Nurullah AKAY |
|
Ölümsüzlük arayışı |
Mükemmel yaratılmış insan yapısının hem maddeten, hem de mânen merkezi kalptir. Kalb durunca hayat da son bulur. Kalb sürekli vücudu besleyen damarlara kan gönderir. Kirli kanı alır, temizler ve damarlarla vücudun bütün azalarına gönderir. Kalbin insan hayatındaki rolünü bilip de bu mükemmel işleyiş karşısında hayrete düşmemek, bu yüce sanatın Sanatkârını aramamak ve Sani-i Kerîm’e boyun eğmenin insanın en önemli görevi olduğunu bilmemek cehaletlerin en koyusudur. İnsanlar hayat için vazgeçilmez bir uzuv olan kalbin benzerini yapmak için çok çabaladılar. Ama bula bula bunun “yapay”ını buldular ve muvakkat, kısa bir hayatın yaşanmasına sebep oldular belki. Kalbin ölümünü engellemekle ölümsüzlüğe kavuşmak bir çok insanın hayali olmuştur. Ama hayatı bu dünyada sonlandıran ölüme bir çare bulamadılar. Bundan sonra da bulamayacakları açık seçiktir. Evet, ölümsüzlük gerçekten önemli bir mesele insanoğlu için. Bu dünyada ölümsüzlük hayalini kuran Woody Allen adındaki kişinin şöyle dediğini bir yerde okumuştum: “Ölümsüzlüğe, eserlerimle değil, ölmeyerek ulaşmak istiyorum.” Bu kişi şu anda ölmüş mü, yoksa hâlen ölmeme hayalini yaşamakta mıdır, doğrusu bilmiyorum. Ama eğer ölmemişse mutlaka öleceğini hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim. Hâlen de ölümsüzlük hayalinin bir kısım insanların kafasını meşgul etmesi bir gerçektir. Geçenlerde bir gazete ekinde yazıyordu. Kaliforniya’daki Singularity Üniversitesinden (SU/ Tekillik Üniversitesi) bir grup, ölümü yok etmek için büyük bir çalışmanın içine girmişler. Bunlar açlığa kesin çözüm bulmak, hücre ölümünü durdurmak için çalışıyor ve fiziksel olarak direnmek için beslenmelerine ve formlarına büyük özen gösteriyorlarmış. Bunlardan biri olan Kurzweil, besin takviyesi için günde 250 ilâç aldığını ve haftada yarım düzine iğne olduğunu söylüyormuş. Biyolojik ölümsüzlüğü başarmaya odaklanma, “Yaşlanmanın Sonu” konulu dersin bulunduğu SU’nun müfredatında önemli yer teşkil ediyor. Bu projeler için külliyetli miktarda paralar harcanıyormuş. (Taraf, Le Monde Diplomatique, 2010 Ocak) İlim ilerledikçe ölümden sonraki hayatı kabullenmek istemeyen bir kısım insanlar dünyalarını ebedî kılmaya çalışacaklardır şüphesiz. Ama ne dünyanın hali ne de insanlığın vaziyeti böyle bir projenin gerçekleşmesine imkân veriyor. Gerçekleşmesi mümkün olmayan bu uğraşın sonunda eğer başarılı olunsa bile bu insanlar bu dünyada sınırlı bir insan kitlesiyle yaşamak zorunda kalacaklardır. Bu dünyada ölümsüzlüğü bulsalar dahi (ki bulamazlar) dünya hayatının sıkıntılarıyla baş edemeyecekleri kesin. Böyle sıkıntılı ve binbir türlü eziyeti olan dünya hayatında ölümsüzlük olsa ne işe yarar? Şüphesiz eğer bu insanlar bu dünyada bir süre daha kalsalar, bu dünya hayatından bıkacak ve ölmek için intihar etmek zorunda kalacaklardır. Oysa daha büyük ve gerçekçi bir proje vardır. Bu gerçekçi proje ile gelmiş geçmiş bütün insanlar ölümsüzlük hayallerini gerçekleştirmiş olacaklardır. Şüphesiz bu proje bütün detaylarıyla Kur’ân-ı Azîmüşşan’da vardır. Yaratıcının insanlara elçi olarak gönderdiği Yüce İnsan Hz. Muhammed (asm) bu projeyi görür gibi ve hatta görerek detaylı bir şekilde anlatmıştır. Elbette Kur’ân’da İlâhî kelâm olarak “Bütün canlılar (bu dünyada) ölümü tadacaklardır” ifadesi ölümün herkes için var olduğunu kat’î olarak beyan etmektedir. Hiçbir canlı şimdiye kadar ölümden kurtulma imkânına kavuşamamış, bundan sonra da kavuşamayacaktır. Tek çare vardır, o da, ölümden sonraki hayata inanmak