Elif Eki |
|
Pozitif Pencere, Elif’te |
‘Bismillah ile..’, Elif’ten herkese merhabalar! Her hayırlı işe, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile başlamak, işimizi Cenâb-ı Hak ile irtibatlandırmaktır. Bu irtibat, her şeye gücü yeten Rabbimizin isimlerini, birer ruh hükmünde işimize yardımcı etmesi duâsı anlamı taşır. Bu kelâm içerisindeki ‘Rahman’ ismiyle işimizle ilgili hayırları, menfaatleri celp; ‘Rahîm’ ismiyle de, işimizin önündeki engelleri, problemleri def anlamı kazanılmış olmaktadır.Yani aslında insan, ‘Bismillah ile..’ küçük hâliyle Büyüğe; güçsüz, zayıf hâliyle Güçlü, Kudretli’ye dayanır. Böylece insan, kendi cüz’î, maddî gücüne, mânevî küllî gücü de ilâve etmiş olur. *** Bundan böyle İnşâallah, Elif’te ‘Pozitif Pencere’de sizlerle birlikte olacağız. Pozitif Pencere; kitap, televizyon, köşe adından sonra şimdi de Elif’te, ‘okuyucu diyaloğu’ sayfasında. Onun için sayfamıza, hayata olumlu bir pencere açacak bütün çalışmalarınızı—bazen birkaç cümle bile olsa—bekliyoruz. Pozitif algılaması güçlü dostlarımızın yakaladığı olumlu, müsbet görüntüleri, hatıraları, yaygınlaştırmak ve yaşanabilir bir dünyada mümkün mertebe olayların olumlu yüzlerine nazarlarımızı çevirmek istiyoruz. Bu kadar moral bozucu olayların yaşandığı maddî ve mânevî dünyamızda, ‘Battı balık yan gider’ anlayışı içerisinde değiliz. Ümitsizliğe, karamsarlığa, sabırsızlığa düşmeden, yürüyüşümüzü bir imtihan âdâbı içerisinde sürdürmek bize düşen en önemli vazifedir. Hayata açılan penceremiz ve onlardan dünyamıza yansıyan görüntüler önemlidir. Dış dünyadakiler iç dünyamızı; iç dünya da dış dünyamızı etkiliyor. İç dünyamıza temas eden dış dünya manzaralarımızı ayarlamak da insana düşüyor. İnsanın beslenme kaynakları, hayata bakışını belirliyor. Okuduklarımız da öyle. Kitaplar, bakışlarımıza ‘bakış açısı ayarı’ veriyor. Zaman zaman moralsizleşiyor, asabîleşiyor, kafamız karışıyor ve duygularımız dengeyi kaybediyorsa, bu durumda hemen bir operasyon başlatmak gerekiyor. Yani evden dumanlar çıkıyor, alevler pencerelerden dışarı doğru görülmeye başlamışsa, itfaiye çağırmadan beklemek abes olur. İnsanın alevleri, ateşi, yakıcılığı da sözlerinden, gözlerinden, diğer davranışlarından anlaşılıyor. Bu takdirde insandaki bozulma, duygu dağılımı sinyallerini ciddiye almak ve tedbirler almak aklın gereği olacaktır. Bu durumda hemen pozitif enerji kaynaklarımıza başvurmak, anlamlı olacaktır. Davranışlar önce düşüncede başladığı için, düşünce kirlenmesi, söz kirlenmesini; söz kirlenmesi duygu kirlenmesini, o da davranışlardaki kirlenmeyi netice vereceğinden, sinyaller geldiği halde, daha sağlıklı bir adım atmamak, tedbirleri arttırmamak, yaranın büyümesini önce durduracak sonra da iyileşmesini sağlayacak adımlar atmadan beklemek, anlamsız olacaktır. Yani bu biraz da şuna benziyor: Kolumuzda görülen bir yara bizi hemen telâşa sevk eder. Hatta yaranın bedenimizdeki farklı yerlere sıçraması karşısında telâşımız iyice artar ve hemen doktora başvurur ve tedavi yollarını ararız. Atılması gereken adımlar zor ve masraflı da olsa çekinmeyiz. Oysa mânevî hastalanma bundan çok geri değildir, hatta daha da vahimdir. Çünkü mânevî hayatımız maddî hayatımızın da temelini oluşturuyor. Yani mânevî olarak nasıl bir hâlet içerisinde isek, bu bizim maddî dünyamızı da direkt etkiliyor. İç dünyamız, dış dünyamızı şekillendiriyor. Denilebilir ki, psikolojimiz fizyolojimizi, fizyolojimiz de psikolojimizi etkiliyor. Yani yürüyüşümüzün nasıllığı, ruh halimizin nasıllığı ile doğrudan ilgilidir. Bir topluluk karşısında konuşmamızın nasıllığı, ses tonumuzun nasıllığı, beden duruşumuzun nasıllığı o ana kadarki almış olduğumuz pozitif veya negatif telkinlerle direkt alâkalıdır. Bedenimiz, fani bir hayat ile sınırlıdır. Ve insana bu beden, sınırsız, sorumsuz kullanmak üzere verilmiş değildir. Burada, emanet kavramının iyi anlaşılması gerekir. Emanet olan bir varlığa yaklaşım, onu kullanma şartları, onu tekrar sahibine verme hassasiyeti, emaneti muhafaza etme, onu zarar ve ziyandan koruma duyarlılığı, elbette oldukça önemlidir. Bu da, oturmuş bir ahirete iman algısıyla kazanılabilecek bir durumdur. Allah’a, ahirete iman konusunda problemleri olan bir insanın, bedenin maddî varlığını emaneten taşımak ve korumak gibi bir uyarıcısı da olmayacaktır. Onun için beden bakımı, onu sağlıklı kullanmak, maddî hastalıklardan korumak; bu sebeple, doktor tavsiyeleri, ilâçlar, perhizler gibi pek çok kurallar, uyulması zorunlu kaideler haline geliyor. Oysa çok önemli bir husus da, manevî sağlıklılık hâlinin oluşması, korunması ve geliştirilmesi, maddî sağlıktan çok daha önemli bir durumdur. Çünkü maddî varlığımız sadece bu dünyayı içine alıyor iken, manevî varlığımız ebedî bir hayatı kapsamaktadır. O zaman ne yapıp etmeli, manevî zenginliklere, güzelliklere, feyizlere ulaşabilmek için elimizden gelen çabayı sergilemeliyiz. Yoksa, manevî dünyamız zedelenirse, maddî dünyamız da sağlıklı kalamaz. Bütün çabamız, din ilimleri ile ahiretimizi, fen ilimleri ile de dünyamızı mamur etmektir. Aklı başında insanların yapabileceği en güzel iş bu olacaktır. Aklı başında olan insan ne dünya işlerinde kazandıklarına mesrur, ne de kaybettiklerine mahzun olmaz. Çünkü ikisi de fanidir. Ama önemli olan, maddî ve fani dünyamızın ebediyete açılan penceresini ciddî önemsemek ve manevî zenginlik açısından aklımızı, kalbimizi beslemektir. Elif’in Pozitif Pencere’sine, internet adresimize, görüş ve düşüncelerinizle birlikte, yaşadığınız ve hayatınızda pozitif, olumlu, güzel izler bırakmış olan hatıralarınızı bekliyoruz. Bu gülistan ancak böyle güzelleşir. Sizin yaşadığınız bir olumlu hatıra, birileri için de bir can simidi olabilir. Duâlarınız temennisiyle…
SEBAHATTİN YAŞAR [email protected] |
ELVEDA |
Yetmışlı yıllar, gençlik yılları… Yirmili yaşlardayız. Bursada’yız. Bir basketbol şampiyonasının ardından tekrar şehrimize dönmek üzereyiz. Dolmuşta, arka koltukta üç arkadaş konuşuyoruz. Bilmem, hangimiz başlattı sohbeti. “Hayatta en çok sevdiğiniz kelime ne?” diye soruldu. Sorduk birbirimize: “Hayatta en çok sevdiğin kelime ne?” Ben hemen atıldım: “Elveda” dedim. O sırada bir parça çalıyordu radyoda: “Elveda dostum” Derken bunu Orhan Seyfi Orhon’un “Veda” şiirinin o nefis mısraları süsledi. Yolculuk böyle tatlı bir sohbetle sürüp gidiyordu. Derken, ön tarafta bir bey vardı. Şoförün hemen yanında, tek kişi oturuyor. Sessiz sedasız bizi dinliyormuş meğer. O bizden bir önceki durakta indi. İnerken geriye doğru döndü. Kapıyı tutup şöyle kapıdan içeri başını uzattı. Sonra şapkasını çıkarttı ve yüzüme doğru tebessümle bakıp: “Elveda dostum” dedi. Evet, bir elveda, ondan geldi. Yaşıyorsa sıhhat, afiyet; ölmüşse rahmet duâsı olsun bu meçhul, “Elveda” diyen adama.
