Sami CEBECİ |
|
Komşusu aç iken tok yatmak |
İslâm, sulh ve barış dini olduğu kadar, aynı zamanda yardımlaşma ve paylaşım dinidir. Asr-ı Saadet’e dikkatli bir nazarla bakıldığı zaman, sahabeler arasındaki paylaşım ve yardımlaşmanın zirvede olduğunu görürüz. Mekke döneminde varlıklı sahabeler, fakirler ve kölelerle mallarını paylaşır, İslâm’ı seçen köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için seferber olurlardı. Abdurrahman bin Afv Hazretleri de zengin sahabeler arasındaydı. Ticaretten dönen kervanındaki mallara müşteri olanlara “Daha fazla veren var” diyerek malını satmıyordu. Beş altı misli fiyat verildiği halde yine satmayınca Resûlullah’a (asm) şikâyet ettiler. Hazret-i Resûlullah da (asm) “Peki gidelim, kendisine soralım” der. Onu, kervandaki erzakı çarşıda fakirlere dağıtırken buldular. Neden böyle yaptığını sordu. “Ya Resûlullah! Bunlar beş altı misli kâr verebildiler. Halbuki, Allah (cc) en az on misli kâr vereceğini taahhüt etmişti. Onun için böyle yapıyorum” diye cevap verdi. İlk Müslümanlar muhacir olarak Medine’ye gitmek zorunda bırakıldıkları zaman, Ensar adı verilen Medineli Müslümanlar gelen kardeşleriyle her şeylerini paylaştılar. O sahabeler, en muhtaç oldukları zamanlarda bile, din kardeşlerini kendi nefislerine tercih ettiler. Îsar hasleti denilen bu yüksek ahlâk, Allah tarafından Kur’ân-ı Kerim’de övüldü ve onlara çok büyük mükâfat verileceği vaat edildi. Asr-ı Saadet’ten zamanımıza kadar gelen bütün Müslümanlar ellerinden geldiği kadar sahabeleri taklit edip onların yolundan gitti. Ecdâdımız binlerce vakıf ve hayır kurumları kurarak bu geleneği devam ettirdi. Hatta, hayvanlara yardım için bile vakıflar kuruldu. Bugün itibariyle ülkemizde on binden fazla vakıf kuruluşu vardır. Bir kısmı maksadının dışında işlerle meşgûl olsa bile, büyük ekseriyet gayesine uygun olarak hayırlı işler ve hizmetler yapmaya devam ediyor. Onların gayretli çalışmalarıyla ne kadar iftihar etsek azdır. İslâmiyet, paylaşım ve yardımlaşma dinidir dedik. Evet, özellikle Ramazan ayında verilen zekât, fitre ve sadakalarla bu paylaşım devam ettiği gibi, Kurban Bayramında da bu paylaşım sürdürülüyor. Çünkü, Allah rızâsını kazanmak için kesilen kurbanlar kesildikten sonra, düşen hisse üçe bölünür. Üçte biri fakirlere dağıtılır. Diğer kısmı gelen dostlara ikram edilir. Geri kalan kısım ise ev halkına ayrılır. Her hâlükârda fakirler ön plânda tutulur. Zira, hadis-i şerife göre “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” îkazı çok önemlidir. Sair zamanlarda bile, pişirdiği yemeğini ve yaptığı aşuresini komşularıyla paylaşmak, bu Müslüman milletin asil bir geleneğidir. Her ne kadar şehir hayatı, özellikle apartmanlardaki yaşantı bu geleneği tahrip etse de, birbirine yakın olanlar bu geleneği bir şekilde devam ettiriyorlar. Bu hadis, zâhiren maddî açlığı nazara veriyor görünse de, mânen ve ruhen aç olan insanları da kastettiği muhakkaktır. İmanı, ibadeti ve salih amelleriyle boğazına kadar mânen doyan ve tatmin olan mü'minler; konu-komşu, eş-dost ve müşteri gibi yüzlerce tanıdığı mânen aç ve iman hakikatlerine muhtaç bir vaziyette yatıyor ve zamanları hep böyle geçiyorsa, iman hizmeti ve İslâm’ı tebliğ ile vazifeli olanlar bu hadisi nazara almalıdır. Hizmetin sevabı büyük olduğu kadar, mesuliyetin de büyük olduğunu unutmamalıdır. Herkes bir kişinin daha imanını kurtarmak ve muhafaza etmenin gayretini yaşamalıdır. (Not: Bütün okuyucularımızın ve İslâm âleminin Kurban Bayramını tebrik eder, büyük hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.) 20.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ah Kırım’ım, ah Kırım’ım! |
