Yasemin YAŞAR |
|
Şefkat açılımı - 3 |
İnancın kaybolmasıyla yitirilen masumiyet
Günümüzde ebeveynlik ciddî profesyonellik gerektiren bir iştir. Bundan kırk elli yıl önce daha az kaygı ve endişelerle çocuklarımızı büyütebiliyorduk. Çocukların ruh dünyalarını, bilinçaltlarını etkileyecek çok fazla olumsuz bir şey yoktu. Günümüzde ise, çocukların dünyasını etkileyen yüzlerce olumsuz olaylar gözlerden, kulaklardan geçerek kalpleri ve akılları bozmaktadır. Artık gözün gördüğü ve kulağın işittiği hemen hemen her şey etkilemekte, bozmakta, tahrip etmektedir. Gelişen dünyanın, gelişen canavarları, günahları, sefahati, zalimliği, cahilliği ile beraber büyüyen çocuklarımıza, yerinde sayan bir ebeveyn anlayışıyla yaklaşmak ne kadar doğru ve ne kadar problem çözücüdür düşünmek gerekir. Anneliği ve babalığı giydirmek ve yedirmekle sınırlı gören anlayışlar değişmediği sürece çocuklarımızı hızla kaybetmeye devam edeceğiz. Sadece maddî dünyalarını beslemenin yeterli olmadığını, yüzlerimize ve insanlığımıza tokat gibi vuran kaç dehşet haberiyle anlayacağız. Hazret-i Ali (ra), daha bin dört yüz küsur yıl önce bu zamanın, rahata düşkün ve vazifelerinin çocuklarının maddî dünyalarını doyurmakla sınırlı olduğunu zanneden anne babalara seslenmiştir: “Çocuklarınıza içinde bulunduğunuz zamanın bilgi ve kültürünü değil, daha sonraki devrin âdâbı ve erkânını öğretiniz. Zira onlar sizin içinde yaşadığınız zamandan başka bir zaman için yaratıldılar.” İşte ebeveyn olmak bu yüzden ciddî bir çaba, donanım, irade, sabır, şefkat isteyen bir iştir. Bunların yapabilmesi için anne ve babaların iradelerini güçlendirmesi, sağlam bir vicdan ve şefkat eğitiminden geçmeleri gerekecektir. Duygusal zekâ dediğimiz hisleri tanıma, kontrol etme, nedenini bulma, doğruya kanalize etme gibi becerileri önce anne babalar kendi dünyalarında kontrolü sağlayacak, sonra çocuklarına dengeli bir biçimde verebileceklerdir. Bütün çocuklar dünyaya gelirken, sevgiye, şefkate ve güzelliklere müsait bir yapıda gelir. Onları şefkat fakiri yapan, şefkatini doğru kullanmayan anneler ve babalardır. İnsanoğlunda bir çok duygunun tohumları ve filizleri vardır. Belli durumlarda bazı duygular zıt olmalarına rağmen aynı anda ortaya çıkarlar. Sevgi, düşmanlık, şefkat ve nefret gibi. Bu zıt duygulardan hangisi beslenirse o öne çıkar. Eşyanın tabiatı gereği boş bırakılan boşluklar bir şekilde doldurulur. İnsanın kişilik ve ruh yapısı da bu gerçekten yola çıkarak kendi boşluklarını denetimsiz bir şekilde doldurma ve ihtiyacını karşılama zaafı içindedir. Çocuklara şefkat eğitimi verilirken anne ve babaların bunun için ciddî bir çabaya girmesi gerekir. Bilinçli bir şekilde sevgi ve şefkat tohumları ekilmezse zıt duygular yani kin, nefret ve düşmanlıkla dolabilir. Nefret adaletsizliği, o da şiddeti doğuracaktır. Bugün suç işleyen insanların, dünyayı kana bulayan diktatörlerin geçmiş yaşantılarına inildiğinde ciddî bir şefkat, sevgi ve ilgi eksikliği gözlemlenmiştir. Bu yüzden anne ve babalar, her davranış ve sözleriyle çocuklarına örnek olup, sarf edilen her sözcüğün ve davranışın nereye varacağını, tahrip mi tamir mi yapacağını inceden