Selim Gündüzalp
İSLÂM HUKUKUNUN İNSANÎLİĞİ
Mevcut hükümleri ile İslâm şeriatı, eski Roma hukukuyla yeni medenî kanunlarımızın ekserisinden daha insanîdir. Çünkü bizim kanunlarımızda kadınla beraber ihtiyarlık çağındaki babalarla analar, ekseriyetle ihmâl edilmektedir. Litterature Religieuse - 1949 Paris
FARE VE YAVRUSU
Bir gün dervişin biri, fare ile yavrusunu görür. Fare yavrusuna özenle bakmaktadır. Bu hayvanın yavrusuna karşı olan ilgisine şaşırıp, üstadına sorar. Üstadı ona der ki: “Evlâdım! Bir de o yavruya annesinin gözüyle bak; o zaman anlarsın..”
GÜN DOĞMADAN
Dicle’yle Fırat arasında Bir eski şehir cennet titremesi Sarı güller çevirmiş dört yanını Yabancı bir şehir gibi Kırmızı güller yerli Kuzuların doğması nasıl beklenirse o ülkede Güllerin açması da öyle beklenir gün doğmadan önce Bahar yağmurları böyle güllere gebe İner gökyüzünden bahçelere Nişanlarda gül şerbeti içilir Hastalara gül şurubundan ilâç Gül bir yeni yıl gibi Yetişir evlere muştu gibi Hızır fısıltısı say onu Baharın salâvatı güller Yeryüzüne gelerek sabahları Yataklara dökülerek Aşk ezanını okurlar gençlere Sezai Karakoç, Gül Muştusu, s. 372-373
ALLAH’IN YOLLARI
Günlerden bir gün, Peygamberimizin (asm) yanına, güçlü kuvvetli, gürbüz ve sağlığı oldukça yerinde bir adam geldi. Onun bu hâli etraftakilerin dikkatini çekmişti. Ashabdan bazıları: “Ey Allah’ın Resûlü, keşke bu adam Allah yolunda çalışır olsaydı!” dedi. Peygamberimiz (asm), onlara şöyle cevap verdi: “Eğer bu adam, küçük çocuğu için çalışıyorsa, Allah yolundadır. Yaşlı anne-babası için çalışıyorsa Allah yolundadır. Nefsini namusunu korumak için çalışıyorsa Allah yolundadır. Ailesi için çalışmak üzere yola çıkmışsa, Allah yolundadır... Ancak övünmek için çıkmışsa şeytanın yolundadır.”
BİR GÖLGELİK DÜNYA Benim dünya ile işim yok. Ben dünyada bir ağacın gölgesinde dinlenip sonra kalkan ve oradan ayrılıp giden yolcu gibiyim. Hadis-i Şerif
HAYATTAN LEZZET ALMAK Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır. Bediüzzaman Said Nursî
HAKTA SEBAT Benim bir ayağım şeriatta durmaktadır; diğeriyle yetmiş iki milleti dolaşırım. Hz. Mevlânâ (ra)
OKUMUŞ CAHİL! Ne kadar çok okursan oku, bilgine yaraşır şekilde davranmaz isen cahilsin. Sadi Şirazî
FUKARA KALBİ Fukara kalbine her kim dokuna; Dokuna sinesi “Allah” okuna Yunus Emre
PÜF NOKTASI Yüksek sesle okuduğum fikirleri iki duygumla yakalıyorum. Çünkü böylece okuduğumu hem görüyor, hem de işitiyorum. Bu yüzden daha iyi kavrıyor ve hatırlıyorum. A. Lincoln
ŞİMDİKİ AKLIM OLSAYDI? Şimdiki aklım olsaydı: Mazeret üreten değil, iş bitiren insanlarla çalışırdım.
KİTAPLAR İKİYE AYRILIR Kitapları iki gruba ayırmak mümkündür: günün kitapları ve her zamanın kitapları. Ruskin
HUY Ne etmeli güzeli huy olmayınca. Karacaoğlan
HAYRI ÖĞRETMEK Herhangi biriniz hayır nevînden herhangi bir şey öğrenirse, bunu insanlara öğretsin ki semereli olsun. Bu hayır böylece dallansın, budaklansın ve kendisine daha çok faydalı olsun.
AKILLI AHMAKLARIN İLKİ Akıllı ahmakların ilki şeytandır. Âbiddi ve meleklerin müezziniydi. Öyle bir ahmaklık ve gaflet sergiledi ki, bütün ahmak ve gafilleri geride bıraktı. İbnü’l-Cevzî, Ahmak ve Dalgınlar Kitabı
SELİM GÜNDÜZALP |
Ahrar–ı Osmaniye Hareketi |
Bediüzzaman diyor ki:
İstibdat, kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni İnkılâptan (1908'den) on sene evvel aldattı ki, ehl–i ihtilâlin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir–iki sene zarfında zâil oldu. Tâ o vakitte anladım; bizim ekser Ahrârımız mutekid Müslümanlardır. (Münâzarât, s. 125) * * *
Yaşasın akıl ve tedbir–i mücessem dindar Cemiyet–i Ahrâr ve Nur Talebeleri. (Divan–ı Harb–i Örfi, s. 89)
Ahrarlar, hamiyetli ve basiretli kimselerdi
Şunu hemen ifade edelim ki, Osmanlı'nın son döneminde ortaya çıkan "Ahrar–ı Osmaniye Hareketi" ile "Ahrar–ı Osmaniye Fırkası" tıpatıp aynı şey demek değildir. Birbirine çok benzeyen bu iki terkipli isim arasında hem benzer, hem de farklı bazı noktalar var. Önce, bu noktalara kısaca temas edelim.