ki, zaten dünyanın bütün hâleti bu gerçeğe işaret ediyor. Evet, şüphesiz ölümsüz bir dünya vardır ve o da, ölümden sonraki “ahiret” dediğimiz hayattır. Orada ilk insandan son insana kadar bütün insanlar dirilecek ve ölümsüz bir hayat yaşayacaklardır. Ama hepsi bir arada olmayacak, kimisi dünyada imtihanı kazandığı için ebedî huzur ve saadet ülkesi olan Cennete, kimisi de imtihanı kaybettiği için ceza olarak Cehenneme gideceklerdir. Yani çok şükür insanın fıtratında bulunan ölümsüzlük arzusunun gerçekleşeceğini dinimiz İslâm’ın hakikatleri sayesinde öğrenmiş ve iman etmiş bulunmaktayız. İnanıyoruz ki, ölümsüz bir dünyada bütün sevdiklerimizle (ehl-i iman olanlarıyla) Allah’ın lütuf ve ihsanıyla beraber olacağız. Orada insanın bütün arzuları yerine gelecek, dünyadaki menfî ve sıkıntılı hâletlerin zerresi dahi bulunmayacaktır. Dünyada yapılanlar ise beyhude uğraşlardır... 16.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
İlmin mertebeleri |
Varlığın insan beyni ile bağlantısının sonucunda ortaya çıkan bir durum olmalıdır bilgi. İlim şeklinde ifade ettiğimiz kavramı da bu noktadan hareketle bilginin organize şekilde beyinde yerleşmesi şeklinde adlandırabiliriz. Duygular ve düşünceler de bu bilgilerle bağlantılı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarıdır. Bütün bunların beyinde yerleşmesinin ardından ortaya çıkan en önemli sonuç davranışlar ve genel varlık algısıdır. Kâinat kitabının okunması ve bundan ortaya çıkan anlamlar manzumesinin ferdin dünyasında oluşturduğu sonuç, bilginin sahiplenilmesi ile çok yakından ilişkilidir. Her hangi bir bilginin kişinin dünyasına yansıması ve kendi malı gibi kabullenilmesi süreci bilgi ve insan arasındaki yakınlığın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu yakınlık aslında bizzat beynin içinde bilginin yer aldığı anatomik konum ile çok yakın ilişkilidir. Beynin yüzeyini bir kabuk gibi saran gri cevher korteks adını alır. Pek çok zihinsel fonksiyon bu alan ile bağlantılıdır. Bu alanın fonksiyonlarını akıl adı verdiğimiz kavramla irtibatlandırabilir ve bu düzeydeki bilgiye akledilen bilgi diyebiliriz. Kişinin kendi malı olarak algıladığı bilgi yakîn şeklinde ifade edilebilir. Yani kendi dışında, uzaklarda ve birilerine ait olarak kabullenilen bilgi zamanla sahiplenilip, kabul edilen bir noktaya gelse artık yakin düzeyinde bir ilim hâline dönüşmüş olur. Muhtemelen bilginin önemli bir kısmı Hazret-i Âdem’e (as) Âlemlerin Rabbi’nin öğrettiği bilgiden genetik ya da başka kanallarla miras yoluyla gelmektedir. Bunun üstüne fert ve varlık irtibatından ortaya çıkan bilgiler ferdin red ya da kabul eden alanına gelir ve tasdik edilen bilgi artık sahiplenilmiş olur ve kişiye ait bilgiye dönüşür ve yakin olur. Dıştan gelen bilgilerin kaynağı algılardır. Beş duyu şeklinde ifade edilen algıların hepsi aslında farklı kanallarla dışa açılan ve insanın dış âlemle irtibatını sağlayan gözler gibidir. Bütün bu algılar vasıtası ile beyne ulaşan ve ruhun seyrettiği bilgiler “ayne’l-yakîn” kavramının ifade ettiği alan içinde yer alıyor olarak kabul edilebilir. Bu günün ilmi çerçevesinde böyle bir tanım ile ele alınsa zannediyorum önemli bir yanlış içine girilmemiş olacaktır. Algılar vasıtası ile beyne, dolayısı ile ruha ulaşan bilgi akıl dediğimiz meleke ile tartılacak ve hafızada daha önceden kayıtlı olan verilerle kıyaslanacaktır. Bu kıyaslamanın sonucu kabulle neticelenirse düşünceler boyutunda sahiplenilmiş bir bilgi olur ve “ilme’l-yakîn” mertebesinde bir kabulü ifade eder. Bu tarz kabul için