Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İslâm birliği... |
Ne yazık ki, İslâm dünyası kendisini çok yakından ve doğrudan ilgilendiren pek çok konuda ortak bir inisiyatif geliştirerek dayanışma içerisinde müşterek politikalar uygulama noktasına hâlâ gelebilmiş değil. Said Nursî’nin bir asır önce “bu zamanın farz vazifesi” dediği ittihad-ı İslâmın bugün dahi çok uzağındayız. İslâm coğrafyasında onyıllardır çözülemeyen ve giderek daha da kronikleşen sorunların temelinde yatan en önemli sebeplerin başında bu son derece hazin durum geliyor. Başındaki diktatör kullanılarak yıllarca İran’la savaştırıldıktan sonra Kuveyt’e saldırtılıp iki aşamalı bir planla işgal edilen Irak’ın hali ortada. 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulan—ve on senedir hâlâ ele geçirilemeyen!—Usame bin Ladin’i takip ve Taliban’la savaş gerekçesiyle başlatılmış olan işgalin Afganistan’ı ve ona bağlı olarak komşusu Pakistan’ı ne hale getirdiği de. Ve İsrail’in kurulduğu 1948’den beri devam eden Filistin dramı, başlı başına derin bir trajedi. Eğer 1950’lerin ortasında Türkiye, Irak ve Pakistan arasında imzalanan ve Bediüzzaman’ın, dönemin Cumhurbaşkanı ile Başbakanına mektup yazarak tebrik ettiği Bağdat Paktı yaşatılabilse ve geliştirilseydi, durum çok farklı olurdu. İslâm toplumunun üç ana unsuru olan Türkler, Araplar ve Hint yarımadasıyla birlikte Uzakdoğu Müslümanlarını da temsil eden Pakistanlıların bu ittifakı, Üstadın “Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye” olarak ifade ettiği “Birleşik İslâm Cumhuriyetleri” modelinin temeli ve çekirdeği olabilirdi. Ne yazık ki, buna imkân verilmedi. Bağdat Paktı anlaşmasına imza koyan devlet adamları, bilâhare dış destekli ve kanlı iç darbelerle devredışı bırakılıp tasfiye edildi. İleriki aşamalarda da ittifak işlevsiz hale getirilip dağıtıldı. Bu dağınıklık, 1967’de bazı fanatik Yahudilerce tevessül edilen Mescid-i Aksa’yı yakma girişiminin tetiklediği infial sonrasında, dönemin Suud Kralı merhum Faysal’ın yaptığı çağrı üzerine İslâm ülkelerini bir araya getiren İslâm Konferansı Teşkilâtının kurulmasıyla nihayete erer gibi oldu. Ardından, Batıya karşı petrol ambargosu uygulamak gibi etkili eylemler de yapıldı. Ancak İKT’nin dayandığı temeller, üyelerini yekvücut hale getirecek şekilde sağlamlaştırılıp içi doldurulamadığından, sonraki süreçte bu teşkilât sür’atle silikleşti ve etkisiz bir hale geldi. Son dönemde, Genel Sekreter Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun bu hale son verme yönündeki gayretleri, inşaallah olumlu sonuçlanır. Ancak mesele hantal bir bürokratik yapının ayağa kaldırılmasıyla sınırlı değil. Ki, onu yapmak dahi şu şartlarda son derece zor görünüyor. Asıl yapılması gereken ise, İKT’yi oluşturan birlikteliği, İslâm kardeşliği şuuruyla yeni ve taze bir ruh kazandırıp, İslâmı, özüne sadık kalarak çağdaş ve evrensel değerlerle buluşturan bir anlayış temeline oturtmak; hak ve hürriyet, demokrasi, adalet ekseninde tekrar yapılandırmak. Ve işin özellikle bilim, eğitim, kültür temelini çok sağlam inşa etmek. Ki, Said Nursî’nin Bağdat Paktıyla ilgili mektubunda bir kez daha geniş bir şekilde açıkladığı Medresetüzzehra projesi, bu noktada hâlâ hayata geçirilmeyi bekleyen ideal bir formül olarak önümüzde duruyor. Bediüzzaman, ana hedeflerini “Irkçılığa karşı İslâm kardeşliğini inkişaf ettirecek; felsefe fenleriyle dinî ilimleri, Avrupa medeniyetiyle İslâm hakikatlerini barıştıracak; Anadolu’da medrese ve mektebi birleştirecek” diye özetleyebileceğimiz şekilde ifade ettiği bu üniversiteyi “Ortadoğu barışının temel taşı” olarak tavsif ediyordu. Böyle bir vizyon ve perspektiften bakıldığında, kimi İslâm ülkelerini yıllardır ona kilitlediği halde netice vermeyen ve mağdur Filistin’e de hiçbir faydası olmayan “İsrail’i yok etme” eksenli politikaların yanlışlığı çok daha iyi anlaşılıyor. İslâm dünyasının balistik füze ve nükleer silâhlara değil, cehalet, zaruret ve ihtilâfa karşı san'at, marifet, ittifak seferberliğine ihtiyacı var. 26.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Hesap sormadan olmaz |
Aradan yıllar geçtiği halde ‘darbeciler’den hesap sorulamamış olması Türkiye’nin izah edemeyeceği bir durumdur. Bırakalım hesap sormayı, yeni darbe teşebbüslerinde bulunanlar dahi oluyor. Darbelere, darbecilere ve darbeci anlayışlara temelden karşıyız. Çünkü darbe demek; hak ve hukukun ‘askıya’ alınması demektir. Bir yerde hak, hukuk ve adalet olmazsa; orada ‘ot’ bile büyümez! Tabiî ki darbecilere sorulması gereken hesap, kanun ve adalet önünde olmalı. Darbecilerden hesap sorulabilmiş olsaydı, her önüne gelen yeni darbe teşebbüslerinde bulunmaz, millet ekseriyetini de ‘insan’ gibi görürdü. Balyoz dâvâsında yargılanan 3 generalin, bağlı bulundukları bakanlarca açığa alınması bazılarını üzmüş. Bazı siyasî partiler ve bir kısım avukatlar 3 generalin ‘açığa alınması’na itiraz ediyorlar. Her hangi bir siyasi partinin ya da öncelikle ‘adaleti’ savunması gereken avukatların; ‘darbeciler’i savunması Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşür mü? Generaller de netice itibarıyla atanmış kişilerdir. Üstelik bu uygulama, yürürlükteki kanunlara göre yapılmıştır. Var olan bir kanunun ‘ilk defa’ uygulanmış olması neticesi değiştirmez. Asıl sorulması gereken; böyle bir kanun ve ilgili madde olduğuna göre şimdiye kadar niçin uygulanmadığı olmalıdır. Hukukî açıdan her hangi bir general ile asker olmayan başka bir bürokratın ya da devlet memurunun açığa alınması arasında bir fark var mı? Türkiye’de belki de her gün çeşitli iddialar sonucu açığa alınan memur ya da bürokrat oluyordur. Onların açığa alınmasına itiraz etmeyenler, 3 generalin açığa alınmasına niçin en üst perdeden