12 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

İlköğretim ve kamu


A+ | A-

Başörtüsü meselesinin üniversiteler bağlamında gündeme gelmesi, gözleri, konunun ilk ve ortaöğretimle kamu kuruluşlarına müteallik diğer boyutlarına da çevirdi.

Yasağın üniversitelerde de devamında ısrarlı olanlar, “Orada yolu açarsak, sonrasında gelecek yeni taleplerin önünde duramayız” diyorlar.

Üniversitelerde daha fazla direnmenin artık mümkün olmadığını görenler ise, “Tamam, ama karşılığında yasağın ilk ve ortaöğretimle kamuda süreceğinin güvencesi verilsin” tavrında.

Bunlarla ilgili de farklı yaklaşımlar var.

Meselâ “İlköğretimde ‘türban’ olmaz” diyenler çoğunlukta. Gül ailesi de bunlar arasında.

Ama böyle diyenler, evvelâ çocuklarının küçük yaşta tesettüre alışmasını isteyen ailelerin tercihine saygı göstermeyip müdahale ediyorlar.

Oysa bu konu, Medenî Kanunun “Çocuğun dinî eğitimini belirleme hakkı anne ve babaya aittir” diyen 341. maddesinin kapsamına giriyor.

Tesettür de dinî eğitimin bir parçası değil mi?

Gerçi bülûğ çağı öncesi çocuklar için diğer dinî mükellefiyetler gibi tesettür meselesinde de bir bağlayıcılık söz konusu değil. Ama dediğimiz gibi, tercih ve karar ailelerine ait. Örtünmeleri için baskı yoluna gidilmemesi kaydıyla.

Tabiî, aynı kural, açmaları yönündeki devlet kaynaklı yoğun baskı ve yasaklar için de geçerli.

Ergenlik çağına gelen kızlar ise tesettür emrinin de muhatabı. Ve 28 Şubat’ın ilk ve ortaöğretimi birleştiren kesintisiz 8 yıllık eğitim dayatması, ergenlik yaşına bu eğitimin son aşamalarında giren kızları yasağın kapsamına sokuyor.

Öyle olunca, “Küçük kızlara tesettür farz değil” düşüncesinden hareketle söylenen “İlköğretimde başörtüsü olmaz” lâfı, bu kızları ıskalıyor.

Millî Eğitim Şûrâsında alınan “Temel eğitim 1+4+4+4 formülüyle 13 yıla çıkarılsın” kararını hayata geçirip ilk ve ortaöğretimi hele bir ayırın, ondan sonra bu konuyu tekrar ele alalım.

Hayrünnisa Hanım yakınlardaki başka bir beyanında başörtüsü konusu için “Konuşmayıp kendi akışına bıraksak daha kolay çözülecek” diyerek, çok daha isabetli bir tutum sergilemişti.

Ama ilköğretim bahsinde, sanki dindar ailelerin tamamı küçük kızlarını örtünmeye zorluyor iması taşıyan ve bunu cehalete bağlayan genelleyici beyanlarda bulunarak kendisiyle de çelişti.

Gelelim kamuda başörtüsü meselesine.

Aslında bu konu da abartılarak tartışılıyor.

İşin gerçeği, tesettürlü hanımların kamusal alanda görünme gibi bir talepleri yok. Nitekim Gül’ün Çankaya’daki eşli resepsiyonuna başörtülü katılım hiç de öyle “izdiham” oluşturmadı.

Kamuda görev alma bahsinde ise genel şablonlar yerine, başlıkları tek tek ele almak lâzım.

Bu konuyla ilgili olarak Prof. Ergun Özbudun, hizmet verenlerin hepsinin yasağa tâbi olup olmayacağının ayrıca düşünülmesi gerektiğini ifade ederken, “Hakim, savcı, emniyet veya silâhlı kuvvetler mensubu dinî sembol taşımamalı. Onun dışında teknik düzeyde hizmet verenlerin yasağa tâbi olmamaları savunulabilir” (Fadime Özkan, Star, 25.10.10) görüşünü dile getiriyor.

Meselâ “Avukatlar başörtülü olabilir” diyor.

Aynı şey özellikle öğretmenler, akademisyenler, sağlık hizmeti veren doktor, hemşire ve ebeler, bürokrasideki uzmanlar için de geçerli.

Kamunun yasaklardan arındırılmasını konuşurken, özellikle ve öncelikle sivil alanın her kademesindeki yasak uzantılarının da kalkması; oralarda başörtülülere yapılan bilumum haksızlıkların da giderilmesi gerektiği unutulmamalı.

Ve nihayet, kamusuyla, özeliyle bütün buralarda, kadının yaratılış özelliklerini, anne ve eş olma vasıflarını dikkate alan bir yaklaşımın gözardı edilmemesi de çok önemli. Başörtüsüyle de olsa, kadın, fıtratıyla çelişen ortamlara katılmaya zorlanmamalı, özendirilmemeli ve teşvik edilmemeli. Yasağa karşı verilen haklı mücadele, konunun bu boyutunu gözden kaçırtmamalı.

Tesettürün mânâ ve hikmeti unutulmamalı.

12.11.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Levh-i Mahv ve Levh-i Mahfuz


A+ | A-

M. Cumaliev: “Risale-i Nurda geçen Levh-i mahfuz Levh-i Mahv ve yazar bozar tahtası veya İsbat hakkında bilgi verebilir misiniz? Kitaplardan biraz okudum ama çok iyi anladığımı söyleyemem. Konu olarak anlamak öğrenmek istiyorum.”

Bedîüzzaman Hazretleri Otuzuncu Söz’de Levh-i Mahv ve İspat ile Levh-i Mahfuz-u A'zâm’ı birbirine bağlı olarak tanımlar. Levh-i Mahv ve İspat; içinde yaşadığımız değişken âlemdir. Her saat, her an, her saniye her şeyin değiştiği ve hiç durmadan yenilendiği, baş döndürücü bir hızla bir akarsu gibi hiç durmadan akan bu âlem, her zerresiyle Levh-i Mahfuz-u Azâm’a bağlıdır. Levh-i Mahfuz-u A'zâm ise Allah’ın emir, irade ve ilmine ait büyük kayıt defteridir.

Levh-i Mahfuz, sözlükte korunmuş levha demektir. Kur’ân’da Kur’ân’ın aslının Levh-i Mahfuz’da korunduğu bildiriliyor.1 Cenab-ı Hakk’ın olmuş ve olacaklarla ilgili emirleri Levh-i Mahfuz'da gizlidir.

Levh-i Mahfuz'da sebat ve devamlılık esastır. Levh-i Mahv ve İspat'ta ise değişkenlik ve yenilenmek esastır. Çünkü Levh-i Mahv ve İspat, Allah’ın ilmine ve iradesine göre yazılmış bulunan Levh-i Mahfuz-u A'zâmdaki İlâhî bilgilerin icrası, imlâsı ve yazılımı mahiyetinde, hiç durmadan değişen bu âlemdir.

Allah (cc), istediği her şeyi, istediği her an, istediği şekil ve sıfatla değiştirir. Her şeye, her zaman yeni bir tarz ve yeni bir şekil verir, her şeyi halden hale uğratır. Kâinatta her şey Allah’ın iradesiyle, kudretiyle ve hikmetiyle bir yazar-bozar tahtası hükmünde her an değişikliğe uğramakta, her an yenilenmekte, her an tazelenmektedir.