inceye hesaplaması gerekir. Meselâ, çocuğunun yanında bir başkasına hoşgörüsüz davranan, kin ve nefret ifade eden sözcükler kullanan anne ve babanın çocuğu, bu mesajı okuyacak ve kalbine ilk nefret tohumları anne ve babası tarafından ekilecektir. Sevgi ve şefkatin yerleşmesi ancak şefkatli kalplerde oluşan düşünce, duygu ve davranışlarla olacaktır. Çocuklarımıza neyi verirsek onlardan ancak onu bekleyebiliriz. Burada hemen şunu belirtmek gerekir ki, anneler ve babalar çocuklarına olumsuz mesajlar vermemiş olabilirler. Fakat yukarıda belirtildiği gibi insan duyguları boşluk kaldırmaz. Eğer bilinçli bir vicdan ve şefkat eğitimi vermediysek, o zihne bilinçli olarak çevre, medya, televizyon, arkadaş, internet vs. ile öfke, kin, zalimlik duyguları verilecektir. Bu noktalar nazara alındığında anne ve babaların kendilerini ciddî bir sorgulamadan geçirmeleri gerekecektir. Batıda yapılan bir araştırmada 60’lı yıllarda insanların anlam arayışını hayatın merkezine yerleştirdiğini, 80’li yıllarda ise anlam arayışının yerini para arayışının aldığını tesbit etmişlerdir. Artık hayatı sürdürmek için para ve güç biriktirmek ve nefsi tatmin etmek öncelik olmuştur. Anlam arayışının yok olması, inançları zedelemiş, inançların zedelenmesi ve kaybolması da masumiyeti yitirmeyi netice vermiştir. Bu küresel dünyada kibir özgüven olarak adını almış, öfke ve rekabetçilik yüceltilmiş, şehvet cinsel çekicilik adıyla meşrûlaştırılmış, yalan, ekonomik ve siyasî hayatın vazgeçilmezi olmuş, kanaat ve fedakârlık gibi erdemler ani tatmin ve hazcılığa feda edilmiş, hâsılı Yaratıcı tarafından kebair olarak belirlenen büyük günahlar erdem sayılmış ve insanlık kaybetmeye başlamıştır. İşte böyle bir manzara içindeki insanın maneviyâtı da derinlere inmemekte, derinlerde oluşan çatlakları tedavi edememektedir. Mezarlıkta ve Ramazan’da hatırlanan yedek lastik konumundaki imanlar, hüznün ve ölümün karşısında sığınılacak tek şey, ama onun haricinde hayatın içine pek sokulmayan bir iman algısı hükmetmeye başlamıştır. Bu gelişen küresel dünyada tahassüngâh olan aile sığınakları da tahribata uğramış ve tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. Birbirine her an boşanabiliriz nazarıyla bakan çiftler, bu atmosferde anne ve babalığı icra etmeyip, dadıların ve televizyonların büyüttüğü çocukları meyve vermiştir. Evlilikler daha baştan bozuk temeller üzerine inşâ edilmiş, güzellik, makam, para gibi dünyalıklar ve faniler üzerine kurulan evlilikler de dünyalık herşey gibi kısa sürede bozulmuş, parçalanmıştır. Hızla değişen küresel dünyada insanların şahsiyetlerinde de, benliklerinde de hızla değişim oluşmuştur. İnsan kalma istikrarı ve sürekliliği, değişkenliklerle zedelenmiş ve insanlık kalite kaybetmiştir. Böyle bir dünyada emin olunacak, istikrar sağlanacak, kimliklerin oturacağı, şahsiyetin gelişeceği, sosyal hayat çalkantısından dinginliğe ulaşılacak tek emin müessese aile hayatı görünmektedir. Fakat burası da bozulmaya başlayınca, işte insanlık o zaman kaybetmeye başlamıştır. Sefih medeniyetin bozuk felsefesine kapılan anne ve babalar artık çocuklarına bu dünyada erdem ve ahlâkı önceleyen bir hayatı