Cevher İLHAN |
|
Ve GDO soruları… |
GDO tartışması, Türkiye’nin genetiği bozdurulmuş ürünlere, gıdalara ve tohumlara ihtiyacı olup olmadığı sorusunu sorduruyor. Gerçekten dünyada gıda açısından kendi kendine yeten mahdut birkaç ülkeden biri olan Türkiye’nin genleriyle oynanmış, yapısı bozdurulmuş ve değiştirilmiş gıdalara ve ürünlere ne ihtiyacı var? Denetlese bile tabiat, çevre, insan ve hayvan sağlığı üzerindeki etkileri meçhul olan ve tahribatının sınırları tesbit edilmeyen tahrip edilmiş ürünlerin ve gıdaların ithalinin gereği nedir? Hükûmetin, bu ürünleri ve gıdaları ithal etmesinin zorunluluğu nedir? Bu soruların cevabında, uluslar arası global dev şirketlerin büyük rant ve avantaları sözkonusu oluyor. Görünen o ki uluslararası “GDO’lu lobisi”nin baskısına gelinip göz göre göre halk nereye varacağı tesbit edilmeyen bir felâkete sürükle sürükleniyor. Ciddî hiçbir tedbir alınmadan “GDO vebâsı”na kapılar açılıyor; genetiği bozdurulmuş ürünler ve gıdalar halka yediriliyor? Çoğu Yahudi lobisi güdümündeki küresel ifsad komitelerine finansörlük yapan Amerikan ve ecnebi uluslar arası holdinglerin ve tekellerin GDO ürünlerin ithaline kapı açılıyor; niçin? “GDO yasası”nda ve “yönetmeliği”nde, açık açık “GDO’lu gıda ve yemin ciddî riskler ve tehditler taşıdığı değerlendirmesiyle insan, hayvan ve çevre sağlığına zararlı olduğu” yazılıyor. Bu durumda, bu “zehirli” gıda ve ürünlerin yurda girişini, satılmasını ve tüketilmesini düzenlemenin, üretimini ve ithalini “yasalaştırma”nın sebebi nedir?
ULUSLAR ARASI GDO KOMPLOSU! Hakikaten eşiği “binde 9 oranında GDO”ya hangi sıkı denetimle başa çıkılacak? Özellikle bebek maması ve çocuk besinlerinde bu eşiğin aşılmaması nasıl, hangi denetimle sağlanacak? “Paketlenen” gıdalara AB ülkelerine benzer bir denetim getirilse dahi, paketsiz ve açıktan satılan meyve ve sebzelerin “genetiği değiştirilmiş organizma”lı olup olmadığı nasıl tesbit edilecek? Tarım Bakanlığı, ithal edilecek GDO ve ürünleri için Bakanlıktan izin alınması, araştırma yapmaya yetkili kuruluşların risk ve sosyo-ekonomik değerlendirmeye ilişkin bilimsel raporlarından, kurul tarafından, biyogüvenlik bilgi değişim mekânizması vasıtasıyla kamuoyuna açıklanacağını bildiriliyor. “GDO ve ürünlerinin, belirlenen amaç ve alan dışında kullanımı, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasak olacağını” bildiriliyor. Peki, Türkiye zayıf araştırma ve analiz kurumlarıyla, yetersiz denetim ve kontrol mekânizmalarıyla bunu nasıl yapacak? Amerika’da bile tıbbî hatadan ve bu tür ilâçlardan resmî rakamlara göre 250 bin, gayr-ı resmî 800 bin insanın hastalandığı belirtiliyor. İnsanları GDO’li ürünlerle hastalığa sürükleyip, ardından “ilâcını” piyasa süren menhus menfaat endeksli çoğu Amerikan ve Batı ilâç holdinglerinin çıkarları uğruna insanlığı felâkete attığı, bütün dünyada biliniyor. İnsan ve hayvan tedavisinde kullanılan antibiyotiklere karşı direnç genleri ihtiva eden GDO ve ürünlerinin ithalatı ve piyasaya sunulması yasağının kaldırılmasıyla GDO’lu ürünleri ve gıdaları tüketenlerin, özellikle çocukların bünyesinde tahribat yapacağı, tedaviyi zorlaştırdığı, belirtilmekte. Sırf bu ürünler yüzünden ABD’de her yıl 10 bin kişi antibiyotiğe cevap veremediği için öldüğü bildirilmekte…
SORULARIN CEVABI NEDİR? Amerikan kamuoyu ve aklı başında çevreleri, bu dehşetli “ticaret komplosu”ndan ve “ilâç kumpası”ndan bîzar ve şikâyetçi. Bütün dünyada bu tehlikeye karşı etkin tedbirler alınırken, Ankara’nın doğru dürüst tedbir almadan, araştırma ve denetim kurumlarını yeterince oluşturmadan, alelâcele yasa ve yönetmeliklerle “GDO düzenlemesi”ne gitmesinin sebebi nedir? İşin başından beri ifâde edilen, “Katmerli bir suç işlenmektedir. Bir insanlık suçu söz konusu. Bebeklerimize ne yedirdiğimizi, GDO içerip içermediğini bilemeyeceğiz. Bu karar, ithalatla ilgili kurulan bağlantıların, ticarî kaygıların ağır bastığını