Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdil YILDIRIM

Gerilik, delilik, velîlik



İnsan fıtratı, iyilik ve güzelliklere muhabbet, kötülük ve çirkinlere de muhalefet eder. Fıtratlar bozulduğu zaman ise, bu kural ya hiç işlemez, veya da tersine işler. İşte o zaman insan, neye muhalefet ve neye muhabbet edeceğini tam olarak kestiremez. Bazen de fıtratının aksine hareket ederek nefrete lâyık sıfatları bir meziyet gibi sahiplenirken, muhabbete lâyık sıfatlara sırtını döner.

Fıtratı bozulmamış bir insan, ruhuna muhalefet etmez. Ruhlar yaratıldığında “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına bütün ruhlar “Kalû belâ” diyerek cevap vermemiş miydi? Bizim ruhumuz da “Evet Ya Rabbi, sen bizim Rabbimizsin” diyenler arasında değil miydi? Öyleyse, O’na kulluğumuzu göstermede niçin bu kadar ihmalkâr davranıyoruz? Verdiğimiz sözü neden hakkıyla yerine getir miyoruz? Vaadinden caymak, sözünden dönmek bir geriye gidiştir. Onun için ruha muhalefet etmek ‘gerilik’tir.

İnsan, ruhuna muhalefet etmediği gibi, aklına da muhalefet etmez. Zira insanı insan yapan en önemli özelliklerden birisi de akıldır. Kendisine bahşedilen akıl nimeti sayesinde insan, eşref-i mahlûkat olmuştur. Onunla istidatlarını inkişaf ettirerek âlâ-yı illiyyîne çıkabilir. Meleklerden yüksek mertebelere erişebilir. İnsanda akıl gibi bir nimet olduğu için Cenâb-ı Hak’kın hitabına muhatap olmuştur.

Akıl, hem bir terazi, hem bir mihenk taşı, hem bir denetleyici ve gözetleyici olarak bize verilen en büyük nimetlerdendir. Akılsız insana cennet de verilse, oradaki güzellikleri idrak edip lezzet alamayacağı için bir kıymet ifade etmez. “Aklı olmayanın dini de yoktur” diyerek, dinimiz akıl özürlü insanları dini emir ve yasaklardan muaf tutmuştur.

Peki, bu kadar kıymetli ve saygıdeğer bir nimete karşı insan muhalefet eder mi? Veya ederse ne olur? Evet, insan çoğu yerde aklına muhalefet etmektedir. Yapacağı bir işte, vereceği bir kararda aklı ile istişare edeceği yerde, nefsi ve hevesi ile istişare etmekte, böylece hem dünyevî hem de uhrevî işlerinde hep zarar ve ziyanla çıkmaktadır. İnsanların çektiği sıkıntılar, yaşadığı acılar ve başkasına yaşattığı elemler, hep akılsızca davranışların sonucudur. Bir iş yaparken aklına müracaat etmeden harekete geçen bir insan, pusulasız ve rotası belirsiz bir gemiye benzer. Kararsız rüzgârların elinde oyuncak olur. Her an bir kayaya veya buz dağına çarpma riski ile karşı karşıyadır. Bir tehlike anında sığınabileceği bir limandan da mahrumdur.

Akıl nimetinden mahrum olanlara “deli” diyoruz. Aslında onlar deli sıfatını hak etmemişlerdir. Onlar akıl hastasıdır, yani bir nev'î özürlüdür. Ama aklı başında olduğu halde onu kullanmayan ve aklına muhalefet edenler yok mu? İşte asıl bunlar “deli” sıfatına lâyıktır.

Yani ruha muhalefet “gerilik” olduğu gibi, akla muhalefet de ‘delilik’tir.

İnsanda bir de nefis diye bir duygu var ki, işte asıl ona muhalefet etmek, hatta nefsi bir düşman bellemek gerekir. Her faydalı işte, her hayırlı amelde karşımıza çıkar, bin bir türlü hile ve desiselerle bizi kandırmaya çalışır. Kalbimizdeki iman nurunu karartmaya, gönlümüzdeki sevgi ateşini söndürmeye, ruhumuzdaki insanlık erdemlerini öldürmeye uğraşır. Şeytanla ittifak ederek kalp ve iman dairemize sürekli saldırılarda bulunur.

İnsanın en büyük düşmanı kendi nefsidir. En kahraman insan cephelerde düşmana karşı zaferler kazanan değil, nefsi ile girdiği savaşı kazanan insandır. Bu savaşı kazanmanın yolu da, nefis ne istiyorsa onun tersini yapmaktır. Bizi neye teşvik ediyorsa, ondan uzak durmaktır. Yani tam anlamı ile nefse muhalefet etmektir. Bu da çok büyük kahramanlara has bir hayat tarzıdır. Böyle kahramanlar, velîlik makamına kadar yükselebilirler.

Yukarıdaki paragrafları özetleyecek olursak, “ruha muhalefet gerilik, akla muhalefet delilik, nefse muhalefet velîliktir” hakikati ortaya çıkar.

09.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yargı ve zihniyet



Türkiye’de demokratikleşme sürecini en çok zorlayan sebeplerden birinin yargıya hakim olan zihniyet olduğu hep söyleniyor.

Ve bu noktanın altını çizen eleştirilerde, söz konusu zihniyetin öre çıkan belirleyici karakteri “bireyi değil, devleti korumayı öngören bir yaklaşımı esas alması” olarak ifade ediliyor.

Korunmak istenen “devlet” ise resmî ideolojisiyle ve bu ideoloji etrafında kümelenen kadrolarıyla topyekûn bir yapıyı içine alıyor.

Yegâne görevi, hiçbir tesir altında kalmadan sadece ve sadece adaleti tecellî ettirmek olan yargının böyle bir misyonu üstlenmiş olması, başlı başına bir vahamet tablosu oluşturuyor

Zira bu durum, her vesileyle adaletin devlete, resmî ideolojisine ve bu çerçevede yapılanan kurumlarıyla kadrolarına kurban edilmesi gibi bir netice veriyor.

Bunun çok tipik ve son derece hazin örneklerini, tahripkâr ve yıkıcı sonuçlarını hâlâ yaşamakta olduğumuz 28 Şubat sürecinde hep birlikte görmedik mi?

O dönemde ayyuka çıkan mâlûm haksızlıkları eleştirdiğimiz ve bu çerçevede 17 Ağustos depremini “İlâhî ikaz” olarak yorumladığımız için DGM’ler ve Yargıtay eliyle maruz kaldığımız baskıları herkes yakînen biliyor.

