Ali Rıza AYDIN |
|
Dirlik, birlikle olur! |
Hayatın her safhasında tesanüde muhtacız. “Ene”nin kıskacına düşüverince fertler, sıkıntılar bitmez olur; üst üste gelir dertler. Özellikle, Müslüman, sırt sırta dayanmalı. Ayrılık, gayrılık, nifak gibi illetten mutlaka sıyrılmalı. Eğer bugün camiler açık, cemaatler hür ise; okunan ezanın sesi evvelkinden gür ise; bunu, dinine sahip çıkan bir topluma borçluyuz. Buna ister diyanet, ister siyaset, ister bir cemaat deyin. Bir gerçek var ki, bu millet dinine, mukaddeslerine var gücüyle sahip çıkmış, ömrünce. Dünya var oldukça cemaatler var olacak, camilere, meclislere dolacak; ezanlar okunacak. Çünkü onlar, bu milletin varlığının alemi. Hizmet sevdasıyla bunlar, hiçe saymış âlemi. Mehmet Âkif’in “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” mısralarında ifade edildiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın tevhidini, Resûlü’nün (asm) nübüvvetini kâinata ilân eden ezanlar inlemeli, bütün mevcut ins ve cin bunu hep dinlemeli. Bunun için de önce Cenâb-ı Hakk’ın avni, Peygamberimizin (asm) kavli, mü'minin de hakta sebatı, emre itaati gerekir. Kilitlenmiş camileri bilenler hâlâ mevcut. O günün hicranını hiçbir şey tevil etmez. Ezanlar susturulmuş, “tangır tungur” okunmuş! Allah’ın kelâmını talim, büyük suçlardan olmuş! Saff-ı evvel fedakârlar yaşamış bunu bir, bir. İfadeye kelâm yetmez, onu yaşayan bilir. O günler tarih oldu, biz bu güne bakalım. Cenâb-ı Hak, Âl-i İmrân Sûresi’nin 103. âyetinde: “Va’tesımû bi hablillâhi cemîav ve lâ teferrakû” yani, hep birlikte Allah’ın ipine, yani İslâm’a, yani Kur’ân’a ve onun hükümlerine sımsıkı yapışın; parçalanmayın, o çizgiden uzaklaşmayın buyuruyor. Uzaklaşılırsa ne olur? Evet, uzaklaşılırsa ne olur? Savruluruz, lime lime, beraber! “Bana değmeyen yılan çok yaşasın” denilmez. Sana değmez; senin ehline, senin nesline, senin dostuna, senin din kardeşine değer. Değer; birilerine değer. Parçalayıp bölecek, bir lokmada yiyecek tuzağa takılınca ne din kalır, ne dâvâ: Cami olmaz, cemaat bulunmaz, ezan okunmaz. Pusu kuran şer güçler hemen ortaya çıkar; mukaddes neyin varsa, harap etmeye bakar. Çünkü, muzır içeride. Bulgaristan hududunda şarabı çekip, “Benim dedem de hocaydı” diyen ilginç tipleri unutmamak gerekir. Buna benzer çok şeyler… Başka diğer bir örnek: Ezan sesinden rahatsız olan bir derbeder, camiden, müezzinin ezan okuduğu mikrofonu yerinden gizlice almış, götürmüş. Birkaç gün sonra, üstüne bir not iliştirerek mikrofonu getirmiş, yerine koymuş tekrar. O notta: “Belki beni dinsiz zannedeceksiniz, ama ben dinsiz değilim. Ben de Müslüman’ım. Ezanın yüksek sesle okunuşuna tahammül edemedim. Mikrofonu, ikaz için götürdüm” ibaresi bulunuyor. Hem Müslüman olacak, hem ezan susturulacak! Bu ne perhiz, bu ne turşu? İşin en masumu, bu. İslâm’dan söz edince tüyleri diken diken olan nice adam (!) biliriz. Yerde gezen ademin hepsi bize dost değil. Dolayısıyla, Müslüman önünü, yönünü, dününü görmek zorunda. Müslüman, el ele, gönül gönüle olmak zorunda. Çünkü, “Dost uyur, düşman uyumaz.” Mü’min, mü’min kardeşine sımsıkı sarılmalı. “Kardeşim!” hitabından hakikî haz almalı. Unutma! Dirliğin yolu, birlik olmaktan geçer… 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Gözler |
Anneler çocuklarının gözlerinin içine bakar. Bir an önce büyüsün diye bekler. Ona ninniler söyler, tıpış tıpış yürümesini gözler. Yürüdüğünü gördüğünde, okullara gitmesini bekler. Okullara gittiğinde her akşam yolunu gözler. Gurbete çıktığında, askere gittiğinde, o bir çift göz hep bekler. Böyledir dünya. Herkesin gözlediği bir şeyler vardır. Bazıları geçim derdinden muzdariptir. Onlar, fiyatların düşmesini gözler. Pazarlar ise yeni müşteriler gözler. Hırslarına yenik düşmüş olanlar, adeta kendinde ne yoksa ona sahip olmak ister. Gözleri hep başkalarındadır. İnsanoğlunun gözleri böyle gelip geçici, fani ve fenâ ne varsa gözlerken, dünyanın gözleri insanı gözler. İnsanları milyonlarca kez doldurup boşaltmaktan yorulan yaşlı dünya, bir yandan kabristanları doldururken, bir yandan da yeni gelecek insanları gözler. Belki o da vazifesinden terhis olmak ve ahirete gitmek ister. Dünyanın merkezinde bulunan ateş küre ise cehennemi gözler. Kâinatın gözleri olan yıldızlar ise, dikkatle ve büyük bir iştiyakla cenneti gözlemektedirler. Kabir ehli “Bir an önce herkes gelse de kıyamet kopsa, haşir olsa” diye bizim yolumuzu gözlerken, cennet ve cehennem de içlerini dolduracak sakinlerini gözler. Susayan topraklar yağmur yüklü bulutların yolunu gözler. Saatler dakikaları, dakikalar saniyeleri gözler. İnsan, bir ev daha, ya da bir arazi daha alabilmek için fırsatları gözlerken; toprak da insanı gözler, doymayan gözünü doyurabilmek için. Ruhun pencereleri olan gözlerin yaradılış gayesi, esasında çok daha derin mânâları ve san'atları gözlemek içindir. Bunun farkına varan zatların gözleri dünya ve içindekilerde olmamış, hep hakikatleri temâşâ ve mütalâa etmişlerdir. O mübarek gözler, eşyanın arkasındaki San'atkârın kudretini görmüştür. Dünya malının içinde boğulanlardan olmamışlardır. Bediüzzaman Hazretlerinin gözleri de daima ileriyi, geleceği gözlemiş. “İstikbalde bir ışık, bir nur görüyorum” diye müjdeler vermiş. Gelecek ihvanlarını gözlemiş, onlarla hayalen sohbetler etmiş. Kâh yüksek tepelerde dağları, ovaları gözlemiş, onların zikirlerini işitmiş; kâh yerde gezen karıncaları gözlemiş onlardan cumhuriyetçilik dersi dinlemiş. Kedileri gözlerken onların mırmırlarındaki “Ya Rahîm” nidasını işitmiş. İnsanları gözlemiş ve gözetmiş. Bazen çocukları, bazen gençleri, bazen ihtiyarları gözlemiş. Onların akıbetlerini düşünerek gözlerinden yaşlar akıtarak gözlemiş. İçinde bulunduğu zamanı gözlemiş, bütün sorunlara çözüm yolları göstermiş. Karanlık zindanlarda aydınlık, nurlu günleri gözlemiş. İşte gözler, böyle büyük ve ulvî bir dâvâya vakfedilmeli ki, cennet manzaralarını seyredecek bir kıymet alsın. Gözlerine bir kez Risâle-i Nur satırları deyen gönüller de hiç elinde olmadan, anlamasalar da gözlerini o deryadan alamamışlardır. Artık o gözler de “nur”u gözler, “nur” için işler olmuşlardır. Onların bakışlarındaki kıvılcım “nur”dandır. Duruşlarındaki tevazu “nur”dandır. Bu “nur”, gözlere Kur’ânî bakışı kazandıran bir tılsımdır. Cennet de böyle gözleri gözler. Şimdi biraz düşünelim. Acaba bizim gözlerimiz neleri gözler? 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Almanya’ya düşen ışık |