gösteriyor” feryadına, GDO’lu ürünleri ve gıdaları denetlemeyle yetkili Tarım Bakanlığı’nın tedbiri nedir? Anlaşılan o ki global dev şirketler, GDO konusunda büyük bir baskı yapıyor. Ve yine anlaşılıyor ki siyasî iktidar, bu uluslar arası lobiye karşı dayanamıyor; GDO yasağını kaldırıyor. Peki Türkiye, dev küresel GDO firmalarının ticarî menfaatlerinin alanı olmaya mecbur mu? Sonra “bu üründe GDO yoktur” ibâresinin hangi güvenilir teminatı olacak? Uluslar arası şirketlerin bütün zorlamalarına rağmen AB, 2002 yılından yaptığı düzenlemelerle bu gıdaların ithalini ve piyasaya sürülmesini yasaklayıp engellemeye çalıştığı halde baş edemiyor. Türkiye nasıl baş edecek? Sahi Tarım Bakanlığı, neden GDO’lu ürünlerin ve gıdaların kontrolsüz girmesine cevaz veriyor? Neden, GDO’lu ürünlerin ve gıdaların resmen ülkemize girmesinin önünü açıyor? Bakanlığın, bütün bu sorulara cevabı nedir? 08.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Liderliğin test edilmesi ya da hür irade |
Anayasa değişiklik paketinin iki fireyle kabul edilmesinin ardından akıllarda görüşmelerin seyrinde yaşanan kavgalar kaldı. Ancak, Bu görüşmelerde dikkatimizi çeken başka bir görüntüyü de aktarmak istiyoruz. Çünkü görüşmelerden çıkacak dersler var. Anayasa değişiklik görüşmeleri bir bakıma partilerin genel başkanlarının “liderlik”lerini test etme yarışına sahne oldu. Hangisi testte başarılı oldu, hangisi olamadı buna millet karar verecektir. Siyasî partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından birisidir. Siyasî partiler kanununda demokratik olmayan bölümler olduğu için de bu “unsur” tam mânâsıyla görevini yapamıyor. Partilerde yetkili kurullar oluşturulsa da partinin genel başkanı hangi ilden kimin, kaçıncı sıradan milletvekili adayı olacağını belirliyor. Yani bir bakıma kimin milletvekili olacağına o karar veriyor. Bu durumda ise o kişi milletvekili seçildiğinde genel başkanının sözünden çıkamıyor. Vicdanına ve inandığı doğrulara göre hareket edemiyor. Liderinin sözünden çıkarsa, sonucuna katlanmak zorunda kalıyor. Ya istenmeyen adam ilân ediliyor ya bir dahaki seçimde aday gösterilmiyor, ya da bakan veya parti yöneticisi yapılmıyor. Böyle olunca da seçilen bir milletvekili bir bakıma milletin değil, liderinin vekili oluyor. Böyle bir yöntemin de demokrasi ile bağdaştığını söylemek mümkün değil. Gerek seçim kanunu gerekse de anayasa değişikliği görüşülürken bu konu hiç gündeme gelmedi, ya da getirilmedi. Çünkü aşağı yukarı bütün partilerde ufak tefek değişiklikler de olsa bu yöntem uygulanıyor. Seçim kanunu da buna müsaade ediyor. Bunun önüne geçilmesi için de belde, ilçe, ilden başlayarak bütün yetkili kurulların önseçimle gelmesi gereklidir. Demokrasinin güçlenmesi için kesinlikle liderler sultasına son verilmesi elzem hale geldi. Öncelikle yapılması gereken de seçimlerde adayları belirleme yetkisinin genel merkez ya da genel başkandan alınmasıdır. Demokrasinin asıl unsuru olan siyasî partiler demokratikleşemezse ülkenin demokrasisinin gelişmesini beklemek de mümkün görünmüyor. Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi ise, milletin daha çok sesini duyuracağı sistemin de yapılması gerekiyor. Yani, önce parti içi demokrasi olacak ki, bu da ülkenin demokrasisine faydalı olsun. * * * Bu uzun girişten sonra bunları niye anlattığımızı belirtelim. Son anayasa değişikliğinde de tam da bu anlattıklarımız, yani liderlik sultasının yaşandığını gördük. Anayasa değişikliklerinde partilerin grup kararı alamamasına rağmen değişik yöntemlerle milletvekilleri kontrol altında tutuldu. Yani onların hür iradelerine bir şekilde müdahale edilmiş oldu. İki parti görüşmelerde çok sıkı muhalefet etmelerine rağmen, oylamalara katılmadı. Bunun sebebi ister milletvekillerinin parti görüşüne ters oy vermesini önlemek olsun, ister başka bir nedeni olsun yanlış anlaşılmıştır. Bir başka partinin pakete ret oyu verdiğinin