde, ceza kanunundaki suç tanımlarının kişisel yorumlara meydan bırakmayacak kadar açık, anlaşılır ve kesin olması zorunluluğunu belirterek, “Aksi yaklaşım ‘hukuka göre adalet değil, ‘döneme göre adalet’ olgusunu gündeme getirir” ifadesini kullanmıştı Naci Ünver (Cumhuriyet, 14.7.04).
Nitekim laik rejimin tehdit altında olduğu iddiasıyla, iktidar partisini ve AB’yi yerden yere vururken CHP’yi öven bir yüksek yargı memuru olarak verdiği o kararlar, “döneme göre adalet” anlayışının çok tipik örnekleri değil miydi?
Elbette bir hakimin de kişisel olarak siyasî görüşleri olabilir. Ancak buradaki sorun, bu görüşlerin, görevdeyken verdiği kararların oluşmasını da ciddî şekilde etkilediği kuşkusu.
Çünkü o kararların başkaca bir açıklaması yok ve olamaz.
09.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|