AKMESCİD/KIRIM – Kurban Bayramını Kırım’daki Müslümanlarla birlikte idrak etmek nasip oldu. İHH’nın Kırım’daki “kurban yardımları” çalışmasını yerinde görmek üzere Ukrayna’dayız. Kırım deyince, hâliyle akla ‘Kırım Tatarları’ geliyor. Kırım, Tatarların ‘öz vatanı’; ama çoğu, yıllar önce bu diyarlardan sürülmüş ve ancak Sovyetlerin dağılmasından sonra yavaş yavaş ‘öz vatanlarına’ dönmeye başlamışlar. Başta Bahçesaray olmak üzere Akmescid ve diğer illerde de camiler var ve Müslümanlar inançlarının gereğini yerine getirmek istiyorlar. Geçmiş yıllara nisbetle dinî hayat daha canlı olsa da, sıkıntılar bitmiş değil. Kırım’daki asıl problem, nüfus azlığı. 48 milyonluk Ukrayna’da resmî rakamlara göre 300 bin, Müslüman Kırım Tatarlarına göre 500 bin Müslüman yaşıyor. Elbette bu nüfus, 48 milyonluk ülkeye göre çok az ve “etkili” olmaları da çok zor. Ama onlar inançlı ve kararlı. Nasip oldu, Kurban Bayramını “Gözlev” şehrindeki “Mimar Sinan”ın yaptırdığı “Kebir Camii”nde kıldık. Caminin genç imamı Türkçe olarak vaaz verdi. Dikkatimizi çeken bir nokta ise, nisbeten yaşlıların, yani “dede”lerin Türkçe’yi daha iyi konuşmasıydı. Her halde genç nesil okullarda Rusça eğitim aldığı için Türkçeyi daha az biliyor. Bunun yanında, okumak için çok sayıda Müslüman Kırım gencinin Türkiye’ye geldiğine ve okullardan mezun olunca Kırım’a döndüklerine de şahit olduk. Haliyle onlar Türkçe konuşuyor ve İslâma güzel bir örnek olmaya çalışıyorlar. Kırımlılar çok dertli. Hâlâ 1944 yılındaki mecburî göçün sancılarını çekiyorlar. İnşâallah Kırım da tam anlamıyla huzura kavuşur. Duâ edelim… 20.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Neden namaz kılıyoruz? |
Zübeyir Yürekli: “Neden namaz kılmamız gerektiği üzerinde durabilir misiniz?” İbadetlerde taabbüdilik vardır; yani ibadetin ibadet olma özelliği, bize onu emir olarak algılama ve emri yapma niteliği kazandırıyor. Bu kulluktur. Yani bir ibadet emredildiği için yapılır. Başka hiçbir sebep aranmaz. Fakat hiç şüphesiz her ibadetin kendine özgü birçok hikmeti olduğu gibi, namazın da birçok hikmeti vardır. Akıl bu hikmetleri arıyor, soruyor, sorguluyor ve buluyor. Ancak akıl da acizdir. Hepsini bilemeyebilir şüphesiz. Bu açıdan, aklın hikmet ve neden üzerinde çok fazla vakit kaybetmeden; mademki akıl sahibi bir insan olarak yaratılmışım; emri dinleyip insan olduğuma şükretmek için namazı kılmalıyım deyip teslim olması gerekir. Namazın fert ve sosyal hayatımızda sayılamayacak kadar maddî ve manevî fayda ve hikmetleri vardır. Bunlardan başlıcaları şunlardır: 1- Namaz Allah’ın emri olduğundan; namazını kılan kimse Allah’ın emrine itaat etmiş olur. Bu itaat onu Allah’ın rızasına ulaştırır. Allah’ın rızasına ulaşan, ebedî olarak huzur ve saadet içindedir. 