Basından Seçmeler |
30 senelik ayıbımız: 15. madde
TÜRKİYE parlamentosu 30 yıllık bir ayıptan kurtuldu. 12 Eylül Darbesi’ni yapan generallerin yine kendi yaptıkları anayasaya koydukları “darbeciler yargılanamaz” maddesi 70 ret oyuna karşılık 336 kabul oyuyla Meclis’ten geçti. Ret oyu veren o 70 milletvekili siyasi sicillerine işlenen bu kara lekeyi nasıl taşıyacaklarını düşüne dursunlar, biz demokrasimizin bu ayıptan kurtuluşunun tadını çıkaralım. Ve aynı zamanda yaşadığımız dönemin tarihi önemini daha iyi idrak edebilmek için şu soruyu soralım: Darbecilere dokunulmazlık sağlayan bu maddenin bu kadar uzun süre Anayasa’da kalmasının sebebi neydi? Sadece siyasetçilerin cesaretsizliği mi yoksa aynı zamanda halkın isteksizliği mi? (...)darbe ve darbecilik bütün kötücüllüğü ile ortaya döküldüğü için; artık kimsede “iyi darbe” “kötü darbe” ayrımı yapacak yüz kalmadığı için; “12 Eylül kardeş kavgasını durdurdu” yalanlarının ipliği pazara çıktığı için yapılabildi bu değişiklik. Bu ülkede yaşanan bütün askeri darbeler gücünü halkın içindeki güçlü totaliter eğilimlerden aldı şimdiye kadar. Siyasetçilerin otuz yıldır o maddeyi kaldıracak cesareti bulamamaları da bu yüzdendi. Darbeciler, o eğilime güvenerek darbeye kalkıştı ve o eğilim sonucu yargılanmak bir yana, yıllarca kahraman olarak ortada dolaşabildi. Darbeciler hakkında iddianame yazan savcılar bu yüzden görevinden alınıp hakkında dava açıldı. Kısacası, darbecilik toplum vicdanında mahkûm olmadıkça 15’inci madde de kaldırılamadı.(...) *** Ne var ki içimizde hâlâ Kenan Evren’e; Nejat Tümer’e, Tahsin Şahinkaya’ya “kıyamayanlar” var... Bir kısmı zaman aşımından medet umuyor. Ama görünen o ki zaman aşımı onları kurtaramayacak. Çünkü Anayasa’daki geçici 15. madde bir yargılama engeli teşkil etmekteydi ve bugün birçok hukukçu yargılama engeli bulunduğu sürece zamanaşımının da işlemeyeceğini savunuyor. Dolayısıyla, darbeciler ve onlarla iş tutanlar hem cezai hem de hukuki bakımdan yargı önüne çıkarılabilirler. Bir kısmı ise “90 yaşını geçmiş insanlar mahkeme karşısına çıkarılır mı” diyerek vicdanlarımıza sesleniyor. Evet, çıkarılır ve çıkarılmalı! Sakın kimse bunun kindarlık olduğunu söylemesin; bağışlamanın büyüklüğünden, erdeminden söz etmesin. Bağışlamak için suçluda nedamet izleri görmeniz gerekir. Oysa biz daha onların hiçbirinde nedametin en ufak bir işaretini görmedik. Aslında aftan bahsedenlerin savundukları şey bağışlamak değil uzlaşmak; onların suçuyla uzlaşmak... Darbeye karşı olmak gibi sözler dillerinden düşmese de; içlerde, ta derinlerde bir yerlerde ona hak verdikleri; onların vatansever olduğunu düşündükleri, yaptıklarını Türkiye’ye özgü demokrasinin kabul edilebilir cilvelerinden biri gibi gördükleri için kıyamıyorlar onlara. Bu “bağışlayıcılar” yüzünden, 1.6 milyon kişinin fişlendiği, 650 bin kişinin gözaltına alınıp on binlerce gencin işkenceden geçtiği ve 170 kişinin işkence sonucu öldüğü bir dönemin bir numaralı sorumlusu 30 yıldır aramızda büyük bir saygı ve sempati halesi içinde yaşamaya devam etti. Tonton bir dede edasıyla resim yaptı, eski bir devlet adamı olarak saygı gördü. Doğum günleri tertiplenip “İyi ki doğdun paşam” diye kadehler kaldırıldı. İşte biz, tam da bu ahlaksız uzlaşmanın kökünü kazımak için suçluları yargı karşısına çıkarmalıyız. Yapılan değişikliğin sadece sembolik bir değişiklik olarak kalmaması için; bundan sonra darbeye yeltenecek olanların yüreğine korku salmak için; yani ciddi olduğumuzu anlatmak için yargı karşısına çıkarmalıyız onları. Sadece onları değil, 28 Şubat’ın mimarlarını ve işbirlikçilerini; Batı Çalışma Grubu denen oluşumu kuranları, BÇG’den haberdar edildiği halde gereğini yapmayıp 28 Şubat’a yataklık eden siyasetçileri, 27 Nisan e-muhtırasını kaleme alanları, 367 rezaletine imza atarak askerlere yol açmak uğruna Anayasa’yı resmen ihlal eden hukukçuları da yargı karşısına çıkarmalıyız. Anayasayı ihlal edenlerin yaptıkları yanlarına kar kalıyorsa; anayasayı değiştirmek ya da yeni anayasalar yapmak için bu kadar didinmeye, kavga dövüş etmeye ne lüzum var ki...