söylenmesine rağmen özellikle ilk turda, ret oyu dışında kalan diğer renkteki pulları partinin yetkililerine verdikleri iddiaları ortaya atıldı. Paketin sahibi olan parti fire olmaması için milletvekillerini yakın takibe aldı. Kapalı kabinlerin önlerinde parti yetkilileri dolaşarak bir şekilde milletvekilini kontrol altına almış oldular. İktidarın çıkmasını istediği maddelerin başında yer alan anayasa değişikliğinin parti kapatmayı zorlaştıran ve dâvâ açılmasını Meclis’in iznine bağlayan 8. maddenin referandum için gerekli 330 oya ulaşamayıp, paketten düşmesinden sonra yaşananlar da bunun ispatı niteliğindeydi. Liste hazırlıkları ortaya çıkınca, Fireciler arasında ismi geçenlerden bazıları liderlerine bağlılıklarını değişik sözlerle ifade etme gereği duydular. Liste hazırlayanlar ise yanlış anlaşılmaktan şikâyet ettiler. 336 milletvekili olan iktidar partisinden paketin ilgili maddesine oy vermeyen milletvekillerinin “fire” olarak değerlendirilmesi bile milletvekillerine bakışın ne kadar sakat olduğunu gösteriyor. Zira, madem gizli oylama, madem milletvekili hür iradesiyle oy veriyor bunun bir şekilde araştırılması ve pakete oy verilmeyenlerin kısaca “fire” olarak takdim edilmesinin neresi demokrasiye uyar? Bu oylamada da açıkça görüldü ki, Türk demokrasisi daha tam mânâsıyla gelişememiştir. Hangi partiden olursa olsun milletvekilinin iradesiyle oy kullanmasını engelledikten sonra kalkıp demokrasiden, milletvekilinin hür iradesinden bahsetmek ne kadar mümkündür. Burada asıl olan milletvekillerine güven olmaması, onların hür iradelerine saygı gösterilememesidir. Bunun mutlaka değişmesi demokrasi için gereklidir. Zira bunun mânâsı millete güvenmemektir. Demek istediğimiz şudur ki, bu kanunlar aynen durduğu müddetçe, hiçbir parti çıkıp biz “Milletin tercihiyiz”, “Meclis milletin iradesini yansıtıyor” diye iddia edemez. Zira bu sözlerin hepsi havada kalır ve tam mânâsıyla gerçeği yansıtmaz. Olsa olsa “liderlerin iradesi” ve “liderlerin Meclisi”nden söz edilebilir ki, bu da milletin kendi Meclisine olan güveninin sarsılması anlamına gelecektir. Bunu da sanırım hiç kimse arzu etmez. 08.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Büyük ceza |
Hukuk sisteminde ciddî sıkıntılar olduğu yıllardan beri tartışılan bir konu. Adalet ya tecelli etmiyor, ya da geç tecelli ediyor. Dolayısıyla bu noktada güvensizlik yaşandığı herkesin bildiği bir hakikat olarak karşımızda duruyor. Zaman zaman kamuoyunu şok eden kararlara imza atıldığını herkes gibi biz de görüyoruz. Klâsikleşmiş bir misâl vermek gerekirse ‘bir tepsi baklava’ çalan hırsıza 5 yıl, ‘banka batıran’ her bir patrona 5 ay ceza veriliyor. Tabiî ki buradaki zikrettiğimiz rakamlar aynen yaşanmış rakamlar olmayabilir. Kısa olsun diye böyle bu rakamları zikrettik. Meselâ bir yerde iki kişi kavga etse ve birinin ‘düğmesi’ kopsa, ‘düğme’nin kopmasına sebep olan hapse girebiliyor, öte yandan da başka birisi bir ‘insan’ı öldürse az bir ceza ile işin içinden sıyrılabiliyor. Onlarca, hatta yüzlerce böyle kararlar alındığına kamuoyu şahit. Hatta bu konuda en ciddî itirazlar yine hukuk sisteminin içinde yer alan emekli ya da görev başındaki hukukçulardan geliyor. Hatırlatmak gerekirse, “Vicdanla cüzdan arasında sıkışıp kaldık” diyenler de yine ünlü hukukçulardı... Vakit gazetesinde yayınlanan bir yazıdan dolayı gazete aleyhinde açılan dâvâda “Bir trilyon sekizyüz milyar lira”yı bulan bir tazminat cezasına hükmedildiğini duyunca, ister istemez bunları hatırladık. Bu kadar büyük bir tazminat cezası daha önce herhangi bir gazeteye verilmiş midir, doğrusu bilmiyoruz. Ama ortada bir yanlışlık olduğu aşikâr. Açılan dâvâ 2003 yılında yayınlanan bir yazıyı konu ediyor ve ‘kesin karar’ olarak da anlaşılmamalı. Bu kararın Yargıtay’da temyiz edilme safhası var ve umuyoruz ki karar bozulur. Vakit yöneticilerinin açıklamalarına bakılırsa, dâvâ AİHM’e de götürülecek. Dâvâ Yargıtay’da bozulmasa bile, AİHM bu konuda Türkiye’yi mahkûm edebilir. Ummadığımız haber ve yazılardan dolayı Yeni Asya’ya da benzer dâvâlar açıldığı için Vakit yöneticilerini belki de en iyi anlayanlardan biriyiz. Meselâ, sırf “Deprem İlâhî ikazdır” dediği için gazetemizin imziyaz sahibi Mehmet Kutlular mahkûm edildi ve cezaevine konuldu. Kime sorulsa “Deprem İlâhî ikazdır” dediği için bir kişinin mahkûm olamayacağını bilir. Nitekim dâvâ devam ederken herkes böyle düşünüyordu. Türkiye, Kutlular’ı mahkûm etti, ama son tahlilde AİHM de Türkiye’yi ve dolayısı ile bu karara imza atanları haksız buldu. “312 general dâvâsı”nda da benzer şekilde Türkiye mahkûm olmaya aday görünüyor. Yazanlara ve çizenlere bu kadar büyük tazminat cezaları vermek basın özgürlüğünü tehdit anlamı taşımaz mı? “Acaba yazdığım yazıdan dolayı ben de tazminat öder miyim?” düşüncesi, yazanlara ve çizenlere ‘sansür’ anlamı taşımaz mı? Türkiye hür ve demokrat olacaksa, ‘adil bir yargı sistemini’ bir an önce tesis edebilmelidir. Bu da sadece kanun ve yönetmelik yayınlamakla değil, köklü bir zihniyet değişikliğiyle mümkün olur. “Büyük tazminat kararı”nın Yargıtay’da bozulmasını ümit ediyoruz... 08.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Açılım neyi açıyor? |
Bazı şeyler vardır ki görünüş itibariyle hayır gibi görünse de, metodundaki yanlışlıklar sebebiyle aksiyle sonuç verebilir. Hükümetin açılım politikası da aynen bu şekilde aksi sonuç vermektedir. Normal şartlar altında “açılım politikalarının” ülkede yaşayan vatandaşlar arasında bir rahatlamaya ve barış ortamına yol açması beklenirdi. Ancak görülüyor ki, bunun tam aksine vatandaşlar arasında ciddî bir gerginlik oluşmaya başladı. Bir yanda açılım diye diye bir beklentiye sokulan vatandaşlar, diğer tarafta da bu propagandanın suistimal edilmesiyle galeyana gelen başka vatandaşlar… Bunların hepsi de bu ülkenin vatandaşı elbette ve belli ki ortada her iki tarafı da rahatsız eden bir vakıa var. Ne yazık ki, henüz 100 yılını bile doldurmamış olan gencecik cumhuriyetimizde, devlet ile vatandaşlar arasında çok kalın duvarlar örülmüş yıllarca. Bir kısım vatandaş devlete küstürülmüş, bir kısım düşman edilmiş, ezilmiş, yok sayılmış, hırpalanmış… Buna rağmen bir iç kavgaya ve iç savaş derecesinde bir ayrılığa gidilmemiş… Çünkü bu topraklarda yaşayan insanlar geneli itibariyle vatanlarını seven insanlar ve bu uğurda kanlarını dökmüş yiğitlerin torunları. Gel gelelim devlet ile vatandaşlar arasında, resmî ideoloji sebebiyle örülen duvarların bir bir yıkılması için pek tabiî ki bir şeyler yapılması şarttı. Ancak bunun metodu, açılım politikası ile işi yüzüne gözüne bulaştıran hükümetin yaptığı gibi olmamalıydı. Zira eğer demokratikleşeceksek bunu sınıf sınıf, zümre zümre değil topyekûn yapmamız gerekirdi. Sen Kürtsün, sel Alevisin, sen Romansın, sen Ermenisin vs. denilerek belli bir sınıfa sokulan vatandaşlara karşı devletin bir açılım yapması ve eşit mesafede durarak politika geliştirmesi nasıl mümkün olabilirdi? Daha en baştan insanları ötekileştirerek, etnik olarak ve inanç bakımından gruplara ayırarak yaklaşan bir devletin demokratikleşmeyi hakkıyla başarması mümkün olabilir miydi? Hayır! Zira bu şekilde geliştirilecek her açılım politikası, demokratikleşmeyi değil hizipleşmeyi tetikleyecekti. Açılım demokrasiyi değil ancak vatandaşlar arasındaki mesafeleri açmaya yarayacaktı. Nitekim öyle de oluyor! Bugün ne Kürtler, ne Romanlar, ne Aleviler ne de Ermeniler umdukları açılımı bulamadılar. Her kesimde bir beklenti oluştu. Bundan sonra imtiyazlı birer sınıf olmayı umdular belki de. Ancak buldukları şey birkaç kuru ve hamasi nutuktan ötesine geçmedi. Bunun yanı sıra, bu grupların hiçbirine mensup olmayan diğer vatandaşlarımız ise, işsiz kaldıkça, ezildikçe, sıkıntı yaşadıkça ve bir yandan da şehit cenazeleri geldikçe kin ve nefret hissetmeye başladılar. Yani hükümet arı