2- İnsan, namaz vasıtasıyla Allah’ın kulu olduğunu idrak eder. Allah’ın kulu olduğunu idrak eden, yaratıkları sever, kendisini büyük görmez, gururlanmaz, mütevazı olur. Allah mütevazı olanları sever. 3- Namaz insanı kötülüklerden alıkoyar. Çünkü namazla günde beş defa Allah’ın huzurunda olduğunu hisseden insan, Allah’ın haram kıldığı şeylerden uzaklaşmak için kendinde güç bulur. 4- İnsan her an, her cihetten Allah’ın sonsuz nimetleri ve ikramları ile âdeta kuşatılmış vaziyettedir. Namaz kılan insan, Allah’ın sonsuz nimetlerle ikram edişini takdir etmiş, Allah’a şükretmiş olmaktadır. 5- Dünyanın sıkıntı verici ve olumsuz şartları, bazen insanı boğmakta, içinden çıkılmaz bunalımlara yol açmaktadır. Namaz vasıtasıyla kendisini Allah’a teslim eden insan, hayatın ağır yüklerinden Allah’a sığınmış olmaktadır. Allah’a sığınan insan huzur bulmakta, olumsuz şartların verdiği elem ve ümitsizlikleri atmaktadır. 6- Namaz kılan insan Allah’a karşı fıtrat borcunu ödemiş; vazifesini ifa etmiş olmaktadır. Allah’a karşı vazifesini yapan insan ise, hayatta her işte başarılı, verimli, özverili ve çalışkan olur. 7- Namaz günahlara karşı tevbe ve istiğfar mânâsını da taşımaktadır. Çünkü namaz günahlarımızın bağışlanmasını ve hatalarımızın affını sağlamakta; böylece kalbimizin günah kirlerinden arınmasına ve manevî temizliğe ulaşmamıza vesile olmaktadır. 8- Namaz vasıtasıyla insan Allah’ın bir olduğunu tasdik etmiş, Allah’a boyun eğmiş, kendisini ve nefsini Allah’a teslim etmiş ve Allah’a tevekkül etmiş olmaktadır. Allah’a tevekkül eden ise hem dünyanın, hem de âhiret hayatının saadetini elde etmeyi hak etmiş demektir. 9- Namaz bizi âhiret hayatına hazırlar. Namazla dünyanın fenasından Allah’a sığınmış, ebedî âhiret yurdunu ve saadetini Cenâb-ı Hak’tan istemiş olmaktayız. 10- Namaz vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk’a duâ ve münacatta bulunmuş, istenebileceklerin en güzelini, en büyüğünü, en âlâsını Cenâb-ı Hak’tan istemiş olmaktayız. Rabb’imizden hem dünyada, hem de âhirette hasenat vermesini ve bizi mutlu kılmasını namaz kılmak suretiyle isteyebilmekteyiz. 11- Namaz imanın kalbimize yerleşmesine vesile olur. Bu mânâda namaz imanın gıdası, dinin direği ve mü’minin mi'racıdır. Mü’min, namaz kılmak suretiyle Allah katındaki derecelerini arttırmış ve manevî makamlarda yükselmiş olmaktadır. 12- Sonsuz derece aciz, fakir, muhtaç ve zayıf olan insan, namaz vasıtasıyla kâinatın Sahibine yönelmiş, her arzusunu dile getirmiş, Allah’ın kudretine, iradesine, rahmetine, mağfiretine ve gınasına sığınmış olmakta; böylece korktuklarından emin, umduklarına nâil olabilecek bir mâhiyet kazanmaktadır. Yani namaz insanı gereksiz endişelerden, yersiz korkulardan ve sonuçsuz elemlerden kurtarır; Rabb’ine dost yapar. 13- Namazın maddî temizliğe vesile oluşu unutulmamalıdır. Her namaz için abdest alan, haftada en az bir defa gusül abdesti alan mü’minler, hayatının diğer bölümlerinde de temizliğe bir ibadet niteliğinde önem verirler. Böylece sağlık ve sıhhat kazanırlar. 14- Günahlardan sakındığımız sürece namaz, bütün diğer dünyevî işlerimize ve mubah hareketlerimize ibadet niteliği kazandırır. Böylece bütün ömrümüz âhiret hesabına verimli geçmiş olur. 15- Namaz hem bizim bütün ibadetlerimizin, hem de bütün mahlûkatın ibadetlerinin bir fihristesi hükmündedir.
DUÂ Ey Hâlık-ı Bâri’! Bana ve zürriyetime fıtrat borçlarımızı bildir! Beni ve zürriyetimi nankör eyleme! Bana ve zürriyetime namazı sevdir! Beni ve zürriyetimi şükürsüz eyleme! Beni ve zürriyetimi zat-ı akdesine muti kıl! Müsi’ kılma! Beni ve zürriyetimi kulluğuna kabul eyle! Hatalarımızla noksanlarımızla birlikte namazımızı, niyazımızı, duamızı, itaatimizi kabul eyle! Âmin! 20.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Uyarmak, uyarılara kulak vermek |
Zararlı şeylere karşı bizi uyaranlara teşekkür ederiz. Yakanda akrep var, diyenlere minettar oluruz. Öyle ise, eksiklerimizi, hatalarımızı söyleyenlere, bizi ikaz edenlere niçin kızarız? Peygamberimiz (asm); İslâmın, Müslümanların mukadderatıyla alâkalı meselelerde bile ashabının fikirlerine daima itibar etmiş, uyarılarını dikkate almış. Meselâ, Bedir Harbinde, karargâhını bir mevkiye yerleştirmişti. Yapılan istişârede otuz üç yaşındaki genç sahabî Hubbab bin Münzir, “Ya Resulallah! Burası sana Allah’ın emrettiği, bizim için de ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa şahsî görüşünüz neticesinde, bir harp tedbiri olarak mı seçildi?” diye sordu. O: “Hayır! Şahsî görüş neticesi, bir harp tedbiri olarak seçildi” buyurdu. Bunun üzerine Hubbab: “Ya Resulallah! Burada karargâh kurmak uygun değildir. Siz, halkı hemen buradan kaldırınız! Kureyş kavminin kuracağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Bir havuz yapıp onu su ile dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz susadıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler. Zor duruma düşerler.” “Ey Hubbab, doğru olan görüş senin işâret ettiğindir” buyurdu ve derhal oraya gittiler.1 Hayatı boyunca haklı, isabetli ikazlara muhatap olduğunda asla kızmamış; memnûniyetle gereğini yerine getirmiştir. Demek, kâinatın yaratılmasına sebep, vahye mazhar peygamberin görüşlerinin aksine görüş beyan etmek mümkün! İslâm’ın temel esprisi doğruluğun, hakkın vuzûhu, yanlışın, kizbin reddi için Sahabe-i Kirâm da, “emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i an’il-münker” vazifesini örneğine asla rastlanmayan, rastlanamayacak ciddiyet ve o derece bir nezahet-nezaketle ifâ etmişler. Hayatları pahasına da olsa, gerektiğinde en yakın akrabalarına dahi “kılınç” çekmiş; hakkın hatırını dâima üstün tutmuşlar. Meşveretlerde doğrunun ortaya çıkması için şiddetli tartışmalardan asla çekinmemişler. Onların tavırlarını görenler, “Bu tartışmadan sonra bir daha ebediyyen biribirleriyle konuşmazlar!” diye düşünülürdü. Oysa, meşveretten sonra can-ciğer sarmaş-dolaş olarak uhuvvet ve muhabbetin zirve manzaralarını sergilemişlerdir. Hz. Ebûbekir (ra) devlet başkanı seçildiğinde yaptığı konuşmayı ve vatandaşların ona verdiği cevabı hatırlayalım: “Ey insanlar, ben sizin başınıza yönetici seçildim, ama sizden daha hayırlı bir kimse değilim. Eğer davranışlarımda, uygulamalarımda, hareketlerimde doğru yaptığımı ve söylediğimi hissederseniz bana yardımcı olun; hak ve hakikatten saptığımı görürseniz hatalarımı doğrultunuz. Sizin içinizde zayıf olarak bilinen kimseler, onun hakkını diğer kişilerden alıncaya kadar o kişi, benim yanımda kuvvetlidir. Sizin güçlü bildiğiniz kişi de benim yanımda zayıftır, tâ ki, onun elinden gasbetmiş olduğu hakkı alıp gerçek hak sahibine verinceye kadar. Ben sizin halifeniz olarak, sizinle ilgili uygulamalarımda Allah ve Resulüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat edin. Şâyet Allah ve Resûlüne isyan edersem; benim, size, bana itaat edin deme hakkım yoktur.” “Ey Ebû Bekir! Peygamberin halifesisin, seni seçtik, yöneticimizsin, emiri’l-mü’mininsin, şunu bilesin ki, en ufak bir eğriliğini görürsek şu kılınçla doğrulturuz.” O, “Ebû Bekir’in maiyyetinde, onun hatasını kılıncıyla doğrultacak fertleri bulunduran Allah’a hamd olsun” 2 diye şükreder.