öğütlemiyor. Narsist kültürün ve annelik babalık vazifesini yapamayan ebeveynlerin meyvesi olan çocuklar, şişirilmiş özgüvenleriyle ve edepsiz ve hazcı duygularıyla dünyayı tehdit eder hâle gelmiştir. Anneler ve babalar şefkatlerini yanlış kullanmanın neticesinde çocuklarına şu iki düşünceyi aşılarlar: Biri, “Benim her şeye sahip olmam lâzım.” İkincisi “Kimse benim, mutluluk ve kendimi gerçekleştirme arayışıma engel olamaz.” İşte narsizmin ve ahlâksızlığın menşei olan bu iki düşünce ailede anne ve baba tarafından şuursuzca aşılanır. ‘Hafız mektebinden alıp Avrupa’ya göndermek’ tercihi, çocuklarına dünyada neyi öncelemeleri hakkında verdiği çok yanlış bir ders olmuştur. Üstelik anne ve baba bu dersini şefkatini kullanarak vermektedir. İkinci yanlış dersi ise şöyle vermektedir. Yirmi Birinci Mektub’da Bediüzzaman şöyle bir tesbitte bulunur: “Dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır.” İşte yanlış şefkat ile mânevî boyutu eksik bırakmak, ahlâk ve erdem eğitimi vermemek, aslında annelerin kendi sonlarını hazırlaması anlamına gelmektedir. Çünkü özgüveni yanlış ayaklar üzerine oturttuğu için annenin babanın ihtiyarlık halleri her şeyi nefis ve haz üzerine kuran evlât için çekilmez ve dayanılmaz olacak ve yanlış şefkatlerinin tokatlarını evlâtlarından hürmetsizlik ve edepsizlik olarak yiyeceklerdir. Arzuların hızla tatmin edildiği bir dünya yaşanmaktadır. Böyle bir dünyada his ve duyguları kontrol etme eğitimi çok önemlidir. İnsanda akibeti görmeyen kör hissiyatlar mevcuttur. Eğer bu hissiyat terbiye edilmezse, nefis dahi yardım ederse, insanın aklı ve kalbi susar. Bu suskunluk da insanı insaniyeten çıkaracak kadar sükûta götürür. Öyle bir dünya ki, ilgisizliği, sevgisiz ve şefkatsizliği kaldırmadığı gibi, bazen ilgi, şefkat ve sevgi de yetersiz kalmaktadır. Burada önemli olan doğru şefkat ve vicdan eğitimidir. Bunun için öncelikle ailenin sağlam ve güvenilir bir sığınak (tahassüngâh) olması gerekir. Anneler ve babalar çocuklarına hayatlarında en etkili oldukları zaman şefkatle, şefkat eğitimini vermezlerse, o boşlukları başkaları dolduracaktır. Şefkatin doruğunu yaşayan Hazret-i Peygamber’den (asm) öğrenecek çok şefkatli dersler vardır. İyi bir anne baba olabilmemiz için bizim rol modelimiz hiç şüphesiz Hazret-i Peygamber’dir (asm). İşte şefkatli Peygamber’in (asm) şefkat dersleriyle beslenmek, çocuklarımıza vereceğimiz şefkat eğitimi için en doğru dersler olacaktır. Bugün eğitimin de, iletişimin de, vicdan ve hislerin kontrolünde de en zirve eğitim bin dört yüz küsûr yıl önce Asr-ı Saadet’te verilmiştir. Psikologlar, sosyologlar, iletişim uzmanları, çocuk eğitimcileri, anneler ve babalar problemlerin çözümünü yanlış adreslerde aramamalıdır. Çünkü aklın gereği yaşanmış, denenmiş ve sonucu alınmış bir neticeyi ve örneği göz ardı etmemek ve başka arayışlara girmemektir. 01.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Yasakta topu taca atmak |