O zaman hakkımızda DGM’lerden peş peşe çıkan 312 mahkûmiyetlerini adeta otomatiğe bağlanmışçasına tasdik eden Yargıtay 8. Ceza Dairesinin—yaklaşık dört yıldır emekli olan—eski Başkanı, yeni çıkan bir yazısında zihniyet yapısını bir defa daha ele veriyor.

Yazısında laik rejimin Cumhuriyet tarihinde eşine rastlanmayacak boyutta bir saldırı ile karşı karşıya olduğunu iddia eden Naci Ünver, “AB’nin başlattığı Kemalizmi (Atatürkçülüğü) etkisizleştirme girişimleri laiklik karşıtlarının elini rahatlatmaktadır” diyor.

Ve CHP’nin başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin temel değerleriyle ülkenin ulusal çıkarlarını savunduğu için karalama, yıpratma ve sansürleme çabalarının hedefi olduğunu öne sürüyor (Cumhuriyet, 5.2.07).

Olaylara bakış açısı olan bir kişinin Yeni Asya’yı mahkûm etmesinde şaşılacak birşey yok. Ama böyle bir yaklaşımın, adalet dağıtmakla görevli bir kurumda etkin konuma gelmesi gerçekten hayıflanılacak bir durum.

Aynı zatın üç yıl kadar önce çıkan bir başka yazısında “hukukçu” kimliğiyle yaptığı yorum ise, ilginç bir bütünlük oluşturuyor.

Bu değerlendirmesinde, ceza kanunundaki suç tanımlarının kişisel yorumlara meydan bırakmayacak kadar açık, anlaşılır ve kesin olması zorunluluğunu belirterek, “Aksi yaklaşım ‘hukuka göre adalet değil, ‘döneme göre adalet’ olgusunu gündeme getirir” ifadesini kullanmıştı Naci Ünver (Cumhuriyet, 14.7.04).

Nitekim laik rejimin tehdit altında olduğu iddiasıyla, iktidar partisini ve AB’yi yerden yere vururken CHP’yi öven bir yüksek yargı memuru olarak verdiği o kararlar, “döneme göre adalet” anlayışının çok tipik örnekleri değil miydi?

Elbette bir hakimin de kişisel olarak siyasî görüşleri olabilir. Ancak buradaki sorun, bu görüşlerin, görevdeyken verdiği kararların oluşmasını da ciddî şekilde etkilediği kuşkusu.

Çünkü o kararların başkaca bir açıklaması yok ve olamaz.

09.02.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

“Bıyıklı Amerikalılar”



TGRT bu ayın ortasında “Fox”a dönüşecek. Bunu hepimiz biliyoruz.

Fakat geçirdiği evrede tuhaf şeyler döndüğünü öğreniyoruz.

TGRT’nin elemanları tek tek kovuluyor. Bunlardan biri 10 yıla yakın bir zaman diliminde ana haber sunuculuğu yapmış, üstelik mesleğinde onur ödülü sahibi bir sunucu:

Jülide Ateş.

Güzellik yarışmalarından sonra kendine bir yol çizen Ateş, önce Star, Kanal D, daha sonra uzun yıllar istikrarlı biçimde TGRT’de çalıştı.

“TGRT’den çok çok iyi bir maaş alıyordum. Açıkçası kendime, eşime, anneme, babama, çocuğuma, ‘Ben bu parayı bırakıyorum çünkü başka bir şey yapmak istiyorum’ demeyi berelemedim...”

Yani?

“Hayatım 15 yıldan sonra ilk kez sürprizlerle dolu olacak. İtiraf edemediğim duam kabul oldu aslında.”

Onu TGRT’de tutanın en önemli unsurun ne olduğunu soran bir muhabire şöyle diyor Ateş:

“Para... İnanılmaz büyük bir para teklif etmişlerdi, Kanal D’den ayrıldıktan sonra başka kanallardan da teklif vardı, onlara TGRT’nin önerdiği parayı söylediğimde onlar bile ‘Hiç düşünme oraya git’ demişlerdi. Benim o sırada önceliğim prestij değil paraydı.”

Ateş, TGRT’nin öncesini anlatıyor:

“Çünkü TGRT hiçbir zaman büyük bir kanal olamadı... Başlarda çok sorguladım. Star’da ve Kanal D’de ana haber okuduktan sonra atılım yapmakta olan muhafazakâr bir kanalda olmak endişe veriyordu.

“Ama koşullar içindeki mükemmeli yakalamaktı benim için TGRT. Ben muhafazakâr değilim, TGRT’de beni bu konuda hiç sıkıştırmadı, rahatsız etmedi

“Kanalın muhafazakârlığı—ki 10 yıl içinde çok değişime uğradı kanal—çalışanlarını bağlayan bir şey değildi. Çok huzurlu çalıştım bu on sene. Haklarını yememeliyim.”

Bir de sonrasını anlatıyor:

“Murdoch’un sağ kolu Pompadur görüşmemizde şimdi size adını veremeyeceğim bir Türk politikacıdan bahsetti. ‘Bu kişiyle çok sıkı diyaloglarımız var, temas halindeyiz’ dedi. Ne alaka diye biraz şaşırdım açıkçası. Bir siyaset adamı. Aktif şu anda. Fikir aldıkları insanlardan biridir diye düşündüm. Ama işler bizim bildiğimizden daha karışık.

“O sırada TGRT’de daha önce bahsi geçen siyasetçilerin adı gündeme geldi. Buna Ankara ve politikacılar dahil. ‘Bıyıklı Amerikalılar’ diyorum onlara ben. Kanaldaki sorun tek bir karar mekanizmasının olmamasıydı. Özellikle Ahmet Ertegün’ün vefatından sonra herkes koltuk kapma, kendi otoritesini kurma çabası içine girdi. Haber bölümü herkesin talep ettiği bir yer zaten. Sanırım işten çıkarılışımda bu politik dengeler de etkili oldu.”

Jülide Ateş istikrarlı bir sunucu olarak vazifesini hakkıyla yerine getirdi denilebilir. Sansasyona girmedi. Diğer sunucular gibi popülist davranmadı. Her ne kadar rutin bir iş hayatı, sürprizlere kapalı bir istikrar onu sıkmışsa da, artık bundan sonra kendi ifadesiyle “özgürlüğün tadına” bakacak.

Ateş, medyanın hareketli gündeminden uzak kalmaya özen göstermeli. Aksi takdirde kurulu düzenini bozma ihtimali var.

ZAYIFLAMA TERÖRÜ

Norveç’te bir araştırma yapılıyor:

Ülke genelinde genç kızlar arasındaki intihar girişimleri arasında yüzde 30 artış baş göstermiş.