Bir Yeni Asya ürünü olan “Zamana Düşen Işık”ın yabancısı değilsiniz. Bırakınız “yabancısı” olmayı, ilk ortaya çıkışından itibaren ilâncısı, taşıyıcısı oldunuz. Hem zaten böyle bir medya ürünü çıkmadan da siz o ışığın hâdimleri, taşıyıcıları, meftunları ve pervanelerisiniz. Bu öyle bir medyatik üründür ki, çıktığından bu yana düştüğü yeri aydınlatıyor. İnterneti nimetlendiriyor, sanal dünyanın sanıldığı kadar korkunç olmadığını, hayra ve güzele de hizmet ettirilebileceğini ispat ediyor. Sahnelerimizi şenlendirip beyaz perdelerimizi renklendiriyor, çiçeklendiriyor ve bizleri ümitlendiriyor. Zira bu ışık, Kur’ân nurudur, Peygamber nurudur ki, hidayet saçıyor, iman neşrediyor. Bu ışık Bediüzzaman’dır ki, “Evet, ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır. İstikbalde, bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecektir” diyor. Bu ışık Risâle-i Nur’dur ki, Kur’ân’ın yüzden fazla tılsımlarını keşfetmiştir. En derin meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde halletmiştir. Bu ışık risâle risâle, sayfa sayfa ve vecize vecize dünyayı dolaşıyor. Bu ışık, evlerimizi dersaneye, dersanelerimizi üniversiteye dönüştürüyor. Ve bu ışık, paneller, sempozyumlar, konferanslar ve anma programları olarak dünyayı dolaşıyor. Toplu bir ışık huzmesi halinde düştüğü yeri gözün alabildiği, nazarın ulaşabildiği ve fikrin erebildiği yere kadar aydınlatıyor. ««« Bu defa Almanya’nın Köln şehrine 22 Mayıs 2010’da “Çağın Tefsiri/die Korandeutung der Epoche” yorumu etrafında düşen ışığın yayılma alanı daha bir geniş oldu. Zira yelpaze geniş tutuldu. İşte dâvet edilen onur misafirleri ve konuşmacılar listesine bakınız: Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Mehmet Fırıncı, Selâhaddin Akyıl, Said Özdemir, Mehmet Kutlular, Müfid Yüksel, Hüsnü Bayram, Abdulkadir Badıllı, Mehmet Kırkıncı, Recep Unaz, Mehmet Uçar, Askerî Yıldız, Ali Demirel, Cemil Çelik, Abdul Muhsin Elkonevî, İslâm Yaşar, Kâzım Güleçyüz, Colin Turner, Karl-Josef Kuschel, Refet Kavukçu, Hasan Okur, Ahmed Aytimur, Robert Miranda, Wolf D. Ahmed Aries ve Prof. Süleyman Kurter. Gerçi bu isimlerin çoğu, çeşitli sebeplerden dolayı–hastalık, vize problemi vesaire—gelemediler. Gelemeyenlerin bir kısmı mesaj gönderdiler. Ama önemli olan yelpazeyi geniş tutmak ve kucaklayıcı olmaktı. Uhuvvet ve ihlâs kahramanı bir Üstadı anma programına yakışan da buydu. Dâvetiyeye yerleştirilen fotoğraf albümü de mesaj yüklüydü. Bediüzzaman’ın Almanya’da çekilmiş fotoğrafının etrafında pervane olan fotoğraflar: Bayram Yüksel, Ceylan Çalışkan, Dr. Tahir Barçın, Tahsin Tola, Molla Hamit Ekinci, Hasan Feyzi Yüreğil, Hulusi Yahyagil, Hüsrev Altınbaşak, M. Emin Birinci, M. Feyzi Pamukçu, Mehmet Fırıncı, Mustafa Sungur, Refet Barutçu, Said Özdemir, Tahirî Mutlu, Abdulkadir Badıllı, Zübeyir Gündüzalp, Abdullah Yeğin ve Av. Bekir Berk. ««« Bu anma programında, öncekilerden farklı olan bir çalışma da standlardı. Gençler standı, ihtiyarlar standı, Asa-yı Musa standı gibi. Her bir standda görev alan kardeşlerimiz, standın mânâsına uygun söylem ve gösteriler sergilediler. Programın detayları ve geniş yankıları ayrıca gazetemizde ve sitelerimizde yayınlanacaktır. Emeği geçen herkesi tebrik ediyoruz. NOT: İstanbul’da vefat eden ablamın cenazesine yetişemedim, ama dostlar bu yabancı ülkede de bizi yalnız bırakmadılar. Hem buradaki dostlarımıza, hem de memleketimiz başta olmak üzere başka diyarlardan taziyetlerini bildiren kardeşlerimize teşekkürlerimizi ve saygılarımızı arz ediyorum. M.Y. 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Menderes, nezâket, san'atkâra saygı ve bir yasaklı şarkının hikâyesi |
Bugün 27 Mayıs. Hürriyete, demokrasiye vurulan ilk darbenin yıldönümü. Elbette hiç unutulmayacak ve kapanmayacak o yaraların ve acıların da… Demokrasi mücadelesinde bayrağı en önde elinde taşıyan mazlûm ve mahzun bir başvekil. Karıncayı bile incitmekten çekinen bir fıtrat. İşte böylesi bir yaradılışa sahip olan merhum Menderes’in belki de ilk kez okuyacağınız bir hatırasını paylaşmak istiyorum. Hayatında Tasavvuf Müziği, Türk Müziği, Halk Müziği konserine katılmaya vakit bulamayan! devlet adamları ve siyasetçilerin durumu ve san'atçıya yaklaşımını da kıyaslamak bakımından mükemmel bir örnek. Ben de yıllar önce gazeteci yazar Beşir Ayvazoğlu’nun köşesinde okumuştum. Ona da Türk Müziğinin yaşayan en önemli bestekârlarından Alaeddin Yavaşça Hoca anlatmış. Ben de bu vesileyle sizinle paylaşmak istedim: 1952-1953 yılları... Halk Partisinden bir hanım milletvekili Demokrat Parti’ye geçmek istemektedir. Bunun için babasının yakın dostu Refik Koraltan’dan aracı olması için ricada bulunur. Tertip edilen yemekli bir toplantıda Refik Koraltan, bestekâr ve ses san'atkârı Dr. Alaeddin Yavaşça’dan da bir konser vermesini rica eder. Bu yemekli toplantıya Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, bakanlar, milletvekilleri ve hanımları iştirak etmişlerdir. Menderes yaptığı etkili ve güzel konuşmayla, hanım milletvekilinin Halk Partisinde devam etmesinin daha uygun olacağını söyler ve demokrasi kültürü açısından da örnek bir tavır sergiler... Sıra musikîye gelmiştir. Alaeddin Yavaşça birkaç eser okuduktan sonra, Menderes’in kalktığını görür ve fena halde alınarak “Hiç konserin yarısında kalkılır mı, sevmiyorsan musikî istemeseydin” diye geçirir içinden. Fakat tam o sırada kulağında birinin nefesini hisseder ve bir fısıltı: “Sayın doktor, acaba repertuarınızda ‘Bu imtidad-ı cevre kim bahtın şitab-ı var’ şarkısı var mı?” Dönüp baktım ki Adnan Menderes. Meğerse arkadan dolaşmış. ‘Var efendim’ dedim. ‘Lütfen okur musun? Rica edeceğim.’ ‘Hay hay efendim’ dedim. Gitti yerine oturdu ve bu sefer aynı şarkıyı yüksek sesle istedi. Düşününüz bir san'atkârı istediği şarkının repertuarında bulunmaması ihtimalini düşünerek, kalabalık önünde küçük düşürmemek için önce kulağına fısıldıyor. Varsa isteyecek. Ne büyük incelik. Doğrusu içimden geçirdiklerimden utandım.” Adnan Menderes’in bu şarkıyı istemesinin maksadı şudur: Akrabasından Dr. Nazım, İzmir suikastına karıştığı iddiasıyla İstiklâl Mahkemesi tarafından idama mahkûm edildikten sonra mutad olduğu üzere son arzusu sorulur. Ünlü İttihatçı der ki: “Gidin Paşa’ya söyleyin: ‘Bu rüzgâr-i bi-mededin inkılabı var.’ Bu söz, Menderes’in istediği Uşşak makamındaki şarkının 4. mısraıdır. Dr. Nazım’la ilgili idam kararı bir balo sırasında Mustafa Kemal tarafından imzalanır. Refik Koraltan’ın Alaeddin Yavaşça’ya anlattığına göre, Mustafa Kemal, Dr. Nazım’ın son arzusunun ne olduğunu sorar. Söylediklerini aynen naklederler. Bunun üzerine şarkı repertuardan çıkarılıp yasaklanır. Lem’i Atlı’nın Uşşak şarkısı üzerindeki yasak bu yemekli toplantıya kadar sürecektir. Menderes şarkıyı bir kez daha Alaeddin Yavaşça’ya okuttuktan sonra: ‘Çok rica ederim doktor, bunu bir radyo emisyonunuzda okuyunuz ve okuyacağınız zamanı bana da bildiriniz’ der. Yavaşça, bu şarkıyı radyoda bir öğle yayını için repertuarına alır ve bunu Adnan Menderes’e bildirir. Yayın biter bitmez Yavaşça’yı arayan Başbakan heyecanlı bir sesle şunu söyleyecektir: “Ağzınıza sağlık aziz doktor, çok memnun ve mahzûz oldum. Çok rica ediyorum, arkadaşlarınıza da eğer kendilerinde yoksa notalarını veriniz, repertuarlarına alsınlar.” Yukarıdaki hikâyeye konu olan, Lem’i Atlı’nın Uşşak şarkısının sözleri şöyledir: “Bu imtidad-ı cevre kim bahtın şitabı var, Mihnet-medar olan feleğe intisabı var. Eyler nesim-i subhu bize gird-bad-gam Bu rüzgâr-ı bi-mededin inkılâbı var.” Yani yaklaşık olarak şunu anlatmaktadır şarkı: “Bu uzayıp giden zulümlü eziyetli, ki kaderin, ikbalin acelesi var, Zahmete eziyete sebep, vesile olan feleğe, kadere bağlanması aidiyeti var, Sabah rüzgârını bize gam rüzgârı eyler Bu inayetsiz, yardımı olmayan rüzgârın inkılâbı, alt üst olması da var.” 27.05.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Raşit YÜCEL |
|
27 Mayıs hicranı |
20 yıl bayram olarak kutlanıldı. Halkın ekseriyeti bu günü bayram olarak kabullenmedi. Ve nihayet 20 yıl sonra bu çirkin bayram yürürlükten kaldırıldı. Hem de 12 Eylül darbecileri tarafından. 10 yıl içinde adeta ülkeyi şantiyeye çeviren bir iktidarı sudan bahaneler ile alaşağı ettiler. Kim alaşağı etti? Dış güçler, iç güçler, oligarşi, ırkçı zihniyet ve daha birçok güç… Milletin gönlünde taht kuran bir lider ve partisi bazılarınca hazmedilemedi. Ülke bir uçtan bir uca asfalt yollar ile kaplanmıştı. Çiftçi memnundu. İşçi iş imkânına kavuşmuştu. Dinî hayat saklı yapılmıyordu. Ezan aslına çevrilmişti. İmam hatip okulları gittikçe çoğalıyordu. Kur’ân okumak ve okutmak serbest hâle gelmişti. Radyodan okunan Kur’ân ve mevlidler dinlenir hâle gelmişti. Benim çocukluk yıllarımdı. Rahmetli babamın Menderes’in asıldığı gün hüngür hüngür ağladığını bugün gibi hatırlarım. Seçimle işbaşına gelemeyen CHP, ordunun bazı subaylarını taşeron olarak kullandı. Menderes’in ve Demokrat Parti’nin mânevî destekçisi Bediüzzaman ve talebeleri idi. “Demokrat Parti’yi Kur’ân, vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum, onların muvaffakiyetleri için duâ ediyorum” diyordu. İhtilâlin bir çok sebebi vardı ihtilâlcilerce. Bunlardan biri de: Bediüzzaman’a olan sevgisi ve yakınlığından dolayı Menderes suçlu sayılmıştı uydurma mahkemede. Menderes’in uçak kazasından kurtuluşunda, Bediüzzaman mânevî himmeti ile yardımına koşmuştu. 23 Mart 1960’ta Bediüzzaman Hazretlerinin dâr-ı bekaya irtihalinden 54 gün sonra ihtilâl gerçekleştirilmişti. Yazar merhum Münevver Ayaşlı, Bediüzzaman’ın vefatından sonra kaleme aldığı makalesinde “Bedüzzaman’ın vefatı ile Menderes mânevî kuvvetini kaybetmiştir, daha fazla kalacağını zannetmiyorum” diyerek isabetli bir teşhiste bulunmuştu. Bu hareket, CHP’yi yıllar boyu tek başına iktidara getirmedi. Ve gelemeyeceği de açıktır. Ne Ecevit, hatta ne İsmet İnönü, ne oğlu Erdal İnönü, ne Baykal taşıyabildi. Kılıçdaroğlu da, CHP’yi iktidara taşıyamayacaktır. Çünkü bu parti bedduâlıdır. Eline kan bulaşmıştır. CHP, bu mânâda şimdiye kadar bir pişmanlık ve nedamet eseri göstermemiştir. 27 Mayıs, benim için bir hicran günüdür. Üç masum insanın katledilmesini netice veren bir tarihtir. Onlar ölmedi, milletin sinesinde yaşıyorlar, onlara bu zulmü yapanlar nefret ile anılmaya devam edeceklerdir, hem de kıyamete kadar. 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
O günü hiç unutamıyorum! |