Ahrar–ı Osmaniye Hareketi: Uzun süren bir gizli hazırlık devresinden sonra 1865'te meydanda boy gösteren Ahrar–ı Osmaniye Hareketinin bir diğer ismi "Yeni Osmanlılar"dır. Avrupa'da ise, bu hareketin mensuplarına "Jön Türkler" denilmiş. (Fransızca "Jeunes Turcs") Bu hareketin en parlak yıldız şahsiyeti Namık Kemal'dir. Onu Ziya Paşa, Şinasi, Agâh Efendi, Ebüzziyâ Tevfik ve Ali Suâvi gibi isimler takip ediyor. Bu aydınlar, I. Meşrutiyetin ilânında, Kànun–i Esasinin (Anayasanın) hazırlanmasında ve parlamenter bir sisteme geçilmesinde büyük gayret gösterdiler ve öncülük vazifesini gördüler.
Ahrar–ı Osmaniye Fırkası: Jön Türklerin 1902'de Paris'te yapılan Birinci Kongresi sonucu şekillenmeye başlayan liberal bir fikir ve siyaset hareketidir. İttihatçı grupla araları açılan bu hareket, 1907 kongresinde, ayrı bir parti hüviyeti kazanmaya başladı. 1908 seçimlerinden sonra ise, İttihatçıların rakibi ve muhalifi olma konumuna geldi. Merkeziyetçi ve komitacı zihniyete sahip olan İttihatçılar, Ahrarların fikren ve siyaseten kuvvet bulmasına fırsat vermedi. Parti kadrosunu dağıttıkları gibi, 1912'deki sopalı seçimden sonra da bu partiyi kapattırdı. Bu fırkanın fikir babası olarak bilinen isim, Prens Sabahaddin Beydir. Onu takip eden isimler ise, şu şekilde sıralanabilir: Mizancı Murad Bey, Nureddin Ferruh ile Ahmet Fazlı Bey...
Hürriyetin bedeli
Meşrutiyet rejimini savunan Osmanlı hürriyetçileri (Ahrarlar), bu gaye uğrunda çok ağır bedeller ödediler. Çoğunun ömrü hapislerde, sürgünlerde geçti. Neşriyatta bulunabilmek için, defalarca yurt dışına kaçmak ve yıllarca Avrupa'da yaşamak mecburiyetinde kaldılar. Bu olağanüstü şartlar sebebiyle de, zaman zaman bu grubun içine farklı fikir ve maksatla sızmalar da oldu: Ermeniler, komitacılar, masonlar, sefihler, Avrupa meftunları, vesâire... Esasında, çokça tenkit edilmelerinin, asi ve neredeyse vatan haini gibi gösterilmelerinin sebebi de, bu farklı ve kasıtlı sızma hareketleridir. Yoksa, asıl Ahrarların maksadı, devleti yıkmak için muzır kesimlerle müşterek hareket etmek değildi. Ahrarlar, esasen çatırdamaya başlayan Osmanlı Devletinin ve Saltanat sisteminin, yumuşak bir geçişle Meşrutiyete dönüşmesi için çalışıyorlardı. Evet, Üstad Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, Ahrarların içinde dâhî edibler, şâirler ile basiretli siyasîler vardı. Bunlar, istikbâlde gelecek bir "şiddetli istibdad"ı hiss–i kable'l–vuku ile gördüler. Gördükleri doğruydu, fakat buna karşı gelirken yanlış adama, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid'e vurdular. Oysa, onların istibdada vurdukları tokadın doğru adresi, bozuk İttihatçılarla Cumhuriyet döneminin müstebit siyasileriydi. O şiddetli tokatlar, bunların yüzünde patlamalıydı. * * * Hamiyetli Ahrarlar, sadece diktatörlere ve dikta rejimlerine karşı çıkmakla yetinmediler. Ayrıca, gerek Osmanlı'da ve gerekse dünyada, saltanat ve imparatorluk rejiminin sona ermekte olduğunu, yine ilim, irfan, iz'an, şuur ve basiret gözüyle gördüler. Onlar anladılar ki, artık "Eski hâl muhal; ya yeni hâl, ya da izmihlâl" olacak. Dolayısıyla, "yeni hâl"e mutabık olacak canhıraş bir çabanın içine girdiler. Bu mühim gerçeği, realiteyi, kuvvetle muhtemeldir ki, padişah da dahil olmak üzere, devletin sadrâzamı da, vükelâ gibi sâir hükümet erkânları da görmediler, göremediler. Bundan dolayı da, hükümet ve saray ehli, muhtemel yeni gelişmelere matuf (hürriyet, meşrûtiyet, cumhuriyet, meclis ve kànun hakimiyeti...) ciddî herhangi bir hazırlık çalışması içine girmediler. Bu meyanda gerekli ilmî ve fikrî hazırlık çalışmasını, yine Ahrarlar yaptılar. Yıllarca canla, başla çalıştılar. Hatta denilebilir ki, 1876'da I. Meşrûtiyetin ilân edilmesi, Kànun–i Esâsinin hazırlanması ve Meclis–i Mebûsanın açılması dahi, gayretli ve hamiyetli Ahrarların azim ve kararlı çalışmasıyla mümkün olmuştur. O tarihlerde bir–iki sene süren Meşrûtiyet meş'alesinin söndürülmesinden sonra (1878) da, Ahrarlar pes etmedi. Meşrûtiyetin yeniden ilân edilmesi yolunda, mücadeleye aynı kararlılıkla devam ettiler. Ne var ki, maksatlarına ancak otuz yıl sonra nail oldular. Hürriyet ve Meşrûtiyetin 1908'de yeniden ilân edilmesi, büyük bir sevinç ve memnuniyet havası meydana getirdi. Fakat heyhat ki, bu sevinç de kısa sürdü. Bir sene sonra daha şiddetli bir istibdat perdesi gerildi ve kırk yıl sürecek bir zulûmat devresi başlatılmış oldu. * * * Ahrarların en büyük bir sıkıntısı da, mâruz kaldıkları şiddetli baskılar sebebiyle, fikirleri çok gizli şekilde yaymalarıydı. Öyle ki, Osmanlı sınırları içinde, fikirlerini basın–yayın yoluyla ilân edemiyorlardı. Çıkarmış oldukları gazetelere derhal müdahaleler yapılıyor, hatta kapatılıyor (Tavsir–i Efkâr gibi) ve kalem erbabı kimselere ağır cezalar veriliyordu. Bundan dolayıdır ki, özellikle Namık Kemâl ve arkadaşları, bilâhare de Prens Sabahaddin ve arkadaşları, gazete ve dergi neşriyatını daha ziyade yurt dışında, ekseriyetle Avrupa'nın muhtelif merkezlerinde yürütmeye çalıştılar. * * * Bediüzzaman Said Nursî, tâ ilk gençlik yıllarından itibaren Ahrarlarla irtibatlı olduğunu beyan ediyor. Ona göre, 1890'larda "Ahrar" diye tanıyıp öyle de tanımladığı (Bkz: Münâzarât, s. 125) Jön Türklerin ekserisi hamiyet ve milliyet dâvâsında dürüst ve samimîdir. Nursî, aynı eserinde, 1892'de Mardin taraflarında tanıma fırsatını bulduğu Yeni Osmanlılar için aynen şu ifadeyi kullanıyor: "Tâ o vakitte anladım; ekser Ahrarımız mutekîd (inançlı, itikatlı) Müslümanlardır." Üstad Bediüzzaman'ın bu ve benzeri sâir ifadelerinden de anlıyoruz ki, 1908'de dost ve müttefik olduğu Ahrar–ı Osmaniye Fırkası henüz tarih sahnesine çıkmadan da, bu fikrî hareketin evveliyatını ve bir nevî altyapısını teşkil eden Jön Türkleri/Yeni Osmanlıları "Ahrar" olarak görmüş ve öyle de isimlendirmiştir. |
