|
|
Davut ŞAHİN |
Dündar’ın intikamı mı? |
|
Haberi Milliyet’ten okuyunca beynimde şimşekler çaktı.
Başlıkta şöyle yazıyordu:
“Sorumlu din öğretmeni”
Malum çocuk yuvasındaki “bakıcı anne” skandalı hem CNN Türk’te, hem de Kanal D’de ekrana gelmiş, diğer ana haber bültenleri de ekrana getirmişti.
Ama haberde tek bir kez sözü geçmeyen bir kişinin, gazetede başlıkta ne aradığını merak ettim.
“Acaba Uğur Dündar, ‘yalan haber’in intikamını mı alıyor?” diye düşünmeden edemedim.
Çünkü “din öğretmeni”nin çocuklara karşı herhangi kötü bir davranış içinde olduğunu gösteren tek bir kare veya fotoğraf yok.
Peki, bu başlık niye atıldı?
Milliyet’teki haber aynen şöyle:
“Uğur Dündar yönetimindeki Arena ekibinin ortaya çıkardığı İstanbul’un en büyük çocuk yuvalarından birindeki ‘bakıcı anne’ skandalı nedeniyle, grup sorumlusu ‘din öğretmeni’ görevinden uzaklaştırıldı, 3 ‘bakıcı anne’nin iş akitleri feshedildi.”
Başka?
“Olayı duyar duymaz SHÇEK Genel Müdürü İsmail Barış’ın İstanbul’a geldiğini ve başmüfettişlerin cuma sabahı soruşturmaya başladıklarını belirten Seyman, sadece öğretmenin memur, diğerlerinin sözleşmeli elemanlar olduğunu dile getirdi.” (a.g.g.)
Bitti. Yani burada “din öğretmeni” grubun sorumlusu.
Yani, öğretmen memur. Diğerleri sözleşmeli eleman!
Tekrar soruyorum:
Bu başlık niye atıldı?
“Öküz altında buzağı aramak” için mi?
Yoksa Dündar, bu gazete vasıtasıyla yine “dinî hassasiyet sahibi insan”lardan intikam mı alıyor?
Bakalım adlî yönden incelemelerin altından ne çıkacak?
UYKUSUZ GECELER
Çok satan gazetenin internet sayfasında şöyle bir anket sorusu var:
“Şehrazat, daha önce ‘ahlâksız teklif’te bulunan Onur’un evlilik teklifini kabul etsin mi?
— Evet, kabul etsin.
—Hayır, kabul etmesin.” (hurriyet.com.tr)
Sorunun sunuş biçimi bile “ayıp.”
Dizinin ana yapısını tartışacak değilim. O zaten kocaman bir ayıp!
Bir de internette “Binbir Gece” dizinin Şehrazat karakteri ile “kocakafa” kafadarların belden aşağı esprileri dolaşıyor.
Doğrusu onur kırıcı bir durum.
Dizinin ana karakterini canlandıran Bergüzar Korel, “Kurtlar Vadisi Irak” filmiyle göz doldurmuştu.
Ama dizi filmde kendisine yapıştırılan bu “yafta”dan hayli rahatsız olduğunu bir röportajda gizlemiyor.
Bu diziden sonra “psikolojisinin bozulduğunu” söylüyor (Özel Hat, atv).
Diyor ki:
“Artık geceleri uyuyamıyorum. Hergün acaba gazetelerde ne gibi kötü haberim çıkacak diye gözüme uyku girmiyor. Bu durum beni korkutuyor. Ruhsal bozukluklar yaşıyorum. Tedavi görmeyi bile düşünüyorum. Herkeste 150 bin dolar lafı geziniyor. Sanki dizideki oyuncuları seks objesi olarak görüyorlar.” (a.g.p.)
Tamam, “aktris” her rolü oynar. Ama reddetme hakkına da sahip... Bu rolü kabul ederken, bu günleri düşünmeliydi.
ANA HABER BÜLTENLERİ
Bu satırlar okunurken, RTÜK son günlerde yaşanan haber bültenlerindeki “kirliliği” ele almak için haber sorumlularıyla toplantı halinde olacak.
Bakalım bu görüş alışverişinde alınacak kararlar ne?
İnşallah olumlu bir sonuç çıkar.
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Laiklik—yani Türkiye tipi olan laiklik—tüm özgürlüklerin güvencesiyse, yandık. Eskiden sadece din ve vicdan özgürlüğümüz sınırlanıyordu, şimdi tüm özgürlüklerimize sınır gelecek. Artık her türlü özgürlük kullanma girişimimiz, laikliğe aykırı olarak kabul edilip, engellenebilecek. Laikliğe aykırı seyahatler, laikliğe muhalif haberleşmeler, laiklik karşıtı mülk edinme teşebbüslerimiz akim kalacak.
Eskiden başka duvarlara toslayan başka özgürlükler, bir şekilde kendini kurtarabilirken, artık laiklik engeliyle başa çıkamayacaklar. Düşünce özgürlüğü, salt düşünce özgürlüğüyken kimi engellerle karşılaşıp ortalığı toz duman edebilirken, laiklik engeli karşısında eli ayağı bağlı kalacak. Basın özgürlüğü konusunda atıp tutanlar, laikliğin “güvencesi” altına giren basın özgürlüğü tehlikeye girince gıklarını çıkaramayacaklar.
Her türlü özgürlüğün “güvencesi” haline gelen laiklik, tüm ezberleri bozacak. Ezber dediysem ilköğretimde öğretilen, “Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır” ezberini kastediyorum. Yok, böyle bile olsa hiçbir ezberi bozdurmayız denirse, laikliğin başka özgürlüklerin güvencesi olduğu konusunda kafa karıştırıcı—bilgi kirletici—açıklamalar yapmak gerekecek. “Madem güvencesi, o zaman neden daha çok yasaklıyor” sorusuna gelince. Zaten bu soruyu, yaşken eğilmiş ağaçların hiç sormaması sağlanacak
Laikliğin, “sadece” din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olmaması, “zaten” din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olduğu önkabulünü gerektirdiğine göre, “Hani nerede güvence?” sorularına kulak tıkanmaya devam edilecek. Daha doğrusu, cümlenin bu şekilde kurulmasıyla, bu sorunun hiç sorulmayacağı var sayılacak. Daha da doğrusu, yeni laiklik tanımını yapan kurumla karşılıklı oturup, önermelerinin hukuk, hatta ondan evvel mantık karşısındaki durumunu tartışma imkânımız olmadığı için, o gönlünce yeni tanımlamalar yapabilecek.
Tüm bunlardan sonra, her şeyin özü ve özeti olarak bir—ve son—“aslında” çekmek gerekirse… Aslında bütün yollar bizim özgürlüklerimizin bir şekilde, bir sebeple, bir tarifle, bir kararla sınırlanmasına çıkacak. Biz de o tarifleri yapanların tariflerini, o kararları alanların kararlarını sorgulayıp duracağız, beyhude yere…
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Kur'ân-ı Kerim'in anlaşılması |
|
“Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı.”
(Bediüzzaman, Sünuhat, s. 44)
Yüce Allah insanları başıboş bırakmamıştır. Onlarla konuşmuş, yaratılış amacını onlara vahiy yolu ve peygamberler aracılığı ile bildirmiştir. Semavî kitaplar Allah’ın kelâmı olup Yüce Allah’ın insanlarla konuşmasıdır. Vahyi anlamanın yolu, aklını kullanmak ve anlamaya çalışmaktır. Anlamaya çalışan ve bu konuda peşin hükümlerden sıyrılarak Kur’ân’a yönelen elbette anlayacaktır.