Gülay Göktürk, Bugün, 30 Nisan 2010 |
01.05.2010 |
Komutanlar, başbakanları neden şaşırtırlar?
BAŞBAKAN Erdoğan, önceki akşam, TGRT Haber TV’de, 27 Nisan muhtırasıyla ilgili soruya şu cevabı verdi: “27 Nisan 23.25 farklı bir şeydi. Ekranda görünce şaşırdım, şaşkınlık meydana getirdi. Bu kadar uyumlu olduğumuz süreç, Türkiye ekonomik gelişmeyi yaşarken, nasıl olur da böyle bir yaklaşım olur diye, şaşkınlık meydana getirmişti. Bu kadar yaşananlar vardı, biz bundan ders çıkarmıyor muyuz? Bu, demokratik parlamenter sistem içinde şık olabilir mi?” Bu ifadelerde bir samimiyet var. Silahlı Kuvvetler’in komuta kademesiyle uyum içinde olduğuna inanan bir Başbakan’ın, şaşkınlığı var. Gerçekten bu haletiruhiyeyi anlamaya çalışmalıyız. Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında, komutanlar ve bakanlar bir araya geliyor. Saatlerce konuşuyorlar. İkili olarak Başbakan ve Genelkurmay Başkanı her hafta görüşüyor. Koskoca insanlar. Aralarında medeni bir diyalog var. Başbakan, bakanlar; Türkiye’nin en büyük problemlerinden biri olan sivil-asker ilişkilerinde nihayet bir ahenk doğduğuna inanıyor. Bu uyumlu sürecin, Türkiye’nin demokratikleşmesine ve refahına önemli bir moral destek sağlayacağını düşünüyorlar. Ama bir de bakıyorsunuz, hem de gece yarısı pat diye bir muhtıra... Sayın Erdoğan’ın, medeni diyaloglara güvenip, sonra muhtıra şaşkınlığı yaşaması ilk değildir. Bu şaşkınlığı, muhtıra-darbe öncesi, bütün başbakanlar yaşamıştır. Rahmetli Abdülmelik Fırat, Demokrat Parti’nin 1960 öncesi en genç milletvekilidir. Bir darbe hazırlığı olduğunu önce İçişleri Bakanı Namık Gedik’e anlatır. İkna edemez. Sonrasını hatıralarından okuyalım: “Bunları, Başbakan’a da ilettim, inanmıyordu. Bana dedi ki; ‘Bunları söylüyorsunuz, ama inanmıyorum. Türk ordusuna bir şey yapmadım ki, niye darbe yapsınlar?’” Bu, saflık derecesindeki samimiyetin bedelini, rahmetli Menderes, darağacında canıyla ödedi. Askerlerin darbe yapmayacağını düşünenlerden biri de, 6 defa gidip 7 defa gelen Sayın Süleyman Demirel’dir. Sayın Hüsamettin Cindoruk’un anlattıklarına bakalım: “Hep söylerim. Darbe Türkiye’de Genelkurmay’ın tekelindedir. Hiyerarşik düzen içinde yapılır. Ondan da kimsenin haberi olmaz. Bir anımı anlatayım. 11 Eylül’de geç bir saatte bir askerî hâkim arkadaşım telefon etti. ‘Dikkat et. Bu gece hareket başlıyor. Bu gece Selimiye Kışlası’na gitmemizi söylediler.’ dedi. Ben o sırada AP İstanbul il başkanıyım. Hemen Sayın Demirel’i aradım. Bana dedi ki; ‘Burada da öyle bir laf dolaşıyor. Ama ben Sayın Çağlayangil’i, Sayın Evren’e yolladım. Evren, ‘Hayır, öyle bir şey yok’ demiş.” (Cumhuriyet, Leyla Tavşanoğlu’nun söyleşisi, 21 Haziran 2009) Demirel, Evren’in lafına inanmış... Sonrasını biliyoruz. (...) O zaman soru şudur: Genelkurmay, başbakanları neden şaşırtıyor? Çünkü askerdeki zihniyet değişmiyor. Asker, müesses nizamı, kontrolünde tutmakta ısrar ediyor. Anayasa’da kuvvetler ayrılığı yazsa da, “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevimizi asla bırakmayız” gerekçesiyle, bir askerî vesayet rejimi kurulmuş. Yargıda, medyada, siyasette bu rejimin, kısa adıyla statükonun devamı için her türlü organizasyon yapılmış. Evet, zorda kaldıkları dönemlerde ustaca geri çekiliyor, demokrasiye bağlılıklarını öne çıkartıyorlar. Fakat balans ayarı gerektiğine inandıklarında; nezaket, diyalog, demokrasiye bağlılık bir anda unutuluyor ve asıl zihniyet, bütün pervasızlığı ile ortaya çıkıyor. Siviller, askerle münasebetlerinde, “sen işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına” demeliler...
