Ezberlerimiz ve önyargılarımız hakikatı bulmamızı zorlaştırıyor. Bu tuzağa düşmemek için iki şeye ihtiyaç var. Birincisi, sürekli olarak gündemi takip etmek. Yenilenmek. İkinci olarak da, sürekli olarak kendimizi muhasebe etmek. Zira olaylar yürüyor ve biz yerimizde sayıyor ve seyrediyorsak, gelişmelerden kopacağız ve vereceğimiz hükümler de anokronik/tarihdışı olmaktan öteye gitmeyecektir. Hem yakın, hem de uzak plandan bakmamız gerekiyor. Tarih dışı olmak da miadı dolmuş kullanım dışı olmak demektir. Bunu bazen şöyle de özetliyoruz: Başkasını anlamaya ve kendimizi de aşmaya çalışmak. Bilgi ve empati. Ve bu beşerî eksiklikler hakikatın hiçbir zaviyeye hapsedilemeyeceğini ortaya koyuyor.
Bu anlamda bölgeye bakışta bazı perdelenmeler var. Daha doğrusu peşin hükümlerimiz neticesinde hakikat ile aramıza duvarlar ve perdeler örüyoruz. Bu anlamda, Suud’a bakış açımızda da benzeri bir perdelenme var. Bunun bir kısım nedenleri arasında İran bakış açısından etkilenme de var. Yani kimilerimiz bilerek veya bilmeyerek çoğu kez de refleks halinde bu bakış açısının esiri olabiliyor. Bu bakış açısına göre, Suud’dan sadır olan her şey Amerikan hesabına geçer! Bunun bedihi ve açık bir yanlış olduğu ortada. Suudi Arabistan’ın ne her yaptığı doğru ne de her yaptığı yanlıştır. Ve İran’a mesafeli olan her şey de Amerikan hesabına geçmez. Bazen İran’a mesafesiz olmak da aynı anlamı kazandırabilir. Dolayısıyla ezberin tahakkümü ve otoritesini aşmamız ve kırmamız gerekir. Bu bir ezberin ötesinde maniheist bir bakış açısıdır. Keskin sirke küpüne zarar halidir. Bir propaganda mahsülüdür. Bir şey haddini aştığında zıddına inkilâp eder fehvasında olduğu gibi bazen müfrit bir Amerikan düşmanlığı Amerikan dostluğu ile eşdeğerdir. İkisinin zararı da ölçüsüzlüğüdür.
***
Bunun ötesinde 11 Eylül sürecinde türbülansa giren ve içine kapanan Suud diplomasisi yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Esasen Kral Abdullah’ın selefi Fahd’a nazaran daha olumlu olduğunu söyleyebiliriz. 11 Eylül’e giden günlerde Bender Bin Sultan aracılığıyla Bush’a bir mektup yazarak onun Filistin politikasını yerden yere vurmuştu. Ardından 11 Eylül kopmuş ve Suudi Arabistan da vahşi Amerikan saldırısı karşısında yelkenlerini suya indirmişti. 2002’de Thomas Friedman aracılığıyla dünyaya duyurduğu bir barış planı hazırlamıştı. Bu plan 2002’de Beyrut’ta yapılan Arap zirvesinde Araplardan tam destek almıştı. İran da bilahare bu plana zımnî bir destek vermişti. Şimdi Suud diplomasisi İslâm dünyasının yangına dönen bölgelerinde yapıcı faaliyetler yürütüyor ve itfaiye rolünü icra ediyor.
Lübnan’da çatışmanın eşiğine gelmiş tarafları yatıştırmak İrangate skandalının eski ve unutulan kahramanlarından Bender Bin Sultan ile Nejad’ın ekibinden İranlı Larijani’ye düşmüştür. Bununla birlikte bu dindirme ve yatıştırma diplomasisinde Suudi Arabistan baş roldedir. İran Lübnan’da taraf göründüğünden dolayı hakem olması imkânsızdı. Bununla birlikte İran da Suudi Arabistan’la birlikte oradaki yangını söndürmek için harekete geçmiştir. Hizbullah Genel Sekreteri Nasrallah da Suud diplomasisini alkışlamıştır. Bender Bin Sultan İran’a yönelik takınılacak Amerikan tavrı konusunda savaş seçeneği yerine diplomasi seçeneğini yeğleyen ekipten. Onun Washington’daki halefi ve istihbarat eski başkanı Türki bin Faysal’ın görevi bırakarak ülkesine döneceğini açıklamasının ardından mahut bakış açısının veya zaviyenin etkisinde kalan bazıları onun Kaide’yi canlandırmak için ABD’yi terk ettiğini yazdılar. Bu ezbere değilse bile aceleyle verilmiş bir hükümdür. Zira El Kaide her ne kadar Irak’ta mezhebi kışkırtmaya karışsa bile İran’a savaş açmamıştır, ama Suud hükümetine savaş açmıştır. Afganistan’dan kaçışlarında Tahran’ın sözkonusu örgüt üyelerine kolaylık sağladığı da hemen hemen kesine yakın bir bilgidir. Burada, ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ kuralı işlemiştir. El Kaide veya benzerleri için söylenebilecek söz şudur: Aklı olmayanın dini de yoktur. Bundan dolayı İran endeksli bütün tahlillere ihtiyatla yaklaşmakta fayda var. İran elbette bir istisna değildir.
***
Suudi Arabistan kadir gecesi Mekke’de Şii ve Sünni kesimleri buluşturmuş ve Irak’ta derinleşen fitnenin önünü kesmeye çalışmıştır. Keza son olarak Mescid-i Aksa İsrail’in kazılarıyla yıkılma tehlikesi geçirdiği bir ortamda birbirinin boğazını sıkan Filistinli fırkaları Mekke’de bir araya getirmeyi başarmıştır. Bunda Suud diplomasinin büyük bir emeği vardır. Peki neden İran değil de Suud? Zira Lübnan gibi Filistin’de de İran hakem olabilecek bir pozisyonda değildir. Skala biçiminde bir taraftır. Bir tarafta İslami Cihad ortada HAMAS karşı kutupta da Fetih vardır. Bundan dolayı Fetih hem kendi zemininden, hem de İsrail ve ABD ile münasebetleri zaviyesinden Tahran’a gitmeyecektir. Taraftar bir ülkenin arabulucu ve hakem olması düşünülemez. Riyad, Kahire’nin ve Tahran’ın yapamadığını yapmıştır. Velhasıl Suud diplomasisi son sıralarda parlıyor ve göz dolduruyor.
09.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|