O gün çocuktum. Okulların tatil mevsimi gelmişti. Birkaç ay sonra açılacak yeni öğretim yılında ben de ilkokula başlayacaktım. O kadar çok seviniyor ve dört gözle bekliyordum okulların açılacağı vakti. Ailenin ikinci çocuğu da okula başlayacağından, anne ve babam da seviniyordu tabiî. İlk çocukları olan ağabeyim ise, o sene ilkokulu bitirmiş, o da ortaokula başlamak için hazırlık yapıyordu. İşte baharın o sevinçli gününde, yani 27 Mayıs 1960 gününde, sabah kalkınca yine bu düşüncede iken ve anneme, babama, ağabeyime okul ile alâkalı sorular sormaya niyetlenmişken baktım kimsede “tık” yok. Hele anne ve babamın ağzını bıçak açmıyordu. Her halde büyük bir şey olmuştu, çocuk aklımla bunları anlamaya çalışıyordum. Babam kendi kendine konuşuyor, birilerine kızıp, bedduâ ediyordu. Anneme yaklaşıp sordum “Ne oldu anne?” diye. “İhtilâl olmuş yavrum” dedi. Anlayamamıştım, çocuk ihtilâlden ne anlardı ki? Tekrar bir rampa yapıp anlamaya çalışıyordum. “Yavrum” dedi, “İhtilâl yapmışlar, Menderes’i yakalamışlar” Durumu biraz daha anlayınca, ben de sessizliğe bürünmüş ve iyi bir şey olmadığının hissiyle Menderes’i hatırlamıştım. Ankara’da meydana gelen ve bir çok kimsenin de ölümüyle neticelenip, tahribâtı da çok olan büyük selin akabinde, Ankara Kalesi’nin eteklerinden akan Hatip Çayını ıslâh projesi çalışmaları için mahallemize gelen Menderes’i hatırlamıştım. İnşaatta çalışanlardan tut, orada bulunan herkes onun elini öpmek için sıraya girmişti. Bir çok zaman beni yanından ayırmayan ağabeyim, orada da beni elimden tutup götürmüştü. Bize sıra gelip elini öptüğümde, yanağıma bir makas yapmış, okşamış ve “tonton çocuk“ demişti. Onları hatırladım, o siyah güneş gözlüklü hâlini, çizgili takım elbiseli hâlini... İnsanların, milletin çoğu merak ve telâş içindeydi. Millet ağlıyor, millet düşmanları gülüyordu. Ecevit, o gün CHP’nin yayın organı Ulus gazetesinde şöyle diyordu: ”Karanlık günlerin sona erdi, günaydın Türk Milleti! Sağ olasın Türk ordusu! Günaydın Türk Milleti!“ Tabiî onlara gün aydınlanmıştı, hani gözleri aydın olmuştu. Sevinçten çıldıracak derecede uçuyorlardı. Kolay mıydı? Çeyrek yüz yıl bir koyun gibi güttükleri millet söz sahibi olmuş, temsilcileri olan DP ve Menderes onların saltanatına, sultasına son vermişti. Millet de, millet olduğunu anlamıştı. Ama olmuyordu işte. Müzmin muhalefet partisi bir defa bu milletten tokat yemiş, daha iktidara gelmesi zordu. Zamanın allâmesi Bediüzzaman diyordu zaten bunu. Bu asil Türk milleti, kendi istek ve oylarıyla kesin olarak iktidara getirmeyecekti. Nasıl gelecek peki iktidara? Ancak hile ile, entrika ile, bir de askerî seçimle(!) İşte bu askerî seçimlerin(!) ilki olan 27 Mayıs ihtilâl-i hâinânesi o gün yapılmıştı. Beyler, Türk milleti adına, Türk milletinin anasını ağlatıyorlardı. O günlerde ve takip eden yıllarda, çocukken çok duyduğum, ama pek anlayamadığım “askeriye-mülkiye-adliye” tekerlemesinin ne mânâya geldiğini anladığım zamanlarda ise, çoktan ikinci askerî seçim(!) yapılmış, bu sefer de 12 Mart hadisesi milletin, milletin seçtiklerinin tepesine binmişti. Demokrasi, hak, hukuk hiç bunların umurunda değildi. Bu üçlü üstünler kuvveti, milleti her zaman zora sokmuştu bir kere. 27 Mayıs İhtilâli ile önleri açılmış, daha bundan sonra yapılacak seçimlerde millet iktidara gelse de, ona iktidar yaptırmamanın yol ve formülleri bulunmuştu bile. İktidara ortaklar ihdas edilmişti. Hani “kuvvetler ayrılığı“ adı altında. Millet ne yaparsa yapsın, bunlar bildiklerini okuyacaklardı. Ne gerekirse yapılarak millete rahat yüzü göstermemekti niyetleri. Ama nereye kadar? Mazlûmun âhı, mazlûmların âhı, şehid Menderes ve arkadaşlarının âhı, bunları rahat bırakır mıydı? Hiç zannetmem. Hem burada, hem ukbâda Cenâb-ı Hakk’ın hükmü yerine gelecek ve yaptıkları yüzünden rezil rüsvâ olacaklardır İnşâallah! 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Namık Gedik'i katlettiler |
Darbeciler, gaddar ve zalim kimselerdir. Aynı zamanda yalancı ve sahtekârdırlar. Milletin hür iradesini hançerleyerek kanlı bir darbe yapan 27 Mayısçılar gibi, idama kadar varan toptan cezalandırmalarla tarihe geçen 12 Eylülcüler de, zulümkârlık ve yalancılıkta sınır tanımaz derecede ileri gittiler. Bu gaddarlar, yönetime el koyduktan sonra yaptıkları ilk açıklamalarda hep şunu söyleyip durdular: "Bu harekâtın siyasî bir gayesi, maksadı yoktur. Bu harekât, ülkeyi uçurumun kenarından kurtarmak, kardeş kanını durdurmak, milletin huzurunu, güvenini sağlamak için yapılmıştır. Vatandaşlarımızın içi rahat olsun, hiçkimse haksız yere cezalandırılmayacaktır." Acaba öyle mi oldu? Yoksa, bütün bu söylenenlerin tam tersi uygulamalara mı şahit olundu? "Ayinesi iştir kişinin; lâfa bakılmaz..." gerçeğinden hareketle darbe sonrasında yapılanlara baktığımızda, verilen sözlerden hiçbirinin tutulmadığını, hatta büyük ölçüde tam tersinin yapıldığını görmekteyiz. Bu da, karakteristik özellikleri itibariyle, darbecilerin hem zalim, hem yalancı ve hem de ikiyüzlü birer sahtekâr komitacı olduklarını gösteriyor. Bu iddiayı ispat için, yüzlerce örnek sıralamak mümkün. Ama, şimdilik burada bir kanlı darbenin yıldönümü münasebetiyle yaşanmış olan çok acı ve fakat yüzde yüz çarpıtılmış bulunan bir hadisenin gerçek yüzünü sizlere göstermek istiyoruz. Gaddar 27 Mayıs Darbecileri, Demokratları silâh zoruyla devirdikten sonra, bu camiayı toptan cezalandırma yoluna gittiler. Demokrat Partinin Genel Başkanı da dahil olmak üzere, bu partinin bütün yönetim kadrosunu, hükûmet üyelerini, milletvekillerini, partinin hemen bütün il ve ilçe yöneticilerini çok vahşiyane ve zalimane bir muamele ile tutuklayan darbeciler, bu binlerce mâsuma daha mahkemeden önce hakaretli işkencelerde bulundular. İşte, o hakaretli işkencelere mâruz kalanlardan biri de İçişleri Bakanı Namık Gedik'tir. Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "İslâmiyete ciddî taraftar" olan Namık Gedik (Emirdağ Lâhikası, s. 449. YAN, 1994.), 27 Mayıs günü darbeci subaylar tarafından evinden apar topar alınarak Ankara'daki Harp Okuluna götürüldü. Burada, tekmelemeler ve tükürüklü hakaretlerle genişçe bir odaya hapsedildi. Aynı odada Savunma Bakanı Ethem Menderes ile İskenderun DP İlçe Başkanı Edip Yangın'ın yanı sıra, daha başka DP'li maznunlar da vardı. İşte, o odada olup bitenlerin birinci derecedeki şahidi olan Edip Yangın, bu konuda bizim de şahidimiz ve haber kaynağımızdır. Mağdur DP'lilerden olan Edip Yangın, uzun yıllar Arsuz Beldesine bağlı Madenli Köyünde muhtarlık da yaptı. Hatay'daki kadim okuyucularımız ve temsilci arkadaşlarımızın vasıtasıyla, birkaç sene evvel irtibat kurduğumuz Edip Bey, orada şahit olduğu hadise hakkında bize şunları anlattı: "Darbe sonrasında tutuklanıp Harp Okulu binasına götürülenlerin arasında ben de vardım. Subaylar, herbir bahane ile bize hakaret ediyor, tekme tokat girişiyorlardı. Bizi iyice hırpaladıktan sonra bir odaya attılar. Orada gördüğüm hemen herkes aynı durumdaydı. Fakat, en çok ezâ–cefâ görenlerin başında İçişleri Bakanı Namık Gedik geliyordu. Görevli, ya da nöbetçi olsun olmasın, bütün subaylar ona ağır hakaret ve işkencelerde bulunuyordu. "Bir kısmı anlatılamaz cinsten olan bu işkenceler o derece arttı ve ağırlaştı ki, Namık Bey buna daha fazla dayanamayarak baygınlık geçirdi. "İşkenceciler, onun ölüme doğru gittiğine kanaat getirdiler. Bu sebeple, aralarında fısıldaşarak, bir plan yaptılar. Gecenin geç saatlerinde (23.00 suları; çoğu kimse uykuya dalmıştı) izbandut gibi iki subay geldi. Yerde baygın yatan Namık Gedik'i karga tulumba kaldırdılar ve salonun yüksek penceresinden aşağıya attılar. (Meğerse, resmî bir tutanakla bu cinayete intihar süsü vermişler. Böylelikle, hukuk yolunu kapatıp kendilerini de kurtarmışlar.) "Ben, o anda kendimi tutamayıp 'Allah belânızı versin!' diye bağırmışım. O subaylar üstüme doğru geldiler ve postallarla bana giriştiler. Dişlerimin çoğu kırıldı; ağzım burnum kan–revân içinde kaldı. "O günlerin korku ve dehşet dolu atmosferi içinde, Gedik'in ailesi dahil, hadisenin gerçek yüzünü kimse bilemedi, soruşturup öğrenemedi."
Ceset gösterilmiyor
Yeni Aktüel dergisi, 158. sayısında (2008) bu konuyu enine boyuna araştıran bir dosya yayınladı. Bu kapak dosyasında anlatılanların tamamı, bizim yukarıda anlattıklarımızla paralel düşüyor ve birebir örtüşüyor. Orada, ayrıca detay bilgiler de yer alıyor. Şöyle ki: 1) Namık Gedik'in intihar etmek için kırdı denilen çift pencereli camlarda açılan delik, hem küçük, hem de elmasla kesilmiş gibi görünüyor. Kırılmış kısım, içinden ancak kedi geçebilecek kadar küçük olduğu ifade ediliyor. 2) O dehşetli darbenin korkulu günlerinde (3. gün) lâlettayin şekilde kefene sarılan Gedik'in cenazesi ailesine teslim edilmiyor ve cesedin açılıp bakılmasına katiyyen müsaade edilmiyor. 3) Elem, korku ve dehşetin kol geziği o günlerde hadisenin içyüzünü tahkik etmek mümkün olmadığı gibi, ortada şüpheleri izâle edecek bir otopsi raporu dahi bulunmuyor. 4) Çaresizlik içinde, herşey sîneye çekilmek durumunda kalınıyor. 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İsm-i Kayyûm üzerine (5) |
Abdullah Bey: “Otuzuncu Lem’a’nın Altıncı Nüktesine göre, varlıklardaki baş döndürücü faaliyetlerin Kayyûm ismi ve buna bağlı Kayyûmiyet sırrı ile îzahını yapar mısınız?”
Kayyûmiyet sırrının kâinât üzerindeki cilvesini ve etkinliğini görmek herkes için mümkündür. Bedîüzzaman Hazretleri bunu iki meselede beyan etmiştir: Birinci Mesele: Kayyûm isminin büyük cilvesini görmek için, hayâlimizi bütün kâinâtı temâşâ edecek şekilde, biri maksimum varlıkları, diğeri minimum varlıkları gösterecek iki dürbün yapmalı ve kâinâta bakmalıyız. Birinci Dürbünle görüyoruz ki: Kayyûm isminin cilvesiyle, yerküreden bin defa büyük milyonlarca küre ve yıldız, direksiz olarak, havadan daha latîf olan esîr maddesinin içinde seyahat ettiriliyorlar. İkinci Dürbünle görüyoruz ki: Kayyûmiyet sırrıyla, yeryüzündeki mahlûkâtın her birinin vücut zerreleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyette hareket ettiriliyorlar. Meselâ kandaki alyuvarlar ve akyuvarlar seyyar yıldızlar gibi, Mevlevîvârî iki muntazam hareketle hareket ediyorlar.1 İkinci Mesele: Kayyûmiyet cilvesinin kâinâtta Vâhidiyet ve Celâl noktasında tecellîsi bulunduğu gibi; kâinâtın merkezi, medârı ve şuurlu meyvesi olan insanda da Vâhidiyet ve Cemâl noktasında tezâhürü vardır. Yani, Kayyûmiyet sırrı ile kaim olan kâinât, Kayyûm isminin en kâmil mazharı olan insan ile de bir cihette kıyâm bulmaktadır. Çünkü kâinâtın ekser hikmetleri, maslahatları ve gâyeleri insana baktığı için, insandaki Kayyûmiyet cilvesi kâinâta bir direk teşkil etmektedir.2 Kâinâtın kıyâmında önemli bir meyve olan insanın, Kayyûmiyet sırrına bakan üç mühim vazîfesi vardır: İnsanın Birinci Vazîfesi: Kâinâtta yayılmış nîmet çeşitlerini insanla tanzim etmek. Nîmetler insanın menfaati ipiyle tesbih tâneleri gibi dizilmiştir. Nîmet iplerinin uçları insanın başına bağlanmış; insan, rahmet hazînelerinin umûm çeşitlerine bir liste hükmüne getirilmiştir. İnsanın İkinci Vazîfesi: Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un hitaplarına en mükemmel muhâtap olmak, san'atlarını takdir ve tahsin etmek, teşekkürün bütün çeşitleriyle Allah’ın bütün nîmetlerine ve hadsiz ihsânlarına şuurkârâne şükür ve hamd etmek. İnsanın Üçüncü Vazîfesi: Hayatı ile Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’a üç vecihle âyinedarlık etmektir: Birinci Vecih: Kendi noksan sıfatlarıyla Hâlık’ının kemâl sıfatlarına âyine olmak. Acziyle, Hâlık Teâlâ’nın sınırsız kudretini, fakrıyla hadsiz rahmetini ve zenginliğini, zaafıyla Allah’ın sonsuz kuvvetini tanımak ve göstermek. İkinci