Zaman ve ölüm |
Ölüm, hiç unutulmayacak kadar hayattasın. Hiç yokmuş gibi toprak altındasın bazen de. Bir yağmur gibi ıslak, bir uçurum gibi anisin. Yalnızlığı tattıran, sonsuzluğu hatırlatan bir vuslatsın. Ölüm, bir rüzgârsın, ruhumuzu sonsuza uçuran ve bir güneş gibi yakıcısın sineleri kor ateşte bırakan… Arkada bıraktıklarınla acısın, yenilmez bir güreşçi gibi gaddar, bir seher gibi soğuksun… Sinelerde saklı bir sır, yürekleri burkan bir özlemsin. Bazen bir yol ortasında, bazen bir kapı arkasında, bazen bağ bahçe toprak kokusunda, bazen gecenin zifirinde, gecede, gündüzde, uykuda, uykusuzlukta, bazen de bir dağ arkasında, hastane köşesinde hep hayattasın… Hayatın bin bir rengi gibi renk renk, desen desensin… Sahipsizlerin sahibisin bazen, bazen uğruna canlar fedaların fedacısısın. Kimi zaman ayırırsın doymamış kalpleri, bazen andırırsın İlâhî adaleti… Şimşek gibi çakarsın, yangın gibi yakarsın, rüzgâr gibi uçurursun, zambak gibi açarsın, çiçekler gibi açarsın mezarlarda… Mezarlıklarda hatırlanırsın, ama sen aslında her anda varsın… Genç, ihtiyar demez, evli bekâr fark etmez, kadın erkek ne olursa, güzel çirkin ayırt etmeden, köylü şehirli, bilgin cahil farksız alırsın… Sen işini bilirsin aslında… Sen hayatta hep varsın… Ölüm, bitmeyen tek gerçeksin. Gelecek hep sensin… Kimine acı, keder, kimine bir merhemsin… Ölüm, öldürülmez tek gerçeksin… “Derdim sonsuzluğu isteyen yürektir Yarın bilinmez, gece karanlık, ötelerde seher Gönlüm ölümden öteyi istemektedir Zaman, gece ve gündüz bahar yaz sonbahar kışla bellidir Ölüm, öldürülmez tek gerçektir… Gece gibi karanlık, gündüz gibi parlaktır da Hayat gibi ortalarda, bazen sade mezarlarda Ölüm, doğuşu da andıran bir kitaptır da Okumasını bilirsen, âlim eder Bilmeyene bir dikenli yataktır da Ölüm, sessiz ve sığ zamanlarda Yağmalanmış anılarda, saklı mezarlarda Bir yaz akşamı, bir Nisan sabahında Bilirsin sen aradığını Sormadan bulursun, dünyanın bir dağında Zaman, ölümü hatırlatan duman Zaman, seherlerde soğuk, akşamlarda zifir Zaman, ölümle yok olan an…” Ölümdür zamanın meyvesi, ölüm kimine zindan, kimine nur… Ölüm yağmur ardında açan çiçek, karanlığa doğan güneş, belki de sobaya atılan odun… Ölüm, ölüm, ölüm… Zaman ve ölüm… Damla damla damlayan an… Yaklaşan ölüm…
OSMAN KANAT [email protected] |
Üç nokta açılımı |
Açılım kime yapılır? Niçin yapılır? Hakkı yenenlere, yanlış anlaşılanlara… Üç nokta da tam bu noktada karşımıza çıkıyor. En çok yanlış anlaşılan ve yanlış kullanılan bir dilbilgisi vatandaşımız… Üç nokta, dil bilgisi kurallarına göre devam edebilecek kabiliyette cümlelerin sonuna konur. Bir başka deyişle söylemek istediklerinizi paldır küldür söylemediğiniz cümlelerin sonuna… Yanlış ve edep dışı bir söz söylerim diye boğazınızın tıkandığı yerde… “Ârife işaret yeter” boşuna denmemiştir. Üç nokta hakikate işaret eder; bu metod asırlarca arif yetiştirmiştir… Oysa şimdi o kadar çok konuşuyor, o kadar boş yazıyoruz ki… Artık üç noktaya gerek kalmıyor. İnternetin hayatımızda etkin bir rol oynamasıyla birlikte, boşa konuşma düşkünlüğümüz açığa çıktı. Anlık yazışma programları ile dolu dolu yazışıyoruz. Listelerimiz uzayıp gidiyor, her girdiğimizde birkaç kişi görmek bizi mutlu ediyor. Konuşan olsun da, konu önemli değil… Haberleri yorumsuz bırakmıyoruz. Bir zerre haberine batmanlarca yorum yapıyoruz. Blog sistemlerimizi daima güncelliyor, ilgili ilgisiz her hareketimizi paylaşmaya gayret ediyoruz. Facebook sistemini aktif bir şekilde kullanıyoruz. Hakikat yerine ayrıntıyı talep etmek, bir faninin hayatını daima takip etmek; akıl alır iş mi? Konuşmamız, yazmamız “sanal âlemle” sınırlı değil elbette. Gazetelerde yazıyoruz, radyolarda konuşuyoruz. Canlı yayınlara katılmak isteyenlerin sayısı bir hayli fazla. Dergiler çıkartıyoruz, kitap üstüne kitap basıyoruz. Bunları yaparken sanmayın ağzımız boş duruyor. Doyasıya konuşuyoruz. “En çok konuşturan operatörler” ile saatlerce telefon elimizde kalıyor. İmkânımızın olduğu bütün kampanyalara katılıyoruz. Artan hediye dakikalar bize yetmiyor. Kampanyalar arttıkça kontörler yetmez hale geliyor. Durmadan konuşuyoruz. Parmaklarımız da boş durmuyor, binli sayılara ulaşan mesajları tüketebilmek için daima yazıyoruz. Mizana vurmadan, düşünmeden… İnteraktif sözlük denilen muammayı bu asrın teknolojisi de çözemez. Bu dağınıklık, bu düzensizlik, bu karmaşa niye? Bu kalite eksikliği, nezafet