Hüseyin Gülerce, Zaman, 30 Nisan 2010 |
01.05.2010 |
Hadi netleştirelim...
BU kadar da karmakarışık değil durum. Sakin ve sade bir anlatımla konuşursak meselenin “özü” de iyice anlaşılır. Ne oluyor Türkiye’de? Türkiye, rejimini değiştirmeye çalışıyor. Türkiye’nin rejimi ne? “Asker, yargıç, bürokrat” üçlüsünün “iktidarı” elinde tuttuğu, bir halk dayanağı olmayan bu iktidarın meşruiyetini Atatürk “tabusuna” dayandırdığı, bu “tabuyu” tartıştırmadığı, halkın dışlandığı bir rejim. Anayasası da, yasaları da “bu rejimi” korumak ve sürdürmek için oluşturulmuş. Seçimlerin yapıldığı ama “gizli iktidarın” hiç değişmediği bir sistem bu. Sivil hükümetlerin, “gizli iktidarın” emir eri haline getirildiği bir düzen. Halk ancak “emir erinin” kim olduğunu seçebiliyor ama “gerçek” iktidara dokunamıyor. “Cumhuriyet rejimi” denen rejim bu işte. İktidar “babadan oğla” geçmiyor ama iktidar hep aynı “kastın” elinde kalıyor. Düşünün ki bu ülkede “askerlik süresine” bile parlamento karar veremiyor. Kıbrıs’ta bir sınır kapısının açılıp açılmayacağını ordu belirtiyor. Ülkenin ve zamanın gerçekleri artık bu “rejimin” varlığına izin vermiyor. On beş milyonluk bir köylü toplumu için oluşturulmuş bir “padişahlık” sistemi, “yetmiş milyonluk bir sanayi” toplumuna yetmediği gibi, “asker, yargıç, bürokrat” üçgeninin yetenekleri de dünyanın “on yedinci ekonomisi” olan “yüzlerce milyar dolarlık” parasal yapıyı yönetmekte çok eksik kalıyor. Bu rejim değişecek. Çağın şartları bunu emrediyor. Rejimini değiştiren her ülkede olduğu gibi toplum ikiye ayrılmış vaziyette. Rejimi değiştirmek isteyenler ve rejimi muhafaza etmek isteyenler. CHP, MHP ve medyanın bir bölümü “rejimin sadık muhafızları” olarak kavganın içinde. Ama çok ciddi bir sorunları var, rejim öylesine çağdışı ve öylesine kirli ki bu rejimi açıkça savunmak onlar için bile mümkün değil. Kimse bu rejimi övemiyor, zaten bu rejimi övemedikleri, savunamadıkları için sürekli Atatürk’ten söz edip, onun “görüşlerini” savunuyorlar. Atatürk, kendi yaşadığı dönemin şartları elverdiği için rejimi “kendi diktatörlüğüne” göre şekillendirmiş, demokrasiyi dışlamış. Şimdi Atatürk’ü savunarak aslında o “eski diktatörlük rejimini” savunmaya çalışıyorlar. Atatürk’ü “mutlak bir koruma zırhının” içine almak istemelerinin nedeni de bu. Rejimin değişmesini isteyenlere onun için “Atatürk düşmanı” diyorlar. Ve, “Atatürk’ün aslında neyi sembolize” ettiğini asla söylemiyorlar. Genel sözlerle ağızlarında geveledikleri “Atatürk’ün Batı’nın çağdaş değerlerini” sembolize ettiği ama bunu söylediklerinde de duvara tosluyorlar... Çünkü “çağdaş Batı’da” onların Atatürkçülük adı altında savunduğu bizimki gibi bir “rejim” yok. Onun için “en Atatürkçüler” en “Batı düşmanı” bugün. Ama bu noktada da bir çıkmazları var. Hem “çağdaş Batı değerlerinden” dolayı Atatürkçü olduklarını söyleyip, hem de “çağdaş Batı değerlerine karşı olmanın” çelişkisi içinde sıkışıyorlar. Aptal değiller, sıkıştıklarını fark ediyorlar. Onun için bütün stratejilerini, “kendi isteklerini” dile getirmek üzerine değil, rejimi değiştirmek isteyenlerin “niteliklerini kötülemek” üzerine kuruyorlar. Ne istediklerini söylemiyorlar, sadece “rejimi değiştirmek” isteyenlerin “kötü” olduğunu söylüyorlar. “Bu rejimi değiştirmek isteyenler kötü niyetli, onun için rejimi değiştirmeyelim...” Söylediklerinin temeli bu. (...) Bugün Türkiye, rejim değiştirmenin mücadelesini yaşıyor. “Rejim yandaşları” açıkça bu rejimi savunamadıkları için çeşitli “bahaneler” uyduruyorlar. İşi laf kalabalığına vuran insanlarla karşılaştığınızda iki basit soru sorun. “Bu rejim devam etsin istiyor musun”, eğer istiyorsan “yerine nasıl bir rejim gelmesini savunuyorsun?” Bu iki soruyla durum netliğe kavuşur.
Ahmet Altan, Taraf, 30 Nisan 2010 |
01.05.2010 |