|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Âhirete inanmayanlar, meleklere dişi isimleri takıyorlar. Buna dâir hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak bir zanna kapılmışlardır. Zan ise hak olan hiçbir şeyin yerini tutmaz.
Necm Sûresi, 27-28
|
09.02.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah'ın himâyesi cemaatin üzerindedir.
Câmiü's-Sağîr, c: 3, 3891
|
09.02.2007
|
|
Dünya süslü bir menzildir
İşte, dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam aynasıdır. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sayfadır, hayatımız bir kalem. Onunla, sahife-i a’mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor.
Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız, hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız ayna olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esmâ-i İlâhiyeye döner, ondan cilve-i esmâya intikal eder.
Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derk edip, ona karşı şedit hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sümbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk hakikî aşka inkılâp eder.
Yoksa, “Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturdu. Onlar yoldan çıkmış kimselerin tâ kendisidir.” (Haşir Sûresi, 59:19.) sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini düşünmeyerek hususî, kararsız dünyasını aynı umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farz ederek dünyaya saplansa, şedit hissiyatla ona sarılsa, onda boğulur, gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azaptır. Çünkü, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zîhayatlara acır, hattâ güzel ve zevâle maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker.
Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak bulur ki, acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâkînin bâki esmâsının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâkî görür; şefkati bir sürura inkılâp eder. Hem zeval ve fenâya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san’at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san’at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.
Mektûbât, s. 17
Lügatçe:
sahife-i a’mâl: Ameller
sayfası.
zâil: Yok olan.
nukuş-u esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimlerinin nakışları.
cilve-i esmâ: Allah’ın isimlerinin tecellî etmesi.
uhrevî: Ahiretle ilgili.
lâyemut: Ölümsüz.
tevellüd: Doğma.
ye’s-i mutlak: Mutlak
ümitsizlik.
âyine-i ervah: Ruhların
aynası.
cemâl-i münezzeh: Kusurdan uzak olan İlâhî güzellik.
hüsn-ü mukaddes: Kusursuz ve noksansız İlâhî güzellik.
tahsin: Güzel görme,
beğenme.
tenvir-i daimî: Daimi
nurlandırma.
tezyid-i hüsün: Güzelliği
arttırma.
tecdid-i lezzet: Lezzeti tazeleme.
teşhir-i san’at: San'atı gösterme, san'at sergisi.
|
09.02.2007
|
|
Üstadın ilmî ve fikrî cephesi
—Dünden devam—
Üstadın ilmî cephesi
Merhum Ziya Paşa, şu
“Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz;
Şahsın, görünür rütbe-i aklı eserinde”
beyti ile, nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakîkati ifade etmiştir.
Evet, Müslüman ırkımıza Risâle-i Nur külliyatı gibi muazzam bir îman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti, güneşi tarif etmek kadar fuzûli bir iştir.
Yalnız yanık bir şairimizin, “Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider” dediği gibi; hayatının her lâhzasında İlâhî tecellîlere mazhar bulunan bu mübarek zatın ilim ve irfanından, ahlâk ve kemâlâtından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlâhî bir haz veriyor. Bunun için, sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum. Üstad, Risâle-i Nur külliyatında dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufi en mühim mevzûlara temas etmiş ve hepsinde de harikulâde bir sûrette muvaffak olmuştur. İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzûları, gàyet açık bir şekilde ve en kat'î bir sûrette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek, sahil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır. Bu sebeple, Risâle-i Nur külliyatını azîz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samîmiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz.
Nur Risâleleri, Kur’ân-ı Kerîm’in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslümana düşen en mukaddes vazife, îmanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zîra, tarihte pekçok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kütlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mü'min kardeşinin îmanının kurtulmasına sebep olur!
Üstadın fikrî cephesi
Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında, takip ettiği bir gàyesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gàye ve idealinden bahsetmek için, uzun mukaddeimeler serdedilir. Fakat, Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gàye ve ideali, uzun mukaddimelerle filan yorulmaksızın, bir cümle ile hülâsa edilebilir: “Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegâne dâvâları olan Hàlık-ı Kâinatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilân; ve bu büyük dâvâyı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.
“O halde Üstadın mantık, felsefe ve müsbet ilimlerle de alâkası var?”