fakirliği neden? İnternette “Ne olursa bulurum” düşüncesine sahip olmamız boşboğaz olmamızın sebebi değil mi? Her düşündüğümüzü yazdığımız için bu hale gelmedi mi internet? Akıl süzgecinden geçirilmeyen, hikmet ile cilâlanmamış, edep ile lütuflandırılmamış düşünceler her yanımızı kaplamış. Seslice ve durmaksızın dile getiriliyor. Oysa biz hâlâ mesajlarımızda, maillerimizde ve yorumlarımızda üç nokta kullanıyoruz. Bu tezat değil mi? Daha ne kadar söyleyeceksin? Daha ne kadar konuşacaksın? Bunları yaparken hâlâ niye üç nokta kullanıyoruz? Üç noktaya acıyorum. O bu asırda, en çok yanlış anlaşılan ve kullanılan mağdurlardan biri. Üç nokta kullanmaya son vermeli bu asrın insanı. Ya da… Bırakın sözler düğümlensin boğazınızda. Bırakın daha konuşmadan kızarsın yüzünüz. Aklınız daha konuşmadan edep endişesi içerisinde olsun. Bir eliniz de tetikte; ağzınızı her an kapatmaya hazır beklesin. Konuşmamanın, bin düşünüp bir söylemenin, anlamlı edepli cümlelerin tadını çıkaralım. Nezaket içerisinde, letafetli; edep içerisinde ulvî bir hayat bizim olsun… Ben bu asrın insanını anlamadım. Anlayan varsa üç nokta…
ZÜBEYİR ERGENEKON |
Na't-ı Şerîf |
Bîçareyiz hem bîkes, hadsizdir hâcâtımız Ey Rasûlü’s-Sekaleyn, sana müracaatımız
Nâfiledir sarf etmek, musavver kelimâtı Seni tavsiften âciz, cümle münacâtımız
Sana tâbi olmuşuz; bütün kusurumuzla Seni medh ü senâda, dillerde her na’tımız
Karanlık yolda bize, kıblemizi gösterir Sünnet-i seniyye’ndir, münevver mir’âtımız
O dest-i sıyânetin, hep müzâhir olmasa Bizi hepten mahveder, cümle hatîâtımız
Şefâatin müsterhim; her gün salâvatlarda Kelimât-ı tayyibe ve cümle da’vâtımız
Ta’zîm-i şükranımız, sana teba’iyyetle Önce sana arz olur, bütün tahiyyâtımız
Makâm-ı Mahmûd’un ki ilâhî bir mâide O sofradan akıyor, bütün füyûzâtımız
Livâü’l-Hamd altında, toplanmak ümîdimiz Lûtfeyle, kabul eyle; bunca ma’rûzatımız
Komşu eyle bizleri, o yüce ashâbına Bize ‘hablü’l-metin’i, sunsun hazerâtımız
Sensin bizi vasleden, tevhidin envârına ‘Bir’liğe yönelmiştir; cümle daavâtımız
Sünnet-i seniyyen’le ahkâmına mün’akid Ümmet-i müstakbel ve bütün maziyyâtımız
Nurlanır, bekâ bulur; ‘sünnet’e temessükün Hidayet iklîmiyle, şu fani hayâtımız
Şifayâb olur ancak, Gülistân-ı Nebi’de Kulûb-ı emrâz ile, cism-i kusûrâtımız
Gül kokar vâsıl olan, Gülistân-ı Ahmed’e Lûtfeyle toprağına, sürünsün hil’atımız
Maden-i mûcizât’la, mücehhez şanlı Nebî Senin nûrunla bulduk, bütün irhasâtımız
Risâlet semâsının, ey kamer-i münîr’i Nûrunla hayat buldu, bütün cihazâtımız
İnşikâk-ı kamer’le, münevver oldu semâ Dağıldı ufkumuzda, kesîf zulümâtımız
İki nûranî kanat, nüzûl etti semâdan Zâtın ile nurlandı, evc-i kemâlâtımız
Semâvat ehline de, âyan oldu mû’cizen Mi’racınla müjdeler, buldu kâinatımız
Mi’rac mû’cizesi ki, en münevver en azîm Bizi evc-i semâya, götüren mirkâtımız
Beş vakit namaz dahi, Mi’racın hediyyesi Nebiler Nebisi’ne, minnet-i midhâtımız
Sana her gün beş defa, muktedi ehl-i îman Senin lûtfunla kâim, tecdîd-i bîatımız
Medâr-ı halâs bildik, dâim metbû’iyyeti Belki kâsır olsa da, sana sadâkatimiz
Seni taşlar, ağaçlar, ay ve güneş tanıyor Tevhîdi ikrar eder, cümle izâ’âtımız
Kur’ân, dest-i pâkinde en mücellâ mû’cize Hem Sana hem Kur’ân’a, sunmuşuz bîatımız
Ümmetine hediyye ve bâki dost verdiğin Ol Kur’ân-ı Mübîn de kenz-i şefâatımız
Âsi kulların hâli, yaman yevm-i mahşerde Ey merci-i şefâat, lûtfeyle ruhsatımız
Ol bâran-ı şefâat, bize de musâb olsun O dehşet hengâmında, budur niyazâtımız
Cemâlinle rûşen et, firkate dûçar etme! Asûmâne erişir, bütün fizarâtımız
Ağlayıp figân edip, serdettik na’tımızı Her zaman nâkıs oldu, bütün meşrûhâtımız
Şefâat kıl bâhusus, Hikmet-i bîçareye Hicâba dûçar eder, bunca kabahâtımız
Şefâat kıl, himmet et, ey Rasul-i Kibriyâ Sensin ey Yâr-i Zîşan, vüsûl-i necâtımız…
HİKMET ERBIYIK |
Unutulmaz İzlanda hatıraları |
Bir varmış, bir yokmuş. Eski zaman içinde, kalbur zaman içinde; develer tellâl, pireler berber iken, çok uzak ülkede bir peri kızı yaşarmış diye başlar bütün masallar. Ama benim şimdi size anlatacaklarım peri masalı değil, benim anlatacaklarımda ne develer tellâl, ne pireler berber hiç değil. Buz ile ateşin iç içe geçtiği ülke mi dersiniz; yoksa küller ülkesi mi bilemem, ama bu masal gibi ülkede yaşadıklarımız gerçek. Yağmurlu bir İstanbul akşamı başladı bu masallar ülkesine yolculuğumuz. İstanbul yağmura esir olmuştu. Şairin, “İstanbul ağlıyor, Ben ağlıyorum.” dediği gibi, ben ağlamasam da İstanbul bu gece ya sevinçten, ya kederden ağlayan bir insan gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. İstanbul varsın ağlayıp dövüne dursun, yolcu yolunda gerek misâli biz yolumuza devam edecektik. İstanbul’dan İzlanda’ya sefer olmadığı için, önce Danimarka’nın Kopenhag şehrine, oradan da İzlanda’ya geçecektik. Gece saat üç sularıydı Kopenhag’a vardığımızda. Bizi gönül dostları mı desem, yoksa Osmanlı’dan kalma akıncılar mı desem dostlar karşıladı. Gece geç vakit olmasına rağmen, yüzlerinde en ufak bir yorgunluk emaresi olmayan, gözlerinin içi parlayan bu insanlar, bizi havaalanından alıp misafirhaneye götürdüler...