itiraz ediyorlar? Eğer bu açığa alınmada bir hukuksuzluk varsa, ona itiraz etmenin yolu da yine hukukî yollardan geçer. Bununla birlikte hukuk camiâsının pek çok noktada sıkıntıları olduğu da herkesin bildiği bir konu. Türkiye’nin ev sahipliğinde İstanbul’da düzenlenen 30. Avrupa Konseyi Adalet Bakanları Konferansında konuşan Adalet Bakanı Sadullah Ergin, modern çağın gereklerinden yararlanamayan bir yargının etkisiz ve işlemez hâle geleceğini ve toplumun adalet ihtiyacını karşılayamayacağını belirterek problemi şöyle özetlemiş: “Yargıda modernleşme bir ihtiyaç değil, bir zorunluluktur.” (AA, 25 Kasım 2010) İktidarıyla ve muhalefetiyle herkes, yargının modernleşmesi için gayret sarfetmelidir. Tabiî ki bu ‘modernleşme’nin içi iyi doldurulmalı ve tarif edilmelidir. ‘Modernleşme’ tabirinden sadece ‘yeni adliye binaları yapmak’ anlaşılırsa yanılırız. Nitekim başta İstanbul olmak üzere pek çok il ve ilçedeki adiye binaları yenilendi, ‘modern’leşti. Hatta İstanbul’un iki yakasında (Çağlayan ve Kartal) dünya ile boy ölçüşen büyüklükte adliye sarayları yapıldı. Modern adliye saraylarının yapılması elbette doğrudur, ama ‘modern’leşme için bunun yeterli olmadığı iyi bilinmeli. Adalet camiasının gerçek anlamda ‘modern’leşmesi; ancak ‘adil bir yapı’nın kurulmasıyla mümkün. Bunun bir yolu da hukukî yapının AB kriterlerine yakınlaşmasıyla sağlanabilir. Dikkatle bakılırsa, Türkiye’deki hukukî yapıyı da yine darbecilerin delik deşik ettiği anlaşılır. 28 Şubat sürecindeki ‘birifing’ler bunun bir örneği. Hukukî yapı, darbeci anlayıştan temizlendiği ölçüde düzlüğe çıkacağız inşaallah... 26.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Stratejik derinlik”te boğulan dış politika… |
AKP iktidarının “komşularla sıfır sorun” iddiası iflâs ediyor. Öncelikle Obama’nın Ankara’ya telkiniyle Cumhurbaşkanından Başbakan’a “büyük tarihî fırsat” söylemiyle Ermenistan’la imzalanan “sınırların açılması”na dair âlây-ı vâlâ ile imzalanan “protokoller” tıkanmış. Erivan, Ermenilerin bir milyon Müslüman Azerî’yi yurtlarından sürerek kaçkın (göçmen) durumuna sokup perişanlığa sürüklediği “Dağlık Karabağ işgali krizini” inadına müzâkere dışı tutuyor; “soykırım iftirası”nı sürdürüyor. Böylece Ermenistan’la “sıfır sorun” süreci daha başlamadan kopup kördüğüme dönüşmüş… Keza geçen ay Başbakan Erdoğan’ın Atina ziyaretinde Yunan Başbakanı Papandreu’yla “bahar havası estirdiği”, yıl sonuna kadar kritik konularda anlaşma sağlandığı haberi çıktı. Türkiye için fevkalâde stratejik önem taşıyan Yunanistan’ın karasularda 12 mile çıkarılmasını kabul ettiği açıklandı. Pratikte Ege Denizi’nin yüzde 80’ninden fazlasında Yunanistan’ın kontrolünü garantileyen “Ege’de anlaşma perspektifi” başlıklı “paket çözüm”, “Yunanistan’la sorunların kapsamlı çözümü” diye iki ülke medyasında propaganda edilirken Ankara’dan hiçbir itiraz gelmedi. Ta ki Erdoğan’ın “12 mille alâkalı anlaşma henüz yok. Çalışmalar, görüşmeler devam ediyor” demesine kadar. Şimdi “Yunan açılımı”nın “varılacak nokta” akıbeti bekleniyor…
SURİYE-RUM KESİMİ YAKINLAŞMASI “Komşularla sıfır sorun”un iddiadan ibâret kaldığı bir diğer husus, Türkiye’nin bir zamanlar İsrail’le arasında “arabuluculuk” yaptığı Suriye’nin Güney Kıbrıs Rum Kesimine yaklaşmasıyla açığa çıktı. Ankara ile Şam arasında ilişkilerin en üst düzeye taşındığı, iki ülkenin bakanlar kurulunun ortak toplantılar yaptığı ve Türkiye’nin sınırlarını aşarak Ortadoğu’da birlik kurmayı teklif ettiği süreçte Suriye Devlet Başkanı Esad, Kıbrıs Rum Kesimine gidip “deniz taşımacılığı anlaşması” yaptı. Bu çerçevede kısa süre önce kaldırılan Suriye-Lazkiye ile KKTC-Magosa yerine, Lazkiye ile Rum kesimindeki Limasol feribot seferleri konuldu. Suriye’nin Ankara Büyükelçisi Nidal Kabalan, Doğu Akdeniz’de KKTC’nin egemenlik sahası içinde “Suriye - Güney Kıbrıs Rum Kesimi münhasır ekonomik bölge” kararına dair “Kesinlikle böyle bir şey yok” dese de karşılıklı feribot seferlerini “turizm ya da iş dolayısıyla yolcu taşınması”na bağlayarak örtülü te’yid etti…
IRAK’TA “MEZHEBî VE ETNİK DOMİNASYON”! Bu arada Irak’ta altı aydır kurulamayan hükûmetin “Türkiye’nin arabuluculuğuyla kurulduğu” iddiasının da altı boş çıktı. Erbil’in “Beyaz Evi”nde Barzani ile görüştükten sonra Bağdat’a giden Dışişleri Bakanı Davutoğlu, başta, “Ne mezhep ve etnik dominasyonun olduğu, ne de Kürtlerin Bağdat’tan koptuğu bir hükümet istiyoruz. Bu ortamda bizden başka kimse Bağdat’ta her kesimle görüşemez. Bağdat’ta her kapı bize açılıyor. Cumhurbaşkanı kim olacak, hükümet içinde bakanlık dağılımı nasıl olacak? En doğru güç paylaşımı nasıl yapılır? Diğer Irak’a komşu ülkelerin bakanlarıyla yaptığım telefon görüşmesinde de bunu vurguladım” diye konuştu. Ancak Bağdat’ta yine “mezhebî ve etnik dominasyon” kırılganlığıyla muallel bir hükûmet kuruldu. Öylesine ki yerli medyada “bakanlıkların dağılımına kadar Irak’ta hükûmetin Ankara’nın arabuluculuğuyla kurulduğu” methiyelerine mukabil, Batı basınında, “dört ayağı sallanan sandalye” olarak tanımlanan yeni Irak hükûmetini İran’ın kurduğu ileri sürülerek yeni kışkırtmalarda kullanılmakta. “Irak’ın artık İran nüfuzu altına girdiği” tahrikiyle, bölgede yeni düşmanlıklara ve çatışmalara zemin hazırlanmakta. “ABD’nin bundan fevkalâde rahatsız olup Obama yönetiminde ‘çekilmeyi erteleme ve iptal etme’ görüşüne sebebiyet verdiği” yorumlarıyla işgalin devamına bahaneler üretilmekte. Londra’da yayınlanan Arapça Şark ül Evsat gazetesinin, “Amerikalılar, Irak’ta işgali sürdürmek hesabıyla yeni bir komplo mu kuruyor?” sorusunun anlamı bu. Özetle işgalle tüketilmiş ülkede, siyasî, ekonomik, güvenlik ve etnik sorunları daha da derinleştirip topyekûn çöküşe yol açacağı endişelerini haklı kılıyor.