Kâinat sarayında her şeyin elbisesinin her saatte tam bir intizam içinde değiştirildiğini beyan eden Bedîüzzaman, Sâni-i Zülcelâl’in zamana bir ip gibi, bir şerit gibi her sene başka bir âlemi takıp gösterdiğini, o taktığı âlemi de senenin her gününde intizamla ve hikmetle yeniden değiştirdiğini kaydeder.2

“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir.”3 âyetinde göklerin ve yerin yaratılışından en son silsile olan dillerin ve renklerin farklılığına intikal eden Kur’ân’ın i’câzkârâne bir îcâz gösterdiğini kaydeden Saîd Nursî, bu âyetin Sâni-i Hakîm’e şehâdet eden âlem sahifesini nazara verdiğini; göklerin ve yerin yaratılmasından, göklerin yıldızlarla tezyin edilmesi ve yeryüzünün hayat sahipleriyle şenlendirilmesine kadar; sonra, güneş ve ayın istihdam edilerek mevsimlerin değiştirilmesinden, gece ve gündüzün birbiri peşi sıra devrine ve bu devir içindeki muhtelif değişikliklere kadar bütün tecellîlerin ve değişikliklerin, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin eserleri olduğuna bu âyetle işâret edildiğini beyan eder. 4

Saîd Nursî Hazretlerine göre, her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında bulunan Allah, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sayfaları gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapatır, onu açar.5

Kolumuzdaki saatin sabit gibi görünmesine karşın, içindeki çarkların durmak bilmeyen hareketleriyle daima bir zelzele yaşadığını kaydeden Bedîüzzaman, İlâhî kudretin bir büyük saati olan şu dünyanın da görünüşteki sabitliğiyle beraber, daimî bir zelzele ve değişiklik içinde yuvarlandığını beyan eder.6

Üstad Saîd Nursî’ye göre, dünyanın gece ve gündüzü, o büyük saatin saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene o saatin dakikalarını saymakta, asır ise saatlerini saymaktadır. Zaman da, dünyayı yokluk dalgalarına atmakta; geçmişi ve geleceği yokluğa vererek, meydanda yalnız hazır zamanı bırakmaktadır. Böylece akıp giden zaman fırtınası içerisinde değişmeyen hiçbir şey kalmamaktadır. Dünyada her şey vahşî bir akarsu gibi hızla akmakta, akıntının her saniyesinde her şey değişmektedir. Her şeyin böylesine değişmeye maruz kalması Cenab-ı Hakkın isimlerinin cilvelerinin, tasarruflarının ve tecellilerinin her saniye tazelendiğini göstermektedir.7 Tazelenen ve değişen kâinat sayfasına, levh-i mahv ve ispat deniyor.

DUÂ

Ey Selâm-ı Rahîm! Korkumuzu emniyete, ye’simizi umuda, cehaletimizi tevazua çevir! Ağlamamızı tövbeye, gülmemizi şükre, bilmemizi hulus-u kalbe tebdil eyle! Adavetimizi muhabbete, husumetimizi uhuvvete, nefretimizi sevgiye tahvil eyle! İmanımızı kemâle erdir! Amelimizi sâlih kıl! Kulluğumuzu makbul eyle! Âmin!

Dipnotlar:

1- Burûc Sûresi, 85/22

2- Sözler, s. 61

3- Rûm Sûresi, 30/22

4- Sözler, s. 363

5- Sözler, s. 390

6- Sözler, s. 401

7- Sözler, s. 402

12.11.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Demokrasiye düşman mısınız?


A+ | A-

Sultan Abdülhamid üzerinden Üstad Bediüzzaman'a saldıran, o aziz zâtı zan ve töhmet altında bırakırcasına kara çalmaya yeltenen "dost yüzlü" şahısların, aynı zamanda hürriyet ve demokrasiyle de sorunlu, problemli olduğu anlaşılıyor.

Bilhassa, I. ve II. Meşrûtiyet dönemine dair yorum ve değerlendirmelerine bakıldığında, bunların—yine "şahıs meddahlığı" marazı sebebiyle—birer "hürriyet/meşrûtiyet/demokrasi düşmanı" kesildiği açıkça görülebiliyor.

Meselâ, bunlardan biri konuyla ilgili neşretmiş olduğu 2007 baskılı kitabının "önsöz"ünde, Sultan II. Abdülhamid'in 1878'de I. Meşrûtiyeti askıya almasını, Meclis–i Mebûsan'ı kapatmasını, Anayasayı (Kànun–i Esâsî) yürürlükten kaldırmasını ve hatta fikir hürriyetini yasaklama mahiyetindeki 30 yıllık siyasî tatbikatını hararetle alkışlıyor, savunuyor ve sahip çıkıyor. Üstelik, daha da ileri giderek şunları söylüyor: "Sultan Abdülhamid, daha o zaman (1878) dizginleri dirayetle eline almasaydı, devlet daha o zaman batmış olacaktı."

Yazar, bu konuda Mehmet Akif'le birlikte Üstad Bediüzzaman'ın hürriyet/meşrûtiyet yanlısı tutumlarını "cidden üzücü" bulduğunu söylerken, Bediüzzaman Hazretleri ise, bu sakim anlayışın ne derece zarar verdiğini şu ifadelerle izah ediyor: "Din, dahilde menfî (baskıcı) tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfi siyaset nâmına—istifade edildi zannıyla—şeriata gelen tecâvüzü gördünüz." (Sünûhat, YAN, s. 67)

(Burada, 1909 baharında papaanlar gibi "Şeriat isteriz! Yaşasın şeriat!" nidâlarının yükseldiği ihtilâlvârî "31 Mart" kargaşası ile buna istinaden plânlanan Hareket Ordusunun 'Kahrolsun şeriat!'a kadar varan kin ve garaz yüklü tecâvüzlerine dikkat çekiliyor. Baskıcı rejim, perde altında işte böylesine bir kin ve iğbirarın birikmesini ve patlama noktasına gelmesini netice vermiş. Muhakeme yoksunu bazı dindarların oyuna getirildiği 31 Mart Hadisesi ise, bu birikimin patlayıp taşmasına zahirî bir sebep, yahut bahane olmuş.)

İşte, temel fark burada. Bazı dindarlar kapalı ve baskıcı rejimin devamından yana iken, Üstad Bediüzzaman ise, tam tersine hür, şeffaf ve açık rejimden yanadır. O, hayatı boyunca daima "İstibdâda karşı mücâdele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmıştır" (Tarihçe–i Hayat, s. 567)

Esasında, "dinde hassas, muhakeme–i akliyede noksan" konumundaki bazı kimselerin, dün olduğu gibi bugün de Bediüzzaman Hazretlerine karşı yürütmüş oldukları örtülü düşmanlığın bir sebebi şudur: "Niçin hürriyet nutukları irad etti? Neden meşrûtiyetin ilân edilmesini hararetle savundu?" deyip, onu tezada düşmek ve hadiselerin mahiyetine vakıf olamamakla suçlamaktadırlar.

İş bu zihniyet sahiplerine kalmış olsaydı, maazallah Türkiye hâlâ demokrasiye geçmemiş olacaktı. Oysa, onların bugünkü fikir hürriyetine sahip bulunmaları dahi, bütün kusur ve noksanlarıyla beraber yine de demokrasi nimetinin sayesinde olmuştur.

Herşey gibi, demokrasin yerleşmesi de tekâmül kànununa tabidir. Ne kadar erken başlasa, o kadar iyi.