Neden?

Bunun cevabını Araştırma Başkanı Lars Wichstroem veriyor.

Diyor ki:

“İdeal vücut ölçüleri gittikçe daralırken, diğer ülkelerde olduğu gibi Norveç’teki kızların da kiloları arttı” diyor ve “Genç kızların vücut şekilleri intihara teşebbüs oranlarındaki artışı etkileyen bir sebep oluyor.”

İşte dünyanın adaleti:

Kimi “aç kalma” endişesiyle intihar ederken, refah seviyesi yüksek ülkenin insanları da “şişmanlıktan” intihar ediyor.

09.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hakkın hatırı için



“Hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmez.”

Bediüzzaman Hazretlerine ait bu veciz ifade özellikle âlimlerin ve âmirlerin gönüllerinde yer edindiği sürece hak başlar üstünde tutulmuş, hiçbir hatıra fedâ edilmemiştir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

İmam-ı Azam’ın, günün halifesinin, sırf hakkın hatırını ayaklar altına almamak için kadılık teklifini kabul etmediğini biliyoruz. Ahmed bin Hanbel gibi nice âlim hakkın hatırını çiğnetmemek için zindanlarda kalmayı, kırbaçlanmayı göze almış, aslâ hak ve hakikatten taviz vermemişlerdir.

Halife Harun Reşid’le yaşanan şu olay da hakkın hatırını yüksek tutan bir âlimin ne kadar yükseldiğine güzel bir nümunedir.

Halife birgün hapşırmış, ne var ki “Elhamdülillah” demeyi unutmuş, yanındakiler de, “Yerhamükellah” demişti. “Yerhamükellah” “Allah sana merhamet etsin” anlamında bir duâydı. Ancak âlim birisi bu duâyı esirgiyordu Padişahtan. Padişah öfkelenmiş, “Niçin bir duâyı benden esirgedin?” diye çıkışmıştı. O da gayet soğukkanlılıkla şu karşılığı verdi: “Padişahım, sünnet olan aksıran kimsenin ‘Elhamdülillah’ demesidir. Bu cümleyi duyan da ‘Yerhamükellah’ diye duâ eder. Siz ‘Elhamdülillah’ demediniz ki ben size bu duâyı yapayım.”

Bu açıklama padişahı rahatlatmış, bununla da kalmayan hakperest padişah, “Seni bugünden itibaren Bağdat’ın başkadılığına tayin ediyorum” demişti.

Sebebini sorduklarında da şu cevabı vermişti Harun Reşid:

“Dinin emrine bağlı bir insan o. Padişah da olsa taviz vermiyor. Aksırdığımda ‘Hamdetmedi’ diye birkaç kelimelik duâyı çok gördü bana. Padişaha boyun eğmeyen millete de boyun eğmez, haktan ayrılmaz. Böyle bir memuru nereden bulabilirim?”

Bediüzzaman Hazretleri de İstanbul’a geldiğinde, bizzat padişaha, “İslâmda istibdat yoktur. Bir fert için karar vermek; ancak safhaları açık ve şeriat adaleti içindeki mahkemelerin hakkıdır. Bu karar mahiyeti meçhul kimselerin hakikî safhaları izah edilmeyen, desiseleri saklayan gizli yazılarıyla verilemez” demiş, bundan dolayı Divan-ı Harb’e verilmişti. Kabulde hazır bulunan günün şeyhülislamı Cemaleddin Efendi, “Ben bugüne kadar Hünkâr huzurunda kanaatlerini bu kadar cesurâne izah eden kimseye rastlamadım” diyecekti. Yıldız Askerî Mahkemesinde sorgulandığında da cesaretle aynı şeyleri söylemiş, bundan dolayı tımarhaneyi boylamış, doktor onu dinledikten sonra, “Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar delilik eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur” diye rapor vermişti. Zabtiye Nazırı Şefik Paşanın padişahın maaş bağladığını söylemesi üzerine de, “Ben maaş dilencisi değilim” diye reddetmişti.

İşte böylesine hakkı, hakikati savunabilen cesur insanlar sayesinde hak ve hakikat başlar üzerinde tutulagelmiştir.

09.02.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yaratılış, sebep- sonuç ve hudûs delili



Başta aklımız olmak üzere kalbimiz ve vicdanımız; şu muhteşem san'at eseri olan kâinatın Yaratıcısının varlık ve birliğini tasdik eder. Aklın işi delil üzere hareket etmek iken, vicdan herhangi bir delile ihtiyaç duymaksızın gerçeği bulur, kabul eder.

Varlığın sonradan yaratılması esasına dayanan hudûs delilini geliştiren kelâm âlimleri şöyle demişlerdir: Bu âlem, şekli, sûreti ve maddesiyle hâdistir/sonradan varolmuştur. Her hâdis (sonradan varolan), mutlaka bir muhdise (mucide, var ediciye) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da yüce Allah’tır.

Bu delili, ilmî gelişmeler perspektifinden değerlendirirsek: Hâdis-hudûs sonradan olan, değişen, yeni oluşan şey demektir. Varlığın san'atlı olduğunu da görüyoruz. Zâten ilim adamları; kâinatın “big-bang” denilen, bir özün, çekirdeğin (nasıl anlayacak isek) patlaması ile vücûd bulmaya başladığını, dolayısıyla son bulacağını ilmen de tesbit etmiş bulunmaktadırlar.

Madde, dolayısıyla âlem değişkendir. Değişen her şey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezelî olamaz. Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin sür'atle tükenişe doğru yol alması gibi olaylar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor.

Diğer taraftan sebep-sonuç prensibince, sebepsiz bir netice, san'atkârsız bir san'at olmadığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Sebepler, mantiken zincirleme devam edip sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezelî olmayıp sonradan oluşan ve bir ilk sebebe muhtaç olan şu madde dünyasının da bir yaratıcısı olması gerekir, o da Allah’tır.

Özetlersek; fizik gibi ilimlerin tasdikiyle de kâinat yoktu, sonradan var edildi. Şu halde ezelî olan, yani, başlangıcı olmayan bir var ediciye; yani, varlığı ve yokluğu kendinden olmayan, kâinatın varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyaç zaruridir. O mucidin de, varlığının kendinden olması, başkasına muhtaç olmaması, yani Vâcibu’l-vücud olması gerekir.

09.02.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bir hak ve adâlet timsâli: Ömer-i Sâni



Milâdî tarih 09 Ocak 0720: Sekizinci Emevi Sultanı Halife Ömer bin Abdulaziz vefât etti.