Dipnotlar: 1- Sîre, 2:272; Tabakât, 3:567-568; 2- Age, c. 3, s. 182-183; Sîre, c. 4, s. 311; İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 483; Hayatü’s-Sahâbe, c. 3, s. 317. 20.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin YAŞAR |
|
Anne babalı yetim ve öksüzler |
Dünyanın en eski, ama hiç eskimeyen ortaklığı aile hayatıdır. İnsanlık tarihinin her döneminde önemini koruyan bu müessese, kıyamet asrını yaşadığımız bu zamanlarda hayli yıpranmış bulunmaktadır. Ailenin ihmale uğradığı ve sarsıntılar geçirdiği günümüz dünyasında gözümüze çarpan her dengesizlik, ailenin önemine ve önceliğine dair bir uyarı niteliğindedir. Sosyal hayatın dengesi aile ile kurulur. Aile, dengeli olmanın ve dengede kalmanın merkezidir. Bu açıdan bakıldığında bir insanın karakter, şahsiyet, itikad, iman ve ahlâk oluşumunda en önemli katkı, onun yetiştiği aile ortamı olduğu görülecektir. Fakat mahlûkatın merkezine yerleşen insanın, yetiştiği ortam olan ve kemalat merdivenlerinde en önemli temeli oluşturan ailenin, ciddî sarsıntılar geçirdiğini görmekteyiz. Zira sağlam bir kişilik ve ahlâk, sağlıklı ortamların meyvesidir. Aile kurmak en ciddî meselelerden birisidir ve birlikteliğin başlangıcında sağlam ölçülerin yer etmesi zarurîdir. Fizikî ve maddî temeller üzerine kurulan ailede, ahiret misyonu yıkılmış ve sadece dünyaya bakan ciheti esas alınmış demektir. Böyle başlangıçların sonu gelmeyecektir. Bu durum, dünya hayatını dahi zindan eden bir sürece atılan bir adımdır. Modernlik rüzgârı ile bireyselleşmenin hızla artması, enaniyeti kamçılamış, emniyet ve sadakati zedelemiştir. Böylelikle evlenenlerin yarısı, hayatının geri kalan kısmını boşanmış olarak geçirmekte; olan, ortada kalan yürekleri iki parçaya bölünen çocuklara olmuştur. Evli kalabilenler de ise, birçoğunda, anne ve baba vakitlerinin büyük bir kısmını evden uzakta geçirmekte olup, çocukları da kendileri de bir yuva sıcaklığını teneffüsten uzak yaşamaktadırlar. Aile tahassüngâhlarının bozulması, aile bireylerinin psikolojik çöküntüye uğramasına, sosyal boyutta da ahlâkî bir çöküntüye sebep olmaktadır. Ortada yarım erkekler, yarım kadınlar ve onların yetiştirdiği yarım kişilikli evlâtlar dolaşmaktadır. Bu umumî manzaranın en ağır darbesini çocuklar yemektedir. Anne ve babaları yanlarında, ama yetim ve öksüzlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Çok çalışan ve bir türlü eve gelemeyen babaların artması, kadınların da bir eş ve anne olduklarını unutmalarına sebep olmuştur. Evlerin, eşlerin ve çocukların ihmali dengesizliklerin başlangıcıdır. Oysa hizmetin merkezine önce ev, eş ve çocuklar konmalıdır. Resul-i Ekrem (asm) tebliğine en başta ona iman eden Hazret-i Hatice ile başlamıştır. Bugün bu ihmal ve dengesizlikler sadece ehl-i dünyanın problemi değildir. İman hizmetlerine koşturan dindar insanlarda da bu çeşit kaymalar mevcuttur. Başkalarını kurtarmak için evdekileri ihmal cevazı veren dindarlar aile hayatlarını bir bir kaybetmeye başlamıştır. Aileye dair bütün âyet ve hadisler imanî bir hayatın öncelikle tesis edileceği adres, ev ortamları olduğuna işaret etmektedir. Günümüzde aileler kendisine model ve örnek bulabilme sıkıntısı içerisindedir. Herkes kendine göre bazı doğrular tesbit etmekte ve kendi bakış açılarıyla ailelerini şekillendirmektedir. Bu yüzden farklı farklı mülâhazalar ortaya çıkmıştır. Bu ise, gerek kişinin kendisinde, gerekse aile yapısında