Anayasa değişikliği teklifinin ilk görüşmeleri tamamlandı. 301-308 aralığında kabul edilen maddelerin ikinci tur görüşmeleri yarın başlayacak. İkinci tur oylamanın, konuşmalar olmayacağı için daha kısa sürmesi bekleniyor. Eğer madde üzerinde önerge verilmişse, sadece önergeyi veren konuşabiliyor. Muhalefetin değişik yöntemlerle engellenmesi de göz önüne alındığında dört-beş günde biteceği tahmin ediliyor. İkinci turda firelerden endişe eden AKP işi sıkı tutuyor. Adam adama markaj yapılıyor. Çünkü ikinci turda 330’un altında kalacak maddeler paketten düşmüş oluyor. Bu kısa bilgiden sonra, asıl yazmak istediğimiz konu yıllardır binlerce mağduriyet oluşturan bir yasak hakkında olacak. Kanunsuz şekilde uygulanan başörtüsü yasağı unutturulmaya çalışılsa da sıkıntı meydana getirmeye devam ediyor. Birçok kamu kuruluşunda ve üniversitelerde başörtülüler bazı formüller bulsa da, içlerinin kan ağladığını düşünmemek imkânsız… Başını açmak istemeyen, inandığı için başını örten kişiler ise ya işyerinden, ya da okulundan cezalar almaya devam ediyor. Bu büyük sorun görmezden gelinemez. Kimse gözlerini kapatıp, “Artık gına geldi bunları yazmayın” diyemez. “Artık hiç kimsenin böyle bir sorunu yok” diyenlerin sözlerinin hiç inandırıcı tarafı yok. Çünkü, Türkiye genelinde her gün onlarca olay yaşanıyor. Hafta içinde yasak konusunda önemli sayılabilecek bir olay gerçekleşti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan hakkında, “kamu alanı sayılan yerlerde türban takarak, Anayasa’ya, Türk Ceza Kanunu’na, İnkılap kanunlarına, Anayasa Mahkemesi kararları ile AİHM kararlarına aykırı hareket ettikleri” iddiasıyla yürütülen soruşturmada, “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verildi. Konuyu özetleyelim. Uzun yıllardır Almanya’da yaşayan ve 1999 yılından bu yana Avrupa Türkiye Cumhuriyeti Kadınları Derneği’nin başkanlığını yapan Sultan Atıcı, suç duyurusunda “Türk kadınını temsil görevine sahip kişiler olan Hayrünnisa Gül ve Emine Erdoğan’ın, kamu alanı sayılan yurt dışı görüşmelere ve yurt içinde anayasa ve yasalar ile belirtilen resmî günlere, dinsel kıyafet olan ve siyasî simge niteliği bulunan türban ile katılarak suç işledikleri” iddiasında bulunmuştu. Mahkeme bu konuda karar verirken, “Bir fiilin suç oluşturabilmesi için Türk Ceza Kanunu’nda ya da özel ceza kanunlarında suç olarak tanımlanması ve müeyyidesinin bulunması gerektiği” gerekçesini öne sürerken, aslında başörtüsünü yasaklayan bir kanunun olmadığını da söylemiş oldu. Bu başörtüsü yasağı konusunda güzel bir gelişme… Fakat, sadece Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın eşleri konusunda böyle bir karar alınması, bu yasağın bittiği anlamına gelmiyor. Çünkü kamusal alanda yasak alabildiğine sürüyor. Bugün yine Türkiye’nin dört bir yanında 5-6 senedir aralıksız devam eden başörtüsüne özgürlük eylemleri yapılacak. Her hafta sonu yapılan bu eylemleri ya kimse görmüyor, ya da görmezlikten geliyor. Kurulduktan sonra seçime girerken, bu meseleyi çözmelerinin “namus borcu olduğunu” söyleyenler, şimdilerde ise farklı konuşuyorlar ve çözüm için bir fikir üretmekten öte, adeta başlarından savmaya çalışıyorlar. Başbakan Yardımcısı olduğu dönemde, yapılan anketlerde başörtüsü yasağının Türkiye’de yüzde 1.5’lik kesimin sorunu olduğunun ortaya çıktığını söyleyen Mehmet Ali Şahin, “Bizim de önceliğimiz