İRAN’LA İLİŞKİLERE BÜYÜK DARBE Kısacası, en son Başşehir Bağdat’ın yirmi semtini hedef alan bomba yüklü araçlarla, yola yerleştirilen bombalarla ve havan toplarıyla düzenlenen saldırılarla, aralarında çocukların ve kadınların bulunduğu 100’den fazla sivilin öldürülmesiyle, yüzlercesinin yaralanmasıyla Kurban Bayramına yine kan ve katliâmla giren ve iki milyon sivilin katledilmesiyle kan gölüne dönen Müslüman komşu Irak’ta iddia edildiği gibi “mutlu son” değil, yeni etnik ve mezhebî çatışma ve iç savaş fitnesi körüklenmekte… Diğer yandan, Erdoğan’ın “Türkiye kesinlikle ‘cephe ülkesi’, ‘kanat ülke’ olmayacak” demesine rağmen, Amerikan-Pentagon asıl resmî “stratejik konsepti belgeleri”nde, “İsrail’in güvenliği için İran’a karşı olduğu” belirtilen “Füze Kalkanı”nın komşu İran’la “sıfır sorun” iddiasını berhava edip büyük darbe vuracağı ise ortada. İran Savunma Bakanı Ahmed Vahidi’nin, “Irak ve Afganistan’a müdahale edip milyonlarca insanı katleden ABD/NATO’nun Türkiye’ye konuşlandıracağı ‘Füze Kalkanı’nın İslâm dünyasını ve İran’ı açıkça hedef aldığı” tepkisi bunun ifâdesi. Görünen o ki büyük iddialarla ortaya atılan “oynak merkezli stratejik derinlikli dış politika”, “komşularla sıfır sorun”da “stratejik derinlik”te boğuluyor… 26.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Çok bilinmeyenli… |
Geçtiğimiz haftanın üzerinde en çok konuşulan konusu hiç şüphesiz ki, 19-20 Kasım tarihlerinde Lizbon’da yapılan NATO toplantısı oldu. Toplantıda, 54 maddelik NATO Lizbon Zirvesi sonuç bildirgesi imzalandı ve bu çerçevede füze savunma sistemi oluşturulması kabul edildi. Bu proje ABD’nin eski Başkanı Ronald Reagan zamanında ortaya atılmış. İngiltere ile işbirliği yapılarak proje hazırlanmaya başlanmıştı. Amerika aslında kendi topraklarını herhangi bir noktadan vurmayı planlayan füzelerin havada imha edilmesini sağlayan projeyi bundan önceki yıllarda tamamlamış, dünyanın herhangi bir noktasından kendi topraklarına gelecek muhtemel füze saldırılarına yönelik imha sistemini kurmuştu. Bush zamanında bu projeyi daha da genişletip Avrupa’ya uzatmaya karar verildi. O zaman bu proje Rusya’nın itirazı ile hayata geçirilemedi. Obama gelince Amerikan projesi olarak bilinen füze kalkanı projesi yeniden gözden geçirildi, sistemin Avrupa’ya yerleştirilmesine karar verildi. NATO devreye girerek, projenin NATO projesi olmasını istedi. Bunun sebebi de NATO projesi olursa itirazların önüne geçilecek olmasıydı. Neticede proje NATO üyesi ülkelerin tamamının onayı ile imzalandı, ancak sistemle ilgili birçok soru akılları karıştırıyor. Başbakan Erdoğan, muhalefette ve bazı gazetelerde “ciddî bir bilgi eksikliği” olduğunu söylüyor. Doğrudur, hem milletin, hem de söylediği kesimin bu konuda fazla bilgisi yok. Bu bilgi eksikliği ise anlaşmaya imza atanların çok fazla bilgi vermemesinden kaynaklanıyor. NATO devlet ve hükümet başkanlarının ittifakın gelecek 10-15 yılını şekillendirdiği Lizbon Zirvesi’nde alınan kararlar büyük başarı gibi gösterilse de, Türkiye’nin tezlerinin tamamının karşılandığı belirtilse de kafalardaki cevapsız sorular çok fazla. Zirve kararlarında, füze savunmasında kontrol ve komutanın Mart ayında, eylem planının ise Haziran ayındaki NATO Savunma Bakanları toplantılarında ele alınacağı belirtildi. Son toplantıda bu yönde gizli anlaşmalar, bağlayıcı kararlar alındı mı? Bu da merak konusu… Son grup toplantılarında da bu konunun gündeme getirilip “belirsizlikler”e dikkat çekilmesi bunun göstergesi. Başbakan Erdoğan, “Alınan kararlar bizim için son derece tatminkâr olmuştur. Türkiye ağırlığını hissettirmiş, Türkiye’nin vurguladığı konular yerine getirilmiş ve kayda geçmiştir. Füze savunma sistemi tüm ülkelerin hakları savunulacak şekilde kurulmuştur. Hiçbir ülkenin tehdit kaynağı olarak hedef gösterilmemesi konusu özellikle belirtilmiştir” diyordu. Bir de muhalefetin tepkilerine bakalım. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: “Füze kalkanı sisteminin Türkiye’de kurulmasıyla, yeni soğuk savaşın cephe ülkesi Türkiye olacak. Bunu Türkiye’de kuracaksın. Nerede kaldı sıfır sorun? Bu füze kalkanı İran için kuruldu, İsrail’i korumayı amaçlıyor. Türkiye için ve NATO için tehdit yoksa neden getiriyorsun füze kalkanını? Hangi sıfır sorundan bahsediyorsun. NATO belgelerinde zaten ülke ismi geçmez, milleti mi kandırıyorsunuz?” MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli: “Türkiye, NATO içinde bugün itibarıyla en büyük tehdit kaynağının İran olduğu konusundaki değerlendirmelere katılmış, füze savunma sisteminin bu temelde geliştirilmesine onay vermiştir. Füze savunma sistemi İran’a karşı değilse, hangi potansiyel tehdit kaynağı ülkeye karşıdır? Senegal midir, Küba mıdır, yoksa Rusya mıdır?” Meclis dışı muhalefet partileri de bu belirsizliğe dikkat çekiyor. DP Genel Başkanı Cindoruk, “Füze Kalkanı” adıyla bilinen sistemlerin, Türkiye’ye yerleştirilmesi konusunda yaptığı açıklamada, “Füze Savunma Sistemi, Türkiye üzerinden yılda iki defa geçen göçmen kuşlara karşı mı kullanılacak?” diye sorarken, HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş da, “Konuştuğumuz füze kalkanı bizim bildiğimiz kılıç kalkan oyunundan ibaret değildir. Hükümet en başta ‘hayır’ demeliydi” diyerek tepkisini dile getirdi. Hükümet ya da NATO toplantısına Türkiye adına katılan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar bu sorulara açıklık getirmeli. Milletin kaygıları giderilmeli. Erdoğan, “Milletimizin içine sinmeyen hiçbir karara bu hükümet ‘evet’ demez” diyor ancak, millet bu konuyu tam olarak bilmiyor. Orada Mart ve Haziran aylarında yapılacak toplantılarda şu anda bir taahhüdü bulunup bulunmadığını da bilmiyor? Komutanın kimde olacağını, sistemin nerede kurulacağını, düğmeye kimin basacağını da bilmiyor? Sistemin esasen NATO ülkelerini mi yoksa İsrail’i mi koruyup korumadığını da… Zirve toplantısından önce ABD’nin Türkiye’ye, “Füze kalkanına katılmazsanız, ilişkiler zarar görür” dediği iddia edilmişti. Bu ne kadar doğru? Başbakan kararların oybirliği ile yani bütün ülkelerin hepsinin oyu ile alındığını söyledi. Türkiye’nin “evet” demesinde bu sözlerin etkisi olmuş mudur? Bunun gibi daha çok bilinmeyen ve cevap bekleyen konular var. Öncelikle, hükümetin Meclis’e sonra da millete bu konuda “tatminkâr” cevaplar vermesi gerekmez mi? 26.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
NATO bir savunma ittifakıdır... |
NATO ülkelerince füze kalkanının Türkiye’ye yerleştirilmesi meselesinin “siyasî arka plânını” maalesef bilemiyoruz. NATO’nun kuruluş maksadı ve üye ülkelerin bu askerî pakttan beklentileri çerçevesinde son gelişmeleri değerlendirmek gerekiyor. Kuzey Atlantik Paktı’nın, demokrasi ile idare edilen ülkelerinin “Demirperde” dediğimiz komünizmi benimseyen ülke ve blokların şerrinden korunmak maksadıyla kurulduğunu biliyoruz. İkinci Dünya Savaşında, İngiltere ve Rusya ile birlikte Avrupa’yı harabezâra çeviren Amerika’nın, “suçluluk psikozu” ile Sovyetler Birliğine karşı bu askerî ittifaka öncü olması, dünya barışına zarar verdi, diyemeyiz. Denizden ve karadan “Doğu Bloku” ile çevrilmiş Türkiye’nin bu ittifaka girmiş olması, Türkiye’yi muhtemel bir Sovyet işgalinden koruduğu gibi, komşularıyla ciddî bir sıcak çatışmaya itilmesini de engellemiştir. Kur’ân-ı Kerim, sosyal hadiseleri “toptancı” düşüncelerle değerlendirmeyi engelliyor. Dünyadaki global ittifakları incelerken; tahlilci, adaletperver ve analizci bir anlayışla bazı noktalara dikkat gerekiyor. Birleşmiş Milletler, NATO’dan çok önce teşekküle başlar. Dünya milletlerini savaştan, fukaralıktan, bulaşıcı hastalıklardan, çevre felâketlerinden ve cehaletten kurtarmak amacıyla kurulan BM’nin çeşitli global güçlerin tesiriyle hakikî mecrasından uzaklaştırıldığını ve bugüne kadar dünyanın yüzlerce yerinde üstlendiği misyonu “adaletle” ifa edemediği geçen yıllar ve olaylar gösteriyor. Buna, IMF ve Dünya Bankası başta olmak üzere, dünyanın barışını, fıtrî kaynaklarını, çevresini ve atmosferini kollamakla vazifeli onlarca global STK’nın, bazı global güçlerce engellendiğini hep birlikte görüyoruz.
BARIŞ KARŞITI BİR GLOBAL GÜÇ… Dünyamızın ve dolayısıyla insanların bütün barışlarına karşı, menfaatini dünyadaki halkların zararında arayan bu gücü belli bir coğrafyada, devlette veya kıt'ada aramak, onun mahiyetini bilmezliğimizden kaynaklanıyor. Bu semavî dinlere ve ahlâkla düşman cereyanı Hıristiyanlar karada “çekirge sürüsüne”, denizlerde ise “köpek balıklarına” benzetiyorlar. Avlanacakları ve yayılacakları coğrafyaları her zaman tahmin edemiyorsunuz. Sınır taşımada menfaatlerinin sevkiyle dünyayı dolaşıyorlar. Bu global organizeli gizli cemaat, menfaati nereyi gerektiriyorsa, oraya üşüşmüşlerdir. Onların bu yapılarını bilenler, münhasıran onları Sovyetler’de, Çin’de veya Batı’da aramamışlar. Kapitalin, iktidarın, global sivil toplumun veya teknolojik enstitülerine sinsice dalan bu “savaş ve terör taraftarlarını” son zamanlarda NATO, BM, IMF, Dünya Bankası veya AB gibi küresel ittifakların bünyelerinde arayan aklı başındaki Hıristiyanlardan çokça öğreneceğimiz şeyler var… Eşkıyalık ve yağma usûlleriyle ele geçirdikleri serveti, anlaştığı ülkenin şemsiyesi altında söz konusu global pakt veya STK’ya aktaran bu güçlerin, oralarda hangi pozisyonları elde ettiğini, elbette tahmin edersiniz. Irak işgalinin hemen akabinde Troçkici Paul Wolfowitz’in hemencecik Dünya Bankası’nın başına geçmesi tesadüf müydü? Veya AB’yi üst düzeyde Sarkozy, Merkel ve Berlusconi gibi militanlarıyla kilitleyen neoconların, insaniyet ve barış düşmanı Rasmussen’i NATO Genel Sekreterliği’ne getirmeleri, önceden başlanmış bir sürecin meyveleriydi. Şu zamanda, bir ülkeyi veya milleti toptan “düşman ilân etmek” adaletle bağdaşmıyor. Önemli olan o ülkede gizlice organize olmuş “savaş taraftarı ve tahribatçı” hareketi akıllıca deşifre etmek olsa gerek. Böyle global bir tarama ve definisyona Türkiye’nin gücü yeter mi? Bir de, Türkiye’mizde olduğu gibi, siyasî menfaatlerinden dolayı rüşvetlerle yanlarına çektikleri medya ile efkâr-ı ammeyi karartan “siyasî iktidarlar da” işin içine girince, global kaos ve savaşçılara gün doğmuş oluyor.