Dolayısıyla, zamanımızda adına demokrasi denilen Meşrûtiyet, hakiki mânâsıyla birlikte, keşke ilân edildiği tâ 1876'dan bu yana kesintiye hiç uğramadan gelseydi de, Türkiye bugün dünyanın en ileri demokrasi ülkesi hüviyetini kazanmış olsaydı.

Bunun aksini iddia etmek, tek sesliliğe, tek particiliğe ve hatta Kemalist jakobenlik gibi totaliter rejimlere bir anlamda prim vermek demektir. Sen tutup Sultan Abdülhamid döneminin mutlakiyet siyasetini savunursan, onlara da Şeflik devrinin diktacı siyasetini savunma hakkını vermiş olursun. Vesaire...

* * *

Bundan otuz beş sene kadar evvelki mevkutelerinde "Risâle–i Nur tahrif edilmiş" yaygarasını koparan aynı şahıs(lar), şimdi de çıkıp Sultan II. Abdülhamid'le zıtlaştırmaya çalıştıkları Bediüzzaman Hazretlerine kara çalmaya teşebbüs ediyorlar.

Hakikat ise, onları tekzip etti, etmeye devam edecek.

Onlar ne yaparsa yapsın, o hakikat Nurları parlamaya devam edecek.

Onlar ne derse desin, ne kadar meddahlık yaparsa yapsın, yine de Nur Talebelerini Sultan Abdülhamid'e düşman edemezler.

Tıpkı Üstadları gibi, Nur Talebeleri de, "Şefkatli Padişah" Sultan Abdülhamid'i hayalî değil, hakikî şahsiyeti itibariyle sevmeye ve onu hürmetle, rahmetle anmaya devam edecek.

Zira, biliyorlar ki, Sultan Abdülhamid, zâtında makbul ve muteber bir şahsiyettir. Üstad Bediüzzaman'la da şahsî veya hissî bir meselesi vaki olmuş değildir. Ayrıca, devr–i saltanatındaki siyasî hataların tamamı onun şahsına mal edilemez. O devirde kaht–ı ricâl var, hükümette çapsız, ehliyetsiz, gaddar veya müdahaneci tipler var. Vesaire...

Demek ki, itiraz ve muhalefet Sultanın kendisine değil, belki istibdada kaçan devrindeki rejime, sisteme, anlayışa ve tatbikata yöneliktir.

Bediüzzaman, müstebid kim olursa olsun, istibdat nereden gelirse gelsin, ona karşı geleceğini ve yüzüne sille vurmaktan çekinmeyeceğini şu sözlerle tebârüz ettiriyor:"...Meşrû, hakikî meşrûtiyetin müsemmâsına ahd û peymân ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libâsı giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille vuracağım." (Divan–ı Harb–i Örfi, s. 40)

Öyle anlaşılıyor ki, Nur Talebeleri "hakikî Abdülhamid"i, muhakemesiz meddahlar ise, bir "hayalî Abdülhamid"i seviyorlar. Bu sebeple, meddahlar hataya düşmekten ve ölçüsüzce sözler sarf etmekten bir türlü kurtulamıyorlar.

(Devamı var)

Tarihin yorumu 12 Kasım 1928

Memurlar "Latin harfleri" kampında

Meclis'te kabul edilen bir kararla, bu milletin yüzde 99'u bir anda cahil–cühelâ durumuna düşürüldü.

1 Kasım 1928 tarihli bu karar, Latin harflerinin kabulüyle ilgili olup, kısa bir süre sonra (1 Ocak 1929) Arabî ve Osmanlıca hurufatının yasaklanmasıyla son şeklini aldı.

Kànun zoruyla, Latin harflerine bundan böyle "Yeni Türk harfleri" denilecek ve eski yazı bütünüyle terk edilecekti.

Yaklaşık bin yıldır kullanılmakta olan Arabî ve Kur'ânî hurufatın yasaklanması sebebiyle, yüksek tahsil görmüş insanlarımız dahi, bir anda okuma–yazma bilmez cahil vaziyetine düşürülmüş oldu.

Ortaya dehşet uyandıran bir tablo çıktı. Tıpkı, hayat bahşeden meyvedar bir ağacı kökünden kesmek gibi...

Bu arada, İstanbul'da 12 Kasım'da başlayıp 18 gün devam edecek bir "eğitim kampı" açıldı. İstanbul'da hizmet veren bütün devlet memurlarının bu kampa katılması mecburi hale getirildi.

Bürokrasideki bu seferberliğin ardından, sıra matbuata geldi. Gazete, kitap ve dergilerin Osmanlı hurufatıyla neşredilmesi yasaklandı.

Dehşetli yasak sınır tanımaz bir şekilde yaygınlaştırıldı ve iş kitabeleri, tuğraları sökmeye, hatta kırıp dökmeye kadar ileri götürüldü.

Çeyrek asır devam eden hasmane yasakçılık, 1950'li yıllarda nihayet kırılmaya ve gitgide adileşmeye yüz tuttu.

12.11.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Kahramanmaraş’ta coşkulu program


A+ | A-

23 Mart 1997 yılında, yani bundan tam 13 yıl önce bir anma programı üzerine gittiğim Kahramanmaraş’ta “Bediüzzaman’dan çağımıza müjdeler” başlıklı bir konferans vermiş ve Birlik TV’de Mustafa Demir beyle “zararlı alışkanlıklar” üzerine canlı yayında bulunmuştuk. O kahraman diyarın aziz evlâtları bu sefer bizleri iki seminer ve konferans için davet ettiler. Seminerimizin birisi “Risale-i Nurların Türkiye’de ve dünyada inkişafı ve Hz. Peygamber'den (asm) müjdeler”; ikincisi ise, “Dünya gençliği önündeki engeller ve çıkış yolları” idi.

81 illik Türkiye’de, mazideki Sütçü İmam başkanlığında Fransız zalimlerine karşı koydukları büyük kahramanlıklarla, gerçek mânâda Maraşlılar “kahraman” unvân-ı âlîsini almışlardır. Cennet Türkiye’mizde çok illerimiz de bu belde gibi “kahramanlığa” lâyıktır. Aslında Türkiye’nin taşı toprağı şehit şüheda kanı ile ve peygamberler evliyalar toprağı olması ile çok görkemli ve muhkemdir. Bugüne kadar yıkılmadı, inşâallah bundan sonra da o zevât hürmetine yıkılmayacaktır. Mazide olduğu gibi yıkmaya çalışanlar, yine kendileri yıkılacak ve tarihten sefil ve rezil olarak silineceklerdir.

Bu manevi ve tarihî cihanşümul ecdadın torunları, aşk ve şevkle dolu olan bu bahtiyar evlâtlar bizleri çok can dostlarıyla buluşturdular. Kahramanmaraş’ta hakikaten çok büyük manzaralarla ve gelişmelerle karşılaştım. İki günlük toplantı ve seminerlerde çok renkli, çok coşkulu ve çok kalbî tablolarla karşılaştım. Hepsini bir makaleye sığdırmam mümkün değil. Fakat göz yaşlarımı tutamadığım bir iki vâkıa ile makalemi güzelleştirmek istiyorum:

Birincisi: Bundan 13 yıl önce 23 Mart 1997 günü sabahı, temel atma merasiminde ve harcında bulunduğumuz vakıf binasının bugün yüzlerce lise ve üniversite gençlerine, her şekliyle hizmet etmesi büyük bir gelişmedir. Ayrıca 400 kişiyi rahatlıkla içine alan görkemli bir salona mâlik olan bu binaya çıkarken, bu hâle gelişine çok duygulandım. Lillâhilhamd nereden nerelere geldik...