Mısır Valisi Abdulaziz bin Mervan'ın oğlu olan halifenin annesi de Hz. Ömer'in (ra) oğlu Âsım'ın kızıdır.

Hem nesebi itibariyle, hem de hak ve adâletin timsâli olmuş Hz. Ömer'in yolundan gitmesi sebebiyle, ona "Ömer–i Sâni" denilmiştir.

Ömer bin Abdulaziz'in bu yönünü bir Lem'alar isimli risâlesinde nazara veren Bediüzzaman Hazretleri, ondan şu ifadelerle söz eder: "...Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebi gibi mâsum olmalı veyahut Hulefâ-i Râşidin ve Ömer İbn-i Abdulaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın."

* * *

Ömer bin Abdulaziz, saltanat sistemiyle idare edilen Emevî Devletinin başına geçen 8 halîfedir.

Hicrî 60, Mîladî takvime göre ise 679 senesinde Medîne-i Münevvere'de doğmuştur. Annesi, Râşid Halifelerin ikincisi olan Hz. Ömer'in (r.a.) torunudur. Babası Abdulazîz bin Mervan, Mısır'a valî olunca, ailece Mısır'a gidip yerleştiler.

Bir süre sonra, ilim öğrenmek için tekrar Medîne'ye döndü. Burada, zamanın en büyük âlim ve âriflerden ilim ve mârifet dersini aldı.

Kısa zamanda, ilim ve kemâl sahibi oldu. Emevi Halife Sultan Abdulmelik, onu Şam'a dâvet etti, ardından kızı Fatıma ile evlendirdi.

706 senesinde ise, onu Harameyn (Hicaz, Mekke–Medine) valîliğine tayin edildi. O da, Hicaz âlimlerini toplayarak onlara şöyle hitap etti: "Ey kardeşlerim! Ben Haremeyn valîliğine değil, hizmetçiliğine tâyin oldum. Asıl gayem, hakkın ve adâletin sağlanması ve dağıtılmasıdır. Eğer bunları çiğneyenleri bana haber vermezseniz, ind-i İlahîde mes'ulsünüz. Bu hususta bana yardımcı olmanızı istirham ederim."

Alimler, bu hususda kendisine yardımcı oldular, Hicaz halkı, kendisinden çok memnun ve mesrur kaldı. Hatta çok kimse, bu huzur halini yaşamak için Hicaz bölgesine hicret etti.

Emevi Halifesi Sultan Abdulmelik 717'de vefat etti. Veziri Reca, valileri toplayıp sultanın mühürlü vasiyetnâmesini açtı ve okudu.

Merhum halîfe, iki oğlu olmasına rağmen, bu vasiyetnâmesinde damadı Ömer bin Abdulazîz'i halîfe ta'yîn ettiğini ilân ediyordu.

Ömer bin Abdulazîz, şaşkınlık içinde vasiyetnâmeyi dinledi. Kendisine tevdi edilen bu ağır yükü taşımaktan önce çekindi. Kabul etmek istemedi. Ancak, ehl–i kemâl sahibi âlimler onu ikna etmeyi başardılar.

Halîfe–sultan olduktan sonra, pek mühim değişikliklere imza attı.

Meselâ, kendisine getirilen süslü alay atlarına binmediği gibi, lüks ve debdebe ile donatılan saltanat sarayına da gidip oturmadı.

O sarayın yerine, kendisine ait olan "kıl çadırı"nda oturmayı tercih etti.

Bu meyanda hanımına da şunu söyledi: "Eğer benimle yaşamak istiyorsan, ziynet ve mücevherlerini beytülmale (hazineye) bırak. Zîra onlar, senin yanında iken, ben seninle rahat edemem, huzur bulamam."

Zevcesi de onun bu arzusunu kabul ile aynen yerine getirdi. Bütün ziynetlerini beytülmale hediye etti. Kendisinin 50.000 altınını fukara ve gurabaya dağıttı. Hizmetkârlarını serbest bırakarak teb'asının en mütevazî yaşayan bir ferdi gibi yaşayarak, ümmete tevazu ve fazîlet noktasında bir nümûne–i imtisâl oldu.

Halifeliği müddetince yaptığı bütün işlerde "Hesap Günü"nü daima göz önünde bulundurarak hareket etti.

Bu yüzden de hakikî adâletten zerrece sapmamaya âzami gayret gösterdi. Bunda büyük ölçüde muvaffak oldu.

Ömer bin Abdulaziz, milletine ve bütün mü'minler pek güzel nasihatlerde bulundu. İşte o vâz û nasihatlerden kısacık bir bölüm:

"Ey insanlar! Sizler ölümün hedeflerisiniz. Ölüm, aranızdan dilediğini seçer. Dün geçti; o, sizin hakkınızda şahiddir. Bugün, mühim bir emanettir. Onun kıymetini iyi bilmek lâzım. Yarın ise, içindeki meçhûl hadiselerle geliyor.

"Ölümden kaçış nereye olacak? Sizler şu dünyada yüklerinizi bineklere yüklemiş yolcular gibisiniz. Yükleriniz başka bir âlemde çözülecek. Sizler şu dünyada sizden önce gelenlerin yerine geçtiniz. Fakat, siz de yerinizi sizden sonra geleceklere terk edeceksiniz. Sizin aslınız, yani dünyaya gelmenize vesîle olanlar, hemen hemen hiç kalmadı. Sizler de aynı şekilde göçeceksiniz!

Ey cemaat! Kendimde bir üstünlük gördüğüm için, size böyle nasîhat ettiğimi zannetmeyin. İçinizde belki benden daha çok rahmet ve mağfirete muhtaç kimse yoktur. Kendim ve sizler için Rabbim'e sığınıyorum. Allah'ın kitabını, Resûlü'nün sünnetini, güzel ahlâk ve kalbî duygularını kendinize örnek alınız. Kurtuluş, ancak ve ancak bundadır."

09.02.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Nur mesleğinin istinad duvarları



Her mesleğin ve her işin mutlaka bir istinad duvarı vardır. İstinad duvarı olmayan meslek veya bina çökmeye ve yok olmaya mahkûmdur. Mesleğin ehli olmak mesleğin devamıdır. Fikir bazındaki meslek, onun ana noktalarıyla ayakta kalır ve süreklilik kazanır. Bir mesleğin ehli olmayanlar meslek sahibi kabul edilmez ve her cihetle sırıtır. Bir doktora doktor demek için, doktorun kendi sahasında öğrendiklerini göstermesi ve tatbik etmesi ile olacaktır. İnekten süt, arıdan bal beklendiği gibi meslek sahibi veya o mesleğe intisap edenler, o mesleğin ana direklerine yani istinad duvarlarına yapışmakla hem devam edecekler, hem de ehil olduklarını ortaya koyacaklar.