türban değil, işsizliktir” demişti. O dönem gündeme ilişkin açıklamalarda bulunan Şahin, “Türbanla ilgili, başörtüsüyle ilgili sorunları, sorun sayıyor musunuz? Sorun sayanların sayısı yüzde 1.5’tir. Halk hangi konuların öncelikle çözülmesini istiyorsa, biz hükümet olarak bu sorunlara odaklandık. Bizim gündemimizde halkın sadece yüzde 1.5’inin gündeminde olan bir konu öncelikli olarak yoktur. Olması siyaseten de yanlıştır. Bizim önceliğimiz türban değil, işsizliktir” demişti. Anayasa değişikliği tartışmalarının yaşandığı Meclis’te görüşmeler sırasında da Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, bu konuda topu taca atarcasına MHP’li Mümin İnan’ın pakette konuyla ilgili düzenleme olmamasını eleştirmesine cevap verirken, “Refah ve Fazilet Partileri bu sebeple kapatıldı. Dolayısıyla başörtüsü meselesini CHP çözmek istiyorsa çözebilir, elini tutan yok, MHP çözmek istiyorsa, sadece soruyla değil, yüksek sesle bunu ifade eder; teklif hazırlayın ben de destekleyeyim” diye cevap vermesi ibretlikti. Prof. Dr. Ergun Özbudun’un dediği gibi, “kamusal alanda başörtüsü takmayı yasaklayan kanun hükmü yok. Kamusal alan tarifi zaten hiçbir yerde yok.” O halde, bu yasak niye devam ediyor? Yasak yoksa, bu uygulamayı sürdürenler suç işlemiyorlar mı? Ortada yıllardır büyük mağduriyetler oluşturan ve hâlâ da oluşturmaya devam eden bir yasak var. Bu yasağı çözme konumunda olanlar da topu taca atmak yerine, meselenin çözüm yollarını bulmalıdırlar. 01.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Alkole karşı çığlık |
Uyuşturucu ve alkollü içkilere karşı ne kadar mücadele edilse azdır, ama başta Türkiye’yi idare edenler olmak üzere bu konuda gayret göstermesi gereken sivil toplum kuruluşları da maalesef ‘sarhoş’ olmuş durumda. Hemen her gün alkolün dehşetini gözler önüne seren hadiseler yaşanıyor, ama bu gelişmeler bile bizi uyandırmaya yetmiyor. Bakınız, yakın zaman önce İzmir’de tüyler ürpeten bir ‘seri cinayet’ işlendi. Katil zanlısı kısa sürede yakalandı ve o cinayetin altından da aslında alkol alışkanlığı çıktı. Cinayetten kısa sonra yakalanan katil zanlısı, “İçki içtiğimde farklı bir kişiliğe bürünüyorum” demiş. (Hürriyet, 30 Nisan 2010) Unutmamak lâzım ki, içtiğinde farklı kişiliğe bürünen sadece ‘katil zanlısı’ değil, hemen herkes aklı iptal edip insanı ‘deli’ haline getiren alkollü içkileri içtiğinde farklı bir kişiliğe bürünür. Yine unutmamak lâzım ki bürünülen bu farklı kişilik hiç de iyi bir kişilik değildir! Bizden çok önce bu yollardan geçen ‘gelişmiş ülkeler’ alkolün nesilleri mahvettiğini anladı ve şimdi çare arıyorlar. Türkiye’yi idare edenlere her fırsatta bu gerçekleri hatırlatmak isteyişimizin sebebi de budur. Yarın bir gün bu ‘belâ’dan kurtulmak için çalışılacağına göre, şu anda bu ‘belâ’dan uzak durulsa ne kaybedilir? Avrupa’nın alkol belâsından uzak durmaya çalıştığını gösteren yeni bir gelişme yaşandı. AB dönem başkanlığını yürüten İspanya’nın organize ettiği Avrupa Birliği Uyuşturucu ile Mücadele Ulusal Koordinasyon toplantısına katılan yetkililer, gençlerde alkol kullanımının endişe verici boyutta olduğuna dikkati çekmiş. Araştırmalara göre AB