İkincisi: Rusya’daki İslâmî fütuhattan ve Kosturma’daki “Bediüzzaman Said Nursî Camii"nden bahsederken, 'Acaba buralarda da bu isimli cami var mı?' dediğimde bir kardeşimizin 'Evet var' demesi beni hayrette bıraktı ve sabahında cevval kardeşim Güngör ve Süleyman beni o camiye götürdüler.

Üçüncüsü ise: İnşaatı yeni biten ve ibadete açılan Sultan Abdülhamid Camii. Cami şehrin en üst zirvesinde ve bir o kadar haşmetli. Görünümü tıpkı Selimiye ve Ankara Kocatepe Camii biçiminde, şehrin her tarafından 4 minaresiyle görülmektedir. Çok yönlü ve binlerce cemaati içine rahatlıkça almaktadır.

İki konferans ve seminerimizin birincisinin özeti: Türkiye’nin dünü bugünü ile ve Batı dünyasının dünü bugünü. İslâmî açıdan gelişen fütuhatları, rakamlarla, belgelerle ve kıyaslarla nakletmeye çalıştık. Bilhassa Fahr-ı Kâinat (asm) Efendimizin 14 asır önce, etrafında az bir sahabenin (ra) bulunduğu mevki ve zamanda, bugünlere bakan hadis-i şeriflerini, Hz. Bediüzzaman’ın dilinden ve eserindeki yorumlarıyla takdim ettik. İkinci konferansımız tamamen gençler ağırlıklıydı ve konumuz dünya gençliğini alâkadar eden 22 başlıklı engeller ve harika çıkış yolları, yine belgeler ve rakamlar... Dinleyen gençlerden çok ümitliyim, kalp ve aklımda çok yer yaptılar, hatta sordukları suâllere kadar...

Bu kahraman şehrin coşkusunu görmeme ve yüzlerce kardeşimizle görüşmemize vesile olan Yeni Asya Vakfı temsilcilerine ve başta Atilla beye, Güngör beye, Hilmi beye ve Serdar, Necati, Cumali, Süleyman ve Osman bey kardeşlerim olmak üzere, emeği geçen bütün cengâverlere ve ayrıca hanım kardeşlerime, binler tebrik ve binler teşekkürler...

12.11.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Çalışmanın kucağında...


A+ | A-

Çalışmanın, hedefi ve gayeleri olan çalışmanın engellenmesi, önüne geçilmesi mümkün değildir. İnsan ve dolayısıyla hakikî insan mü'minin, Müslüman ve tevhid ehlinin çalışmanın önündeki meşakkatlerden, zorluklardan yılması, bıkkınlık göstermesi ve çalışmalarını terk etmesi söz konusu olamaz.

Hayat su gibi akıp giderken, deryalara ulaşırken, ağzımız açık bir tembel seyirci olmak Müslümanlar olarak bizlere yakışmaz ve yakışmamalıdır da. Hemen hemen nerdeyse hayatın içindeki her türlü beşerî iş için olta olarak kullanılan beşerî aklımızı, nefis ve şahıs olarak da aklın ve bilginin belirleyici en iyi rol alacağı çalışma yolunda kullanabilmeliyiz. Çalışmaya geçit veren ve sahiplenen her kişinin aklı bilginin binekliği ile her engeli aşmış, bu şekilde başarıya kavuşmuş demektir.

Nefsî arzulara dur diyen, vicdanını ve kalbini dinleyen adam ruhen ve cismen Allah’ı dinlemeye ve O’nun emirleri doğrultusunda çalışarak, koşarak, gayret göstererek iyilikleri ve Rabbimizin vaad ettiği güzellikleri elde etmeye aday olmuştur. Yeter ki karşılığını Allah’tan bekleyerek O’nun yolunda, rahmeti ve Nur’u için çalışmaya ve gayret göstermeye devam etsin, bu konuda ısrarcı olsun.

Her çalışması insanı hemen hedefine götüremeyebilir. Niyeti, sabır ve ümidle beraber çalışmaların ve dahi özellikle başarısız olan çalışmaların yanında koşturmak ve çalışmaları ısrarla devam ettirmek Allah yolunda koşturanlar için esas olmalıdır.

Eğer hayatımızın içinde çok düzenli bir şekilde hem dünya işlerinde, hem de ahiret işlerinde kaybediyor, can çekişiyorsak muhakkak ki gaye ve hedef olmamak üzere düzenli çalışmayı yaşantımız içinde terk etmişizdir.

İman ve İslâmiyet çizgisinde başarılmış, lezzeti ve saadeti tadılmış bir çalışma ve bu yolla elde edilmiş bir hedef, inanan insan ve ehl-i iman için, bir mutluluk kaynağı olarak o çalışmaların tamamlayıcısı olacaktır.

Tembelliğimizin, çalışmamamızın ve gayretsizliğimizin esas olarak temelini, hayatın içinde yaşarken gösterdiğimiz hedefsizliğimiz teşkil etmekte ve hayatı da başımıza bir yük mesabesinde zorluklarıyla yüklemektedir.

Bizim mü’min ve muvahhid olarak hiç unutmayacağımız bilgi Rabb-i Rahimimizden ümidimizi kesmemek olmalıdır ve daima O’nun kapısından imdat istemeyi, O’na her yönelişimizde kendimize büyük bir düstur, prensip ve kural olarak kabul etmemiz gerekmektedir.

Bütün ömrümüzün aynı minval üzere devam edeceği şeklindeki nefsin desiselerini arkamıza bırakıp, çalışmayı, sabırla ve ümidle çalışmayı kendimizden başlayarak yaymalı ve güzel bir hayat kuralı manzumesi kabul ederek, hayatın içinde kendi haya-tımıza yerleştirmeliyiz. Önemli olan da budur zaten.

Kimselerde kusur aramadan, hayatımızı, çalışmanın ve bu yolla başarılı olmanın yoluna adayabilmeliyiz. Bize ancak çalışarak ve tembellik döşeğini terk ederek hizmet yolunda koşturmaca yakışabilir.

Cenâb-ı Hak hepimizi çalışmanın kucağında nefsî ve cemaatî, hizmet ve gayretlerde muvaffak ve muzaffer olan kullarından eylesin İnşaallah.

12.11.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

G-20 Zirvesi: Karşılıksız dolar ucuz Yuana karşı!


A+ | A-

G-20 Ülkelerinin Seul zirvesi bugün sona eriyor. Dünyanın ekonomik geleceğini şekillendirmek gibi büyük bir iddia ile toplanan zirveden, daha çok temennilerden oluşan kararlar çıktı.

Zaten döviz kurları başta olmak üzere bir çok konuda anlaşamadılar.

ABD Merkez Bankası’nın (FED) geçen hafta 600 milyar dolar daha basıp hazine bonosu alma kararı, başlıca ekonomik güçler tarafından haklı olarak tepkiyle karşılandı. Böylelikle dolar ucuzlayacak, ABD mallarının rekabet gücü artacaktı. Ancak bu durumun G-20’nin işbirlikçi ruhunu bozduğu kesin.

Aynı şekilde Çin’in de sürekli olarak parasını ucuzlatması, küresel ticaret ortaklarını kızdırdı. Yuan’ın halen yüzde 40 ucuz olduğu savunuluyor. Avrupa Birliği Çin’i bu kur dengesizliğini düzeltmeye ve ihracattan çok iç piyasaya yönelmeye zorluyor. Ama görünen o ki, Çin’in böyle bir niyeti yok.