Kur’ân-ı Kerim bundan bin beş yüz sene önce nâzil olmuştur ve değişmemiştir; ama insanlar değişmiş, toplumlar değişmiş ve teknoloji değişmiştir. Değişen dünyaya değişmeyen Kur’ân ile bakmak ve değişen dünyayı değişmeyen Kur’ân ile yorumlamak gerçekten çok zor bir meseledir. Buna ihtiyaç çok şiddetli bir şekilde vardır. Kur’ân’ı yorumlamak çok kapsamlı bir bilgi birikimi ister. Bilgi de yeterli değildir bu hususta, Allah’ın yardımına ihtiyaç vardır. Çünkü yüce Allah “Kur’ân’ı inzal eden biziz ve onu açıklayacak olan da Biziz”1 buyurur.
Bu âyet çok önemli bir hususa dikkatimizi çeker. Kur’ân-ı Kerim’i her aklına esen istediği gibi anlayarak istediği gibi yorumlama hakkına sahip değildir. Yüce Allah bu âyette “Her emrin ve buyruğun mânâsını sana açıklayacağız” diye Peygamberimize (asm) hitap buyurmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’in ilk ve en birinci müfessiri, açıklayıcısı vahye ve devamlı olarak da ilhama mazhar olan Peygamberimizin (asm) bizzat kendisidir. Peygamberimizden (asm) sonra da “ilhama mazhar olan”2 ve “ilimde rüsuh peyda eden”3 âlimlerdir. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim’in anlaşılması için Peygamberimizin (asm) hadisleri yanında ilhama mazhar mücedditlerin sözleri dikkate alınmalıdır. Aksi takdirde Kur’ân yanlış anlaşılabilir.
Öncelikle şunu bilmek gerekir. Peygamberimize (asm) gelen vahiy, sadece “ferman-ı İlâhî” olan Kur’ân-ı Kerim’den ibaret değildir. Kur’ân-ı Kerim fermandır, kanundur. Nasıl ki kanunları açıklayan “tüzükler ve yönetmenliklere” kanunun uygulanması ve anlaşılması için ihtiyaç vardır; aynı şekilde fermanın anlaşılması için de ilham yolu ile açıklamalara ihtiyaç vardır. “Ferman-ı İlâhîden murad nedir? Bu fermanın pratikte uygulaması nasıldır?” gibi sualler elbette cevap isterler. Bu âyet, bunların cevabını veriyor ve buyuruyor ki “Bunların anlamını Biz sana açıklayacağız.” Eğer her şey açık bir şekilde Kur’ân’da bulunmuş olsaydı ve her okuyan, doğrusunu anlayacak olsaydı, o zaman “Onun açıklaması Bize düşer” gibi bir ifadeye gerek duyulmazdı. Bunun içindir ki Peygamberimiz (asm) “Bana Kur’ân ve Hikmet nâzil oldu” buyurmuşlardır.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimizi (asm) anlatırken “Biz size aranızdan âyetlerimizi okuyan, sizi her türlü kötülükten arındıran, size kitabı ve hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik”4 buyurur. İmam-ı Şafii (ra) bu ve benzeri âyetleri esas alarak “Kitaptan maksat Kur’ân-ı Kerim, hikmetten maksat ise peygamberin sünneti ve sözleridir” der.
Hikmetten kastedilenin Nübüvvet olduğu, Bakara Sûresi’nde Hz. Davut (as) hakkında nâzil olan “Biz Davud’a hükümdarlık ve hikmet verdik”5 ifadesinden anlaşılmaktadır. Zira burada Hz. Davud’a (as) hükümdarlık ile beraber peygamberlik verildiği anlaşılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’in açıklaması elbette Kur’ân’dan ayrı olmak gerekir. Kur’ân’ı Peygamberimizin (asm) açıklamasına İslâm bilginleri “vahy-i hafî” demişlerdir. Buna “ilham-ı İlâhî” de denilmektedir. Peygamberimizden sonra ortaya çıkan yeni meseleleri ise, sahabeler ve ilimde ihtisas sahibi olan bilginler açıklamıştır. Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberimizin (asm) o konudaki sünneti olan Hadis-i Şeriflerde bulamadıkları meseleleri kendi ilimleri ve akılları ile Kur’ân ve Sünnet’le çelişmeyecek şekilde ve Kıyas yolu ile içtihat ederek ortaya koymuşlardır.
Bununla beraber hadiste belirtildiği gibi ümmetinden ilhama mazhar olan “Mulhemûn” tâbir edilen İslâm bilginleri vardır ki bunlar “Mücedditler ve Müçtehitlerdir.” Mânevî yönden de kendilerini geliştirerek “Asfiya” derecesine çıkanlar, ilham denilen “vehbî” bir yolla insanlara Kur’ân-ı Kerim’in hakikatlerini ortaya koymuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’i anlamak ancak bunların eserlerini okumak ile mümkündür.
Burada “Mücedditler”in Kur’ân-ı Kerim’i çağın anlayışına uygun olarak yorumlama gibi önemli bir misyonu olduğunu da anlamaktayız. Kur’ân’a yönelmek demek, Kur’ân’ın amaçlarına yönelmek demektir. Her şeyden önce Kur’ân’ın en çok önem verdiği ve üzerinde en çok durduğu temel meselelere bakmak lâzımdır. Bunlar ise “Tevhid, Nübüvvet ve Haşirdir.” O zaman bunları anlamaya çalışmak gerekir. Ortak düşünce ve ortak dil budur. Tevhid, Nübüvvet ve Haşir anlaşılmadan dini ve Kur’ân’ı anlamak yanlış anlamak demektir.
Bediüzzaman bunun için bütün mesâisini bu üç temel hakikatin anlaşılmasına sarf etmiş ve eserlerini bu temel meseleleri anlatmak için yazmıştır. İlhama mazhar olmadan bu derin meseleleri akla ve ilme uygun anlatmak imkânı yoktur. Peygamberimizin (asm) “Ümmetimden ilhama mazhar olanlar vardır” hadisinin önemli bir ferdi de Bediüzzaman olduğu anlaşılmaktadır.
Dipnotlar: 1- Kıyame, 75:19 2- Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin içinde ilhama mazhar olanlar olacaktır.” (Buhari, 2:211; 5:15; Müslim, 4:1864; Tirmizi, 4:370) buyurmuşlardır. 3- Âl-i İmran, 3:7 4- Bakara, 2:151; Âl-i İmran, 3: 164; Cuma, 62:2 5- Bakara, 3.251
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yargı ve kadrolaşma |
|
Dink cinayeti sonrasında katil zanlısının, olaydan 32 saat sonra yakalanması ve azmettirici olmakla suçlanan başta olmak üzere irtibatlı olduğu bazı kişilerin ele geçirilmesi, kimi zihinleri işin sür’atle çözüleceği gibi bir kanaate götürmüş müydü bilmiyoruz.
Ama önceki tecrübeleri unutmayan toplumsal hafızanın beslediği kollektif bilinçte, yakalananların “maşa” olmaktan öte bir işlevi bulunmadığı ve asıl olanın, bunları yönlendiren ve kullanan mihrakları ortaya çıkarıp etkisiz kılmak olduğu yönünde ortak bir bir görüşün mevcut olduğunu bilmekteyiz.
Varlığından kuşku duyulmayan söz konusu mihrakların haricî bağlantıları da, aydınlatılamasalar bile sıklıkla dile getirilmekte.
Ancak zihinleri kurcalayan asıl düğüm, bu mihrakların içerideki, özellikle de “derin devlet” katmanlarındaki irtibat ve ihtilâtları.