kovanına çomak sokmuş oldu. Uzun süredir pansuman ile dindirilmeye çalışılan yaraları kaşımaya, kabuğu soyup kanatmaya başladı. Şimdi üst üste şehit veren Samsun’da “doğu kökenli” vatandaşlarımızın lokantalarına saldırılar yapılmaya başlandı. Yurdun dört bir tarafında vatandaşlar bu konuda oldukça hassas ve sinirler de oldukça gergin durumda. Şüphesiz bir takım olaylarda normalleşmeyi arzulamayan bazı şer odaklarının provokasyonları da söz konusu olabilir. Ancak bu bile, içinde bulunduğumuz gergin ortamı göz ardı edebileceğimiz anlamına gelmez. Zira ayrışma ve ötekileşme bütün boyutlarıyla ve hızlı bir şekilde yaşanmaya devam ediyor. Bu gidişatın sonu da asla hayır olmayacak gibi görünüyor. Tekrar hatırlatmakta fayda var. Türkiye’de zaten uzun yıllardır çeşitli zaman dilimlerinde “Türk-Kürt”, “Alevî-Sünnî”, “Laikçi-İslâmcı” şeklinde ayrışmalar yaşanmıştır. Ancak bu hükümetin görevde olduğu zaman diliminde bütün bu ayrışmalar, üzerine başka bir takım problemleri de katarak aynı anda yaşanmaya ve gittikçe de büyümeye başlamıştır. Esas vahim olan da budur. Hükümet artık bu ayrıştırma politikalarından rant elde etme anlayışından uzaklaşmalı, her vatandaşa eşit mesafede davranmayı öğrenmeli ve demokratikleşmeyi de bu duruşla gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Demek istediğimiz odur ki, devlet derhal vatandaşa karşı kör hale gelmelidir. Devlet vatandaşının rengine, diline, giyimine ve kuşamına karşı kör olmalıdır. Eğer devlet, milletin her bireyini tasnif ederek, etiketleyerek ve gruplandırarak politika geliştirmeye devam ederse bu işin sonu tamamen ayrışmaya ve çatışmaya gidebilir. 08.05.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
İsrail’in OECD üyeliğine hayır! |
OECD, 27-28 Mayısta yapacağı toplantısında dört ülkenin daha üyeliğe kabulünü karara bağlayacak: Şili, Estonya, Slovenya ve İsrail. Bu dört ülke, Rusya ile birlikte 2007 yılı Mayıs ayında üyeliğe dâvet edildi ve aynı yılın Aralık ayında belirlenen yol haritasına uygun olarak müzakereler başladı. Müzakereleri tamamlayan dört ülkenin katılımı ise bu toplantıda oylanacak. OECD Andlaşmasına göre bütün örgüt üyelerinin katılacağı konseyde oybirliği ile kabul edilmesi halinde yeni ülkeler üyeliğe kabul edilecek. Otuz üye ülke arasındaki tek Müslüman ülke Türkiye. İsrail, OECD’nin hazırladığı ülke raporuna göre, örgütün en yoksul üyesi olacak. Her beş İsrailliden birisi mevcut OECD üyelerinin ortalamasının iki katı daha fazla yoksul. Tabiî ki İsrail’in en yoksul kesimi de Müslüman nüfus ve Ortodoks azınlık. Ülkedeki nüfus grupları arasındaki sosyal uçurum, OECD ülkelerinin hiçbirinde yok. Ancak asıl önemli olan İsrail’deki zulüm, temel insan hak ve özgürlükleri ihlâllerinin başka hiçbir ülkede olmaması. Üç yıldır Gazze’yi ekonomik abluka altında tutan bu ülkenin, temel amacı “Daha güçlü, daha temiz, daha adil bir dünya ekonomisi” olan bir örgüte üye olarak alınmasının kabul edilmesi güç. Bazı Avrupalı Müslüman örgütler, Türkiye’nin İsrail’in üyeliğine ‘evet’ oyu vermemesi için kampanya başlattılar. Tek Müslüman üye olan Türkiye’nin, son zamanlarda hararetle savunduğu Filistin davasındaki samimiyetini göstermesi için, İsrail’in üyeliğine ‘hayır’ demesini bekliyorlar. Türkiye üç yıl önce İsrail’in üyeliğe dâvet edilmesi ve yol haritasının kabulünde evet oyu vermişti. Ancak o zamandan bu yana köprülerin altından çok sular geçti. İsrail, bütün dünyaya rağmen zulmünü ve işgal altındaki topraklara yayılmayı sürdürüyor. En büyük hamisi ABD bile, bu ülkenin kural tanımazlığını, insan hakları ihlâllerini ve saldırganlığını önleyemiyor. Böyle bir durumda Türkiye’nin üç yıl önceki tavrını sürdürme yükümlülüğünün bulunduğunu kimse iddia edemez. Böyle bir durumda hükümetten beklenen bu oylamada İsrail’in üyeliğine ‘hayır’ oyu vermesi. Okuyucularımızın da bu konudaki tepkilerini göstermesini, İsrail’in üyeliğine ‘hayır’ denilmesini