G-20 zirvesini binlerce insan protesto ediyor. Zira dünyadaki açlık ve yoksulluğu azaltıcı tedbirleri tartışmak yerine, küresel ekonomiyi düzene sokmaya çalışır gibi görünüp, ülkelerine dönünce yine kendi bildiklerini okuyorlar.

Dünya ekonomisinin ekonomik krizden kurtarılması için 8,4 trilyon dolara ihtiyaç bulunduğunu açıkladı geçen yıl Oxfam. Halbuki günde bir dolardan daha az gelirle yaşayan 1,5 milyar insanı açlıktan kurtarmak için gereken para 173 milyar dolar. Yani krizden kurtarmak için –yada küresel sermayenin kendi çıkarları için maniple ettiği dünya ekonomisini bataktan kurtarmak için- gerekli olan miktar ile dünyadaki açlığın elli yıl boyunca giderilmesi mümkün.

Aslında bu zirvelere harcanan para ile de önemli işler yapmak mümkün. Meselâ geçenlerde Kanada’nın Toronto şehrinde yapılan zirveye harcanan para 1,2 milyar dolar. Toplam 24 saatlik çalışma için harcandı bu para. Yani zirvenin saati 50 milyon dolara geldi.

Belki G-20 ülkeleri arasında yer almak, toplantılarına katılmak bir çok ülke için prestij kaynağı olabilir. Ama sonuçta ortaya küresel ekonomiye ilişkin somut kararlar çıkmıyor. IMF’nin işlevinin arttırılması, bankacılık faaliyetlerinin düzene sokulması, kalkınma hedeflerine öncelik verilmesi gibi konularda alınacak kararların da özellikle ABD ve Çin tarafından uygulanacağı kuşkulu.

Başbakan Erdoğan’ın bu zirvedeki en büyük avantajı, G-20 üyelerinin varmak istediği sıkı bankacılık sistemini başarılı bir şekilde yerleştirmiş bir ülkenin lideri olmak. Maalesef bunun dışında çantasında somut bir getiri ile dönebilmesi mümkün görülmüyor. Yoksulların sorunlarını çözmek mi? O başka bir bahara kaldı.

12.11.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Olmadı Hayrünnisa Hanım, olmadı...


A+ | A-

Ne güzel isim değil mi? Hayrünnisa: Kadınların hayırlısı… Anne-baba hep o nazarla bakmışlardır…Hayallerinin peşi sıra duâlarını da katmışlardır... Ve kader, kızlarına anne-babasının hiç tahmin edemeyeceği yolculukları önüne çıkarmış.

Hayrünnisa Hanım bir politikacının eşi olmasaydı, yani Abdullah Bey hep ilimle uğraşsaydı… Dindar kimliğini ilimde kullansaydı… Dindarlıkla siyasetin, bugün için birbirini nakzeden labirentleri içine girmeseydi, belki biz de bu yazıyı yazmak zorunda kalmayacaktık.

Hayrünnisa Hanım zaman ve maslahat baskısıyla ‘İlköğretimde tesettüre hayır!’ demeye zorlanmış olabilir mi? Veya simgesel olarak Çankaya'ya çıkardığı başörtüsünü üniversitelerde rahatlatmak için mi bu’ yanlış çıkışı’ yapma ihtiyacını duydu? Ya da başörtüsünden dolayı ‘uzattığı eli’ tutmamak için manevralar yapan generallerle barışmak için mi? Hangi saikle olursa olsun, Hayrünnisa Hanım bir buçuk milyar İslâm dünyasını sukut-u hayale uğrattı Londra beyanıyla… Hem de Londra da… Vaktiyle Türk milleti için sair Müslüman kardeş milletlere ‘Dinsiz oldu’ diye propaganda yapmış olan bir ülkenin pay-i tahtında… Soros’un yüreğine su serpercesine… Fakat ümit içinde AKP’den bir çıkış bekleyen İslâm milletlerinin yüreğine köz düşürdü Hayrünnisa Hanım…

Emine Hanımın aktrislerle Körfeze yaptığı seyahati sehiv olarak değerlendirmişti Arap âlemi… Sonra İstanbul’da yapılan ’kadın konferansındaki’ bahtsız manzara ve beyanları da görmezlikten gelmeye çalışmışlardı… Fakat bütün İslâm milletinin temsilcilerinin bulunduğu Londra’daki talihsiz beyan, Türkiye’yi ‘dini bozan ülke’ olarak propaganda edenlere öyle bir sermaye oldu ki…

Tesettürü evvelâ Özal'ın etrafına toplanıp ‘dindar kimlikleriyle dünyayı kazanmaya çalışanlar’ üzmüştü… Sonra da bildiğiniz gibi Erbakan Hoca cümbür cemaat dünyanın merkezine oturdu…

Maalesef şimdi de Emine ve Hayrünnisa Hanımların tesettürü zirvede temsil ettikleri dönemde rencide edildi tesettür… Elit tabakaların baskısına dayanamamış olmalı hanımefendiler…Komplekslere kapıldılar ve tesettürü ‘kılıktan kılığa’soktular.

Dindar ailelerin mütesettir hanım ve kız çocukları bu temsilcilerinin sekiz senedir takındıkları tutumlarla ‘kompleks hastalığına’ yakalandılar. 28 Şubat öncesinin’yükselen değeri olan tesettür’ maalesef dindar çevrelerde bile artık istiskale uğruyor. Türkiye’deki menfî resimleri başta Avrupa olmak üzere İslâm ülkelerinde aleyhimizde dağıtan dinsiz ve barış karşıtı global hareketlere maalesef şu iktidar döneminde bol bol malzeme verildi ve verilmeye devam ediliyor.

Bir nokta daha kaldı... Hayrünnisa Hanımın beyanını okuyacak El-Ezher, Ümmül Kura ve Pakistan uleması ’cehaleti’ ilköğretimde tesettürü tercih eden kızlarımıza mı verecekler, yoksa başörtüsünü ‘Çankaya tepesine‘ çıkarmış Cumhurbaşkanımızın eşine mi? Kur’ân’a, Peygamberimizin pratiğine ve temel insanî haklara itiraz edenin kendisi ‘cehalette’ sayılmaz mı? Hayrünnisa Hanım cehaletle mücadelede ilköğretimde de tesettürün yanında durarak ülkesine büyük hizmetlerde bulunabilir. Yalnızca tesettürden dolayı Anadolu’da ve bihassa doğu ve güneydoğu bölgemizde kızlarını ilköğretime göndermeyen on binlerce ailenin varlığından mutlaka Cumhurbaşkanımız haberdardır.

Hayrünnisa Hanımın bu talihsiz Londra beyanıyla Avrupa’daki Müslümanlar da sıkıntıya gireceklerdir. Bilhassa Fransa ve Almanya’daki saldırgan laikler buradaki Müslümanlara Türkiye’yi salık veriyorlar. Türkiye yaşayışıyla yalnızca İslâm âlemine değil, Avrupa’daki Müslümanlara da örnek oluyor.

Şu noktayı da nazardan kaçırmamamız gerekiyor: Klâsik Kemalizmle mücadelede AKP’ye destek veren bilhassa neoliberaller kadının tesettürüne ’esaret ve cehalet’ olarak bakıyorlar. Üniversitelerdeki son yumuşamadan çok rahatsız olmuşlardı. Böylece destekçisi oldukları kadroları zapt u rapt altında tutabileceklerini merkezlerinde dünyaya ilân etmiş oldular.