AKP HEP YANLIŞ ATLARA OYNADI! AKP’nin “dış politikada” yanlış zemine oturduğunu söylemek, yalnızca iddia olmamalı… 11 Eylül’ü hazırlayan neocon ve neoliberallerle yola çıktıklarını, arşivlere üstün körü bakanlar anlarlar… Neoconların o zamanki TSK içinde ve mütekait paşalardan müttefikleri, AKP’ye her yerden icazet çıkaranlardır. Bunlar 12 Eylül’ün, 28 Şubat ve 27 Nisan’ın ana kadrolarıdır. Buradan yanlışlarla yola çıkan AKP, dış politikada bugüne kadar neocon ve neoliberal teorisyen ve organizatörlerin çerçevesine mahkûm yürümüştür. Zahiren elinde imkânı olduğu halde Rasmussen’i NATO Sekreterliği’ni engelleyemedi. Sarkozy’li Fransa, AKP’nin okeyi ile NATO’ya döndü. Irak politikasında, kırmızı çizgilerini neoconlara ve Kürt politikasını da neoliberallere çiğnettirdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, insaniyetin, Müslümanların ve hakikî Hıristiyanların kendileriyle mücadele halinde oldukları “savaş lobisine” mahkûm olarak iktidara geldi AKP… Sarkozy, Berlusconi, Merkel ve Rasmussen’e önceden muhalefet edemeyen Abdullah Gül, NATO’da mı muhalefet edecekti? Bilgi yetersizliği, zihnî tembellik veya tarafgirlik duygusuyla, çok karelerden oluşan “dış politikadaki” bazı yorumlara “komplo teorisi” diyenler; AKP’nin Amerika’daki münasebetlerine ve TSK’nın aslî unsurlarıyla tenasübüne mantıkî izahlar getiremezlerse, söylediklerimizle yetinmek zorunda kalacaklardır. Siyasette; olayların renkleri, üslûp ve şahıslardan ziyade, önemli olan netice değil mi? - AKP; BOP’a hayır diyebilirdi, eş başkanlığı tercih etti. - AKP; İkinci Körfez Savaşında, topraklarını kullandırtmayarak zayiatı asgarîde tutabilirdi, dolayısıyla işbirliğini tercih etti. - AKP; kültür, inanç ve geleneklerimiz içerde dönüştüren neoliberal yapılarla proje başında çalışıyor. - Her gün sivillerin vurulduğu ve bunun için Almanya Cumhurbaşkanı Köhler’in istifa ettiği Afganistan’a asker gönderdi. - AKP; AB anayasası oylamasında temel insanî değerleri önceleyen Vatikan’a karşı neocon politikacılar yanında durdu. Ve bu yanlışlara yenilerini eklemeye devam ediyor. 26.11.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Lübnan ziyareti ve Hariri dâvâsı |
Başbakan Erdoğan’ın Lübnan gezisi, Türkiye’nin bir vilayetine yapılmış seçim gezisi gibiydi. Geçen ay İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın yaptığı ziyareti bile gölgede bıraktı. İki ziyaret arasındaki en önemli benzerlik, İsrail’e karşı ağır sözler içeren konuşmalar yapılmasıydı. İsrail bunu hak ediyor mu? Evet. Peki bunun bu kadar üst düzeyde ve bu kadar ağır kelimelerle ifade edilmesi gerekiyor muydu? Bunun bölge barışına bir katkısı olacak mı? Bu sorunun cevabı tartışmaya açık. “One minute” çıkışından bu yana diğer Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi, Lübnan’da da Başbakan Erdoğan’ın popülaritesinin üst düzeyde olduğu aşikâr. Ancak bunda Türkiye’nin bölge ülkelerinin iç sorunlarının çözümünde de dengeli ve uzlaştırıcı bir yaklaşım benimsemesinin katkısı büyük. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun akıllı hamlelere dayalı sıcak ilişkileriyle, hükümetin komşularla sıfır sorun politikasının Türkiye’yi bölgede önemli bir konuma yükselttiği bir çok Batılı yorumcunun ortak kanaati. Ancak burada popülaritenin temel kaynağının İsrail karşıtlığı olduğu da unutulmamalıdır. Onlarca yıldır her yaptığı yanına kâr kalan İsrail’e karşı ilk kez bir liderin sesini yükseltmesi, bu ülkelerin halklarını sevindirdi. Bu tavrın uluslar arası kuruluşlar nezdinde –Gazze konvoyuna saldırı soruşturmasında olduğu gibi- destek bulması da önemliydi. Ama bütün bunlar İsrail’in inadını kırmaya ve saldırganlığını önlemeye yetmiyor. Doğu Kudüs’teki yeni yerleşimler –Obama’nın karşı çıkmasına rağmen- sürüyor. Gazze ablukası da öyle. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın ziyaretinin BM Hariri Suikastı Mahkemesinin nihaî kararını açıklamasının yakınlaştığı bir döneme denk gelmesi önemliydi. CBS’in ulaştığı kaynaklara göre kararda, suikastın sorumlusu Lübnan Hizbullah’ından bazı isimler olarak gösterilecekti. Bu durum Lübnan’da hassas dengelere dayanan koalisyonu hayli sarstı. Hizbullah hiçbir adamını teslim etmeyeceğini açıkladı ve mahkemeyi suçladı. Böyle bir kararın verilmesi, Lübnan’ı karıştıracağı gibi, Hizbullah’ın baş destekçisi konumunda olan Suriye’nin ABD –ve onun Ortadoğu’daki müttefikleri- ile yumuşamaya başlayan ilişkilerini de baltalayacaktır. Soruşturmada Suriye’nin olaya dahlinin olmadığı yönünde gelişmeler olurken, durumun birden tersine dönmesi de ilginç. Soruşturmada Suriye aleyhine dönüşün, ABD’nin Suriye’nin politikalarından memnun olmadığı yönündeki açıklamalarıyla aynı döneme denk gelmesi akıllara bir çok soru işaretini getiriyor. Elbette o dönemde Lübnan’daki en etkili güçlerden birisi olan Suriye’nin bu suikastte parmağı olması mümkün. Başbakan Saad Hariri’nin bile olayın sorumlusu olmadığını açıkladığı Suriye’yi ziyaret etmesiyle yumuşayan ilişkilerin bu şekilde gerilmesi üzücü. Başbakan Erdoğan’ın Lübnan’daki bütün taraflarla yaptığı görüşmelerin, mahkemenin kararının açıklanması sonrası ortaya çıkabilecek çatışma ortamını önleyip önleyemeyeceğini zaman gösterecek. Umarız mahkeme kararı Hizbullah’ı suçlar nitelikte çıkmaz ve yıllarca iç savaşla, ABD ve İsrail’in saldırılarıyla harabeye dönen Lübnan yeniden bir kaosun içine dönmez. O zaman akacak kanı durdurmaya İsrail’e yönelik nutuklar yetmeyebilir. 26.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Kadirşinas ve vefalı... |