“ALO! EVİMDE ÖLMEK İSTİYORUM ELİMİ TUTAR MISIN?” Kopenhag’da benim ilgimi çeken konulardan biri, Anne Mette Harder isimli bir hemşirenin kurmuş olduğu firmaydı. Danimarka’da hastanelerde yatmakta olan hastaların son anlarındaki istekleri evlerinde olmak istemeleri ve evlerinde ölmek istemeleriymiş. Fakat bu hastalar, hastalık ânında veya yaşlılıkta yanlarında hiç kimseyi bulamıyorlarmış. İnsanın hastalıkta ve yaşlılıkta, sevenlerine en muhtaç olduğu bir zamanda, yakınlarının olmayışı çok zor olsa gerek. Çünkü; hasta yakınları, eşleri veya çocukları olsun, hastayı terk etmelerinin sebebi; hemşire Harder’e göre ölümle yüzleşmekten, bir gün kendilerinin de öleceğinden korkmalarıymış. Hastane odasında; sevdiklerinden uzak yapayalnız ölen insanların çektikleri acıyı yakından bilen hemşire Harder ve on hemşire bu firmayı kurmuşlar. Ölüm anında ölümü bekleyen hastanın yanında bulunmak, onların ellerinden tutmak, onlara İncil okumak, ilâhi söylemek saati 500 kron yani (125 TL). Parola ise “Alo! Evimde ölmek istiyorum, elimden tutar mısınız?“ Aile ve akraba kavramları tedavülden kalkıyor, doğum oranları düşüyor, yaşlı nüfus artıyor, insanlar tek başına ölüyor. Avrupa’da yeni bir sektör doğuyor: “Kiralık hasta bakıcılar.” “Evinde ölmek isteyen yaşlı hastaların elinden tutup duâlar ediliyor.” Bir de parası olmayan yaşlıların kendi aralarında buldukları çözüm. İki bin yaşlı hasta kendi aralarında telefon zinciri halkası kurmuşlar. Her gün birbirlerini arıyorlar. Karşı taraftan “Alo“ sesi gelmiyorsa, bu demektir ki, bir ihtiyar daha ölüme yapayalnız gitmiştir. Hemen yetkilileri arayıp durumu iletiyorlar. Hemşire Harder diyor ki: “Her zaman Müslümanlar’ın hastalarına olan ilgisine hayran kalırdım. Burada yaşayan bir Müslüman hastalansa bütün tanıdıkları hastaneye koşuyor. Bu konuda Müslüman hastalar çok şanslı. Önceleri bana bu garip geliyordu. Sonra bunun bir formalite değil, hasta için çok önemli olduğunu anladım. Müslümanlar hastalarını hiç yalnız bırakmıyor; ziyaret edip duâlar ediyorlar. Hiçbir karşılık da beklemiyorlar.“ Ne kadar acı dediğinizi veya ağladığınızı hisseder gibi oldum. Ama insan, hayatta ne ekerse, onu biçmiyor mu? Zamanında çocukların, gençlerin, annelerine en muhtaç oldukları zamanda Avrupalı anne de o çocuğa, o gence “Senin hayatın beni ilgilendirmez” demiyor muydu? Öyle bir zaman geliyor ki, annenin de çocuğa muhtaç olduğu anda çocuk anneyi yalnız bırakmıyor mu? “Hem anne ve babayı şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına, onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmetin şefkat lillah için olduğuna dair alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, onlara daha ziyade şefkat, muhabbet ve merhamet etmektir.” Allah, kelâmında demiyor mu: “Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘Öf’ bile deme. Onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle.” (İsra Sûresi) Efendimiz (asm) ne de güzel söylemiş: “Evinizde beli bükülmüş ihtiyarlar olmasaydı, belâlar üzerinize sel gibi dökülecekti.” Allah’ın kelâmına mazhar olmak isteyen kim varsa, işte fırsat, ihtiyarlarımız hayatta iken onlara dört elle sarılalım. Saçı sakalı ağarmış bir ihtiyarın duâsını Allah reddetmez. O halde bu duâ makinalarının duâsını bol bol alalım. İşte İslâm olmanın, işte insan olmanın farkı. “İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder” derken; işte bir gayr-i müslim, bir ihtiyar, ölüm ânında eşinden, çocuklarından ayrı kalıp, sırf elini tutması için, saatliğine korkunç paralar verilirken; bir Müslüman bunu Allah rızası için vazife olarak yapıyor, işte iman böyle insanı sultan ediyor. İmandan uzaklaşmak ise insanın en yakın anne babasını veya eşlerin birbirlerini terk edişlerine kadar sukut ettirebiliyor. Oysa bilseler ki ölümün ön ciheti azap, arka ciheti rahmettir! Bundan birkaç yıl önce Almanya’nın Köln şehrine gitmiştim. Konu anne ve babaya, ihtiyarlara saygı ve onların duâlarını alma ile ilgiliydi. Orada bir bayan başından geçen bir olayı anlattı: “Yıllar önce benim Alman yaşlı bir ev sahibem vardı. Çok zengin bir hanımdı. Günün birinde çok hastalandı ve yataklara düştü. Torunları vardı, ama hiç kimse gelip de bakmıyordu. Haftada bir gün gelip kapıdan şöyle öldü mü diye bakıyorlardı. Bir gün ziyaretine gittim, baktım hâli perişan, pislik içinde. Eve geldim eşime dedim ki “’Sana bir şey söyleyeceğim sakın hayır deme.’ “Eşim, ‘Tamam söyle’ dedi. “Ben, yaşlı ev sahibemizi evime getirip annem veya kayınvalidem gibi bakmak istiyorum. Bizim dinimizde kim olursa olsun bir ihtiyara, hele bir hastaya bakmak çok sevap; o orada pislikler içinde bakıma muhtaç yaşarken, ben burada bir Müslüman olarak yatamam” dedim. Eşim, ‘Sen baktıktan sonra benim için fark etmez’ dedi. “Hemen eşimle çıktık teyzeyi bize getirdik. Ölünceye kadar tertemiz hiç sıkılmadan baktım. Zaten fazla yaşamadı, vefat etti. Bir gün eşimle oturuyoruz, Alman vergi dairesinden geldiler ‘Evinizin vergisini ödemediniz’ diye. Eşim de ‘Bizim evimiz yok, bu ev bizim değil’ deyince yetkili ‘Nasıl olur, bu ev resmiyette sizin’ dedi. “Meğerse teyze ölmeden birkaç dairesi vardı, hepsini bizim üzerimize yapmış. Oysa ben ona Allah rızası için bakmıştım.” İhtiyar hastaya böyle bakarsan, bu, Allah’ın dünyada verdiği mükâfatı; bir de ahirette vereceği var. İşte bu İslâm olmanın farkı, bu insan olmanın ve imanlı olmanın farkı. Ne mutlu bu vasıflara sahip olan insanlara… Asrın mütefekkiri aslında ne de güzel söylemiş: “İsevîlik din-i hakikisinden aldığı feyizle hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeye nafi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını güzellik zannederek beşeri sefahate sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki: Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinde sakim ve dalâletli bir felsefeyi sol elinde sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, ‘İnsanlığın saadeti bu ikisiyledir.’ Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musîbetlerle musîbetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle zahiri bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi? İşte sen bîçâre insanlığı böyle baştan çıkardın, yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun. Bu illete karşı bulduğun ilâç, geçici olarak iptal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fanteziyelerindir. Senin bu ilâcın senin başını yesin ve yiyecek.” Danimarka’nın Kopenhag şehrinden bu duygularla ayrıldık.