Vecih: İnsan, cüz’î sıfatları ile, kâinât Hâlık’ının sınırsız sıfatlarını tanır ve tanıtır. Cüz’î irâdesi, azıcık ilmi, küçücük kudreti ve geçici mâlikiyetiyle bu Kâinât Ustası’nın yüksek mâlikiyetini, eşsiz san'atını, irâde-i külliyesini, sonsuz kudretini ve sınırsız ilmini kâinâtın büyüklüğü nisbetinde anlar, tanır ve âyinedarlık eder.3 Üçüncü Vecih: Bu vecihte insan Zât-ı Kayyûm-u Ezelî’ye iki şekilde âyinedârlık etmektedir: Birinci şekil: İnsan, kâinâtın bir küçük fihristesi hükmündedir. Allah’ın isimlerinin nakışlarını kendi üzerinde ayrı ayrı göstermektedir. İkinci şekil: İnsan, Allah’ın şuûnâtına âyinedarlık etmektedir. Meselâ kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un hayatına işâret ettiği gibi, hayatında inkişaf eden işitmek, görmek, sevmek, iftihâr etmek, memnun olmak, mesrûr olmak, müferrah olmak gibi duygular vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un Sem’ ve Basar gibi sıfatlarına ve Zât-ı Akdes’in kudsiyetine ve istiğnâsına münâsip ve lâyık o nev’îden şuûnâtına âyinedarlık etmektedir.4 Nasıl ki, kâinâttan insan seçilmiş ise, insanlardan da en büyük rehber, en mükemmel insan ve âyine-i Ehad ve Samed olan Ahmed-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm seçilmiştir. 5
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 344. 2- Lem’alar, s. 345. 3- Lem’alar, s. 346. 4- Lem’alar, s. 347. 5- Lem’alar, s. 348. 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
“Ah” alan darbeciler |
Tarihimizde yer alan ‘acı günler’i hatırlatmak üzüntülerimizi tazelese de, bilinmesi ve ibret alınması için bu günleri hatırlamak ve hatırlatmak da gerekiyor. Çünkü insanoğlu ‘nisyan ile malûl / unutma hastalığı ile hastalıklı.’ Bu sebeple ‘dün’ü bilmeden ‘bugün’ü değerlendirmeye çalışanlar genellikle yanlış değerlendirmeler yapıyorlar. 27 Mayıs 1960’ta askerî bir darbe yapıldı ve 10 yıl süren Demokrat Parti iktidarı devrildi. Bu darbe, sonraki darbelere de dayanak yapıldı ve milletin “Ben varım” dediği her hadiseden sonra; ortalama her 10 yılda bir yeni darbeler sahneye konuldu. Bütün darbeler gibi 27 Mayıs da güya ‘ülkeyi uçurumun kenarından kurtarmak’ bahanesiyle yapılmıştı. Ama dünya âlem gördü ki, ülke asıl darbe ile uçuruma itildi. Başta 27 Mayıs 1960 darbesi olmak üzere devam eden yıllardaki darbelerin Türkiye ekonomisine maliyeti tam olarak ortaya konulamamış olsa da, toplamda Türkiye’yi 50 ya da 100 yıl geriye götürdüğü her halde inkâr edilemez. Türkiye tarihini hatırlamak gerekirse, 1950 yılına kadar ülkemizin “Tek parti/CHP” ile idare edildiği malûm. İşte o ‘Tek parti’ 14 Mayıs 1950’deki hür seçimlerle millet tarafından iktidardan uzaklaştırılmış ve Türkiye’nin yönetimi Demokrat Parti’ye teslim edilmiştir. Hem de yüzde 52’nin üzerindeki bir oy oranıyla... 10 yıl boyunca 3 defa genel seçim yapılmış ve DP her seçim sonunda yeniden tek başına iktidara gelmiştir. İşte iktidarı millete revâ görmeyen ‘Tep parti’ zihniyeti seçimler yoluyla yeniden iktidara gelemeyeceğini anlayınca ‘seçim dışı yol’lara müracaat etmiş, silâhlı kuvvetleri tahrik etmek için akla ve hayale gelmeyen yollar denenmiş ve maalesef neticede 27 Mayıs darbesi yapılmıştır. Şunu unutmamak lâzım ki, 27 Mayıs darbesiyle DP’yi deviren ve Başbakan Adnan Menderes, Dışışleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı haksız yere idam edenler o günden bu yana belki de her gün milletten ‘ah’ alıyorlar. Tabiî ki bu ‘ah’lardan dolaylı olarak biz de payımızı alıyoruz ve belki de bu sebeple sıkıntılardan kurtulmamız erteleniyor. Darbeci ve ihtilâlcilerin insafsız olduğunu gösteren binlerce bilgi ve belge var. 27 Mayıs 1960 darbesinin canlı şahitleri hâlâ hayatta. Onları her dinlediğinizde ya da hatıralarını okuduğunuzda ‘ah’lamamanız mümkün değil. Darbeciler kendilerini millete kabul ettirebilmek için öyle yalanlar uydurmuşlar ki, böyle iftiraları insanlığın kabul etmesi mümkün değil. Maalesef bu yalanlar o günün gazetelerinde ‘manşet’ olabilmiştir. Gerçi ‘yalan’ların gazetelere manşet olmasına şaşmamak lâzım, çünkü benzer yalanlar bugün de bazı gazetelerde manşet olabiliyor... 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra açılan ‘iftira kampanyası’ gereği, “Buzhane ve çukurlarda cesetler bulunduğu”nu, bir Millî Birlik Komitesi üyesi (darbecilerden biri) açıklamış. Güya DP, kendisine muhalif olan gençleri katletmiş ve bunları Et-Balık Kurumu buzhanesine koymuş... Darbe olunca da darbeciler bu katliâmı keşfetmiş! (Cumhuriyet gazetesi, 2 Haziran 1960) İftira kampanyası devam etmiş: İki gün sonraki manşet şöyle: “Halk arasında büyük heyecan uyandıran ihbarlar / Şehit cesetleri kıyılıp hayvan yeni mi yapıldı? / Millî Birlik Komitesi, bu ve bunun gibi ihbarların üzerinde dikkatle durulduğunu, hakikatin yakında mutlaka meydana çıkarılacağını bildirerek çocukları kayıp ailelerin müracaatlerini istedi.” (Cumhuriyet, 4 Haziran 1960) [Bakınız: Erdal Şen, Bir Yiğit Vardı, Yitik Hazine Yayınları, Mayıs 2010] Bu kadar ‘yalan’ların manşet olduğu bir devri ve dönemi düşünüp, milletin çektiği sıkıntı ve eziyeti hayal edin. Darbeciler hâlâ 1960 öncesi ‘kıyılıp hayvan yemi yapıldığını iddiâ ettiği şehit’lerini bulamamış anlaşılan... Bulmak için de yeni darbeler planlıyorlar... Allah’ım, darbecilere imkân ve fırsat verme. Âmin. 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Üç maymun |