Biliyoruz, dindar Cumhurbaşkanının meftunları Hayrünnisa Hanımın konuşmasına üzülüyorlardır. O suskun, mağdur ve mazlûm tesettür kahramanlarının hakikî mütesettirleri derinden üzen İngiltere çıkarmasının milletin vicdanında açtığı derin yarayı artık ne dindar Cumhurbaşkanı ve ne de Başbakanın çabaları kolay kolay tamir edemez...

12.11.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Denizcilik mesleği


A+ | A-

Gittiğim her gemide gemici olan kardeşlerimizi motive etmek ve onlara mesleğimizi sevdirmek için aşağıdaki metni yazar ve salonlara astırırım. Değerli bir kaptan olan Kemal Murat Güler ve usta gemici olan fakat ismini hatırlayamadığım bir meslektaşımın sözlerinden yararlanarak hazırladığım metin şu şekilde:

“Denizcilik, Yaratıcımıza yakınlık, iman ve inanç mesleğidir. Denizcilik kendine has kutsal özellikleri olan asil bir meslektir. Nuh Aleyhisselâm’ın mesleğidir.

Asalet soydan değil, iyi huydan ve temiz ahlâktan gelir. İşte denizcilik, nezaket ve centilmenlik mesleğidir. Temizlik, intizam ve gönye mesleğidir. Örf, adet ve görgü mesleğidir. Üstün fedakârlık ve vefa gerektiren soylu bir meslektir.

Denizcilik, Sancak gezdirdiği için şerefli bir meslektir. Yüksek ahlâk ve fazilet mesleğidir. Yurt dışında güzel vatanımızı onurlu bir şekilde temsil etme mesleğidir.

Denizci iyi bir yurttaştır. Gittiği ülkelerde ülkesini temsil ettiğini unutmaz. O bilinçle hareket eder.

Denizcilik kuvvetli bir şahsiyet ve liderlik mesleğidir. Gönülden birlik, beraberlik, sevgi ve saygı mesleğidir.

Denizcilik her türlü yeniliği takip etme ve uygulama mesleğidir. Zira “iki günü bir olan, ziyandadır”. Denizci her an kendini yeniler ve geliştirmeye çalışır. Çok değişik ve zorlu şartlarda görev yapma zorunluluğu dolayısıyla, denizci her şeyden evvel yürekli insandır. Cesurdur... Çünkü başka turlu denizlere kafa tutamaz o.

Denizci yaşadığı ortama, yani gemiye ve çalışma arkadaşlarına karşı merttir. Sözünün eridir. Denizin kendiside merttir. Yalanı affetmez hemen yüzüne vurur...

Denizci çalışkandır. Tembel denizci bir seferlik yolcudur...

Denizci özlem adamıdır. Özler. Özlenir. Kavuşmanın ne güzel bir şey olduğunu ondan daha iyi kimse bilmez...

Denizci duygu adamıdır. Şairlerin kıskanacağı tabiatın en güzel manzaralarını o görür. O yaşar ilk defa, görünen ve bir daha dünyada görünmemek fakat ahirette canlanmak üzere kaybolup giden güzellikleri denizlerde...

Denizci bilgedir. Çok okur. Hatta yazar. Sürekli yalnızlığı, onu tefekkür ummanında bazen akıl almaz büyüklüğe eriştirir. Rabbimizin yarattığı tabiatın ihtişamı karşısında kendini aciz hisseder. Bütün bunlar bilgeliğinin elinde onu hoş görülü ve anlayışlı yapar.

İnsanı sever.. Zira Yunus Emre’nin dediği gibi “Yaratılanı sevin , Yaratandan ötürü” sözünü iyi bilir.

Denizcinin kalbi sevgi doludur. Onu güçlü kılan sevdiklerine olan bağlılığıdır...

Denizci dosttur, arkadaştır. Yalan ve iftiradan uzak durur. Sefer dönüşü hep o arar kardeşlerini, dostlarını. Unutulmuşluğunu bilse bile.

Denizci nankör değildir. Milyonlarca çeşit canlıyla paylaştığı denizlerini kirletmez... Onu ibadet yeri gibi temiz tutar. Çevre bilinci yüksektir. Zira temizlik, imandandır.

Denizci için emanet kutsaldır. Gemisi ve taşıdığı yük onun namusudur.

Denizci güvenilir adamdır. Binlerce hatta milyonlarca insanı ilgilendiren ticarî yolculuklar sadece onların ellerine teslim edilir.

Denizci paylaşmayı bilir. Adalet duygusu gelişmiştir. Çünkü denizde hayatın başka türlü olmayacağını bilir. Adalet “kutup yıldızı gibidir geri kalan her şey onun etrafında döner” diyen Eflatun’u ve “Adalet, mülkün temelidir” diyen Hazreti Ömer’i iyi tanır.

Denizci varlığının sebebini kavrayarak, hayatın mu'cizesini anlayarak, her gün şükrederek yaşar. Selâmetini Allahın adıyla anarak duâlaştırır. Bunu her gün ve her vardiya değişiminde yapar.

Denizci, ismini her gün kucağında uyuduğu, uyandığı hatta canını verdiği denizden almıştır... Çünkü onunla özdeştir artık. Oysa karada çalışanlara karacı denmez.

Hülâsa denizci farklıdır. Dolayısıyla bu farklılığın önemini algılamak denizci gibi hareket etmek büyük bir sorumluluk gerektirir.

Allah, bütün denizcilere selâmet, karada çalışıp denizciliğe her kademede ve sektörde emek veren arkadaşlarımıza kolaylıklar versin”.

12.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Şimdi bunlar mescid de ister


A+ | A-

Üniversitelerdeki başörtüsü yasağının kısmen yumuşaması ile birlikte, kanunlu ya da kanunsuz olarak başka yerlerde sürdürülmeye çalışılan yasaklar tartışılmaya açıldı. Baştan beri kanunsuz yasağı savunanlar, üniversitedeki yasağın kısmen dahi olsa yumuşamasına alışmaya çalışırken, kendilerince daha fazla geri adım atmamış olmak için “ilkokulda başörtüsü olmaz” demeye başladılar.

Oldum olası başörtüsü yasağını savunmuş kişilerin bu söylemini anlamak mümkün. Çünkü onlar açısından başörtüsü ‘sokakta’ dahi takılamaz. Nitekim bir dönem Milli Eğitim Bakanlığı yapan Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancioğlu, başörtüsünün ancak evin içinde serbest olabileceğini açıklamıştı. (2002) Elbette bu görüşte olan başkaları da vardır, ama niyetlerini gizlemeyi tercih ederler.

Yasakçıların itirazlarını kabul etmesek de anlamamız mümkündür. Fakat kendileri de başörtüsü yasağının muhatabı olmuş kişilerin hiç gereği yokken ‘ilkokulda başörtüsü olmaz’ demesini ne anlamak, ne de kabul etmek mümkündür.

Konu ile ilgili tartışmalar devam ederken, mütedeyyin aileler de ‘ilkokulda başörtüsü yasak kalsın’ diyenlere itirazlarını yükseltiyorlar. Nitekim, bu konuda olumsuz görüş beyan edenler de geri adım atma sürecine girdiler.