Hemen hemen her yapılan, ortaya konulan, fiiliyata dökülecek olan bütün işlerde ve faaliyetlerde var olan, kendisinin feda edilmesiyle başkalarının hayatiyetine adeta sebep olan öğretmenlerime ve dünya eğitiminin başladığı ilk andan itibaren İslâmiyet ve insaniyet adına hizmet veren öğretmenlere hürmet ve minnetle teşekkürlerimi ve şükranlarımı arz ediyor, sunuyorum... Öğretmen olmasaydı muhakkak ki muallimler olacaktı... Gerçek, hakikî, ilim sahibi ve alim olan, bilen ve bildiğini isteyenlere, arzu edenlere anlatan, talim ve terbiye ile sahip kılan muallimlerimiz... Her halde tabir ve tarifte hata yapmadıksa öğretmenlerimizin esas isim ve resimlerini yazı olarak da olsa anlatabildik... Her zaman el üstünde tutulacakları bağıra çağıra söylenen, çeşit çeşit vaadler altında ezilen, lâf ile oturtulacak ve ağırlanacak bir yer bulunamayan öğretmenlerimiz her halde ve zorla hallerinden memnun olmalıdırlar... Yani aç açık, muhtaç, maddî manevî zorluklar içinde de olsalar... Hizmetten ve hürmetten mahrum olsalar da... İlla ki mesrur, memnun ve mutlu olmaları gerkiyor. Neden mi dersiniz? Neden olacak canım her yirmi dört kasım gibi bu seneki yirmi dört kasımda da öğretmenler günü kutlandı... Dağların fare doğurması misali saygıdeğer öğretmenlerimizin bütün meseleleri bir günlük kutlama ile halledilmiş ve bitirilmiş oldu... Eh ne diyelim bize de vatana millete hayırlı olsun demekten başka bir söz kalmadı... Öğretmenlerimiz ve öğretmen varlığımız vatana, millete ve öğretmenlere yaşadıkları bütün olumsuzlukları yaşatanlara hayırlı olsun... Yüksek bir ruh hali doğuştan şahıslarda belirgin bir vasıf olabilir. Bilgili olmak, bilgiyi elde edebilme gayret ve çalışması içinde bulunmak noktalarında en büyük vazife ve yük, hiç kimse inkâr edemez ki, öğretmenlerimizin omuzlarındadır. Bu vazifenin ve yükün hafifleştirilmesi onların birkaç tanesiyle yemek yemekle, kabir ziyareti yapmakla, çeşit çeşit otlarla süslü hediyeler vermekle, çuvallar dolusu vaadlerle olmaz ve olmayacağı muhakkak iken, neden alay edilircesine onlara yeniden yeniye bu tarz kutlama adı altındaki faaaliyetler reva görülüyor. Bunu anlamak elbette ki bir belirsizlik ve bilgisizlik olgusundan başka bir şey değil her halde... Bir milleti kucaklayıp, bir yerden alıp bir yere koymak kabiliyet ve marifetine sahip olan çok muhterem ve mübarek öğretmenlerimize, sevinç ve mutluluklarına katılacağımız istikbaldeki günleri için, duâ ediyor kendilerinden başka kendilerine yardımcı olabilecek kimselerin olmadığını bir kere daha buradan ilân ederek, kudsî hizmet ve çalışmalarında, eğitim ve öğretim faaliyet ve hizmetlerinde, hayatları boyunca devam edecek olan büyük mücadelelerinde başarılar diliyorum... Benim sevgili ve kadirşinas, vefadar öğretmenlerim, sizlere böyle davranmasalar da... 26.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hidayetin kuşattığı alan |
Nuray Hanım: “İşaratü’l-İcâz’da işlenen ‘hidâyet’ kavramını açar mısınız? Gafil bir Müslüman’ın hidâyeti nasıl oluyor?”
Bakara sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in hem bir hidâyet rehberi, hem bir hidâyet kaynağı olduğunu beyân eden âyetle başlar. Âyet şöyledir: “Elif Lâm Mîm. Şu yüce kitap ki, onda aslâ şüphe yoktur. O Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir hidâyet rehberidir.”1 Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre bu âyet, Kur’ân’ın hem istikamet yolunu göstermekle görevli olduğunu, hem de kendisinin bizzat cisimleşmiş bir hidâyet nûru olduğunu îlân ediyor.2 Yani cisimleşen hidâyet nûrundan Kur’ân meydana gelmiştir. “Hidâyet-i Kur’ân öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakîkati idrak edilemez. Ve öyle geniş bir sâhayı işgal etmiştir ki, ihâtâsı ilmen kâbil değildir.” 3 Bu ifâdeden anlaşılıyor ki, Kur’ân’ın hidâyeti, kalbimizin en ince bir doğruluk arzûsundan, dünyanın İslâmiyet’e yakın olsun, uzak olsun, tüm bölgelerinde “iyi ve doğru” olarak kabul gören her değer yargısına kadar kuşatmıştır. Yani dünyanın neresinde olursa olsun, her iyi olan anlayış, her doğru olan kavrayış, her hak olan kabulleniş, her güzel olan değer yargısı ve her isâbetli olan (yanlış ve bâtıl olmayan) yaşayış Kur’ân’ın hidâyetine dâhildir. Kur’ân dünyayı hidâyetiyle kuşatmıştır. Meselâ Müslüman olsun olmasın, bir Japon’un çalışkanlığı ve özverisi, bir Alman’ın temizliği ve dürüstlüğü, bir Avrupalı’nın insanın ve devletin hak ve hukuku ile ilgili müsbet anlayışı, bir yamyamın doğru adâleti, bir Afrika’lının sabrı ve metâneti ve sâir insanlarca kabul görmüş ve doğru olan ne kadar anlayış ve kavrayış varsa hepsi