sapmaları ve huzursuzlukları netice vermiştir. İnsanlık Allah’ı tanıyabildiği ölçüde ve Kur’ân’ın yaşayan modeli olan Resulullah’ı örnek aldığı ölçüde hakikî istikameti ve huzuru bulacaktır. Aksi uğraşlar boşa kürek çekmeye ve yıpranmalara sebeptir. Mahlûkatı yaratan ve mahlûkat içerisinde de en şerefli makamı insan olarak tayin eden Allah, onun ihtiyaçlarına uygun, ona yol gösterecek, problem ve hastalıklarını tedavi edecek ve her şeyden önce yaşayarak öğretecek peygamberler göndermiştir. İşte insan bu huzur ve kemalat reçetelerinden uzaklaştığı ölçüde mutsuz olacaktır. Hazret-i peygamber, 63 yıllık hayatı içinde 23 yılını evli bir resul olarak yaşamıştır. Öyle ki, gazvelere bile yanında bir eşini götüren resul, gazvelerin haricinde çocuklarına ve eşlerine yeterli vakit ayırmıştır. Tebliğ maksatlı iletişimin en temel noktası, anlatılanın en başta anlatan kimsede yaşanır olmasıdır. Çünkü karşısında güzel örnek görenler hakikati çabucak kabulleneceklerdir. Sözler ile davranışlar, iç ile dış arasındaki imtizaçsızlık muhatap tarafından hemen hissedilecektir. Bu yüzden örnek bir hayat, başlı başına bir değerdir ve büyük mânâlar ifade eder. Resulullah’ın hayatına bu açıdan bakıldığında, O, hayatının her karesinde üstad-ı külldür. Resulullah (asm), planlı ve programlı bir insandır. Gününü belli bir planla yaşar. Bu planının içerisinde kendine ayırdığı, ibadetle geçirdiği vakitler olduğu gibi, günün bir kısmını eşlerine, bir kısmını da sahabelerine ayırırdı. Bugün birçok evlilikte problem olan noktalardan birisi de bu değil midir? Eşlerin, dünyanın cezibedar ve önemsiz meşgalelerinden birbirlerine ayıracak zamanlarının olmaması. Bu noktadan bakıldığında ailede, mütekabil hürmet ve sevgi ancak sağlıklı ve yeterli iletişimle mümkün olacaktır. Bu iletişimin kurulamaması bu gün birçok aile probleminin temelini teşkil etmektedir. İslâmî bir aile hayatının nasıl yaşanacağına dair en güzel örnek, Peygamber Efendimizin (asm) hane-i saadetlerinde eşleriyle olan muameleleridir. 1500 yıl önce, insanî kemalatın arşını yaşayan o asra, bugünün insanı ne çok muhtaçtır. Kendi aile hayatlarımız, bir de Asr-ı Saadete baktığımızda çok derin farkların ve uçurumların olduğunu göreceğiz. Peygamberimiz (asm), o zamana kadar insan sınıfına bile konulmaya lâyık görülmeyen, diri diri toprağa gömülen kadına lâyık olduğu konumu vermiştir. Bugün İslâmî toplumlarda kadın, yanlış uygulama ve âdetler neticesinde ihmallere, haksızlıklara, mağduriyetlere maruz kalmıştır. Bunun sebebi İslâm değil, tam tersi İslâm’dan uzaklaşmadır. Gergin günlük hayat temposu ile ailede yaşanan iletişim problemleri birçok insanın hayatını olumsuz etkilemektedir. Çok çalışıp, çok kazanıp, çok mutlu olacağını düşünen insan, kaybettiği huzuru ve mutluluğu arama çabası içerisine girmiştir. Günlük hayatın keşmekeşliğine, günahların hücumuna maruz kalan insan için aile hayatı, birer tahassüngâh olması gerekmektedir. Fakat bugün tahassüngâhlarda da problem vardır. Aile içinde huzuru yaşamak, aile bireylerinin birbirleriyle beşeri münasebetlerinin iyiliğine ve kalitesine bağlıdır. Risâle-i Nur satırlarında, “Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, karı-koca mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder” denmiştir. Bu tesbitte dikkat çeken önemli nokta, huzur ve saadetin devamı için samimi hürmet, güven ve sevgidir. 20.11.2010 E-Posta: [email protected] |