ülkelerinde lise çağlarındaki gençlerde (14-18 yaşları arasında) yapılan ve son 1 yılı kapsayan bir araştırma sonucunda, gençlerin yüzde 72,9’unun alkol, yüzde 47,6’sının alkol ve sigara, yüzde 3,9’unun alkol, sigara ve esrar, yüzde 2,5’inin de alkol ve sigaranın yanında kokain, ekstazi gibi diğer uyuşturucuları da kullandığı açıklanmış. İspanya, Almanya, Belçika, Kıbrıs Rum Kesimi, Estonya, Fransa, Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’in üyesi olduğu AB Uyuşturucu ile Mücadele Ulusal Koordinasyon grubunun, 18 yaşın altındakilerde alkol kullanımını önceden önleyebilmek için eylem planı hazırlanmasını karara bağladığı ifade edilmiş. (Yeni Asya, 30 Nisan 2010) Bu ‘haber’den öğrendiğimize göre Avrupa ülkeleri “AB Uyuşturucu ile Mücadele Ulusal Koordinasyon Grubu” kurmuşlar. Türkiye’de de benzer bir kuruluş var mı? Ve daha da önemlisi grup, “18 yaşın altındakilerde alkol kullanımını önceden önleyebilmek için” çalışma yapacakmış. İşte asıl mesele bu: Alkol kullanımını ‘önceden’ önleyebilmek! Bunu yapmak da ancak kalpleri ve gönülleri ıslâh ve ikna ederek mümkündür. Alkollü içkiler hususunu kimilerine göre ‘gereğinden fazla’ gündemde tutuyor olabiliriz. Ama bizce daha fazla gündemde tutulmalı ve en kısa zamanda alkole karşı bir kampanya açılmalıdır. Hiç değilse alkollü içkilerin reklamlarının gazetelerde yer alması önlenmeli ve engellenmelidir. Ankara’dan arayayan bir okuyucu/ ağabeyimiz bunu hatırlattı ve kampanya açmamızı talep etti. Kendisine katıldığımızı beyan ediyor ve kendi dünyamda ‘kampanya’ açtığımı ilân ediyorum. Her fırsatta ‘alkollü içkiler’in zararları ve sebep olduğu ‘kötülük’leri gündeme getirmeye çalışacağız. Alkollü içkiler bizi, ailemizi ve cemiyeti yutmadan uyanalım artık! 01.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Çifte vesayet |
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, “Problem askerî vesayet olmaktan çıkıp yargı vesayetine mi dönüştü?” sualini “Evet” diye cevaplıyor (Seda Şimşek, Bugün, 26.4.10). Bakanı, konumu gereği doğrudan muhatap olduğu yüksek yargı organlarıyla ilişkilerinde karşılaştığı sorunlar, özellikle HSYK ile yaşadığı krizler böyle düşünmeye yönlendirmiş olabilir. Ama asker vesayetinin kalktığı izlenimi uyandıracak beyanları pek isabetli gibi görünmüyor. Günlerdir üzerinde durduğumuz Millî Güvenlik derslerinin muhtevası ve yöntemi, bunların askerler tarafından verilmemesi yönündeki Bakanlık çabalarının sonuçsuz kalması ve kaldırıldığı açıklanan EMASYA protokolündeki yetkilerin İl İdaresi Kanununa istinaden devam ettirilmesi, bunun örneklerinden sadece birkaçı. Gündemdeki anayasa paketinin askere ilişkin maddeleri ise, derinlere nüfuz etmiş bu vesayeti kaldırmaya yeterli olmadığı gibi, yer yer tam tersine daha da güçlendirdiğine dair endişeler var. Yüce Divana sevk düzenlemesiyle komutanların Meclis Başkanı, Başbakan ve Bakanlarla aynı statüye yükseltilmesi ve sayısı arttırılan AYM üyeliklerinden birinin Askerî Yargıtay’a tahsis edilmesi, bu endişelerin önemli dayanaklarından. Askere sivil yargı ve YAŞ kararlarının yargıya açılması maddelerinde, Genelkurmay’dan gelen talepler üzerine atılan geri