ALTI ATEŞ ÜSTÜ BUZLAR ÜLKESİ: İZLANDA Danimarka’nın Kopenhang şehrinden üç saat süren uçak yolculuğundan sonra, ”Buz Ülkesi” mânâsına gelen İzlanda’nın başşehri Reykjavik’e geldik. Buzlar ülkesi olsa da güneşli bir gündü. Atlas Okyanusu ışıl ışıl yanmakta diğer yandan da kaynayan suların bembeyaz buharları semaya doğru yükselmekteydi. Hani diyorlar ya “altı yanan, üstü donan şehir“ diye gerçekten de öyleydi. İzlanda, Atlas Okyanusunun kuzeyinde Grönland’la Avrupa arasında stratejik bir öneme sahip. Ülkede 15 aktif yanardağ var. Surtsey isimli ada 1963 yılında fışkıran lavlardan oluşmuş. Dünyanın en az nüfusu olan bir ülke olmasına rağmen, okuma yazma ve eğitim seviyesi yüzde yüz. Burada Avrupa’nın hiçbir ülkesinde uygulanmayan bir eğitim sistemi var. Okula gelen öğrenci, okulun kapısında ayakkabılarını çıkartmak zorunda. Okula çorapla giriliyor. Buradaki amaç ev ortamını okula taşımak. İzlanda‘da Avrupa ülkelerindekiler gibi insanlar evlerine de ayakkabılarıyla girmiyorlar. Aynı zamanda dünyada en uzun ömürlü insanların yaşadığı ülke. Erkekler 80, kadınlar ise 83 yaşına kadar yaşamaktalar. Reykjavik’te sadece 35 tane Müslüman yaşamakta. 300 bin nüfusu olan ülkede, sadece 190 bini başşehir Reykjavik’te yaşamakta. Küçük olmasına rağmen caddeler geniş, şehirleşme güzel, rahat bir şehir. İlk günü otelimizde dinlenerek geçirdik. İkinci gün ise en çok turist çeken yerlerden biri olan Blue Lagoon, yani Mavi Göl’e akşam yemeğine dâvetliydik, İzlandalı yetkililerle yemek yiyecektik. Mavi Göl’e geldiğimizde akşam olmak üzereydi. Ne tarafa baksanız volkanik taşları görmeniz mümkün. İki tarafı volkanik taşlarla çevrili... Volkanik taşların içinde masmavi bir göl ve karlı dağların arkasından tepsi gibi çıkmış ay ve öyle ki ay gölün içinde çok güzel bir yakamoz oluşturmuş. Dışarıda manzara o kadar muhteşem ki: Bunun yanında hatırı sayılır bir soğuk var. Dışarıda fazla durmadan eşimle birlikte tesise giriyoruz. Yemekler geldi. Yemek esnasında sohbet başladı. Türkler olarak yedi kişiydik. İzlanda grubu ise kalabalıktı. Tanışma faslı oldu. Ben yazar olduğumu söylediğim zaman İskoçyalı İverena Hanım’ın çok ilgisini çekti. İverena Hanım kitaplarımın hangi konular üzerinde olduğunu sordu. En fazla “Kadın Olmak Zor“ kitabımın üzerinde durdu. İverena Hanım “Doğru, gerçekten de kadın olmak zor” dedi. Ben de, kadın olmanın zor olduğunu, fakat aslında 21. asırda kadına bakış açısının kadın olmayı zorlaştırdığını, oysa İslâm dininde kadın olmanın zor değil, bilâkis çok kolay olduğunu söyledim. İverena Hanım çok ilginç buldu. “Bu kitabı okumak isterim, İngilizcesi var mı”? diye sordu. Ben “Hayır” dediğim zaman “Değişik bir kitap olması gerekir” dedi. Ertesi gün bir program daha vardı, ben gitmemiştim, arkadaşlara benimle olan konuşmadan çok etkilendiğini, çok güzel bir konuşma olduğunu söylemiş. Zaten Müslüman kadın ve onların hakları her zaman insanların ilgisini çeken bir konu olmakta. Hele bir de karşınızda Hıristiyan bir kadın varsa, İslâm’da kadın hakları daha cazip olmakta. Burada yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum: Ben Almanya’nın Mainz şehrinde, Mainz Üniversite öğrencilerine “İslâm’da kadın” adlı bir seminer vermiştim. Orada bir öğrenci yanıma gelmiş ve şöyle söylemişti. Babası Türk, annesi Alman olan bu kızımız, “Siz emin misiniz Müslüman kadını anlattığınıza” dedi. Ben de “Neden sordun?” dedim. Genç kız “Siz Müslüman kadını öyle anlattınız ki, sizin anlattıklarınız Avrupalı kadında bile hâlâ yok, oysa benim kafamda Müslüman kadın denilince; hiç hakkı olmayan, hep erkeğin gerilerinde bir kadın canlanıyor, ama siz benim düşüncemi değiştirdiniz” demişti. İkinci günü ise Türkiye-İzlanda Kültür Derneği Başkanı Caner Köktürk bizi sıcak su kaynaklarından en meşhur olan Strokkur’a götürdü. Buradaki suyun özelliği ise her 5 ile 10 dakika arası 30-40 metre yükselmesi. Uzun bir yolculuktan sonra varıyoruz. Muhteşem bir yer. İlk bakışta gölet gibi normal bir su, fışkıracağı sırada kabarıyor kabarıyor birden bir patlayışı var ki görmeye değer. O su patlayınca öyle bir çukur açılıyor ki birkaç dakika o çukur dolmaya başlıyor. Tekrar su öyle azgınlaşıyor, gelgitler yaşıyor tekrar bir patlama… Bu anlatılmaz, sadece yaşanır diyorum. O suya bir düşseniz, kurtulma şansınız yok, ânında kavrulursunuz. Sıcaklık 100-200 derece. Tefekkür etmemiz için, Allah’ın bu muhteşem san'atı karşısında Allahuekber dememiz için geçerli bir sebep değil mi?