Kur’ân’ın öz malıdır. Bütün güzel kavramlar Kur’ân’dan akmıştır ve bütün dünyayı sarmıştır. Nitekim Üstad Hazretleri Kur’ân hakikatlerinin bin üç yüz sene zarfında insanoğlunun kemiyeten beşte birini, keyfiyeten ve insaniyeten yarısını arkasına aldığını, yani inanış ve teslîmiyet itibariyle beşte birini, kavramlarını ve değerlerini kavrayış, kabulleniş ve uygulayış itibariyle de insanlığın yarısını etkilediğini beyan ederek Kur’ân hidâyetinin kuşattığı alanı nazara verir.4 Meyvesi iki dünyanın saadeti olan ve neticesi de kendisi gibi hidâyet olan “hidâyet”in büyük bir nimet, vicdânî bir lezzet ve rûhun Cenneti olduğunu beyan eden 5 Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Fâtiha Sûresindeki “iyyâke nesta’îyn” yani “yalnız senden yardım isteriz” ibâresinden hemen sonra gelen “ihdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” yani “bize dosdoğru yol için hidâyet ver” talebinin yardımı hidâyet alanına tahsis ettiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, “İhdinâ” kelimesi dört masdardan türemiştir ve dört mânâya işârettir. 1- Mü’min hidâyet isterse “ihdinâ” dinde sebat ve devam mânâsını ifâde eder. 2- Zengin olan hidâyet isterse, malda ve şükürde ziyâde mânâsını ifâde eder. 3- Fakir olan hidâyet isterse, darlığın geçmesini ve genişliğe kavuşmayı ifâde eder. 4- Zayıf olan isterse; yardım, başarı ve muvaffakiyet mânâsını ifâde eder. İç ve dış duygulara, âfâkî ve enfüsî delillerin ve burhanların gösterilmesi hidâyet hâlidir ki, bu, insanlık tarihi boyunca peygamberlerin gönderilmeleri ve kitapların indirilmeleri ile mümkün ve vâki olmuştur.6 En büyük hidâyetin, perdenin kaldırılması ile hakkı hak, bâtılı da bâtıl göstermek olduğunu kaydeden Bedîüzzaman Hazretleri, “İhdinâ” ile istenen “sırat-ı müstakîm”i özetle şöyle tefsîr eder: Rûha üç büyük kuvvet verilmiştir. Bunlar: 1- Kuvve-i Şeheviye: Faydalı şeyleri isteme ve cezb etme kuvveti. 2- Kuvve-i gazabiye: Zararlı şeyleri def etme kuvveti ve kâbiliyeti. 3- Kuvve-i akliye: İyi ile kötüyü ayırma ve tanıma kabiliyeti ve gücü. Bu kuvvetlere yaratılışça sınır konulmamış, şeriatça sınır konulmuştur. Şeriatın koyduğu sınırlara uyulmaz ise ortaya abartılı, canavarca ve insanlık dışı birçok bâtıl uygulama şekilleri çıkacaktır. İşte hidâyet, bu kuvvetleri adâletli biçimde kullanmak demektir ki, şehvet kuvvetinde “iffet ve nâmûs”, gazap kuvvetinde “şecaat, yiğitlik ve kahramanlık”, akıl kuvvetinde ise, “ilim ve hikmet”tir. 7
DUÂ Ey Hadi-i Ğafur! Acizim, fakirim; kudretine, kuvvetine, rahmetine muhtacım! Gece gündüz taksirâtım, seyyiâtım başımda; lütfuna, merhametine, affına, nuruna muhtacım! Dalâletteyim; hidayetine muhtacım! Günahkârım; mağfiretine muhtacım! Haddimi bilmiyorum; adaletinden korkuyorum! Lütfeyle! Merhamet eyle! Affeyle! Ölene dek hidayet eyle! Senin huzuruna gelene dek, istikamet ver! Âmin!
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 1. 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 42. 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 43. 4- Asâ-yı Mûsâ, s. 51. 5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 62. 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 28. 7- A.g.e., s. 29. 26.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kölenin verdiği tevekkül dersi |
Allah dostlarından Şakîk-i Belhî Hazretleri (ra) gençlik senelerinde tüccarlık yapıyordu. Bir ara çok şiddetli bir kıtlık baş gösterdi; herkesin suratı asıktı. Açlıktan hiç kimsenin yüzü gülmüyordu. Bir gün çok neş’eli bir köleye rastladı. Onun hâli dikkatini çekti, “Bu köle nasıl böyle neş’eli ve sevinçli olabiliyor?” diye düşündü. Yanına yaklaşıp sordu: “Bu kıtlıkta herkes üzüntülüyken sen neş’elisin, hikmeti nedir acaba?” diye sordu. “Ne için üzüleyim ki? Varlıklı ve zengin bir efendim var benim. Hem şefkatli, merhametli, çok da cömerttir. Böyle iken bu kıtlığı ne diye dert edeyim?” dedi. Bu cevabı işitince: “Aman yâ Rabbî! Ben ömrümde böyle güzel bir söz duymadım. Köle, âciz bir kula güvenip, neş’eli oluyor. Benimse, Rabbime karşı o kadar güvenim yok mu?” diyerek uzun süre ağladı. Öyle ki, gözyaşları sakallarını ıslattı. ««« Son birkaç çağdır Müslümanların gerilemelerinin sebeplerinden birisi, tevekkül ve kanaati yanlış anlamalarıdır. İşi, gücü, çalışmayı bırakmış, güya tevekkül ile her şeyi Allah’tan bekliyorlar! Tevekkülü yanlış anladıklarından huzurları da kaçmıştır. O da mutsuzluğu tetikliyor. Halbuki tevekkül; sebeplere müracaat ettikten sonra sonucu Allah’tan beklemektir. Yani, Allah’ın tabiata koyduğu kanunlara, sebeplere müracaattır. Yani, tekvinî şeriata, sünnetullaha uymaktır. Sebeplere müracaat etmeden, şartlarına uymadan iş Allah’a havâle edilirse; bu tevekkül değil; “tembellik” olur. Kanaat de böyledir. Kanaat; var olanla yetinmek değildir. Kanaat; gerekli çalışmayı yaptıktan sonra nasip olana, verilen razı olmak, memnuniyetini ifâde etmektir.1 Yoksa, mevcut ile yetinmek, himmetsizlik, gayretsizliktir. Şu halde bir insan, “Bu bana yeter, artık çalışmama gerek yok!” demeyecektir. Çalışacak, ama neticeye razı olacaktır.