adımlar da ayrı konu. “Büyük reform” edasıyla sunulan değişikliklerin askere ilişkin olanları bunlardan ibaret ve yürürlüğe girmeleri halinde, askerî vesayeti kaldırma veya kısmen de olsa azaltma yönünde kayda değer bir gelişme getirebilme ihtimalleri zayıf. Çünkü askerî vesayetin temel yapısı ve dayanağı, hiç dokunulmadan, olduğu gibi duruyor. İşin bir de, perde gerisinde hâlâ aktif şekilde işlemeye devam eden “çifte vesayet” boyutu var. Asker ve yargı vesayetleri, birlikte çalışıyor. Son günlerde bir Anayasa Mahkemesi üyesine izafeten yayınlanan ses kayıtları, bu birlikteliğin yeni bir örneğini önümüze koyacak nitelikte. Buna göre, Genelkurmay’da görevli hukukçu generalin, kendisine “Büyük toplum baskısını göğüsleyin, yani (AKP’yi) bir an önce kapatın” dediğini belirten bu mahkeme üyesi, “Devletin belli kesimlerinin, özellikle Silâhlı Kuvvetlerin bizden arzuları var. (...) Diyelim ki Başsavcı yeniden dâvâ açtı. Getirdiği zaman, işi biter” diyor. Bu, işin sadece kapatma dâvâsıyla ilgili kısmı. Bunun dışında, bilhassa basın ve yazarlar hakkındaki birçok dâvânın, Genelkurmay’ın yaptığı suç duyuruları üzerine açıldığı biliniyor. Askerin, kendi istediği yönde sonuçlanması için ısrarlı olduğu dâvâlarda, temyiz dahil bütün aşamaların, sonuna kadar ısrarlı takipçisi olduğu da. Aslında asker ve yargı cenahlarına dayalı çifte vesayet olgusu, Türkiye için yeni bir durum değil. 27 Mayıs darbesinin kurduğu ve adalet tarihimize kara bir leke olarak geçen Yassıada “mahkemesi,” bunun en dramatik örneklerinden biri. Bilindiği gibi, bu “mahkeme”nin üyeleri, milletin seçtiği Mecliste ve onun içinden çıkan hükümette ülkeye hizmet etmeye çalışmaktan başka bir “suç”ları olmayan insanlara reva gördükleri insanlık dışı muameleleri “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” gerekçesiyle açıklamışlardı. Geçen Kasım’da rahmetli olan eski milletvekili ve hukukçu İhsan Tombuş’un “Tek parti ve DP dönemini, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül ihtilâllerini yaşadım. 28 Şubat’ta hepsinden fazla hukukun hırpalandığını, hukuka tasallut ve saldırı vuku bulduğunu, hukukun çiğnendiğini ve evrensel hukuka aykırı davranışlara girildiğini gördüm” diyerek vahametine dikkat çekmeye çalıştığı “yargıdaki 28 Şubat tahribatı”nın hafızalarda derin izler bırakan en hazin görüntülerini ise, Genelkurmay’daki irtica brifinglerine koşarak, yapılan konuşmaları dakikalarca ayakta alkışlayan yüksek yargı üyeleri vermişlerdi. Sonrasını hep birlikte yaşadık. Halen de yaşamaya devam ediyoruz. Ve çifte vesayet sürüyor. 01.05.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Yunanistan yangını söndürülebilecek mi? |
Yunanistan’ı iflâstan kurtarmanın bedeli günden güne ağırlaşırken, Avrupa Birliği’nin diğer bazı üyeleri de –Portekiz, İspanya, İrlanda- sinyal vermeye başladı. Müflis tüccarın borçlarını gizlemeye çalışması gibi, başlangıçta hayli düşük gösterilen borçlar ve açıkların bildirilenin kat kat üstünde olduğu ortaya çıktı. Yapılan hesaplamalara göre Yunan vatandaşlarının gelirleri ortalama yüzde 20 düşmüş durumda. Sendikalar ayakta. Şimdi Yunanistan, AB ve IMF’den 120 milyar avro