“Derin devlet”i “kurumlardaki çeteleşme” diye tanımlayan Başbakan, devletin yasama, yürütme ve yargı olarak üç koldan bunların üzerine gitmesi gerektiğini ifade ediyor.
Sonra da, kendisiyle ilgili bazı olumsuz mahkeme kararlarına atıf yaparak, yargının çifte standart eleştirilerine konu olan mâlûm tavrına sözü getiriyor ve bunu “kadrolaşma” vâkıasıyla açıklıyor.
Böylece, devletteki çeteleşmeye karşı verilecek mücadelenin yargı ayağında, söz konusu bu kadrolaşma sebebiyle sonuç almanın mümkün olmadığı imasında mı bulunuyor?
Başbakanın konuyu bu tarzda gündeme getirmesinde, bağlam, bütünlük ve tutarlılık bakımından önemli boşluk ve sorunlar var.
Meselâ, yasama ve yürütme olarak üzerlerine düşeni tam mânâsıyla yerine getirdikleri söylenebilir mi? Kadrolaşma dahil, yargıda şikâyetçi olunan hususları düzeltme noktasında Meclis ve hükümet dört yıldır ne yaptı?
90’lı yıllarda görev yapmış CHP’li adalet bakanlarından biri, yargıda açtıkları kadroları kendi elemanlarıyla doldurduklarını çok açık bir dille ve göğsünü gere gere ilân etmişti.
Muhaliflerinin “Kadrolaşıyorlar” diye köşeye sıkıştırıp iş yapamaz hale getirdiği, kendi tabanının ise tam tersine “kadrolaşamama”sından şikâyetçi olduğu AKP’nin hiç dokunamadığı alanlardan biri de herhalde bu.
Gerçi hükümetin yüksek yargıya, özellikle Anayasa Mahkemesine yönelik bir kadro tasarrufunda bulunması, yürürlükteki anayasa gereği zaten mümkün değil. Ama yasama organında anayasayı değiştirebilecek sayıya çok yakın bir ekseriyetle iktidar olan AKP bu düzenlemeyi de değiştirebilirdi, yapamadı.
Dahası, Şemdinli iddianamesini hazırlayan Van Savcısının, Adalet Bakanının baskısı altında olmakla eleştirilen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca apar topar meslekten ihracında olduğu gibi, tam tersi işler yaptı.
Başbakanın yargıya yönelik eleştirileri, bunlar da dikkate alınarak değerlendirilmeli.
Ancak tüm bunların ötesinde, özellikle 28 Şubat sürecinde ortaya çıkan profille birlikte düşünüldüğünde, yargının son derece ciddî bir zihniyet sorunuyla mâlûl olduğu da bir vâkıa. Ve Başbakan bu noktada çok haklı.
Bu zihniyetin en büyük kurbanı ise adalet.
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Derinlik meselesi |
|
Eskide derin sularda yüzme bilmeyen insanların boğulma haberlerini bilirdik. Bir de yeraltı su seviyesini inşaat mühendisliğinde ölçerdik. Suyun nemlendirici derinliğini öğrenmek için. Bir de kuyulardaki su derinliğini belirlerdik.
Yeraltı dünyası, yeraltı su seviyesini unutturdu. Devletin derinliği ise, derinliği ölçümlenebilir ebat olmaktan çıkardı. Ölçülmeyen bir derinlik var. Daha doğrusu hayalle/gerçek, doğru ile yanlış ve şüphe ile delil arası bir yerlerde gezinen adı konulamayan, üstü açılmayan ve karanlıkta kalan olaylar, cinayetler var.
Bu karanlık tablo Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin başına gelenlerden, hatta öncesi İttihat Terakki döneminde gelişen gizli reflekslerin hakimiyet kavgalarından beslendiğini söyleyebiliriz.
Ülke adına ancak halka rağmen ne kadar onaylanması imkânsız olay varsa, bunlar bir heyecan ve tahrik dalgasının içinde toplumsal bir tepkiye dönüştürülüyor. Kamuoyu duyarlı hale getiriliyor. Ona göre dönemsel mizansenler hazırlanıyor. Sonradan olay, fail, arka plan ve paranoyak bütün sezişler ve siyasî itham manevraları karşılıklı bütün taraflar arasında yaşanmaya başlıyor.
Ölen solcuysa, vuranın sağcı olacağı basmakalıbı, vurulan sağcıysa solcunun parmağı var ezberciliği, öldürülen dine karşı biriyse, hemencecik dinî hassasiyeti olanlara yüklenme kolaycılığı ile terör kıskacında 30 yılımızı tükettik.
Terörle mafya ilişkileri, vurdu-kırdı sahneleri, babaların racon kesme usulleri, devleti koruma adına bu ilişkiler ağında ülke sevgisini aşılama senaryoları, cinayet ve kaçırılan kızın hayatî tehlikelerini silâhın ucunda anlatan filmler ne hikmetse çok revaçta.
Kurtlar Vadisi bunun en bariz örneği. Daha sonra Irak versiyonu ve bugünlerde terör bölümü ile yine gündemde. Millî hassasiyetlerin rahatlıkla kabarabildiği, duygularımıza esir düştüğümüz ve şiddet yanlısı pozlardan gizliden gizliye etkilendiğimiz yönlendirici filmler maalesef çok arttı.
Derinlik, aynı zamanda korku veren bir karanlık boyuttur. Hele arkası görünmüyor ve fark edilemiyorsa, daha da ürkütücü oluyor.
Milli İstihbarat, başbakana bağlı olduğu halde, kendisini devirecek ihtilâl hazırlıklarından haberdar edilmediği dönemleri hatırlayalım. Başbakanlardan rahmetli Menderes’in idam edildiği, Demirel’in makam çıkışında muştu ile yumruklandığı, Özal’a silah sıkıldığı, Cumhurbaşkanı adayı Ali Fuat Başgil’in Ankara’dan tehditle kaçırıldığı fotoğrafları gözünüzün önüne getirin.
Yassıada savcısının, Demokrat Partililere yapılan muameleler için “Sizi buraya tıkayan kuvvet böyle istiyor” dediği “kuvvet”in kimlik kayıtları tutanaklara geçmese de böylesi bir vahim durumun olduğu aşikâr.
Sonra bitmeyen terör belası. Sivas’ta yaşanan tahrik sonucu Madımak Oteli’nde yakılan insanlar. Kahramanmaraş ve Çorum’da 12 Eylül 1980 öncesi yaşana “iç çatışma” provaları, Güneydoğunun kangren olmuş güvenlik problemi, öldürülen sol ve sağ aydınlar, Asala’ya karşı örgütlenen mukavemet güçleri ve sonrasında ortaya yayılan rant kavgaları v.s. v.s... Uzayıp giden karışık ve meçhul binlerce olaylar dizisi...
Görüldüğü gibi tek boyutlu bir kayıp yok. İkide bir örtülü veya açık darbeler, onun devam eden etkileri, kayıp listesi kabaran insanlar, can ve mal emniyetinin riskli hale gelmesi, belli zümrelerin her olağanüstü dönemde yeni zenginleri üretmesi, askerî vesayetin ağırlığı, Millî Güvenlik Kurulunun geçmişe dayalı etkinliği, “Kırmızı Kitab”ın bakanlara bile verilmemesi, siyasete duyulan güvensizlik bir şeylerin görünenden farklı olduğu kanaatini yaygınlaştırıyor.
Devlet ne kadar derin, bundan sonra ne kadar şeffaflaşır, bulanıklıktan sonra su temizlenir mi, beklenmedik yeni şoklar kapıda mı, yoksa devlet bağırsaklarını mı temizliyor?