Dipnot: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, s. 19. 26.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Nejat EREN |
|
Rekabeti müsbette kullanabilmek |
“Rekabet” kelimesi, İslâm literatüründe—genel olarak—menfî düşünceleri, kıskançlık ve çekememezliği çağrıştıran negatif bir mânâ ifade eder. Bununla birlikte bugünkü dünya; hele hele ticaret sahasında oldukça yaygın olarak kullanılan, tatbik edilen bir gerçektir. İhtilâf da, bu mânâdadır. Yani müsbeti değil, genel olarak menfîyi çağrıştıran bir ifadedir. Fakat tuz ve biber gibi yeri ve zamanını geldikçe kullanılacağı durumlar olabilir. Meselâ bu konuda Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şöyle bir hükmü vardır: “Bazan ihtilâftan istifade edilir.” Rekabet de, ihtilâf da, muhakkak ki İslâmî alanda müsbet olarak yaygın kullanılan değer ve terimler değildir. Ama Müslümanların ve dünyadaki bütün insanların her an karşı karşıya olduğu bir olaydır. İhlâs Risâlesi’nde “rekabetin menfî olduğu”ndan, Uhuvvet Risâlesi’nde de “müsbet ihtilâfın var olduğu”ndan bahsedilmiştir. Maharet ve marifet ise; var olan ve inkârı mümkün olmayan bu “rekabet ve ihtilâf”ın müsbet yönde ve mânâda nasıl kullanılacağını bilmek ve uygulayabilmektir. İşte çarpıcı bir misal: Her yıl yapılan ‘en iyi buğday’ yarışmasını yine aynı çiftçi kazanır. Çiftçiye bu işin sırrı sorulur. Çiftçi: “Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor.” der. “Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz?” diye sorulduğunda, “Neden olmasın?” der çiftçi. “Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.” Kıssadan hisse çıkarmak için konuyu şöyle bir değerlendirmeye çalışalım. Dünyada ve Türkiye’de her sahada olduğu gibi “İslâm’a hizmet” sahasında da birçok grup ve cemaat var. Hakka hizmet için var olan bütün cemaat ve gruplardan Allah razı olsun. Hizmet ve gayretlerini semeradar ve rızası dairesinde kabul etsin inşallah (Âmin.) Yeni Asya camiası da bir cemaat ve uzun yıllardan beri kendi imkânlarıyla İslâm’a, Kur’ân’a hizmet etmek için özellikle de yayıncılık ve sosyal faaliyetleri ön plâna çıkararak bu sahada hizmet ediyor. Bu sahada geçmişte çok güzel örnek hizmetlere de imza atmış bir camia. Bizim dışımızdaki bazı hizmet gruplarının hizmetlerine bu şekilde bakıp, “kaliteyi” arttırıcı hizmetlerin içeride iyi örneklerini verirsek “komşu” olarak nitelendirebileceğimiz diğer grupların da kalitelerini arttırmalarına yardımcı oluruz. Hem de orada bir güzellik varsa, onları bünyede tatbikine imkân sağlamış oluruz. Yoksa “gözü dışarıda” ve başkalarına muhtaç, onlardan himmet bekleyen bir konuma düşecek fikirleri düşünmek bize ve karşı tarafa hiçbir şey kazandırmaz. Hedef hem içerde hem dışarıda “kaliteyi” ve “keyfiyeti” yükseltmek olmalıdır. Bunu yapabilirsek gerisi zaten arkadan gelir. Bunun gerçekleşmesi için de—bütün Müslümanların—en büyük hastalığımız olan tembellikten, tahkiksizlikten, taklitten ve başkalarının eline bakmaktan kurtulmak gerekiyor. “Gözü dışarıda” ve başkalarına “özenti” içinde olan bir zihniyetle amaca ulaşmak mümkün değildir. Amaçtan ve hedeften sapmanın alâmetidir. Öyleyse, her bir ferde düşen “içerideki” kaliteyi arttıracak hizmetlere yönelmek, çok ciddî bir plân ve programla hedefleri belirleyip kaynağından alacağı metot, düstur, prensip ve istikamet doğrultusunda hareket etmektir. Böylece yakın ve uzak bütün “komşularımıza” da iyi bir örnek olma ve kaliteyi arttırmaları için bir hizmet sunmuş oluruz. Çünkü saf ve fıtrî güzelliği kabullenmek ve sahiplenmek her insanın yaratılışında vardır. O zaman, kaliteyi, sevgiyi ve paylaşımı en yakınımızdan başlatıp, yaygınlaştırarak devam ettirmeliyiz. Aksi takdirde, Allah korusun, menfi rekabet, kin, cimrilik, nefret tohumları piyasayı kaplar ki, bu da kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir. Güven vermek kadar güven duymak da önemlidir. Duyulan güveni boşa çıkarmamak ise hepsinden önemlidir. “Her sabah Afrika’da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir. Her sabah Afrika’da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır. Aslan veya ceylan olmanız fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur.” (Afrika Atasözü) 26.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Değişen ve değişmeyen insan |
Birkaç gün önce uzak diyarlardan bir grup gelip, kendilerine Hz. Mevlânâ Türbesini gezdirmemi, içindekilerini ve tarihçelerini anlatmamı istediler. Hz. Mevlânâ, türbesi ve içinde medfun mümtaz şahsiyetler ve içindeki a’sâr-ı antika (antika eserler) anlatmakla bitmeyen gerçeklerdir. Duâlar, Fatihalar, sema salonu, tedrisat bölümü, mescid ve şifre sayılı tesbihler ve sakal-ı şerife kadar geldik ve kalabalıkta bir şeyler anlattık ve akabinde misafirlerin içinde yer alan dış dünyadaki kardeşimize sordum: “Kendinizi okudunuz mu?” Cevap: “Hayır kendimi okuyamadım” dedi. Duvarlardaki takvim ve arzdaki insan beni çok alâkadar eder. Duvardaki takvim karalanırsa suç kimde? Elbette takvimde olamaz, suç onu karalayanda. Cenâb-ı Allah, Tin Sûresi 4’ncü âyette “Biz insanı güzel bir takvim olarak yarattık” buyurmuştur ve öyledir. Fakat kendi vücudundaki cihazatlarla insan kendini karalamaktadır. Fitne böyle, iftiralar böyle, inatlar böyle, gıybet böyle, kavgalar böyle. Yani kendini okuyamıyor veya kendindeki cihâzâtların mânâsını ve vazifesini bilmiyor. Cahil desen feryad u figân kopuyor, peki kendini okuyamayanlara ne diyeceğiz? Bu babda, Hz. Mevlânâ, Divan-ı Kebîr’inde tasavvuf anlamında: “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok” der. Bunun başka bir mânâsı, çağımızın Mevlânâsı Hz. Bediüzzaman yine aynı mânâda der ki: “Eger istersen hayalinde Nurşin Karyesindeki Seyda’nın meclisine git, bak orada fukara kıyafetinde melekler, padişahlar ve insan elbisesinde melekleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam sûretini almışlar, ilâ âhir...” 1 İnsanın ve insanların renkten renge dönmesi, akşam ayrı sabah ayrı konuşması, birliği beraberliği ve her türlü müsbet hareketi tenkit etmesi ve hatta engellemesi, insanlar arasındaki bütün huzurları dejenere etmesi, etrafını, beldesini, ilçesini, vilayeti, ülkesini velhasıl insanlık âlemini fesada çalışması yine beni Hz. Bediüzzaman’a götürdü. O kadar harika bir teşbihi ve değerlendirmesi var ki, sizlerle paylaşmak istedim. Çünkü âlemimizde bugün gördüklerimiz yıllar önce bir hakikat olarak konulmuş. “İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habîse bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan sûretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar… Malûmdur ki, âlâ birşey bozulsa, ednâ bir şeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ, nasıl ki süt ve yoğurt bozulsalar yine yenilebilir. Yağ bozulsa yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de, mahlûkatın en mükerremi, belki en âlâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur.” 2 Başa döndüğümüzde İslâmın ilk emri okumanın ne kadar geniş bir âlemde tezahür ettiğini ve elzem olduğu aşikâr görülmektedir. Öğretmenler gününde, eğitim öğretim yılında, Yeşilay Haftasında ve daha geniş daire olan dünyadaki nüfus artışında, halkla ilişkilerde ve uluslar arası ilişkilerde okumanın özüne, yani insan varlığının esrarlarına ve ehemmiyetine tekrar dönülmeli ve eşref-i mahlûkat olan zevât seyredilmeli ve rehber edilmelidir. İçi ve dışı bir olanlara muhtacız, diğerleri gölge olmasınlar…
Dipnotlar:
1- Arapça Mesnevî-i Nûriye, Hubab Risâlesi ve fihristesi., 2- 13. Lem’a, 10’ncu İşaret, B. S. Nursî. 26.11.2010 E-Posta: [email protected] |