Çağımızın Mevlânâ’sı kabul edilen Hz. Bediüzzaman, muazzam Nur külliyatında 130 parça eserde mesleğinin istinad duvarlarını açıklıyor ve insanlığa bir model veya bugünkü tabirle bir patent olarak takdim ediyor. 5 yıl önce aramızdan ayrılan ve sayısız defalar görüştüğüm merhum Ali Ulvi Kurucu Ağabeyin tesbitiyle “İşin orijinal tarafı: Bu meslek kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir.” Hz. Üstad’ın yanında bulunmadığı ve onu görmediği halde, Nur külliyatını kısa zaman seyrinde tümünü birden okuyarak bu kanaate varıyor.

Öyle ise âlem çarşısına sunduğu ve evvelâ kendi talebelerinden istediği veya Nur külliyatına eli değenlerden beklediği ve bir ömür boyu üzerinde titizlikle durduğu bu meslek nedir? Gidelim koca sultana; “Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır. Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.” (21. Lem’a, 4. Düstur)

Burada kendilerinin de gayet sarih ve açık olarak ifade buyurdukları muazzam mesleğinin iki önemli istinad duvarı görülmektedir. Birincisi uhuvvet yani kardeşlik. İkinci ise, ihlâs. Esasında 21’nci Lem’a İhlâs Risâlesini te'lif etmesi için yalnız bu paragraf kâfî idi. Çünkü mesleğinin denge unsuru bu iki istinad duvarı. Bir misâlle bunu daha evrensel çerçeveye koymak istiyorum. Japonların piyasaya sundukları ve hız duvarlarını aşan muhteşem trenler dahi iki ray üzerinde gidiyor, raysız tren yok. Bediüzzaman Hazretleri de, muazzam Nur külliyatını ve Kur’ânî hizmetini, bu iki tane rayın üzerine oturtmuş: Biri uhuvvet, diğeri ihlâs...

Bu iki istinad duvarının idamesi ve berdevâmı için bütün ömrünü teksif etmiş, yaşamış ve yaşatmaya çalışmış. Kendi Mesnevî’sinin Hubab Risâlesi’nde bir misâli var: “Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşv-ü nemâ bulamaz.” Evet ihlâs ve uhuvvet kaybedilirse, o zaman kalbi delinen buğday tanesine dönüşür. Elbette evvelâ yaşayacaklar, yaşamadan bir şeyi yaşatamazlar. Bu itibarla bu muazzez mesleğin devamı ancak uhuvvet ve ihlâs ile olur ve olmaktadır. Bugünlere, 2007’lere başta Hz. Bediüzzaman’ın azim yaşantısıyla ve efsanevî talebelerinin gayretiyle gelinmiştir. Tarihî seyir içinde, nereden ve nasıl gelinmiş, ayrı bir makale.

Bediüzzaman Hazretleri gerçi bunu kendi talebelerine yazıyor, fakat bakıldığında bu müthiş tesbite bütün cihan muhtaç. İşte âlem çarşısı, artık dünya küçüldü bir bilgisayara sığıyor. İnşaallah bundan sonra da bu mesleğin aşıkları, gerek Türkiye, gerek İslâm dünyası ve gerekse insanlık âlemi için, bu iki istinad duvarını bir meslek halinde icrâya devam ederler. Çünkü beşeriyet bugün bu uhuvvete ve bu ihlâsa muhtaçtır. O kadar önemli ki; tamamen bir ilham kaynağı olarak, Bediüzzaman, iki ihlâs ve bir de uhuvvet risâlesi yazıyor.

09.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İnşallah kelimesi üzerine



Said Bey: “İnşallah’ın mânâsı nedir? ‘Allah nasip eder inşallah’ gibi bir cümlede yanlışlık olabilir mi?”

İnşallah kelimesi, Allah’ın geleceğe dönük cümlelerimiz arasında kullanmamızı istediği bir vahiy kelâmıdır.

Bir kısım Yahudi ve müşrikler Peygamber Efendimiz’e (asm) mağarada üç yüz yıldan fazla yatan gençlerin hikâyesinin ne olduğu, Zülkarneyn hakkında ne bildiği ve ruhun ne olduğu hakkında sorular sormuşlardı. Peygamber Efendimiz (asm) de o an cevap vermemiş, her gün kendisine gelerek âyetler indirip duran Cebrail’in (as) bu sorularla ilgili de derhal âyetler indireceği kanaatiyle, “Yarın gelin, cevap vereyim” demiş, “inşallah” dememişti.

Fakat Cebrail’in inmesi ve vahyin gelmesi haftalarca gecikti. Peygamber Efendimiz (asm) bundan müteessir oldu. Nihayet haftalar sonra Hazret-i Cebrail (as) gelince Peygamber Efendimiz (asm) bunun sebebini sordu. Hazret-i Cebrail (as) de sırayla Meryem Sûresinin 64. âyetini, Kehf Sûresinin 23. ve 24. âyetlerini ve Duhâ Sûresini indirdi.

O an indirilen âyetleri buraya alalım:

“Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Gelecek olan, geçmiş olan ve ikisi arasında bulunan ne varsa O’nun ilminde ve kudretindedir. Rabbin hiçbir şeyi unutmuş değildir.”1

“Hiçbir şey hakkında ‘Yarın bunu muhakkak yapacağım’ deme. Ancak ‘İnşallah’ deyip, Allah’ın dilemesi şartına bağlarsan müstesnadır. Unuttuğun zaman da, yine Rabbini an ve ‘Umulur ki, Rabbim beni bundan daha hayırlı ve doğru bir yola eriştirir’ de.”2

Görüldüğü gibi Cenâb-ı Allah gelecekle ilgili konuşmalarımızda “İnşallah” dememizi şart koşuyor. Çünkü gelecek bizim elimizde değil. Gelecek Allah’ın takdirindedir. Gelecekte nasıl bir tecellî gerçekleşeceğini bilmiyoruz. Sadece olmasını arzu ettiğimiz şeyler söz konusu. İşte bunları konuşurken Allah’ın dilemesi şartına bağlayarak konuşmamız gerekiyor. Ki, “İnşallah” kelâmı bize bunu sağlıyor.