Demokratik bir devlete ve birliğe her zamandan fazla ihtiyacımız var. Bu olmazsa olmazımızdır. Buna göre derinlik meselesinin, “derin yerin” bitmesi lâzım.
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Kemiyet-keyfiyet meselesi |
|
Bir sohbet esnasında arkadaşımız “Kemiyet keyfiyete nispeten ehemmiyetsizdir” ifadesini anlayamadığını söyledi. Diğer bir arkadaşımız ise Bediüzzaman’ın hurma ağacı örneğini verip “100 hurma çekirdeğinden 80’i bozulsa, 20’si sağ kalsa zarar edilir mi?” örneğini vererek sayı çokluğunun yani kemiyetin önemli olmadığını asıl önemli olan şeyin keyfiyet yani kalite olduğunu söyledi.
Yabancılar da aynı şeyi söylüyorlar. “quantity or quality” deyip kalitenin daha önemli olduğunu kelime benzerliğinden yola çıkarak izah etmeye çalışıyorlar.
Biz herhalde politikanın etkisi altında çok fazla kaldığımızdan olacak ki sayıya gereğinden daha fazla önem veriyoruz. Zira seçimlerde sonuç parmak sayısına bakıyor. Eğer parmak sayısı ne kadar fazla ise o taraf galip geliyor.
Eğer mesele sadece politika olsaydı sayının önemine vurgu yapanlara hak verebilirdik. Fakat sayı her zaman önemli değildir. Özellikle “İnançsızlar sayıca çoktur, bu nedenle kâinatın yaratılması şer olmuştur” diye cevap verenler haklı çıkacaktır. Fakat haşarât-ı muzırra nevinden yani zararlı böceklerin çokluğu gibi, sayının hatta maddî değerlerin önemi o kadar da abartıldığı gibi değildir.
Peki, sayıca iyiler çok olsa, fena mı olur? Elbette nurun alâ nur olur. Lâkin dünya bir imtihan yeridir. Cennet ucuz, cehennem de lüzumsuz değildir. Sayısız eleklerden, sıkıntı ve musibetlerden geçmemiz gerekiyor. Çünkü dağ, zemin ve göklerin kaldırmaktan çekindiği “emanet-i kübrâyı” kabul etmişiz.
Eğer bir yörede denildiği gibi “Üç dönüm bostan, yan gel yat Osman” olsaydı zahmet çekmeden cennete gidebilirdik. Fakat oldukça ciddi imtihanlardan geçiyoruz. Hatta “ahirzaman” denilen dehşetli bir asrın içindeyiz. Koyun sürüsü gibi çoğunluğun gittiği yere gidersek birileri bizi aynı koyun gibi gütmeye başlar.
Kendimize örnek alacak kişileri seçerken dikkatli olmalıyız. Bediüzzaman gibi zamanın güzeli ve büyüğü bir zat ortada dururken sayıca çok gibi görünen kişilerin ardına düşersek zararı çekeceğimiz aşikârdır.
Zamanın birinde bir büyük şeyh yaşarmış. Vergi ve askerlikten kaçmak için halkın büyük bir kısmı kendisine teveccüh ettiği vakit, “Benim müridim bir buçuktur” demiş. Devletin endişesini izale etmiş.
Bir imtihan yapılacak diye çevreye haber salınmış. Güya bir insanı kurban ediyor diye koyunu kesmiş. Çadırın dışından kanı görenler şeyhe mürid olmaktan vazgeçmiş. Sadece bir adam ve karısı “Canım sana kurban olsun” diyerek çadıra girmiş.
İşte Hacı Bayramı Veli’ye atfen söylenen bu durum her zaman geçerlidir. Sayı önemli değildir. Buna mukabil ihlâs çok önemlidir. Yani “Allah rızasını esas maksat yapmak” en önemli şeydir.
Bu konuda Bediüzzaman bakın ne söylüyor?
“Hakikat-ı ihlâs benim için şan ve şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor.
“Hizmet-i Nuriye’ye gerçi büyük zarar olur; fakat kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, halis bir hadim olarak, hakikat-ı ihlâs ile her şeyin fevkınde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünki: o on adam tam o hakikati her şeyin fevkınde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini—hususî makamından ve hususî hissiyâtından geliyor—nazarı ile bakıp mağlup olarak dağılabilirler.
“Bu mânâ için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.”
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Şaban DÖĞEN |
En büyük mutluluk |
|
Molla Güranî birgün seçkin talebesi istikbalin Fatih’ine sormuş: “Sence dünyanın en büyük mutluluğu nedir?” diye. Dahi talebe de, “İnsanın hem mahrum, hem de muhtaç olduğu şeye kavuşmasıdır hocam” diye cevap vermiş.
İhtiyaç duyup da mahrum kaldığımız, elde edemediğimiz nice nimetler var. Bunlara kavuşmak gerçekten bizim için en büyük mutluluk.
Elsiz ayaksız bir insan için el, ayak; gözsüz bir insan için göz, deli için—faraza bilebilseydi—akıl, müzmin bir hastalığa yakalanan için sağlık, parasız pulsuz bir insan için para ne kadar büyük bir ihtiyaç ve bunlara kavuşmak da o kadar büyük bir mutluluk.
Herbirimizin değişik arzu ve emelleri var. Ne var ki imtihan sırrı gereği kimilerine bu dünyada kavuşamıyoruz, kimilerini de Cenâb-ı Hak ihsan ediveriyor.
Arzularımıza kavuşmak bizi mutlu eder şüphesiz. Ama iştiyakla istediğimiz ve elde ettiğimiz birşey bizi geçici bir süre mutlu etse de hakkımızda hayırlı olup olamayacağını da bilemiyoruz.
Böylesi nimetlere kavuşanları kıskanmak da gerekmiyor. Eğer kişi o nimetlerin hakkını verebiliyorsa onu değil kıskanmak, tebrik ve takdir etmek gerekir. Hakkını veremiyor, sorumluluğu altında eziliyorsa ona değil imrenmek ve kıskanmak, ancak acımak gerekir. “Dışı seni yakar, içi beni yakar” kabilinden nice şaşaalı konumlarına rağmen mutlu olamayan insanlar var.
Onun için biz Rabbimizden daima hakkımızda hayırlısını isteriz ve biliriz ki, “Hayır Allah’ın murat ettiğindedir.” İlmi sonsuz olan Allah bizim ısrarla isteyip durduğumuz o nimetin bizim hakkımızda hayırlı olup olmayacağını daha iyi bilmekte, ona göre vermekte veya vermemektedir. Allah’ın takdirine rıza gösteren insan çalışır çabalar, Allah ne ihsan etmişse “Demek hakkımda hayırlısı buymuş” diye şükreder; ihsan etmediğinde de isyan etmez, yine “Hayırlısı buymuş” diye sabreder.
Hazineleri sonsuz olan, yoktan yaratan, ihsan, ikram ve lütfu bol olan Allah’tan elbetteki isteyeceğiz. Hayırlısıyla, hakkını ödeyebileceğimiz kaydıyla isteyeceğiz. Yoksa o nimet nikmet olacak; dünya ve ahirette yük getirecekse istemeyeceğiz.
Sonra onca nimete sahip olup da onların kıymetini bilebiliyor, hakkını ödeyebiliyor muyuz ki daha büyüklerini istemeye yüzümüz olsun?
Cenâb-ı Hak bazı nimetlerden bazı kullarını mahrum bırakarak aslında bizlere ihsan ettiği bu nimetlerin anlam ve değerini hissetme, şükretme dersi de vermiş oluyor.