istediklerini her zeminde hükümete duyurmalarının yararlı olacağına inanıyoruz. Şurası bir gerçek ki; Batı ülkeleri işlerine geldiğinde zamanında altına imzalar attıkları andlaşmaları tanımıyorlar. Türkiye’nin AB ile 12 Eylül 1963’te imzaladığımız ortaklık andlaşmasının açık hükümlerine rağmen, AB’ye alınmamasına karşın, daha serbest piyasa ekonomisi, temel hak ve özgürlükler, siyasal demokrasi kurumlarını tam oturtamamış on eski Sovyet bloku ülkesinin apar topar üye yapılması bunun en ibret verici örneği. Öyleyse Türkiye de açık tavrını göstermeli ve İsrail’in OECD üyeliğine, Filistin sorunu çözülene kadar ‘hayır’ demelidir. Hepimizin bu konuda elinden gelen gayreti göstermesinin de etkili ve faydalı olacağı kanaatindeyiz. 08.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İnönü'den Atatürk'e |
Erdoğan CHP’yi, Hitler’e benzettiği İnönü ve Aziz Nesin’in “Ey Türk faşisti” yazısı üzerinden hırpalamaya ve Baykal da “Eğer İnönü Hitler idiyse Atatürk ne?” sorusuyla bu salvoları savuşturmaya çalışadursunlar... Bu tartışmaların ucu ister istemez ve kaçınılmaz bir şekilde, birilerinin “Ebedî Şef” saydığı adrese uzanıyor. Erdoğan işin o tarafına girmekten uzak dursa da, CHP’nin mukabil reaksiyonları, işi kendiliğinden o tarafa doğru kaydırıyor. İnönü ailesi, tepkisini İsmet Paşanın meşhur “Hadi canım sen de” söyleminden öteye taşımazken, kimi CHP’liler Erdoğan’a “İnönü’ye yüklenmek kolay, sıkıysa Atatürk’ü eleştir de görelim” diye meydan okuyorlar. Onur Öymen de Dersim’le ilgili talihsiz çıkışına gelen yoğun tepkileri Atatürk’e sığınarak göğüslememiş miydi? Böylece, Erdoğan’ın öyle bir niyeti olmasa ve tam tersine AKP lideri Atatürkçülük bayrağını CHP’nin elinden alma ısrarından vazgeçmese dahi, M. Kemal de tartışma zeminine çekiliyor. Ama orası mayınlı bir alan. Çünkü Atatürk’ü Koruma Kanunu var. Öyle olunca, o konuda özgür bir şekilde tartışabilmek mümkün değil. Bu durum adaylık sürecinde Türkiye’nin kendisine has tuhaf gerçeklerini daha yakından görüp tesbit etme imkânı bulan AB’nin de dikkatini çekmiş olmalı ki, müteaddit raporlarında bu kanunun ifade özgürlüğü önündeki engellerden birini oluşturduğu, altı çizilerek vurgulandı. Ama iktidarıyla, muhalefetiyle siyasetin gündeminde, çağdaş demokratik dünyada benzeri olmayan bu garabeti sona erdirip, kişiyi kanunla koruma ayıbını kaldırmak gibi bir konu yok. Tıpkı kişi adıyla tanımlanan, ama hukukta da, bilimde de, medenî dünyada da başka bir eşi ve benzeri bulunmayan milliyetçilik anlayışı gibi... Bu konudaki garipliklerden biri, açılım ve demokratikleşme bahisleri açıldığında mangalda kül bırakmayanların, Atatürk milliyetçiliği kavramı karşısında sergiledikleri derin suskunluk. Bu sessizliğin anlamı ne? Böyle bir kavramın anayasa gibi temel bir belgede, hem de değiştirilemez maddeler içinde yer almasını normal mi karşılıyorlar? Yoksa bu konuda görüş beyan etmeyi mâlûm sebeplerle sakıncalı mı görüyorlar? Ya da, “Şimdi bu konuyu tartışmaya açmanın zamanı değil, hele öbür meseleleri halledelim, sonra buna da sıra gelir” diye mi düşünüyorlar? Hangisi geçerli olursa olsun, demokrasi söylemlerinin inandırıcılık ve samimiyetine gölge düşüren son derece problemli bir yaklaşım bu. Çünkü diğer alanlarda atılmak istenen demokratikleşme adımları da, Atatürk milliyetçiliğine dokundurmayan ve Atatürkçülük dışında hiçbir faaliyetin müsamaha görmeyeceğinde ısrarlı olan tekelci ve dayatmacı sisteme takılıyor. Neyse ki, yavaş ve hafiften de olsa bu durumun değişme yoluna girdiğini gösteren işaretler belirmeye başladı. Bunların bazı örneklerini 13 Nisan’da çıkan “Atatürk milliyetçiliği: the end” başlıklı yazımızda vermiştik. Son bir örneği, milliyetçi entelektüel camianın önde gelen isimlerinden Mustafa Çalık’ın ifadelerinde gördük. “Atatürk milliyetçiliği” tabirine Türk milliyetçiliği adına karşı çıktığını aktardığımız Yılmaz Öztuna’nın eleştirisini daha ileri