Dink cinayeti sonrasında katil zanlısının, olaydan 32 saat sonra yakalanması ve azmettirici olmakla suçlanan başta olmak üzere irtibatlı olduğu bazı kişilerin ele geçirilmesi, kimi zihinleri işin sür’atle çözüleceği gibi bir kanaate götürmüş müydü bilmiyoruz.
Ama önceki tecrübeleri unutmayan toplumsal hafızanın beslediği kollektif bilinçte, yakalananların “maşa” olmaktan öte bir işlevi bulunmadığı ve asıl olanın, bunları yönlendiren ve kullanan mihrakları ortaya çıkarıp etkisiz kılmak olduğu yönünde ortak bir bir görüşün mevcut olduğunu bilmekteyiz.
Varlığından kuşku duyulmayan söz konusu mihrakların haricî bağlantıları da, aydınlatılamasalar bile sıklıkla dile getirilmekte.
Ancak zihinleri kurcalayan asıl düğüm, bu mihrakların içerideki, özellikle de “derin devlet” katmanlarındaki irtibat ve ihtilâtları.
“Derin devlet”i “kurumlardaki çeteleşme” diye tanımlayan Başbakan, devletin yasama, yürütme ve yargı olarak üç koldan bunların üzerine gitmesi gerektiğini ifade ediyor.
Sonra da, kendisiyle ilgili bazı olumsuz mahkeme kararlarına atıf yaparak, yargının çifte standart eleştirilerine konu olan mâlûm tavrına sözü getiriyor ve bunu “kadrolaşma” vâkıasıyla açıklıyor.
Böylece, devletteki çeteleşmeye karşı verilecek mücadelenin yargı ayağında, söz konusu bu kadrolaşma sebebiyle sonuç almanın mümkün olmadığı imasında mı bulunuyor?
Başbakanın konuyu bu tarzda gündeme getirmesinde, bağlam, bütünlük ve tutarlılık bakımından önemli boşluk ve sorunlar var.
Meselâ, yasama ve yürütme olarak üzerlerine düşeni tam mânâsıyla yerine getirdikleri söylenebilir mi? Kadrolaşma dahil, yargıda şikâyetçi olunan hususları düzeltme noktasında Meclis ve hükümet dört yıldır ne yaptı?
90’lı yıllarda görev yapmış CHP’li adalet bakanlarından biri, yargıda açtıkları kadroları kendi elemanlarıyla doldurduklarını çok açık bir dille ve göğsünü gere gere ilân etmişti.
Muhaliflerinin “Kadrolaşıyorlar” diye köşeye sıkıştırıp iş yapamaz hale getirdiği, kendi tabanının ise tam tersine “kadrolaşamama”sından şikâyetçi olduğu AKP’nin hiç dokunamadığı alanlardan biri de herhalde bu.
Gerçi hükümetin yüksek yargıya, özellikle Anayasa Mahkemesine yönelik bir kadro tasarrufunda bulunması, yürürlükteki anayasa gereği zaten mümkün değil. Ama yasama organında anayasayı değiştirebilecek sayıya çok yakın bir ekseriyetle iktidar olan AKP bu düzenlemeyi de değiştirebilirdi, yapamadı.
Dahası, Şemdinli iddianamesini hazırlayan Van Savcısının, Adalet Bakanının baskısı altında olmakla eleştirilen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca apar topar meslekten ihracında olduğu gibi, tam tersi işler yaptı.
Başbakanın yargıya yönelik eleştirileri, bunlar da dikkate alınarak değerlendirilmeli.
Ancak tüm bunların ötesinde, özellikle 28 Şubat sürecinde ortaya çıkan profille birlikte düşünüldüğünde, yargının son derece ciddî bir zihniyet sorunuyla mâlûl olduğu da bir vâkıa. Ve Başbakan bu noktada çok haklı.
Bu zihniyetin en büyük kurbanı ise adalet.
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|