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tevhidin aklî delili: İmkân |
|
Atom, hücre, uzuv, bedenler, unsurlar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar, galaksiler ve tüm kâinat, mücessem/somut âyetler, belgeler olarak şaşaalı bir şekilde gözümüzün önüne sergilenmiştir. Ayrıca, tekrar tekrar dikkat onlara çekilir.
Bu belgelerden bazıları hudûs, imkân, san’at, hikmet, gâye, yardımlaşma, temizlik, simâlarda ve eşyalardaki mühür, ruh ve vicdan delili, fıtrat delili, Kur’ân delili, peygamber delili, fizik, kimya, biyoloji, zooloji, botanik, astronomi, ekoloji ve sair fen ilimlerdir.
Kelâm âlimlerinin de kullandığı tevhid (Allah’ın varlık ve birliğini tüm isim ve sıfatlarıyla anlayıp, kabul etme ve özümseme) delillerinden birisi imkân delilidir. İmkân, olabilme durumudur. Madde, âlem, kâinat, mümkün nevindedir. Yâni, olabilirlik ile, olmayabilirliği eşittir. Olabilen bir şey, bir madde, bir eser, öyle de olabilir, daha başka bir şey de olabilirdi, hiç olmayabilirdi de.
Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır. Her mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır. Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvet gereklidir. O kuvvet de bu âlemin dışında, varlığı ve vücudu zatından olan bir varlıktır. O da Allah’tır.
Şu âlem, imkân dahilindedir. Yani varlık ve yokluğu eşittir. Varolduğu gibi, olmayabilirdi de. Varolurken de, sonsuz oluş şekillerinden herhangi birinin olması imkân dahilindedir. Yani en az varolan kadar olmayan da varolma şansına sahiptir. İmkân dahilinde olan her varlık ise, kendisi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce varolmayı, sonra da varolma şeklini tercih eden birisi vardır. O da isim ve sıfatları sonsuz olan Allah’tır.
Eşya, var ve sanatlıdır. Mevcutların varlığı ya zâtındandır, ya da varlığı ve yokluğu mümkün olandır. Varlığı zâtından ise, yalnız Allah’tır. Bu mevcutlar, varlığı mümkün olandır; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti ise zatının icabı olmadığından, var olabilmesi için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç vardır. O yaratıcı-müreccih ise Allah’tır.
Fen ilimleri penceresinden bakmak isteyenlere pekçok örnek vardır:
Kuvant: Enerji olayları sırasında alınıp verilebilen esrarengiz bir titreşimdir. Fotonun da, parçacığın da, elektriğin de, vesâirenin de, temel yapısı kuvanttır. Kuvantın en büyük özelliği makrokozmostaki mekanik kanunlara uymayışıdır. Kuvant sürekli olaylar dizisi değildir, kesikli olay da değildir. O, ayrı olayların matematik bütünlük içinde ifâdesidir.
Hidrojenden helium doğsa bile; o kadar enerji çıkar ki, helium yeniden parçalandığı gibi hidrojen de kuvantlaşır. Dolayısıyla hidrojenden katlanma ve yüz küsûr elementin doğması demek; evrenin o noktasında milyonlarca nükleer bombanın patlaması, kuvant dağılımlarına kadar parçaların yok olması demektir.1
Zihnimizin daha iyi kavrayabilmesi için basit bir eserden hareketle bu delili örneklendirelim: Tahtalardan yapılan bir masayı düşünelim. İmkân deliline göre, tahtalardan masanın olma, olmama veya sandalye, sehpa, dolap olma durumu eşittir. Masa meydana geldiğine göre, bunu yapan bir usta vardır.
Dipnot: 1. Onk. Haluk Nurbaki, İnsan Bilinmezi, İst, 1997, s. 18.
08.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Şaşırtmaya şaşırmadık |
|
Yirmi gün önce işlenen vahim bir cinayet hadisesinden sonra yaşananlar öylesine karmaşık bir hale geldi ki, bunu çözebilene aşk olsun.
Çözmek bir yana, zincirleme ortaya çıkan şok görüntülerle, yapılan çelişkili açıklamalarla, zihinleri bulandıran kasıtlı yorumlarla, mesele büsbütün rayından saptırıldı. Yani, iş zıvanadan çıktı, daha doğrusu çıkartıldı.
Cinayetin üzerindeki sis perdesi daha da karartılıp kalınlaştırıldı.
Şaşırtma taktikleriyle deliller karartıldı. Çaprazlama düellolarla sürülen iz kaybettirildi.
Hâsılı, aydınlatılması gereken bir cinayet hadisesi, alabildiğine karartılmış oldu. Böylelikle, kafalar iyice karıştı; yani karıştırılmış oldu.
Niçin şaşırmadık?
Ne var ki, bizim kafamız hiç, ama hiç karışmadı.
Bütün şaşırtma numaralarına rağmen, biz yine de şaşırmadık.
Zira, bütün bu muhtemel gelişmeleri biz tâ başından beri biliyorduk ve bunu sizlerle de paylaştık.
İşte, cinayet hadisesiyle ilgili olarak kaleme aldığımız ilk yazıdan bazı satırlar:
"Tetikçi genç, taşeronun da taşeronu olabilir ancak. O yakalandı, ancak merkezdeki odak noktasına ulaşmanın mümkinatı görünmüyor.
"Zira, günümüzdeki profesyonel cinayet örgütleri, müteselsil taşeronlara yüzde yirmi harcıyorsa, kendini gizlemek ve izini kaybettirmek için yüzde en az seksen harcıyor.
"Bunlar, senaryoyu da, oyunun sahnelenmesini de ona göre planlayarak işi organize ediyor.
"Nitekim, bu kahredici realite sebebiyledir ki, yakın tarihte işlenen onlarca cinayetten hemen hiçbirisinin perde gerisi aydınlatılamadı."
Gazetemizin 22 Ocak günkü sayısında yayınlanan bu yazımızın devamında ise, şu ifadeler yer alıyor:
"...Bütün bu genel bilgilerin ardından şunu ifade edebiliriz ki, Hrant Dink cinayetinin perde gerisi kolay kolay aydınlatılamayacak. Tetikçi belirlense, yakalansa ve mahkemelerde ifadesi alınsa bile, asıl azmettiricilere yine de ulaşılamayacak.
"Bu işler, ne yazık ki böyledir. Zira, bu gibi karanlık cinayetlerin karanlık odadaki azmettiricileri az–çok bilindiği halde, bunlar alenen ve tam bir açık yüreklilikle söylenemiyor, isimleri telâffuz dahi edilemiyor.
"Sebeb, bunlardan korkulması, bunların kahır ve gazabından çekinilmesi, en azından onlarla başedilemeyeceği kanaatinin hakim olması."
Yirmi gündür yaşanan gelişmeler, ne yazık ki ilk günlerde ifade ettiğimiz çerçevede cereyan ediyor.
İşte, bundan dolayıdır ki hiç şaşırmadık ve şaşırmıyoruz.
Derin fotoğraf
Fotoğrafı iyi görmek için, can alıcı birkaç suâlin cevabını bulmaya çalışalım.
Yâhû, hakikaten biz nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Düşünelim bir.
Yaşadığımız yer "kafası çabuk karışanlar ülkesi" midir?
Yoksa, ekseri sağduyulu insanlarız da, en etkili fitnebâzların, profesyonel kafa karıştırıcıların, aldatmakla iş görenlerin, yani müfsitlerin, münafıkların, dessasların, hannâsların mebzul miktarda bulunduğu ve hatta cirit oynattığı bir ülkede mi yaşıyoruz?