bir noktaya taşıyarak “Atatürk milliyetçiliği safsatadır” diyen Çalık, referans olarak “Atatürk’ün ahirete göçtüğü gün yürürlükte olan anayasa”yı gösteriyor ve “O anayasanın hiçbir yerinde Atatürk ilke ve inkılâpları ibaresi, Atatürkçülük lâfzı, Atatürk milliyetçiliği yoktur” diyor (Zaman, 30.4.2010). “Kişi kültüne dayalı hukuk olmaz” ifadesiyle, meselenin son derece önemli bir boyutunu daha vurgulayan Çalık, yıllar önce de MHP’yi, 18 Nisan 1999 seçimi sonrasında DSP ile koalisyon ortağı olduğu günlerde “Türk milliyetçiliğini Atatürk milliyetçiliğine dönüştürmeyin, yani Kemalizme teslim olmayın” diyerek ikaz etmişti. Ama MHP bu ikaza kulak vermedi. Ve bedelini 2002 seçiminde Meclis dışı kalarak ödedi... 08.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin YAŞAR |
|
Azamet-i İlâhiyeyi zihinlerde tesbit |
İbadet, Allah’ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden sakınmak anlamına gelmektedir. İnsanın yaratılmasına sebep, emrolunan ibadetleri yapmaktır. İbadetleri yapmaktaki emir ise, imanın hakikati olan yakîni elde etmek içindir. Hicr Sûresi son âyette, “Yakin elde etmek için Rabbine ibadet et” buyrulmuştur. İbadetsiz iman, imanın kendisi değil görünüşüdür. Nisa Sûresi 135. âyette, “Ey iman edenler! İman ediniz” buyrulmuştur. Bu âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere iman, yalnız icmali ve taklidi bir tasdike münhasır değildir. “İman temennî değil, kalplerde yerleşmesiyle amelin de onu tasdik etmesiyle vücut bulur” (Hadis-i şerif) Yoksa Allah’ı bilmek, bir Allah var deyip, bütün mülkünü esbaba, tabiata taksim etmek, her şeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek, emirlerini tanımamak, sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini bilmemek, hiçbir cihette Allah’a iman hakikatinin onda olmadığının göstergesidir. (Hizmet Rehberi, 74.) İşte tam bu noktada inkâr etmek ile iman etmenin bütün bütün farklı olduğu ayrımını nazara almak gerekecektir. “Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdânî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale âlem-i İslâm’ın hâl-i hazırdaki vaziyeti şahittir.” (İşârâtü’l-İ’caz, 140.) Bugün toplum içerisinde Müslüman olduğuna dair tereddüt yaşamayan çok sayıda insan vardır. Fakat bu insanların gerek yaşantıları, gerek yakalandıkları mânevî hastalıklara bakılınca, imanın izleri ve tesirlerinin az olduğu göze çarpar. Evet, insanlar Allah’ı inkâr etmemektedir, fakat imanlarının da tahkikî olduğu söylenemez. Çünkü, “İman etmek Kur’ân-ı Azîmüşşanın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şahadetine istinaden kalben tasdik etmek, elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir.” (Hizmet Rehberi, 75.) İbadetler, Allah’ın Mabud, insanın da kul olduğunu en kusursuz şekilde ifade etmenin adıdır. Kul ile Mabud arasındaki en yüksek nispettir ve kulun hakikî Mabuda karşı tavırlarının tanziminden ibarettir. İbadet insanın varlık, hayat, şuur, idrak ve en önemlisi de iman gibi nimetlere mazhar olduğu bütün bu şeylerin diliyle bir tefekkürdür. İbadetlerin neticesi takva mertebesine kavuşmaktır. Bakara Sûresi 21. âyette şöyle buyrulur, “Ey insanlar sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız.” İbadetin emredilme sebebi ve hilkat-i beşere terettübü iki şeyden ileri gelmektedir. “Ya insanlar ilk yaratılışında ibadete istidatlı ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. Ve o istidadı ve o kabiliyeti onlarda gören, onların ibadet ve takva vazifelerini göreceklerini kaviyyen ümit eder. Veyahut, insanların hilkatinden ve memur oldukları vazifeden ve teveccüh ettikleri kemalden maksat, ibadetin kemali olan takvadır.” Risâle-i Nur satırlarında farklı yerlerde takvanın tanımları vardır. İşârâtü’l-İ’câz adlı eserde Kur’ân-ı Kerim’de geçen takvanın mertebelerinden bahsedilir. Birinci olarak takva, şirki terk; ikinci mertebede maâsiyi (günahları) terk, üçüncü olarak da