“SİZ, BEDİÜZZAMAN’IN ÜLKESİNDEN Mİ GELİYORSUNUZ?” Ertesi gün Caner Bey, bize Reykjavik’i gezdirdi. Şehrin bir zamanlar su deposu olarak kullandıkları şimdilerde ise cafe olarak kullanılan yüksek kuleye gittik. En üst kata çıktık. Bir tarafta Atlas Okyanusu, karşımızda karlarla kaplı buz dağları ve Reykjavik şehri ayaklar altında; Kahvelerimizi yudumlarken Caner Köktürk Bey bir hatıra anlattı. Caner Beyin anlattığı bu olay hem eşimi, hem de beni ağlattı. Bu olay 1970 yıllarında İzlanda’da yaşanmış. İzlandalı bir genç denizcilik yapıyormuş. Gemilerle dünyayı dolaşıp aynı zamanda kendini Viking kabul ediyormuş. Bir gün gemi ile Fas’a gitmişler, orada demir atmışlar. Gemideki kaptan demiş ki “Sakın gemiden inmeyin. Burada insanı keserler, öldürürler. Belli olmaz, siz gemiden ayrılmayın” demiş. İzlandalı genç biraz midesine düşkünmüş. Fas’ın meşhur baharatlı yemeklerinin kokusu burnuna gelmiş. Genç dayanamamış gemiden gizlice çıkmış. Bir iki derken Fas’ta çevre edinmiş. Bir gün İzlandalı genç, Faslı arkadaşlarına demiş ki: “Beni değişik bir yere götürün.” Faslı arkadaşları da genci alıp camiye götürmüşler. Camide o anda Allah’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerim okunmaktaymış. Genç o kadar etkilenmiş ki ağlamaya başlamış. Sonra da kendi kendine demiş ki “Ya sen bir Vikingsin. Viking ağlar mı”? Oysa bilmez ki Allah kelâmı karşısında değil Viking, dağlar bile boyun eğer. Okunan kelâm; İzlandalı genci o kadar etkiler ki, arkadaşlarına “Bu okunandan bana verir misiniz?” der. Arkadaşları Rahman Sûresi’nin İngilizce meâlini, bir de Kur’ân hediye ederler. İzlandalı gencin seyahati biter, evine gelir. Rahman Sûresini, Kur’ân-ı Kerim’i odasına bırakır. Aradan zaman geçer, genç tekrar sefere gider. Annesi bir gün gencin odasında Rahman Sûresi’ni bulur. O kadar etkilenir ki, oğlu gelinceye kadar Müslüman olur. Oğlu gelir olanları oğluna anlatır. “Oğlum, bizim aradığımız Allah işte burada, gerçekler bunlar“ der. Genç delikanlı bir gün İngiltere’ye giderken anne, oğluna ”Oğlum, İngiltere’den bana İslâm’ı anlatan kitaplar getir” der. Oğlu İngiltere’ye gider, orada Pakistanlılarla karşılaşır ve der ki: “Benim annem Müslüman oldu, İslâmî eserler istiyor.” Pakistanlılar der ki: ”Anneniz Müslüman oldu da, neden sen Müslüman olmadın? Sen Allah’a inanmıyor musun?” Genç “İnanıyorum” der. Pakistanlı bey ise: ”O halde sen de Müslümansın” der ve orada delikanlı da Müslüman olur. Pakistanlı beyler bu İzlandalı gence İngilizce Risâle-i Nur’u verirler. Risâle-i Nur’u alan İzlandalı genç, bu iman hakikatlerini annesine getirir. Annesi ruhunun gıdasını bulmuştur. Âb-ı hayat yüreğine damlamış, çatlayan dudaklara medet olmuştur. Bu hanım, İzlanda Cumhurbaşkanı’nın basın danışmanı ve hâlen de basın danışmanlığı yapmaktadır. Bunu bize anlatan Caner Bey, Türk arkadaşlarıyla, 1970 yıllarında İzlanda gibi bir adada Risâle-i Nur’u tanıyan bu hanımı ziyarete gider. Hanımın, bunları gördüğü zaman ilk söylediği şu: “Siz Bediüzzaman’ı tanıyor musunuz? Siz, Bediüzzaman’ın ülkesinden mi geliyorsunuz? Siz bu eserleri okuduğunuz için imanınız ne kadar kuvvetli.” O gün de günlerden Cuma idi. Burada Müslümanlara ait iki tane cami var. Bir tanesine gittik. Birkaç hanım, 30-35 de erkek vardı. Ben hanımlar bölümündeydim. Bir kenarda bir bey ve iki hanım çok ilgimi çekti. Beyin ise hâl dili çok değişikti. Bir kenarda pür dikkat kılınan namazı, okunan hutbeyi büyük bir hayranlıkla dinliyordu. Camiden çıkarken beyle ve genç kızlarla tanışma fırsatımız oldu. Bey, İzlanda Üniversitesi’nde doçent öğretim görevlisiymiş. İslâm toplumunda sosyal hayatı araştırdığını ve hanımların ise öğrencileri olduğunu söyledi. Tercüman vasıtasıyla “İslâm’ın en çok neyi ilginizi çekti?” diye sordum. En çok ilgisini çeken ve hayretler içinde kaldığı husus, değişik ülkelerden gelen insanların bir anda kaynaşıp aynı sözle hareket etmeleri, aynı anda rükûya gitmeleri, secde etmeleri ve selâm vermeleri imiş. İslâm özgürlüğümüzü kısıtlıyor diyenlere işte özgürlük bu? Tek Allah’tan emir almak, O'na yalvarmak, O'na boyun eğmek ve O'ndan istemek. Yoksa günümüz insanının dediği gibi anne babadan emir almamak, istediği zaman istediği şeyi yapmak özgürlük değildir. Aksi takdirde özgürlük adına yola çıkarsanız kötü alışkanlıkların esiri olursunuz. Bir akşam üzeri geldiğimiz İzlanda’dan sabahın erken saatlerinde ayrılıyoruz. İzlanda sessiz, İzlanda hâlâ uykuda olsa da şehrin ışıl ışıl yanan sokak lambaları parlıyordu. Uçağımız havalanmış, Atlas Okyanusunun üzerinden İzlanda’yı terk ediyordu. Son kez baktım İzlanda’ya… Şairin ”Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” dediği gibi İzlanda’dan ayrılsak da, her halde İzlanda’da yaşananlar uzun zaman içimizde yaşayacak gibi…
ESRA NURAY SEZER |
01.05.2010 |