Sanırım, şu son cümledeki ifadeler, yaşadığımız ülkenin "derin fotoğraf"ını en iyi şekilde yansıtmış oluyor.
Buna göre, bir dehâ var içimizde... "İslâmlar içinde çıkan ve aldatmakla iş gören" bir dehâ... (Hadis'ten mülhemen Şuâlar, s. 504.)
Zaten, fotoğrafın tam ve net olarak görünmemesinin sırrı da, bu realiteye dayanıyor: Derin, perdeli ve aldatıcı olması...
Derinlik kaybolduğu, perde yırtıldığı veya aldatıcı dehânın mahiyeti anlaşıldığı gün, inanıyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tarihi yeniden yazılacak.
Evet, "aldatıcı dehâ"nın mahiyeti mühim, belki de en mühim bir meseledir. O mahiyetin anlaşılması için ne kadar bedel ödense, yine de azdır.
GÜNÜN TARİHİ (08 Şubat 1919)
Bir gün evvel İstanbul'a gelen işgal kuvvetleri komutanlarından İngiliz general Allenby'den sonra, Fransız general Franchet de geldi.
İstanbul'daki Rum, Ermeni ve Yahudi tebaadan kimseler, General Franchet'i coşkun tezahüratla alkışlayanlar arasında yer aldı.
Osmanlı hükümet merkezinde biraraya gelen yüksek rütbeli ecnebi komutanlar, İstanbul başta olmak üzere, Anadolu'nun tamamını işgal ve bölüşme planları üzerinde görüşmelerde bulundular.
Ne var ki, aralarında kısmî ihtilâflar çıktı. General Franchet'in zaman zaman İngilizlere karşı Osmanlı tarafını tutma eğilimi göstermesi de bu yüzden olsa gerektir.
Hayat mâcerası
1858 doğumlu olan Fransız general D'esperey Franchet I. Dünya Savaşı esnasında, önce Doğu Ordular Grubuna (1916), ardından Kuzey Ordular Grubuna (1917) komuta etti.
1918'de ise, Doğu Müttefik Orduları Başkomutanı olarak, Bulgaristan'a karşı hazırladığı saldırı plânını gerçekleştirerek Tuna boyuna kadar gelip dayandı.
8 Şubat'ta işgal altındaki İstanbul'a gelen Franchet, ayağının tozuyla Sadrâzam Tevfik Paşaya bir ültimatom vererek, bazı Osmanlı aydınlarının ve politikacılarının derhal tutuklanmasını, aksi halde İstanbul'u resmen ve fiilen işgale kalkışacaklarını bildirdi.
Tecrübeli bir devlet adamı olan Tevfik Paşa ise, diplomasi sanatını kullanarak İngilizlerle Fransızların birlite hareket etmesine mani olmaya çalıştı. İşgal koalisyonunda yer alanlar arasında İngilizler başta geliyordu. Hemen herşey ancak onların tasdikine bağlıydı.
Bunu hazmetmeyen Fransızlar ise, Osmanlı hükümetiyle ipleri daha fazla germekten vazgeçti.
General Frnachet, 6 Nisan 1920'de Cafer Tayyar Paşa ile Edirne'de bir görüşme yaptı. Bu durum, Fransızların İngilizlerle tam bir ittifak içinde olmadıklarını gösterdi.
1921'de mareşallik rütbesine yükseltilen Franchet, Kuzey Afrika Orduları Müfettişliği göreviyle Afrika'ya gönderildi.
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Yaşanan bir hikâye |
|
Yer İskilip.
Tarihte birgün, ahali, değirmenciye bir sebepten kızar, bir gecede değirmeni kökünden sökerler. Sabah değirmenine gelen değirmenci bakar ki değirmenin yerinde yeller esiyor.
Üstelik değirmen arazisine domates fidesi dikilmiş.
Değirmenci hayal görmüş gibi düşünmüş.
“Benim değirmenim burada idi, yıllarca buğdayı un ettim. Bu değirmeni kökünden söküp kim atabilir?” diye derinden derine düşünmeye başlamış.
Düşünmek kâr etmiyor ki... Çevresindekilere sormuş-soruşturmuş, kimse olayı sahiplenmemiş.
Kadıya başvurmuş.
Kadı şüphelileri çağırmış, bir bir sorgulamış.
Suç birisinin üzerine yoğunlaşınca, kadı yemin ettirmeye başlamış:
“Söyle efendi, bu değirmeni bir gecede sen mi ortadan kaldırttın?”
Suçlu, çarığının içine toprak, kalbinin üzerine de bir kuş koyduğu halde yemine başlamış:
“Kadı efendi, ben bu toprağa bastım basalı, (eliyle kalbinin üstündeki kuşa dokunarak) bu canı bu tende taşıdım taşıyalı, bu değirmeni ben yıkmadım ve değirmeni görmedim”
Karar verilir.
Kadı, bu yeminden sonra olayın olmadığına, değirmenin olmadığına hükmeder.
Ve bu yaşanmış hikâye, yıllar yılı anlatılır durur.
Hem de yetmişli yıllarda basılan “Çorum Yıllığı”nın arşivinde tarihe geçer.
Ben bu hikâyeyi ezbere anlattım.
Çorum yıllığında elbette daha detaylı yazılmış olabilir.
İskililipler kusura bakmasın. Olay bu, yaşanmış...
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bursa’da beyin fırtınası günleri -2 |
|
İzmir Demokrat Gençlik Grubuyla Bursa’da beyin fırtınası yaptığımız hafta içinde bir günümüzü teleferikle Uludağ’a ayırdık. Mihmandarımız Erdoğan Bey, bizi Uludağ’ın kar zirvelerine kadar götürdü. Bursa’ya soğuk derken, Uludağ’da zemherirle karşılaştık. Soğuğun âlâsı vardı Uludağ’da. Diz boyu kar. Kayak merkezine kadar yol açılmış, fakat yol karla kaplı. Araçlar kar üzerinde gidip geliyor. Kardan yolda iki saat kadar yürüyüş yaptık. Tefekkür ve müzakere yürüyüşü. Ağaçların dalları kardan çiçeklerle donatılmıştı. Pamuktan dallar. Hem dinlendirdi, hem tefekkür feyzi verdi. İkindi namazımızı Sarıalan’daki camide kıldık.
Program sonunda yaptığımız ankette, “Bu gün insanlığın en müzmin derdi nedir ve bu gün insanlığın en önemli şansı nedir?” sorumuza gençlerden çeşitli cevaplar aldık. Taze ve genç bir fikir fırtınası olduğu için demokrat gençliğin cevaplarını özetle veriyorum:
Sait Şenol: “Kendi memleketimiz açısından düşündüğümüzde, sözde demokrasi ile milleti uyutup gizli istibdat uygulayarak milletin hak ve vicdan hürriyetini engelleyen baykuşlar bu milletin en müzmin derdidir. İnsanlığın en büyük şansı da, Mehdi-i Azamın çağdaşı olmak ve onu tanımaktır.”
Sait Ali Arslan: “İnsanlığın en büyük derdi istibdattır. İstibdat ortadan kalkıp tüm kurum ve kuruluşlara meşveret ve demokratik anlayış hâkim olsa, her konuda büyük inkişaflar ve gelişmeler olacaktır. Bu gelişmeler sadece İslâm dünyası için değil; tüm dünya için geçerlidir. Günümüzün sorunlarına Kur’ân eczanesinden aldığı ilaçları sunan Risâle-i Nur ise insanlığın en büyük şansıdır.”