mâsivâullahı (Allah’ın dışındakileri) terk anlamındadır. Bundan başka, Kastamonu Lâhikası’nda günahlardan şiddetle içtinap anlamında zikredilmiştir. Takvanın en geniş tanımı ise, Hutbei Şamiye’de şu şekildedir: “Vicdanın anâsır-ı erbaası (dört unsuru) ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye her birinin bir gayetü’l-gâyâtı var. İradenin ibadetullahtır; zihnin marifetullahtır; hissin muhabbetullahtır, latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gâyetü’l-gayeye sevk eder.” (Hutbe-i Şamiye, s. 115) Bakara Sûresi’nde, “Ey insanlar, ibadet ediniz!” diyerek, bütün insanlara umumî hitap yapılmıştır. İnsanın yaratılmasına sebep, emrolunan ibadetleri yapmasıdır. İşte bu noktadan hareketle umumî olan hitap mü’minlere de, münafıklara da, kâfirlere de yapılmıştır. Kâmil mü’minlere ibadete devam ve sebat etmeye, orta dereceli mü’minler için ibadetin arttırılmasına, kâfirler için iman ve tevhid ile ibadet yapılmasına, münafıklara da ihlâsa emir anlamındadır. (İşârâtü’l-İ’câz)
İBADET VE İHLÂS Yaratılışın ücret ve neticesi olan ibadetlerin bir ücret beklentisiyle yapılması, ibadetlerin sıhhatine zarar getirebilir. İbadetlerin ruhu olan ihlâs bozulabilir. İnsanın ibadetlerindeki ihlâsı yakalamasının sırrı, sahip olduklarını görmesi ve kendi mahiyetini bilmesiyle doğrudan alâkalıdır. En başta hayr-ı mahz olan vücudu vermiş olması ve bu vücudun devamı için gerekli olan rızıkları vermesi, sonra hassasiyetli bir hayat verip, o hayata lâzım olan cihazları ve o cihazların nimetlerini vermesi, sonra insanın önüne âlem-i mülk ve melekûtu açıp, bu âlemlerden istifade edecek akıl nimetini vermesi, sonra İslâmiyet ve iman nimetini verip, Esmâü’l-Hüsnâ’yı bir sofra-i nimet yapması ve imanın bir nuru olan muhabbeti vermekle sınırsız sofraları ve lezzetleri vermesi ücretin peşinen alındığının delilleridir. İşte bütün bunlara karşın insan masrafsız, hafif, nimetli, rahat bir hizmetle yani ibadetlerle mükellef kılınmıştır. İbadetin ruhu olan ihlâsı bozmadan Allah’ın marifetine kavuşuncaya kadar ibadet etmek gerekir. İhlâssızlıkla ibadetlerin bozulması itaati bozmaktadır. Çünkü ibadetten maksat, fikirleri Yaratıcıya çevirmektir. İnsan Yaratıcısına yöneldiği, zihninde azametini tesbit ettiği zaman ancak itaat edip, inkıyâda girmektedir. İtaat ise, insanı intizam altına almayı netice verir. Çünkü insan, sınır konmamış kuvvelerini ancak itaat ile intizam altına alabilmektedir. Dolayısıyla itaatin bozulması, Şeriatin hudutlarından ve peygamber terbiyesinden çıkmayı netice verir. Böyle bir hal, insanın ifrat ve tefritlerde yaşamasını, bu hal de, hem kendi nefsine, hem sosyal hayata adaletsizliği ve zulmü netice verir. Güzel ahlâk, ibadetlerin meyvesidir. İman-ı Rabbani, Mektubat’ında, “Mü’min güzel ahlâklı olmazsa, yaptığı ibadetler hiçbir kıymeti ve faydası olmayan hareket ve âyinlerden ibaret kalır” demiştir. Dolayısıyla ibadetlerin ruhu olan ihlâs kaybedilirse, güzel ahlâk neticesine de ulaşılamaz. Bu durumda da hem ibadet eden, hem de kötü işler yapan insan manzaraları ortaya çıkar. Bir süre sonra da bütün bütün ibadetler kaybolur. Bir hadis-i şerifte söyle buyrulmuştur; “Kimin namazı onu kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymazsa, onun Allah’tan uzaklaşması artar.” İbadetlerin neticesi olması gereken güzel ahlâk sağlanmazsa, düzeltilip güzel temeller üzerine oturtulmazsa, yapılan ibadetler de bir fayda sağlamayacaktır. Çünkü kötü huylar, dünya ve ahiret işlerini bozar. İşte ibadetlerden maksut olan güzel ahlâkın oluşması, amelin ruhu niyet, niyetin ruhu da ihlâsla mümkündür. (Mesnevî-i Nuriye) İbadetler sayesinde insan cismâniyetten kurtulup, kalp ve ruhun derece-i hayatına geçmesi mümkündür. Bunun için ibadetlerde ihlâsla beraber, günahlardan tövbe etmek, helâl ve harama dikkat etmek, konuşmada, yemede, uyumada ölçüyü yakalamak gerekecektir. 08.05.2010 E-Posta: [email protected] |