Bir defa daha hatırlatmak lâzım ki, arzu eden; ‘ergen olmadığı halde’ başörtüsü takabilir ve bu şekilde ilkokula da gitmek isteyebilir. Bu talepleri, hele hele cahillikle açıklamaya çalışmak çok yanlış ve bir o kadar da tutarsızdır. Mütedeyyin ailelerin çocuklarını erken yaşta tesettüre teşvik etmesi niçin ‘cahil’lik olsun? Hem, meselâ Avrupa ülkelerinde okuyan ilkokul öğrencileri başlarını örterek okuyabiliyorsa; aynı şey Türkiye’de niçin olmasın? Neticede bu bir talep işidir. Bugün itibarıyla yoğunluklu olarak böyle bir talebin dile getirilmediği doğrudur. Ama bu durum bile ailelerin çocuklarını başı örtülü olarak ilkokula göndermek istemediği şeklinde yorumlanamaz. Aksine, “Aman çocuğuma zarar gelmesin. Öğretmeni notla cezalandırmasın” düşüncesiyle hareket ediliyor. Bunu test etmenin yolu, yasağı sona erdirmek ve serbest bırakmaktır. Serbest bırakın ve bakın bakalım kaç öğrenci başı örtülü olarak ilkokula gidiyor?

“İlkokulda başörtüsü olmaz” diyenler, “okullarda mescid olmaz” da diyorlar. Niçin olmasın? “Başörtüsüne izin verilirse, mescid de isterler” diyenleri duyuyoruz. Okullarda mescidi bugün değil, dün de istedik! Öğrencilerden böyle bir talep gelmesi durumunda buna “hayır” demek mümkün değil. Kim hayır derse, ‘ibadet hürriyeti’ne mani olmuş olur. Bütün okullarımızda, devlet dairelerinde ve ihtiyaç duyulan her yerde mescid de olmalıdır. Tek şart, bu konuda telep olması.

Türkiye’deki bu tartışmalar, KKTC’den de merakla izleniyor. KKTC’de doktor olarak hizmet verdiğini ifade eden bir okuyucumuz, önemli bir bilgiyi bizimle paylaştı. Buna göre, yakın bir süre önce Kıbrıs Rum Kesimindeki ilkokullara başörtülü olarak gidilebileceği yönünde bir karar alınmış ve bu karar şu anda uygulanıyormuş. Düşünün, Kıbrıs Rum kesiminde serbest olan başörtüsü, KKTC’de ve ‘anavatan’ Türkiye’de nasıl yasak olabilir?

Aynı okuyucumuz, Cumhurbaşkanının eşi bayan Gül’ün, İngiltere gibi bir ülkede “ilkokulda başörtüsü olmaz” anlamındaki sözü sarfetmesini de çok yadırgamış. Diyor ki, “Bayan Gül’ün yasağı savunduğu İngiltere’de, ilkokulda okuyan çocuklar başları örtülü olarak okula gidebiliyorlar. Bu sözlere İngiltere’deki Müslümanlar da çok şaşırmış olmalı.”

Bu yanlışı hiç kimse savunamaz. İnşallah, talep olan her yerde, mescid de açılacak, başörtüsü yasağı da sona erecek. Tekrarlayalım ve dua edelim: Her kademede...

12.11.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Türkiye’nin yolsuzluk bilânçosu


A+ | A-

Kamuoyu, referandum sonrası Başbakan Erdoğan’la muhalefet liderleri arasında “omurgasızlık”, “hezeyan” ve “dil koparma” gibi yeniden alevlenen sun’î siyasî polemiklerle oyalanırken, peşpeşe yapılan “uluslar arası ölçümler”, Türkiye’nin vaziyetini ortaya koyuyor.

AB İlerleme raporlarında açıklandığı gibi, “Türkiye’de birçok alanda yolsuzlukların sürdüğü” tespiti bunların başında geliyor.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün tesbitlerine göre, kamu yolsuzlukları ile mücadelede ilerleme kaydedemeyen Türkiye, Afganistan, Myanmar, Somali, Bhutan, Şili, Ekvador, Makedonya, Gambia, Haiti, Jamaika gibi felâkete uğrayan, işgal altında, istikrarsız ya da sürekli çatışma ortamında bulunan listenin en altındaki ülkelerle birlikte “yolsuzluktan sınıfta kalıyor.”

Bu ölçümlere göre, 2010 yılı 178 ülke arasında geçen yıla göre yolsuzluk algı endeksi değişmeyen Türkiye, yolsuzluktan sınıfta kalan ülkeler içinde 56. sırada. Kamusal ve özel alana ilişkin yolsuzluk ve rüşvette puanı, 10 üzerinden 5’nin de altında 4.4’te kalmakta.

Yapılan araştırmalarda, dış yatırımcıların yüzde 63’ünün yolsuzluklar dolayısıyla Türkiye’ye gelmek istemediği, yolsuzluklarla yurt dışına kaçan paranın miktarının 40–50 milyar dolar olduğu, yine uluslararası kuruluşların raporlarında yer almakta. Ayrıca, her yıl kamu ihâleleri yoluyla 5 milyar doların, politikacılar ve bürokratların şahsi hesabına yattığı, kamu ihâlelerinin yüzde 15’inin “bağış” ve “komisyon” gibi gerekçelerle ilgili kişilere ödendiği hesapları eklendiğinde Türkiye’nin “yolsuzluk bilânçosu”nun vahâmetini bildirmekte.

Keza rüşvet, kara para ve diğer yasa dışı yollarla Türkiye’nin bugüne kadar hesaplanan “yolsuzluk kaybı”nın 200 milyar doları bulduğu kaydediliyor…

DENETİM MEKANİZMALARI

KALDIRILIYOR

Doğrusu “yolsuzluk ekonomisi”, Türkiye’nin gerçek anlamda AB standartlarında denetimli bir demokratik standarda ulaşılmasının önünde en büyük engel. AB ilerleme raporlarında dikkat çekilmesine karşı, başta bütçe dışı askeri fonların Meclis tarafından denetlenmesinde ilerleme sağlayamayan Türkiye, en son hükûmetin Sayıştay’ın kamu idarelerini denetlemesi tırpanlanmasına dair yasal değişiklikle daha geriye gidiyor.

Ve ne garip ki AKP siyasî iktidarı yolsuzlukla mücadele bir yana, yolsuzlukların önünü açan “düzenlemeler”e başvuruyor. AKP’lilerin önergeleriyle, “Sayıştay’ın denetim yetkisi”ni tanımlayan maddeden, Sayıştay’ın idârenin yetkisine müdahâlesini engellemek” gerekçesiyle “kamu kaynaklarının etkin, ekonomik ve verimli olarak kullanılıp kullanılmadığının incelenmesi” ibâresinin çıkarılması, bunun son çarpıcı örneği.

Bu değişiklikle, asıl işlevi, devletin harcamalarını demetlemek olan bu kurum, belediyelerin, sosyal güvenlik kurumlarının, özel kanunlarla anonim ortaklık şeklinde kurulmuş olanlar da dahil tüm kamu idareleri ve bunlara bağlı her tür idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketlerin harcadıkları kamu parasını etkin ve doğru kullanıp kullanmadığı, kamu zararına yol açıp açmadığına dair “kamu zararı” denetimini yapamayacak.

Böylece, askerî harcamaların yanısıra sivil harcamalar da büyük oranda denetim dışı kalacak.

Dahası, yasayla Sayıştay’la birleştirilen Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu (YDK) tarafından denetlenen Kamu İktisadi Teşekkülleri ve KİT statüsünde olan kurumlar da bu denetimden kurtulmuş olacaklar...