Evet, mantık ve felsefe, Kur’ân’la barışıp, hak ve hakîkate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümûl dâvâsını ispat vadisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat'î bürhanları, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğunu her gün bir kat daha ispat ve ilân eden “müsbet ilim”dir.
Zaten, felsefe, aslında hikmet mânâsına geldikçe, Vacibü’l-Vücud Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini, zat-ı Barîsine lâyık sıfatlarla ispata çalışan her eser, en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.
İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’ân-ı Kerîm’in nurlu yolunu takip ettiği için binlerle üniversitelinin îmanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin, bu hususta haiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pekçok meziyetleri vardır. Fakat, onları eserlerinden misaller getirerek, inşaallah, müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahittevfîk.
—Devam edecek—
|
09.02.2007
|
|
HABER-YORUM
İnsanlığın ‘gizli ortak gündem’i
Dünkü Yeni Asya’da “Ateist Çin’de dine yöneliş artıyor” başlığıyla sürmanşetten bir haber yayınlanmıştı.
Haberin özetinde şöyle deniliyordu:
“1949’daki komünist devrimden bu yana resmiyette kendini tanrıtanımaz olarak tanımlayan Çin Halk Cumhuriyeti’nde dine inananların sayısının, resmî tahminlerden üç kat fazla olduğu ortaya çıktı. Şangay Üniversitesinden iki profesörün yaptığı anket çalışması, Çin’in resmî tahminlerinde 100 milyon olarak belirtilen dine inanan insan sayısının, gerçekte 300 milyon civarında olduğunu gösterdi.”
Bediüzzaman Hazretleri yıllar önce bir tesbitte bulunmuştu: “Herkesin kalbinde derinden derine bir dîn-i hakkı aramak meyli çıkmış. Her şeyden evvel, ölüm idamına karşı dîn-i haktaki bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet eder.”
Evet, insanlık her şeyden önce, ölüme bir çare aramaktaydı. Zira bu, her ne kadar sık sık konuşulmasa da, insanlığın en büyük meselesi ve ‘gizli ortak gündemi’ydi. Çünkü hayatın anlamı burada düğümleniyordu. Tolstoy “Ölümden sonra hayat yoksa, hayat ölümün ta kendisidir” derken, aslında inançsız bir hayatın anlamsızlığına vurgu yapmıştı. Nitekim batıl da olsa dinler, insan ruhunun bu ‘ölümsüzlük/ebediyet’ ihtiyacını tatmin etmek adına esaslar getirmişlerdi.
Haberin devamında şöyle deniliyordu: “Çin’de 200 milyon kişi, kendilerini Budist, Taoist ya da Şans Tanrısı vb. türden yerel dinlere mensup kişiler olarak tanımlanmayı yeğliyorlar. Kendilerini Müslüman olarak tanımlayanların sayısının 60 milyon, Hıristiyan olduğunu beyan edenlerin sayısıysa 40 milyon olarak belirtildi.”
Bediüzzaman insan fıtratının şiddetle ‘duâ’yı talep ettiğini söylerken, aslında ruhun ‘yüce bir varlığa inanma, ibadet etme’ ihtiyacını dile getiriyordu. Ve işte batıl da olsa, insanlar bu ihtiyacı tatmin etmek adına arayış içerisindeydiler. Komünist Çin, bunun en taze örneği.
Peki bu neyin arayışı? Aranan ne?
Bediüzzaman bunun cevabını da şöyle vermişti: “..dîn-i haktaki bir ‘hakikati’ arıyor..”
Demek, bir ‘hakikat’ vardı ve belki de tüm inanışlar o hakikati arayışın bir tezahürüydü. İnsan ‘fıtraten mükerrem’ olduğundan hakkı arıyor; ancak maalesef bazen eline batıl geçiyor, onu hak zannederek koynunda saklıyordu.
Aslında hakikat tekti ve değişmezdi. İnsanı yaratan ve dolayısıyla onun ihtiyacını en iyi şekilde bilen bir Zat, o ‘hakikat’i insana göndermişti. O da, Bediüzzaman’ın tabiriyle, insanlığın ‘din-i fıtrî’si, yani yaratılışına en uygun din olan İslâmdı ve o ‘hakikat’ onun içerisinde saklıydı.
|
İsmail TEZER
09.02.2007
|
|
|
|