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Anam düştü beşikten, babam düştü eşikten. Biri kaptı maşayı, dolandım dört köşeyi. Orda ne var dediler. “Bir köy kurmuş keçiler.” Kurt köye muhtar olmuş, elini verenin kolunu almış, diken verenin gülünü almış, damla verenin selini almış, kovan kovan balını almış. Bir kurtmuş ki sormayın; talkım vermiş ele, salkımı almış ele… Eee, kaçın kurdu? Tatlı vaatlerle köylülerin aklını başından alan kurdun ilk işi keçi postundan yapılmış koltuğunu sağlama almak olmuş. Önce bir sözünü iki etmeyecek sadık adamlarından azalarını ve ihtiyar heyetini seçerek köyün yasalarını değiştirmiş. Eskiye dair ne varsa silmiş süpürmüş. Öğretmeninden imamına kadar yasalarına harfiyen uyacak kişileri önemli yerlere yerleştirmiş. Bunlara “Korkmayın, gözü pek delikanlılardan seçtiğim sadık bekçilerim hepimizi her daim korur” diyerek onlara yeminler ettirmiş, “gaflet, dalâlet; hatta hıyanet içinde bulunanlar”a karşı rejimini ilelebet koruyacaklarına dair sözler verdirmiş. Gel zaman, git zaman; “icraatın içinden-dışından” derken, bu iş bitti erken. Kurdun işlerinden köylüler iyice bunalmışlar. Çünkü kurdun zulmü arttıkça artmış, eziyetleri dayanılmaz hal almış. Kurt, zavallı köylülerin her şeyine karışır, onlara rahat bir nefes dahi aldırmazmış. Kimin kimlerle komşuluk edeceğine, kimin ne giyip ne yiyeceğine bile kurt karar verirmiş. Sabahları süt içmek isteyen çocuklara “süt dokunur yavrularım, siz iyisi mi and için; siz benim izimden, dizimden ayrılmayın, ben size neler neler içiririm, ne topitoplar veririm” dermiş. Köylüler çaresiz katlanırlarmış bu duruma.“Yetti gayri, söz milletin” deyip bazen kurda diklenenler de oluyormuş ya… Onların akıbetini ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Gel zaman git zaman, köylüler “biz bu belâyı nasıl başımıza sardık, bu belâdan nasıl kurtuluruz” diye düşünedursun; bir gün köye sirkten kaçan üç maymun gelmiş. Maymunlar köylülerin bir dokunsan bin ah işitilen bu bezgin hallerine çok üzülmüşler, üzüntüden süzüldükçe süzülmüşler. Gizli gizli köyün ileri gelenlerine gidip “biz bu kurdu ormandan tanırız, siz bizi muhtar yapın, bu çarpık düzenin hakkından biz geliriz, düzeni adilleştiririz” demişler. Zavallı köylüler, “ne olacak canım, bir kere de bunu deneyelim bakalım.” diyerek maymunların teklifini kabul etmişler. Seçim zamanında bir ala yu vala ki sormayın. Maymunların hokkabazlıkları köylüleri mest etmiş. Muhtar olmak için hoplayan, zıplayan, yan yatıp amuda kalkan maymunların bu halini gören kurt dostane bir şekilde: “Yahu, ayıptır! Yuvarlandınız, tekerlendiniz; milletin karşısına böyle çamurlu, tozlu halinizle çıkmayın, alın bu temiz gömlekleri giyin bari.” diyerek onlara yeni gömlekler vermiş. Masal bu ya! Gömlekleri değiştiren maymunlar yeni gömlekleriyle seçimi kazanarak aralarından birini muhtar yapmışlar. “Biz eskiden su içerdik testiden” diyen yeni muhtar önce su testilerini değiştirmek istemiş; ama her yerde bir kurt kapanı ki sormayın. Kapanlardan kaçarken eldeki testileri de kırmış. “Ben koskoca muhtarım, köylüme bulgur mu yedireceğim” diyerek arkadaşlarını Dimyat’a pirince yollamış ya… Dimyat’a giden yoldaşları “bu kadar yolu boşu boşuna tepmeyelim, bari biraz ticaret yapalım” diyerek müteahhitlik, yumurtacılık, gemicilik işlerine dalmışlar, semizlendikçe semizlenmişler, köylüyü unutmuşlar. Bizim muhtar eldeki bulgurdan da olmasın mı? Bulgur neyse… Çocuklar hâlâ süt içemiyorlarmış, hâlâ cicili bicili kıyafetlerini istedikleri yerlerde giyemiyorlarmış, istedikleri türküleri söyleyemiyorlarmış. Bu duruma üzülerek son vermek isteyen muhtar, “hadi dostlar, açılalım açılalım!” diyerek şen şakrak ne zaman bir işe kalkışsa eski muhtar dişlerini bir gösteriyormuş ki… Maymuncuklar “aman çaktırmadan kaçılalım” diyerek sıvışıveriyorlarmış. Soranlara da “Ah! Eski muhtar olmasaydı, siz bizi o zaman görürdünüz” diyorlarmış. E, muhtarlık zor zanaat. Eski muhtarı memnun etmeden eski köye yeni adet getirilebilir mi? Tabiî bu durum; homurdanmalara, dırdırlara, dedikodulara da neden olmuyor değilmiş. Köylüler ne zaman maymunların karşısına çıkıp köyün hali pür melalini soracak olsalar; maymunların biri hemen gözlerini, diğeri ağzını, bir diğeri de kulaklarını kapatıveriyormuş. Bu ne demekmiş, köylüler bir türlü anlayamıyormuş. “Vardır bunların bir bildiği” deyip kös kös işlerinin başına dönüyorlarmış. Gel zaman git zaman, eski tas eski hamam. O yalan bu yalan, deveyi yuttu yılan. Bu masal nasıl bitecek? Ben de bilmiyorum inan. 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Demokrasi nedir? |
Bediüzzaman Osmanlının son döneminde “mahreç” payesine sahip bir “medrese hocası”dır. Bu günkü karşılığıyla ordinaryüs profesördür. Bu gün bilinen anlamıyla bir “din âlimi” değildir. Gözleme dayalı sosyal bilimlerde ve kitabî fen bilimlerinde uzman olduğu gibi geleneksel din ilimlerine de sahiptir. Daha önemlisi bunları birbiriyle kaynaştırabilmiştir. Moda tabirle “multidisipliner” çalışmıştır. Bediüzzaman sosyal bilimler ve siyaset bilimi alanında gelenekçi değil yenilikçidir. Ancak bu yenilik dahi “yeni bir şey ihdas etme” anlamında değil, aslına döndürerek yenileme biçimindedir. Hilâfetin saltanata inkılâp ettiği tarihten son yüzyıla kadar geçen yaklaşık bin yıllık tarihî süreci atlayıp ahir zaman ile Asr-ı Saadet arasında bağ kurmaktadır. Bu sebeple, Bediüzzaman’ın söyledikleri, kendinden öncekilerin ve çağdaşlarının söylediklerine “nazaran” yenidir. Ama aslında kaynağı Kur'ândır ve bu sebeple fikriyatının kökü derinlerdedir. Bu kaynak dolayısıyla da fevkalâde derinlikli ve orijinal bir adalet düşüncesine ve devlet felsefesine sahiptir. Bediüzzaman Asr-ı Saadeti bu güne ve bu günü de kıyamete bağlamaktadır. Bu zaviyeden bakıldığında, demokrasi hakkında, çağdaşlarından çok Bediüzzaman’ın söyledikleri önemlidir. Hakkındaki önyargılar önemli ölçüde kalkmıştır. Anlama ve anlaşma zamanı gelmiştir. Demokrasi nedir? Nasıl olmalıdır? Demokrasi öncelikle mutlakiyetin zıddı ve alternatifi