kredi koparmaya çalışıyor. Bunun için de kamu harcamalarının kesilmesini vergilerin genel olarak yüzde onun üzerinde arttırılmasını istiyor. Verilecek kredilerin yaklaşık 30 milyar avrosu Alman bankalarından çıkacak. İşte Alman kamuoyu buna tepki gösteriyor. “Biz parasızlıktan havuz fıskiyelerini bile kapatıp, parklara çiçek ekemezken, niye Yunanlılara para veriliyor?” diye soruyorlar. Oysa zaten Alman bankalarının 12 milyar avrosu Yunanistan’ın tahvillerinde yatıyor. IMF bu paranın yarısının çoktan çöpe gittiği kanaatinde. Ayrıca sorun Yunanistan’ın sorunu olmaktan çoktan çıktı. Yunanistan’a kredi veren ülkeler arasında Almanya’dan sonra Fransa ve Belçika da var. Yalnızca Fransa Merkez Bankasının verdiği kredi 6 milyar avronun üzerinde. İtalya’nın 20 milyar avroya yakın Yunan tahvillerine yatırılmış parası var. Avrupa Merkez Bankası da Avrupa Bankalarına kredi verdiği için, batık kredilerden doğrudan etkileniyor. İşte bu yüzden Yunanistan krizi çözümlenmezse, bir yandan avronun istikrarını ve Avrupa’nın ekonomik durumunu bozarken, öbür yandan devletleri zaten krizde kurtardıkları bankalara yeniden para pompalamak zorunda bırakacağı için, doğrudan etkileyecek. Almanya Başbakanı Merkel, önceki gün bir basın toplantısında Yunanistan’ın ilk planda avroya dahil edilmesinin “sürdürelebilir faktörlere” dayanmadığını, bunun da mevcut krizin çözümünü güçleştirdiğini söylüyor. Ama öbür taraftan Yunanistan’ı kurtarmaya ellerinin mahkûm olduğunu söylemek için “Lehman Brother’ın başına gelenin ülkelerimizin başına gelmesine izin veremeyiz” diyor. Zira Yunanistan ekonomisi AB ekonomisinin yüzde 3’ünü oluştursa da, diğer borçlu ülkelere krizi yayarak domino etkisi yapabilecek bir durumda. Bir uzman “herkese Tayland’ın küçük bir ülke olmasına karşın, Asya krizinin oradan başladığını hatırlatmak isterim” diyor. IMF direktörü Dominique Strauss-Kahn “her geçen gün yalnızca Yunanistan’da değil, Avrupa Birliğinde, hatta daha ötelerde durum daha da kötüye gidiyor” uyarısında bulunuyor. Yine de kurtarıcılar bir türlü de harekete geçemiyorlar. IMF ve AB uzmanları alınacak tedbirleri, kredilendirme şeklini tartışıp duruyorlar. Anlaşılan o ki; önümüzdeki bir iki hafta içinde bir anlaşmaya varılacak. Ancak Yunanistan’a açılacak kredilerin bedelini yine Yunan halkı ödeyecek. Bu da önümüzdeki uzun bir dönem boyunca, Yunanlıları sıkı kemerli zor günler bekliyor. Peki bu krizin sorumlusu cezasını çekecek mi? Türkiye’deki bankalardaki paraları hortumlayanların kaçı cezasını çekti? Bedeli kim ödedi? Hiç kuşkunuz olmasın Yunanistan’da da aynısı olacak. Bu arada fiyatların ucuzlaması dolayısıyla daha çok turist çekmesi gereken Yunanistan’a giden turist sayısında da azalma var. İstikrarsızlık onları da korkutmuş. Bundan Türkiye’nin istifade ettiğini, bu sektörle uğraşan dostlar söylüyorlar. Tabi biz akılcı politikalarla Yunan adalarından kaçanları çekebilirsek. Komşumuzun bu sıkıntılarına ülkemizin de belli ölçülerde katkı sağlaması gerek. Karikatürlere de konu olsa, hükümetin Yunanistan’a yardım teklif ettiği haberlerinin gerçek olmasını temenni ediyoruz. 01.05.2010 E-Posta: [email protected] |