Bu pencereden bakınca, “Allah nasip eder inşallah” gibi bir cümlede yanlışlık yoktur. Fakat bu kelime ile gelecekle ilgili bir şeyler yapmayı kendi üzerimizden atan bir tembelliği veya kendi yapabileceğimiz şeyleri Allah’a havale eden vurdumduymazca bir havaleciliği kastetmemeye dikkat etmeliyiz. Yani bu kelimeyi, içerdiği manevî kuvveti sarsıcı şekilde kullanmamalıyız.

Bu kelime kararlılığımıza gölge düşürmüyor. Tam tersine, “Allah’ın dileği ile örtüşmesi halinde ben kararlıyım” mânâsını içeriyor. Oysa bazen kararsız olduğumuz ve hatta olumsuz düşündüğümüz bir meselede de–sırf muhataptan kaçmak için—“İnşallah” deyip geçiyoruz. Bu yanlıştır. Çünkü bu durumda bu kelâmı bir kaçış cümlesi olarak kullanıyoruz. Muhatabımız da çileden çıkıyor. “İnşallah’la, maşallahla olmaz!” gibi nezaketsiz sözler sarf ediyor. Bu nezaketsizlikte bizim de payımızın olduğunu unutmamalıyız.

***

İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Peygamber Efendimiz (asm) en faziletli amel sorulduğunda, ‘Vaktinde kılınan namaz’ buyurmuştur. Bunu açıklar mısınız? Vaktinde kılınan namaz ne demektir? Kazaya bırakılmadan kılınan namaz mı, yoksa ezan okunduktan hemen sonra kılınan namaz mı demektir?”

Vaktinde kılınan namaz, vakti çıkmadan önce kılınan namazdır. Şafiî ve Malikî mezheplerine göre bir farz namazın ilk rekâtı vakti içinde kılınmışsa, bu namaz vaktinde kılınmış namazdan sayılır. Hanefi ve Hanbelî mezheplerinde bu ölçü daha da geniş tutulmuş, bir farz namazın iftitah tekbiri vakti içinde alınmışsa, bu namazın vakti içinde kılındığı kabul edilmiştir. Yani namaza başlanmış ve “Allahü ekber” denerek eller bağlandıktan sonra diğer bir vaktin ezanı okunmuşsa, bu namaz kılınır ve vaktinde kılınan namazdan sayılır.

Bununla beraber namazı böyle son dakikalara kadar geciktirmek günahtır. Namaz için en faziletli vakit, ezan okunduktan hemen sonra, cemaatle namaz kılma imkânı da bulunan zaman dilimidir. Eğer cemaatin geç toplanma durumu söz konusu ise, cemaatin toplanmasını bekleyerek cemaatle kılmak, tek başına kılmaktan daha faziletlidir.

Dipnotlar:

1- Meryem Sûresi: 64

2- Kehf Sûresi: 23, 24

09.02.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Tayyip'in el kitabı



Asker kıyafetlerinin satıldığı yerlerde bir de, ”Askerin el defteri” vardır. Bu defterlerin arka yüzünde, ”Gel 550 gün gel” yazar. Her sabah olduğunda askerler o günün üzerine bir çizgi çekerler. Her şeyin bir kültürü olduğu gibi askerliğin kültürü de budur.

Sabah sporu yaptırdığım bir gün tam koşu sırasında erin birisi yanıma yaklaşıp, ”Bugün Zonguldak” dedi. Anlamadım. “Zonguldak’a ne olmuş” diye merakla sorduğumu fark edince, ”Plaka düştünüz” diye karşılık verdi. Askerde çukur yerler çok olur. İtalyan Çukurunu, Avcı Boy Çukurunu bilirdim de bu plaka işini pek anlamamıştım.

Ne plakası demeye hazırlanırken fark ettim. Asker benim yerime tezkereye kaç günümün kaldığını sayıyormuş. O zaman 67 vilayet olduğu için plakaya düştünüz demiş. Bir başka gelenek daha vardı. Meselâ 58’e geldiyse, o gün Sivaslı çömezler gelip, o askere selam veriyordu.

Yeniden askere gitmek gibi bir düşüncem yok. Bunları hatırlamama sebep, Başbakan Erdoğan’ın grup toplantısında yaptığı uyarı oldu. Erdoğan, milletvekillerinin meclise devam etmelerini istedikten sonra, ”Cumhurbaşkanlığı seçimine 8 hafta kaldı. Dişinizi sıkın” dedi.

Elinde Cumhurbaşkanının el kitabı diye bir şey var mı orasını bilmiyorum, ama Başbakan Erdoğan’ın geçen her günün ardından duvara bir çentik attığı ve kaldı 56 gün dediğinden kuşkum yoktur.

Başbakan’ın dün bütçe gerçekleşmeleriyle ilgili bir basın toplantısı vardı. Bir meslektaşımız gayet hınzır bir şekilde, ”2008 yılının bütçesini de siz mi sunacaksınız?” diye sordu. Erdoğan mesajı çok iyi kavramış olmalı ki, bıyık altından gülerek, ”Siz gazeteci olarak görevinizi yapacaksınız, ama ben de siyasetçi olarak görevimi yapacağım. Nisan ayını bekleyin. Nisan çok bereketli bir ay” cevabını verdi. Belli ki sadece nebatî bir bereket değil, Nisan’da siyasî bereket de bekliyordu.

Grup toplantısına dönmek istiyorum. Orada önemli bir uyarı vardı. Başbakan milletvekillerine ‘dişinizi sıkın’ dedikten sonra bir şey daha söyledi: ”Ondan sonra zaten seçim sürecine girilecek.” İşte o noktada bazı kuşkular söz konusu.

Biraz daha açayım. 16 Nisan’da Cumhurbaşkanlığı seçim süreci başlayacak. 26 Nisan’da ilk tur seçimler yapılacak, üçer gün arayla yapılacak seçimlerde 2 Mayıs’ta yapılacak olan üçüncü turda ya da en fazla 5 Mayıs günü yapılacak olan dördüncü turda Cumhurbaşkanı seçilecek.

Seçimlerin ise tarihi belli. 4 Kasım için kanun çıkarıldı. Benim açmak istediğim nokta da bu. AKP Cumhurbaşkanını seçtikten sonra, bunun sağlayacağı siyasi iklimden yararlanmanın hesabını yapabilir. Bu yönde duyumlar kulağıma geliyor. Hatta bir haber kanalımız da kısa bir haber yaptı.

Bu plan, seçimleri Temmuz ortası ya da Ağustos başına çekmek. Burada AKP’nin seçmenlerin huzuruna çıkıp, “Köşk’te artık Sezer yok, Erdoğan var. Bir dönem daha bize iktidar verin” stratejisine dayandığı gözleniyor.