anlamında meşrûtiyettir. Yönetimin kayıt ve şartlarla meşrû olması, yönetenin denetlenmesini sağlar ve keyfiliği önler. Bediüzzaman meşrûtiyetçidir. Tamam, ancak bir tarihî dönemin adını ifade eden “meşrûtiyet” Bediüzzaman’a dar gelir. Zira o aynı zamanda cumhuriyetçidir. Cumhuriyet demokrasinin zirvesidir. Zıddı değildir. İngiltere ve ABD örneği bunu net biçimde anlatır. Şöyle;Bir ülkede, son sözü halkın seçtiği millet meclisi söylüyorsa, ama devletin başında da sembolik olarak padişah ya da kral varsa, o ülkede demokratik krallık vardır. Devleti diğer devletlere karşı temsil eden sembol durumundaki birinci adamı da çoktan seçmeli biçimde gerçek bir seçimle halk seçiyorsa, işte o zaman demokratik cumhuriyet vardır. Özetle cumhuriyetsiz demokrasi olabilir, ama demokrasisiz cumhuriyet, olsa olsa göstermelik, isim ve resimden ibaret bir cumhuriyet olur. Ülkemizde en azından devlet rejimi alanında cumhuriyet düşmanı yani padişahlık ya da krallık taraftarı olan akımlar ya da kitleler yoktur. Devlet düşmanlarının (anarşistlerin) de sayısı azalmaktadır. Bunlar memnuniyet verici gelişmelerdir. Demokrasinin olmazsa olmazı, basın ve fikir hürriyeti ve çoktan seçmeli yolla gerçek bir seçme hakkının bulunmasıdır. Zira fikirlerden, konuşmaktan ve siyasi rekabetten zarar gelmez. Demokrasi önce insanın zihnine, sonra bireysel ilişkilerine ve sonra da toplumsal ilişkilere hakim olmalıdır. Zira özgürce düşünebilme yeteneği anlamında demokrasi ve meşveret ihtiyacı sadece resmî toplum denen devlet için değil bütün dünyevî toplumlar için geçerlidir. 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
27 Mayıs’la yarım asır |
Tarihimizdeki önemli dönüm noktalarının özel anlamlar taşıyan sene-i devriyelerini peş peşe idrak ediyoruz. İki yıl önce 100. yılını geride bıraktığımız 2. Meşrutiyet, 90. yılını kutladığımız TBMM, üzerinden 60 yıl geçen 14 Mayıs 1950’deki beyaz ihtilâl, geçtiğimiz 23 Mart’ta 50. yıldönümünü idrak ettiğimiz Üstadın vefatı ve bugün de 50. yılında 27 Mayıs... Sıraladığımız bütün bu yıldönümleri, bize, söz konusu olayları bilâhare yaşanan gelişmelerle birlikte tekrar yorumlayıp, bugüne ve geleceğe ışık tutacak doğru dersler çıkarma fırsatı veriyor. 102 yıl önce 2. Meşrutiyetle başlayan süreçte TBMM’nin ortaya çıkışı, cumhuriyet adı altında kurulan 27 senelik tek parti diktasının ardından 14 Mayıs 1950’de gelen demokrasi hamlesi ve bu süreçte müthiş bir iman ve hürriyet mücadelesi veren Said Nursî’nin 23 Mart 1960’ta vefatından iki sonra gerçekleşen 27 Mayıs askerî darbesi... Bu birbiriyle bağlantılı, hattâ yer yer iç içe gelişen olaylar silsilesindeki temel dinamikleri, irtibat ve kopmaları çok iyi tahlil etmek lâzım ki, bugün geldiğimiz noktayı doğru anlayabilelim. Bu tahlilleri isabetli yapabilmek için, bütün bu devirleri yaşayan Bediüzzaman’ın yol gösterici rehberlik ve kılavuzluğuna başvurmak gerekiyor. 2. Meşrutiyetin ilânı sonrasında yaptığı yorumlarda yeni rejimin dayanması gereken temel değerleri “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet” olarak özetleyen Said Nursî, hürriyetin İslâm ahlâkıyla bezenerek süslenmesi halinde yaşayıp gelişebileceği gerçeğine dikkat çekmişti. Ve şahıs istibdadından kurtulalım derken komite istibdadına yakalanmama uyarısı yapmıştı. Haklı çıktı. Evvelâ, padişahın istibdadına bayrak açıp hürriyeti getirme iddiasıyla iktidara gelen İttihatçıların komite istibdadı geldi; ardından cumhuriyet adı altında tesis edilip, öncekilerin tamamına rahmet okutacak tek parti diktası... Bediüzzaman meşrutiyet döneminde irtibat kurup dine hizmet için teşvik ettiği Ahrarların, 1950’de demokratlar olarak tekrar dirilip iktidara gelmesinden sonra aynı teşviklerini sürdürdü. Ve aynı kadroların hatalarına karşı da yapıcı ve yol gösterici eleştiri ve uyarılarda bulundu. Hayatının son yıllarında bu ikazları iyice yoğunlaştırdı. Vatan, millet, Kur’ân ve İslâmiyet namına iktidarda muhafazasına çalıştığı demokratlara karşı Halkçıların ırkçılığı elde edip darbe vurabileceği yolundaki endişelerini dile getirdi. Ve maalesef bu endişeleri de, vefatından iki ay sonra yapılan 27 Mayıs darbesiyle doğrulandı. Türkiye hâlâ o darbenin kurduğu hukuk dışı ve antidemokratik sistemden çıkabilmiş değil. Millet iradesine, millete sorulmadan koşulan zoraki ortakların tasallutu, bilhassa asker-yargı vesayeti ve demokratik kontrol altına alınamayan “bürokratik oligarşi” şeklinde devam ediyor. 27 Mayıs’ın en tahripkâr sonuçlarından biri de, sonraki askerî darbeler için yol açmış olması. Ve ordu içinde darbeci zihniyeti devam ettirecek kadroları teşvik edip yetiştirmek suretiyle, bu müdahale geleneğini adeta sistemleştirmesi. 27 Mayıs’ın devirdiği Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın torunu Emine Gürsoy’un, o dönemde yürüyüş yapan Harbiye öğrencileri ve Yassıada duruşmalarında görevlendirilen genç subaylarla ilgili olarak tuttuğu çeteledeki isimlerin sonraki serencamları bu bağlamda son derece manidar. İsmail Hakkı Karadayı, Teoman Koman, Çevik Bir, Doğu Aktulga, Fevzi Türkeri, Çetin Doğan, Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Tuncer Kılınç ve Yaşar Büyükanıt gibi isimler bunlardan. 28 Şubat’ta, BÇG yapılanmalarında, Ergenekon bağlantılarında, Balyoz adıyla kamuoyuna mal olan darbe planlarında ve de 27 Nisan sürecinde aktif roller üstlenen bu generallerin ortak özelliği, “Yassıada stajı”ndan geçmiş olmaları... Gürsoy, onlar için “Yassıada’da yetiştirildiler ve hep terfî ettiler” diyor. (Pazar-Vatan, 23.5.10) Peki, millete ve demokrasiye verdiği zararların yanında, ordudaki tahripkâr sonuçları da hâlâ devam eden 27 Mayıs düzeni ne zaman bitecek? 27.05.2010 E-Posta: [email protected] |