Ehl-i Beyt veya Âl-i Nebi’den olmanın temel şartı, nesep bağından ziyade prensip bağıdır. Kur’ân’da buna dair açık misaller çoktur. Sözgelimi Hz. Nuh’un kıssasında anlatılanlar bu misallerden birisidir: “Nuh Rabbine dua edip dedi ki: Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hakimler hakimisin.” Allah buyurdu ki: “Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir; çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hud Sûresi: 45-46, ayrıca Tahrim Suresi: 10).
Bu âyetten çıkartılacak hüküm şudur: Peygamberlik vazifesi, o sülâle mensuplarına herkesten farklı bir imtiyaz, ayrı bir fazilet sağlamaz ve diğer sülâlelere karşı da üstünlük ve şeref iddiasında bulunma hakkını vermez. Peygamberlere yakınlığın asıl sebebi nesep değil, onun dinine mensubiyettir ve takva derecesinde inkiyattır. Allah’ın indirdiği hükümlere ihlâsla inanan ve gönderdiği peygamberlere itaat eden kimseler birbirinin manevî/mecazî akrabası, yakını ve dostlarıdır. Nitekim Hz. Nuh’un oğlu babasına inanmadığı için, Allahu Teâlâ onu Nuh Peygamberin ailesinden saymamıştır.
Ehl-i Beyt’in, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan keyfiyeti incelendiğinde, nesep unsuruna önem verilmediği görülmektedir. Âyetlerde Ehl-i Beyt, bir terkip olarak üç yerde geçmektedir. Hud Sûresinde ‘Hz. İbrahim’in Ehl-i Beyti’, yani hanımları; Kasas Sûresinde ‘Hz. Musa’nın Ehl-i Beyti’ yani hane halkı; Ahzab Sûresinde ‘Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyti’ şeklinde kullanılmaktadır. Yukarıda tesbit edilen genel çerçeve içerisinde, önce âyetin mealini verip, daha sonra âyette geçen “ehlu’l beyt” ifadesinin ne anlama geldiğini ortaya çıkarmaya çalışalım: “Evlerinizde vakarla oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resulü’ne itaat edin ey Ehl-i Beyt! Allah sadece, sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor (Ahzab Sûresi: 35)”
***
Sözkonusu âyette Hz. Peygamber’in ailesini teşkil eder kimseler olarak, sadece hanımları zikredilmekte, kızları, damatları ve diğer akrabalarıyla ilgili hiçbir hükme yer verilmemektedir. Hz. Peygamber ve zevcelerinden ibaret aile halkına Kur’ân-ı Kerim ‘Ehlü’l Beyt’ vasfını vermekte ve bu tabir içerisine başka akrabanın alınmasına da imkân bulunmamaktadır. Çünkü rivayet edildiğine göre, bu âyet Hicret’in 6. yılında inmiştir. Hz. Fatıma (ra), Hazreti Ali (ra) ile hicretin ikinci yılında evlenmiş, Hz. Hasan ve Hüseyin, bu âyet inmeden önce tevellüt etmiştir. Hz. Ali’nin, evlendikten sonra, Hz. Peygamber’den ayrıldığı ve başka evde oturduğu bilinen bir gerçektir. Bu durumda Hz. Peygamber’in damadı Ali ve Kızı Fatıma’yla, onların çocukları, ev halkından sayılmaz. Eğer onlar başka evde oturmalarına rağmen bu âyetin kapsamına girselerdi, aynı zamanda Hz. Peygamber’in diğer kızıyla evli olan Hz. Osman’ın (ra) da Ehl-i Beyt kapsamına girmesi iktiza ederdi. Bu durum Şia tarafından Ehl-i Beyt’e yüklenen gizli misyonun nassla sabit bir temeli bulunmadığını ortaya koymaktadır.
Bazı Şiî müfessirler, bu âyeti tefsir ederken “Âyetin devamında erkekleri de içine alan (-kûm/sizleri) zamirinin kullanılması ve Arapça’da bu kavramla ev halkının kastedilmesi sebebiyle, bunun sadece kadınları değil, âyet indiği sırada Hz. Peygamber’in hane halkından olan herkesi ifade ettiğini” ileri sürmüşlerdir.
Arap geleneğinde ehlü’l beyt kavramı, sosyolojik olarak nesep esasına dayalı hane halkını, hatta bütün yakınları ifade etse de, İslâm dini “Mü’minler kardeştir” âyetiyle bütün inananları tek bir manevî çatı altında birleştirmiştir. Bu itibarla ‘Selman bizden; Ehli Beyt’tendir’ gibi ifadeler buna; sosyolojik ve mecazi kardeşliğe veya hane halkına hamledilir. Gerçek de budur.
Müslümanların birbirlerini sevmeleri ve dost olmaları nasıl şartsa Ehli Beyt’e karşı sevgi beslemeleri de şarttır. Bu Müslümanların birliği için gereklidir; ancak, imanın şartlarından değildir. Çünkü bunlardan hiçbirisi, masum/günahsız olmadığı gibi, vahiy, ilham veya gizli ilahi bilgiye de sahip değildir (Misak dergisi, Ağustos 2005).
***
Diyanet’in aylık dergisinde yer alan ‘İslam Kültüründe Hz. Ali’ yazısında da gizli bilgi ve buna dayalı olarak gizli misyon reddedilmiştir. Dergide şöyle denilmektedir: “Sahabeler ilmî ve fıkhî meselelerde Hz. Ali ile müzakere ederdi. Ama bu, kendisine dinin esrarına ait şeyler bahşedildiği anlamına gelmez. Kendisine, ‘Bizi Resulullah’ın sır olarak bildirdiğinden haberdar et’ diyenlere, Hz. Peygamber’in bir sır vermediği şeklinde cevap vermiştir (nakleden Sabah gazetesi 15 Ocak 2007).”
Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Peygamber’in gaybla münasebeti hususunda şöyle denilmektedir: “Eğer gaybı bilseydim hayrı(mı) çoğaltmaya çalışırdım...” Bununla birlikte Ebu Hureyre gibi bazı sahabelerden buna dair bazı sözler nakledilmiştir. Sözgelimi: “Bazı sırları ifşa etsem boynumu koparırlar” demiştir. Bu Suyuti’nin el Hasais el Kübrası gibi kitaplarında anlattığı bağlamda, Hicri 60 yılından itibaren devlete Mervanilerin musallat olacağına dair bilgidir. Bu bilgi batini bilgi değil vahyi bilgi yani Hazreti Peygamberden menkuldür. Kaynağı Hazreti Peygamberdir ve bu bilginin kaynağı da vahiydir. Vahiy olmayınca gaybı başta Hazreti Peygamber olmak üzere kimse bilemez. İmtiyaz, istenmez verilir istenirse istismara girer.
Bazı şartlı imtiyazlar Beni İsrail’in başına geldiği gibi şartlara riayet edilmediğinde aksiyle sonuç vermektedir; vebal ve sukût da getirmektedir.
17.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|