Etki gücü yüksek bir strateji olduğu da belli. Ama burada bir sorun var. O da seçimlerden 1 yıl önce yapılan değişikliklerin ilk seçimde geçerli olamayacağı. AKP 25 yaşı getirdi. Bu seçimde de 25 yaşında adaylar çıkaracak. Bu şekilde gençliğin oylarını kendine çekmeyi planlıyor. Gençliğin merkez partileri tercih etmeleri pek güçlü bir seçenek olmasa da böyle bir arzuları var.

Gençlerin AKP’yi tercihleri ve MHP’nin oy oranı konusunda AKP yönetiminin hesap hatası yaptığını düşünüyorum. Erdoğan ve çevresi MHP’nin oy oranını küçümsüyor. Çankaya ve erken seçim senaryoları arasına bu kaydı düşmek istedim. AKP’lilerin YSK’da temas ettikleri bazı isimlerin kişisel olarak, “Bu seçim yasasında yapılan bir değişiklik değil. Anayasa değişikliği o yüzden seçimlere 1 yıl kala yapılan değişiklik statüsüne girmez” dedikleri söyleniyor. Ancak kuşkulu. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, hemen ardından Abdullah Gül’ün başkanlığında yeni hükümet ve AKP kongresinde yeni parti genel başkanı seçimi derken 2 ay süreyle AKP gündemde olacak.

Bu seçimde AKP’nin en büyük kozu Çankaya ve siyasî istikrar olacak. Artık gün sayın. Seçimin ucu gözüktü. Askerin pardon, Tayyip’in el kitabında şunun şurasında ne kaldı?

09.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Parlayan Suud diplomasisi



Ezberlerimiz ve önyargılarımız hakikatı bulmamızı zorlaştırıyor. Bu tuzağa düşmemek için iki şeye ihtiyaç var. Birincisi, sürekli olarak gündemi takip etmek. Yenilenmek. İkinci olarak da, sürekli olarak kendimizi muhasebe etmek. Zira olaylar yürüyor ve biz yerimizde sayıyor ve seyrediyorsak, gelişmelerden kopacağız ve vereceğimiz hükümler de anokronik/tarihdışı olmaktan öteye gitmeyecektir. Hem yakın, hem de uzak plandan bakmamız gerekiyor. Tarih dışı olmak da miadı dolmuş kullanım dışı olmak demektir. Bunu bazen şöyle de özetliyoruz: Başkasını anlamaya ve kendimizi de aşmaya çalışmak. Bilgi ve empati. Ve bu beşerî eksiklikler hakikatın hiçbir zaviyeye hapsedilemeyeceğini ortaya koyuyor.

Bu anlamda bölgeye bakışta bazı perdelenmeler var. Daha doğrusu peşin hükümlerimiz neticesinde hakikat ile aramıza duvarlar ve perdeler örüyoruz. Bu anlamda, Suud’a bakış açımızda da benzeri bir perdelenme var. Bunun bir kısım nedenleri arasında İran bakış açısından etkilenme de var. Yani kimilerimiz bilerek veya bilmeyerek çoğu kez de refleks halinde bu bakış açısının esiri olabiliyor. Bu bakış açısına göre, Suud’dan sadır olan her şey Amerikan hesabına geçer! Bunun bedihi ve açık bir yanlış olduğu ortada. Suudi Arabistan’ın ne her yaptığı doğru ne de her yaptığı yanlıştır. Ve İran’a mesafeli olan her şey de Amerikan hesabına geçmez. Bazen İran’a mesafesiz olmak da aynı anlamı kazandırabilir. Dolayısıyla ezberin tahakkümü ve otoritesini aşmamız ve kırmamız gerekir. Bu bir ezberin ötesinde maniheist bir bakış açısıdır. Keskin sirke küpüne zarar halidir. Bir propaganda mahsülüdür. Bir şey haddini aştığında zıddına inkilâp eder fehvasında olduğu gibi bazen müfrit bir Amerikan düşmanlığı Amerikan dostluğu ile eşdeğerdir. İkisinin zararı da ölçüsüzlüğüdür.

***

Bunun ötesinde 11 Eylül sürecinde türbülansa giren ve içine kapanan Suud diplomasisi yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Esasen Kral Abdullah’ın selefi Fahd’a nazaran daha olumlu olduğunu söyleyebiliriz. 11 Eylül’e giden günlerde Bender Bin Sultan aracılığıyla Bush’a bir mektup yazarak onun Filistin politikasını yerden yere vurmuştu. Ardından 11 Eylül kopmuş ve Suudi Arabistan da vahşi Amerikan saldırısı karşısında yelkenlerini suya indirmişti. 2002’de Thomas Friedman aracılığıyla dünyaya duyurduğu bir barış planı hazırlamıştı. Bu plan 2002’de Beyrut’ta yapılan Arap zirvesinde Araplardan tam destek almıştı. İran da bilahare bu plana zımnî bir destek vermişti. Şimdi Suud diplomasisi İslâm dünyasının yangına dönen bölgelerinde yapıcı faaliyetler yürütüyor ve itfaiye rolünü icra ediyor.

Lübnan’da çatışmanın eşiğine gelmiş tarafları yatıştırmak İrangate skandalının eski ve unutulan kahramanlarından Bender Bin Sultan ile Nejad’ın ekibinden İranlı Larijani’ye düşmüştür. Bununla birlikte bu dindirme ve yatıştırma diplomasisinde Suudi Arabistan baş roldedir. İran Lübnan’da taraf göründüğünden dolayı hakem olması imkânsızdı. Bununla birlikte İran da Suudi Arabistan’la birlikte oradaki yangını söndürmek için harekete geçmiştir. Hizbullah Genel Sekreteri Nasrallah da Suud diplomasisini alkışlamıştır. Bender Bin Sultan İran’a yönelik takınılacak Amerikan tavrı konusunda savaş seçeneği yerine diplomasi seçeneğini yeğleyen ekipten. Onun Washington’daki halefi ve istihbarat eski başkanı Türki bin Faysal’ın görevi bırakarak ülkesine döneceğini açıklamasının ardından mahut bakış açısının veya zaviyenin etkisinde kalan bazıları onun Kaide’yi canlandırmak için ABD’yi terk ettiğini yazdılar. Bu ezbere değilse bile aceleyle verilmiş bir hükümdür. Zira El Kaide her ne kadar Irak’ta mezhebi kışkırtmaya karışsa bile İran’a savaş açmamıştır, ama Suud hükümetine savaş açmıştır. Afganistan’dan kaçışlarında Tahran’ın sözkonusu örgüt üyelerine kolaylık sağladığı da hemen hemen kesine yakın bir bilgidir. Burada, ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ kuralı işlemiştir. El Kaide veya benzerleri için söylenebilecek söz şudur: Aklı olmayanın dini de yoktur. Bundan dolayı İran endeksli bütün tahlillere ihtiyatla yaklaşmakta fayda var. İran elbette bir istisna değildir.