Fikret Aşkın: “Bediüzzaman der ki: ‘Kâinatta en yüksek hakikat imandır’ Kabre imanla girebilmesi insanlığın en büyük derdidir. Bu gün maddî manevî bütün problemlerin başında imansızlık gelmektedir. Bunun çözümü, sönmez ve söndürülmez olan Kur’ân’ın anlaşılmasıdır. Risâle-i Nur’a bunun için insanlığın ihtiyacı vardır. Çünkü Risâle-i Nur, Kur’ân’ın çağımıza bakan yönünü tefsir ediyor.”
Mehmet Mengençoğlu: “Nefis ve enaniyet terbiye edilmezse her zaman dert olarak insana yeter. İnsanlığın en büyük şansı da ter ü taze İslâm dini ve İslâm dininin çağdaş yorumu Risâle-i Nur’dur.”
İbrahim Demir: “İnsanlığın en müzmin derdi, baskısı altında olduğu istibdattır. Çünkü istibdadın var olduğu ortamda hiçbir gelişme olmaz. Bu gün insanlığın en büyük şansı da, Risâle-i Nur’dur. Ayrıca bu gün eskiye nazaran ilmi daha kolay ve daha çabuk öğrenebilme imkânı vardır.”
Seyfettin Şimşek: “İnsanlığın, hep pusuda bekleyen bir iman tehlikesi vardır. En müzmin derdi de cehalet, ihtilaf ve istibdattır. Cehalet ortadan kalkmalı. Çünkü cahillik varsa demokrasi gelişmez. Demokrasi gelişmezse istibdat kalkmaz. Bediüzzaman’ın şu cümlesini unutamıyorum: ‘Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti de müstebit yapar.’”
Recep Altuk: “İnsanlığın başını ağrıtan en müzmin dert, dünya işlerine fazlaca dalmalarıdır. İnsan şükredici olmalı ve Hâlık’ını tanımalıdır. Bu dünyaya gelmek bile insana verilmiş en büyük şanstır.”
Celal Kuşin: “Günümüzde insanlığın başını en çok ağrıtan belâ ilmî istibdattır. İlim yollarında istibdadın olması en büyük tehlikedir. İnsanlığın en önemli şansı ise Risâle-i Nur’dur.”
Mehmet Niyazi Uyanık: “Kişinin kendi nefsi ve zevki peşinde koşması en büyük derdidir. İnsanın en büyük şansı da istediği takdirde iman edebilmesidir. Dünyada ne için var olduğunu bilmesi ve Risâle-i Nur’u tanımasıdır.”
Ahmet Öztürk: “İnsanlığın en büyük derdi istibdat ile özgürlüğünün kısıtlanması ve bu nedenle İslâm’ın ve inancının gereğini yerine getirememesidir. İnsanlığın en büyük şansı da Risâle-i Nur’dur. Çünkü çok büyük bir hazinedir. Bu hazineden küçük bir pay bile almak, çok büyük bir kazançtır.”
Mustafa Ali Taşpınar: “İnsanlığın en büyük derdi dünya hırsı ve bu nedenle ahiretini düşünememesidir. Böyle dünya hırsının arttığı bir asırda Risâle-i Nur’u tanımak da en büyük şanstır.”
Ahmet Meşhut Yalçın: “İnsanlığın en büyük derdi ölüm ve idam-ı ebedî korkusudur. Çünkü kimse ölmek istemiyor. Firak ve zevalden gelen korku ise ölümden beterdir. Allah her zamanda bir şans yaratır ve beşere hediye eder. Bu zamanın şansı da Risâle-i Nur’dur. Ümitvârız ki istikbalde en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır.”
Ahmet Çelik: “İnsanların imanlarının tehlikede olması en büyük dertleridir. Çare ise Risâle-i Nur’da vardır.”
Nurullah Kösmene: “En büyük dert kalabalık yığınların birbirini etkilemesi ve gerçeklerin bu nedenle gizlenmesidir. Günümüzün en büyük şansı da iletişimdir. İletişim çağındayız ve bu gün herkes iman hakikatlerini tebliğ edecek fırsatlarla doludur.”
Hayrettin Argın: “İstibdat zihniyeti en büyük belâdır. Bediüzzaman ise insanlığın şansıdır.”
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Başörtülü polis görev başında |
|
Evet, doğru okudunuz; “başörtülü polis görev başında” ama Türkiye’de değil İngiltere’de. Şu haberi, sakin kafa ile okuyalım: “İngiliz The Sun gazetesi, Londra Emniyet Müdürü Sir Ian Blair ile el sıkışmayı reddeden türbanlı kadın polis memuru Natalie Smart’ı (26) buldu. Smart’ın, Londra banliyölerinde halkın güvenliğinden sorumlu olarak yaya veya bisikletle devriye gezdiğini belirten Sun, ‘Amirinin elini sıkmayı reddeden bir polis, erkek suçluları nasıl yakalayacak’ diye sordu.
“Gazete, şunları yazdı: Bisikletle eğitim yaparken bulduğumuz Smart, türbanının üzerine kask giymişti. Sonradan Müslüman olan Smart, elini sıkmadığı Emniyet Müdürü Blair’i son derece kızdırmıştı. Smart ise kocası hariç hiçbir erkeğe dokunmaması gerektiğini belirterek kendini savundu. Aynı Smart, bir erkekle fiziksel mücadeleye girebileceğini de söylüyor. Meslektaşları da, onun her türlü görevi yerine getirebildiğini belirttiler.” (Hürriyet, 6 Şubat 2007)
Aynı gün başka bir gazetede yer alan şu haberi de görelim: “Batı Trakya’da eşitlik mesajı. Yunan Dışişleri Bakanı Bakoyanni, Batı Trakya’da bölgenin kalkınması için dinleri, dilleri ne olursa olsun, eşitlik çerçevesinde herkesin desteğine ihtiyaç olduğunu belirtti.
“Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni, 3 günlük Batı Trakya ziyaretinin ilk gününde Gümülcine’ye gitti. Valilik ve belediyeden sonra Türk köyü Hemetli’yi ziyaret eden Bakoyanni burada köylüler tarafından karşılandı. Kısa bir konuşma yapan Bakoyanni, ‘Bölgenin kalkınması için çalışıyoruz. Atina’nın hedefi Batı Trakya’daki çok kültürlü ortamı korumak. Batı Trakya’ya ayrı bir önem veriyoruz. Kanunlar karşısında herkes eşittir’ dedi.
“Daha sonra Gümülcine Sanayi ve Ticaret Odası’nı ziyaret eden Bakoyanni, burada eşitlik mesajları verdi: Yürüttüğümüz kalkınma hamlesini, Batı Trakya’ya da yaymak istiyoruz. Bu bölge, Güneydoğu Avrupa’nın merkezidir. Buradaki çok kültürlü yapı, Hıristiyanlardan ve Müslümanlardan oluşan bir mozaik oluşturuyor. Çokdillilik, farklı din ve kültürler, ki bunlar yakın geçmişe kadar sorun yaratırlardı, bugün ve yarın için avantaj olacaklardır.” (Vatan, 6 Şubat 2007)
Aynı gün okuduğumuz iki ayrı haber, Türkiye’nin dünya gerçeklerinden ne kadar uzaklaştırıldığını/uzaklaştırılmak istendiğini gösteriyor. Bakınız, bunca tartışmanın yaşandığı İngiltere’de bir başörtülü polis görev yapabiliyor. Hem de ‘müdür’üyle tokalaşmadığı halde kıyamet kopmuyor ve hâlâ görev başında. Gazetedeki haber her ne kadar, ‘müdür’ünün ona kızdığını yazsa da biz neticeye bakarız. Netice: Başörtülü polis görev başında. Bu güne kadar aleyhinde ‘soruşturma’ dahi açılmamış, açılsa her halde onu da haber yaparlardı.