TÜRKİYE’NİN KAYNAKLARI TÜKETİLİYOR

“Sayıştay’ın başına çuval geçirilmesi” olarak yorumlanan bu değişiklikle, Anayasa’nın 160. maddesine göre, “merkezî yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idâreleri ile sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir ve giderleri ile mallarını TBMM adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak”la görevli Sayıştay’dan alınan denetlemeye dair bu yasal yetki, bir başka kuruma da verilmiyor. Bununla da kalınmıyor. Sayıştay’ın “performans denetimi” de kaldırılıyor. Bunun nedeninin, Sayıştay’ın gündeminde bekletilen Karadeniz Sahil Yolu, Deriner Barajı ve hafif raylı sistemler benzeri ihâlelerde ciddî ölçüde zararları tespit ettiği “denetim raporları”nın işleme konulmayıp işlevsiz bırakmak olduğu belirtiliyor.

Bu durum, uluslararası standartlarda denetim performansı tanımı yapılan Sayıştay kanunu”nun içi ve özü boşaltılması ve “AKP’li belediyelerin kirli çamaşırlarını yıkama merkezi” haline getirilmesi olarak yorumlanıyor.

Özetle AKP hükûmeti denetimden kaçıyor, harcamaların incelenmesinden kaçınıyor. AB müzâkere sürecinde demokratikleşme ve özgürlükleri ağırdan alan AKP iktidarında, yolsuzlukların Türkiye’nin kaynaklarını tükettiği iddiaları devam ediliyor.

Dahası, “yolsuzlukla mücadele”de AB’nin “yolsuzlukların önlenmesi” normlarına uyuma da bigâne. Yolsuzlukların önünü açan denetim mekânizmalarını kaldırıyor. Cumhuriyet tarihinin en büyük “özelleştirme ihâlelerinde yolsuzluk” ve “ihâleye fesad karıştırma” iddiaları soruşturulmayıp dosyalar rafa kaldırılarak sürekli öteleniyor…

Tablo bu…

12.11.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Geçici madde kalktı, ama…


A+ | A-

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Kenan Evren’in 12 Eylül darbesi nedeniyle yargılanması konusunda “görevsizlik” kararı vermesi “yargılamanın” kim tarafından yapılacağı veya yargılanıp yargılanmayacağı tartışmasını gündeme getirdi.

12 Eylül Anayasası, 28 yıl önce (7 Kasım 1982’de), yürürlüğe girmiş ve buna göre; Millî Güvenlik Konseyi ve Devlet Başkanı Kenan Evren, Cumhurbaşkanı ilân edilmişti. İki sene sonra, yapılan anayasaya geçici bir madde konularak 12 Eylül askerî darbesini yapanların “…her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz” denilerek yargılanamayacağı hükmü konulmuştu. Yıllarca bu madde tartışıldı.

Henüz anayasa değişikliği gündemde yokken, darbecilerin yargılanması ile ilgili maddeyi gündeme getiren zamanın CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Erdoğan’a çağrıda bulunarak, “Madem darbecilerle hesaplaşmak istiyorsunuz, gelin anayasanın geçici 15. maddesini kaldıralım” teklifinde bulunmuş, Erdoğan ise, buna “sulu şaka” cevabını vermişti. Sonrasında anayasa değişiklik teklifi hazırlanırken, bu maddenin değişmesi de pakete “güçlendirmek” amacıyla konulmuştu.

Baykal, bunu gündeme getirdiğinde 1980 ihtilâlinin lideri Kenan Evren, “12 Eylül’de bir tek subayın bile itirazı olmamıştır. Genelkurmay Başkanı’ndan, kuvvet komutanlarından bölük komutanlarına kadar, emirler itirazsız uygulanmıştır. Eğer bu suçsa o dönemde TSK’da görevli bütün subayların suçlu sayılması gerekir. Bir tek benim yargılanmamla da olmaz. Ama dediğim gibi, bunu halka sorsunlar” derken, peşinden de “Yargı için referandum yapalım. ‘Evet’ çıkarsa, yargılanmam, intihar ederim” demişti. Evren bu tarihler arasında birçok kere hastaneye kaldırıldı. Şimdi sağlık durumu nasıl, fazla bilgimiz yok.

* * *

Paket 12 Eylül’de yüzde 58 ile kabul edildi. Paketin kabul edilmesinden sonra ihtilâlcilerin yargılanması için onlarca suç duyurusunda bulunuldu. Aradan geçen süre içinde yargılamanın kim tarafından yapılacağına ilişkin bir yasa çıkmadığı için mesele netlik kazanmamıştı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının “görevsizlik kararı” vermesinden sonra bu durum daha net ortaya çıktı.

Anayasa değişiklik paketini hazırlayanlardan birisi olan Adalet Bakanı Sadullah Ergin, bu karardan sonra “zaman aşımı” gibi ihtilâfları yargının çözeceğini söylerken, dâvâ açılıp açılmayacağının sorulması üzerine ise, “Yargılanırlar ya da yargılanamazlar diyemem” diyerek meselede “netlik” olmadığını ortaya koymuş oldu.

Muhalefet partileri de değişiklik hazırlanırken, bunu söylediklerini, ciddî sorunlar yaşanacağı konusunda ikazlarda bulunduklarını söylüyorlar. İktidar partisi yetkilileri ise, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’nın verdiği kararı eleştiriyorlar. AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, ”Başsavcılık bu soruşturmayı yürütmek zorundadır. ‘Ben bu soruşturmayı yapmıyorum’ deme hakkına sahip değil, bu konuda takdir yetkisi de yoktur” derken, 12 Eylül darbesini yapanların mutlaka yargılanacağını ileri sürdü. (Zaman, 11.11.2010)

Hukukçular ise, “görev suçu” mu, yoksa “darbe suçu” mu olduğu noktasında bu konuda farklı görüş sergiliyorlar. Bir karışıklıkta kabul edilse dahi, Yüce Divan’da mı yoksa Ağır Ceza’da mı yargılanacağı konusunda görüş ayrılığı gözleniyor.

Yani suç duyurularından sonra oluşturulan dosya şu anda ortada duruyor. Yargılanıp yargılanmayacağı bile net değil.

* * *

Peki, bu konuda karışıklığın giderilmesi için neler yapılmalı?

Referandumda “12 Eylül’den hesap soracağız” diyenlerin, bu sözün arkasında durup, gerekli yasal düzenlemeleri bir an önce yapıp, yargıdaki karışıklığı da gidermek durumunda. Anayasa değişiklik paketinin kabul edilmesinin üzerinden tam iki ay geçti. Paket gündeme geldiğinde bunların önceden düşünülüp, gerekli kanunî düzenlemelerin yapılması gerekmez miydi?

Gereken yasal düzenlemeler bir an önce yapılmazsa da mesele bir şekilde kapanıp gider, 30 sene sonra da olsa darbecilerden hesap sorulamamış olur.

AKP İstanbul milletvekili İrfan Gündüz’ün “Gerekiyorsa zaman aşımı ile ilgili düzenleme yapılır. Anayasa değişikliğine uygun yasal düzenleme yapılır. Ben 12 Eylül darbecilerinin yargılanacağını düşünüyorum. O zaman neden anayasa değişikliği yaptık? Onlar darbeyi yapmışlar bugün darbe planı yapanlar yargıda. Onları boş mu bırakalım? Onlara cezasını verelim ki gelecekte bir daha kimse darbeyi aklından geçirmesin” sözleri havada kalmasın…

Yoksa, “Ne yargılanır derim, ne yargılanmaz derim” lâflarıyla millete verilen sözler unutturulacak mı? Bekleyip göreceğiz.

12.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.