***

Suudi Arabistan kadir gecesi Mekke’de Şii ve Sünni kesimleri buluşturmuş ve Irak’ta derinleşen fitnenin önünü kesmeye çalışmıştır. Keza son olarak Mescid-i Aksa İsrail’in kazılarıyla yıkılma tehlikesi geçirdiği bir ortamda birbirinin boğazını sıkan Filistinli fırkaları Mekke’de bir araya getirmeyi başarmıştır. Bunda Suud diplomasinin büyük bir emeği vardır. Peki neden İran değil de Suud? Zira Lübnan gibi Filistin’de de İran hakem olabilecek bir pozisyonda değildir. Skala biçiminde bir taraftır. Bir tarafta İslami Cihad ortada HAMAS karşı kutupta da Fetih vardır. Bundan dolayı Fetih hem kendi zemininden, hem de İsrail ve ABD ile münasebetleri zaviyesinden Tahran’a gitmeyecektir. Taraftar bir ülkenin arabulucu ve hakem olması düşünülemez. Riyad, Kahire’nin ve Tahran’ın yapamadığını yapmıştır. Velhasıl Suud diplomasisi son sıralarda parlıyor ve göz dolduruyor.

09.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Stad mı, beşik mi?



En başta, Türkiye’de ‘spor’ denilince akla ‘futbol’un geldiğini; devamında da “Spor barış ve dostluktur” vecizesinin kitlelere ezberlettirildiğini hatırlayalım. Böyle bir atmosferde, ‘spor’un kötü niyetlere âlet edildiğini söyleyenlerin dinlenmeyeceği, art niyet aranacağı ve böyle diyenlerin en iyi ihtimalle ‘dokuzuncu köy’e gönderilmek istendiğini de kabul edelim.

Futbol, pek çok dünya ülkesinde bizden daha yaygın bir spor dalıdır. Peki bu spor dalı hangi maksatlara âlet ediliyor? Vecize haline gelen başka bir tesbiti de—bil mânâ—hatırlayalım: Futbol, kitleleri uyutmak için diktatörlerin kullandığı bir ‘âlet’tir. Nitekim, 20. yüzyılda yapılan ve 100 bin kişiyi ‘uyutan’ stadlar meşhurdur. Türkiye’de futbolun desteklenmesinde de bu niyetleri sezmek mümkün.

Sporun/futbolun sebep olduğu çirkin ‘kavga’lara son olarak İtalya örnek oldu. Milyonlarca taraftarın ‘hop oturup, hop kalktığı’ İtalya’da bir futbol karşılaşması sonucu çıkan kavgada bir polis memurunun öldürülmesi infiâle sebep olmuş. Netice olarak ülkedeki bütün futbol karşılaşmaları ikinci bir karara/emre kadar iptal edilmiş durumda.

Peki, ne olmuş İtalya’da? Catania ve Palermo futbol takımları arasında oynanan maçta, Palermo 2-1 galip gelince olaylar patlak vermiş. Catania şehrinde gece boyunca devam eden olaylarda 100’ü aşkın taraftar yaralanmış ve 14 Catania taraftarı tutuklanmış. Aynı olaylar sırasında devriye arabasına atılan bomba neticesinde 38 yaşındaki bir polis ölürken, bir polis de ağır yaralanmış. (Radikal, 4 Şubat 2007)

İtalyan idarecilerini ‘şok’ eden cinayet sonrası ülkede bütün futbol karşılaşmaları iptal edilmiş durumda. Peki, ‘barış ve dostluk’ diye tanıtılan futbol karşılaşmaları nasıl olup da cinayetlerle sonuçlanıyor? Rekabetin asıl olduğu bir oyunun adına barış demekle olmuyor demek ki...

Türkiye’de de bu çapta olmasa da futbol karşılaşmalarında ‘kavga’lar eksik olmuyor. Hele son günlerde yapılan karşılaşmalarda ‘komşu şehir’lerin birbirine ‘düşman’ olmasına sebep olacak ‘kıvılcım’lar çakıldığı dikkate alınırsa bu konuda gereği kadar hassas olmamız gerektiği anlaşılır. Malatya ve Elazığ takımlarının karşılaşmasını hatırlayalım... Pek çok ‘komşu’ şehir bu sebeple birbirine kırgındır. ‘Dost’luğu geliştirmesi beklenen futbolun, şehirleri birbirine ‘düşman’ edebiliyor olması ‘normal’ midir?

Türkiye’yi ‘idare eden’ler bu konuyu ciddiye almak durumundadır. Sinyal veren tehlikeye karşı ‘Bize bir şey olmaz’ anlayışına sığınmanın faturası ağır olabilir. Kitleleri uyutan ve uyuşturan futbol, bir dönem için siyasetçilere fayda sağlayabilir; ancak uzun dönemde bundan hepimiz zarar görürüz. Uzun ömürlü planlar yaparak gençlerin masum görünen bu tuzağa düşmesini de engellemeliyiz.

Ne mi yapılabilir? Futbol, gereğinden fazla teşvik edilmezse destek bulmaz. Bunun için de ‘boşluk’ta gezen gençlere daha faydalı meşguliyetler sunulabilir. Geçmişte bir siyasetçinin dile getirdiği gibi, alternatifini ortaya koymadan böyle şeylere ‘karşı’ çıkmak da fayda vermez. Bugün itibarıyla TV’ler ve kahvehanelerden haklı olarak şikâyetçiyiz. Ama bu ‘âlet’leri toplumun hayatından bir anda söküp atmak mümkün mü? Evlerinde TV izleyerek ‘uyuşan’ aileler, TV olmayınca ne ile meşgul olacak? Faydalı meşguliyetler ortaya koymadan yapılacak böyle bir uygulama, Allah muhafaza, yeni facialara sebep olabilir.

Gelip dayandığımız yer, pek çok noktada olduğu gibi ‘eğitim’dir. Kitaplarla kuracağımız dostluk, her çeşit ‘sanal dost’luktan daha faydalıdır. O halde, futbola yapılan desteğin on katını ‘kitab’a yapmak durumundayız. Bunun için ‘cinayet’ işlenmesini beklemeye de gerek yok. Zararın neresinden dönsek kârdır...

09.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004