“Peki, Batı Trakya ile ilgili haberin ne özelliği var?” diye sorabilirsiniz. O haberin özelliği de şurada: Ne hikmetse haber metinlerinde yer almasa da konuyla ilgili haberin fotoğrafında Yunanistan Dışışleri Bakanı Dora Bakoyanni bir okulu ziyaret etmiş ve öğrencilerle görüşmüş. Fotoğrafta başörtülü genç kızlar da var. Bunlar ya öğrenci ya da öğretmen... Bu durumda Batı Trakya’da başörtüsü yasağı olmadığı, oradaki Müslüman öğrencilerin başörtüleriyle okuyabildiği sonucunu çıkarıyoruz. (Zaten aksi bir bilgi de şu ana kadar duyulmadı.)
Soralım o zaman: İngiltere’de başörtülü polis görev yapabiliyor ve bu bir ‘sorun’ olmuyor. Batı Trakya’da başörtülü öğrenciler rahatça okullara girip okuyabiliyor, o da bir ‘sorun’ olmuyor. Peki, niçin aynı şey Türkiye için ‘sorun’ olsun?
Tabiî ki Türkiye için de ‘sorun’ değil. Ama Türkiye’yi ‘idare edenler’ bunu anlamamak için başlarını kuma sokuyorlar? Nereye kadar? Bütün dünya özgürlükleri genişletmek için mücadele verirken, Türkiye aksini yapmayı sürdürebilir mi?
Bu iki ‘küçük haber’, yasakçıların yüzüne patlamış ‘iki büyük şamar’dan farksızdır. İnşaallah uyanırlar...
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Masal değil, gerçek |
|
“Yeşil devrim” isteyen AKP Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan birkaç arkadaşıyla birlikte grup toplantısından çıkmış, iktidar kulisine doğru yürüyordu.
Tam ortada CHP Grup başkanvekili Haluk Koç ile karşılaştılar.
Koç, Çalışkan’ın elini hararetle sıktıktan sonra, “Bana sordular. Ben de dik duran arkadaşlardan birisidir” dedim diye söz girdi. Bu sırada kenardan birkaç gazeteci Çalışkan’ı işaret ederek, “yeşil devrimci” dedi. Haluk Koç, “Devrim sözcüğünün başına en çok ne yakışıyor biliyor musunuz?” diye sordu. Aralarında Sadık Yakut’un da bulunduğu grup kendisine bakarken, “Türk kelimesi” dedi sözlerini “Türk devrimi” diye tamamladı.
“Yeşil devrimci” Abdullah Çalışkan ile “Türk devrimcisi” Haluk Koç’un devrim üzerine çeşitlemeleri sürerken, yeşil ya da kırmızı devrimlerin insanlara mutluluk getirmediğini düşündüm. Aynı şekilde ABD’li Soros Vakfının körüklediği turuncu devrimlerin içi bir bir boş çıkarken, Kemalist devrim peşinde koşanların da ülkeyi bir darbeden diğerine, koyu militarist süreçlere sürüklediklerini de hesaba katmamız gerekiyor.
Milyonları peşinden sürükledi devrimler, ama her nedense insanlığa mutluluk, özgürlük ve refah getirmedi.
Bunda devrimlerin ütopyacı, idealist taraflarının payı var mı orasını bilmiyorum, ama devrim diye çıkılan yolların hüsran, hedeflerin ise boş çıkması karşısında milyonların derin düş kırıklıkları yaşadıkları bir gerçek.
Fransız devrimini ise bunlardan ayrı tutmak gerekiyor. Çünkü o özgürlük ve ekmeğin devrimiydi.
Devrimlerin coşkulu dünyasından gerçeklerin ülkesine dönüş yapmak gerekiyordu.
O gerçek şu günlerde Hrant Dink cinayeti.
“Mahkemede öyle şeyler açıklayacağım ki, ben çıkacağım, ama Erhan Tuncel hapisten çıkamayacak” demişti Yasin Hayal babası ile yaptığı telefon konuşmasında.
Şimdi Erhan Tuncel’in cinayetin plânlayıcısı olduğunu açıkladı. Şimdiye kadar cinayetin azmettiricisi olarak Yasin Hayal biliniyordu. Bir yıl önce Trabzon Emniyeti tarafından İstanbul İstihbarat’a gönderilen yazıda McDonald’s bombacısı olan Hayal’in Hrant Dink’i öldürmeyi planladığı uyarısında bulunulmuştu. Trabzon’dan çıktığı takdirde izleneceğini iyi bilen Hayal’in önce Zeynel’i, sonra ise Ogün Samast’ı bu cinayet için yetiştirdiği ortaya çıkmıştı.
Dink’in öldürüldüğü 19 Ocak’tan bu yana Türkiye hangi gerçeklerle yüz yüze kaldı.
Tetiği çeken Ogün Samast’ın milliyetçi duygularla galeyana gelen bir genç olmadığı, bir grup tarafından cinayet işlemek üzere yetiştirildiği ve bu bilginin bir yıl önce istihbarat kayıtlarına girdiği ortaya çıktı.
Cinayetin ardından Yasin Hayal gibi bir portre ortaya çıktı. Yasin Hayal’in eniştesi Coşkun İnci’nin de bu arada boş durmayıp JİTEM’e çalıştığı öğrenildi. Yasin Hayal cinayeti işlemek için silah aramış, Trabzon gibi bir yerde bulamamış da enişteye başvuruda bulunmuş. Bak bak bak şu işe. Daha sonra jandarma, “Silâhı bulamadım diye parayı iade et” demiş. İş belli ki başkasına verilmiş. Ne aileymiş böyle. Soykütüğünü çıkarsan, içlerinde katil var. İstihbaratçı var, azmettirici ise tonla…
Polis muhbiri Erhan Tuncel ismiyle tanıştık. Polis muhbiri Erhan Tuncel’in aynı zamanda JİTEM’e çalıştığı iddia edildi. Şimdi ise cinayetin plânlayıcısı suçlaması ile karşı karşıya.
Bu arada asıl katili unuttuk. Adam “cinayeti biz işledik, piarını başkaları yapıyor” diye bunalıma girebilir. Bir kaşı kalkık gencimiz cinayetten sonra kaçmayı başarıyor, kendini gizliyor. Bu arada silahını ve beresini muhafaza ediyor. Ancak koruyamadığı cinayet öncesi ve sonrası tüm görüşmeleri gerçekleştirdiği telefon kartı. Ogün Samast’ın sim kartı yok. Bir de bunun için cinayet işlemesin diye kaygılanmamak elde değil.
Tüm bu ilişkilerin yanı sıra Trabzon Valisi ve Emniyet Müdürü ile İstanbul İstihbarat Müdürü görevlerinden alındılar. Yeni görevden almalar da yolda.
İlk anda Hrant Dink’in öldürülmesi sürpriz gelmişti. Ancak şu ana kadar ortaya dökülebilen belgeler ve kirli ilişkiler ağı ortaya koydu ki, cinayet bağıra bağıra gelmiş. Göz göre göre kurban vermişiz Hrant Dink’i…
Peki ilk günden bu işin milliyetçi bir gencin heyecana kapılması olduğuna inansak bunlar ortaya çıkar mıydı?
“Masala inanma, gerçeğin peşini bırakma” diyoruz.
Çünkü bir buzdağı ile karşı karşıyayız.
Aysbergin görünmeyen yüzünde çok karmaşık ilişkiler var.
Bunlar bir bir aydınlatılmadan, bu kuyu kazılmadan derin devletin köküne inilmez...
08.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|