sadece kişinin kendi algıları değil başka kişilerin algıları ve rivayetleri de vesile olabilir. Bu noktada rivayetlerin çokluğu ile birlikte yakin dediğimiz kabul duygusunun ölçüsü de artar, artık kesin kanaate dönüştüğü noktaya “tevatür” diyebiliriz. Zaman içinde bilgi kişinin malı olarak iç âlemine iyice yerleşir ve artık bildiğinden çok hissettiği bilgiye dönüşür. Bu bir tür akledilen bilgiden hissedilen bilgiye geçiştir. Artık bilgi beynin korteks denen kabuk kısmından retiküler sistem denen ve hissedişlerin alanı olan kısma geçmiştir. Bu alana geçen bilgi artık öylesine kişiye ait olmuştur ki kendisi dahi bunu özel bir yöneliş olmadan fark etmez. Bu kişinin kendi algı organlarını algılamaması ancak onların algıladıkları ile yaşaması gibi bir hâldir. İman da böyle bir güçlü duygudur. Bütün bu hissedişler şekline dönüşmüş güçlü bilgilerin olduğu alan muhtemelen beynin orta kısmında yer alan retiküler sistem diye adlandırılan kısmında bulunmaktadır. Bu alanda yer alan bilgiye “hakka’l-yakîn dediğimizde genel hatları ile bu kavramı anlayabileceğimiz bir tanıma ulaşmış oluruz. Bu aynı zamanda yakînin, yani bilgiyi kabul ediş düzeyinin en üst mertebesi olmalıdır. Asıl olan ise, algıların ferdin dünyasında çizdiği kavram haritasının ardından algıların ötesine, aşkın olana ve dünyasının dışındakilere dair çıkarımları doğru yapabilmek ve yakînini âleminin dışına taşıyabilmektir. Bu ferdin bu âleme gönderiliş gayesi ile buluştuğu noktadır. Yani bütün bu bilgi ve onun kişinin âleminde mertebelenmesi sürecinin sonucundaki nihâî meyve gabya imandır. 16.02.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Cinayet cuntası |
Abdi İpekçi ve Çetin Emeç ailesinin özellikle çığlık gibi yükselen son itirafları, "cinayet cuntaları"nın yüzünde şimşek çaktıran birer şamar gibi patladı. Babası bundan otuz sene evvel katledilen Nükhet İpekçi, acının sağı–solu olmaz diyerek, ülkeyi sarsan ve büyük yankı uyandıran faili meçhul cinayetlerde hayatını kaybeden her kesimden insanların aileleriyle birlikte hareket etmek istediklerini yüksek sesle dile getiriyor. 7 Mart 1990'da katledilen Çetin Emeç'in (küçük resim) eşi Bilge Hanım ise, zihinlerde şafak attıracak şu itirafta bulunuyor: "Tek elden işlendiği izlenimi veren sûikastlerin kurbanları olarak artık susmayağız. Cinayetin arkasında şu var, bu var demiyorum. Bir örgütü işaret etmiyorum; ama, devletin ihmali var... Mühim olan tetikçi değil, o kiralık bir zavallı. Geride neler oldu?.. Atatürkçü, orduyu seven, vatanperver bir kadınım. Devletime hiç kızmadım ben. Başka gerçeklerle yüzleşmek istemedim. O yüzden hep İran demek, İslâmcılar demek işime geldi sanırım.” (Vatan) Memnuniyet verici bir gelişme de şudur: İpekçi ve Emeç'in ailesiyle aynı paralelde fikirler beyan eden merhûm Hamidoğlu'nun, Sazak'ın, Darendeli'nin ve katledilen diğer 20 kadar mazlûmun hayattaki yakınları ve aile efradı, bundan böyle müşterek hareket etme iradesi gösteriyorlar. Özellikle arka planı meçhul cinayetlerde vefat edenlerin yakınlarının kurmuş oldukları platformun sözcüleri, ayrıca TBMM’de bir araştırma komisyonu kurulması talebinde bulunmuşlar ki, bu son derece ümit verici bir gelişmedir.
Sorgulamanın yönü değişiyor
İşte, yaşanan bu son gelişmeler bize açıkça gösteriyor ve kuvvetlice bir kanaat hasıl ediyor ki, yıllardır yanlış istikamette seyreden sorgulamanın yönü artık değişmeye başlamış bulunuyor. Yakınlarını kaybedenlerin aileleri gibi, onlarla aynı mefkureyi paylaşan grup arkadaşları da, şimdiye kadar genellikle hep dindarları, Müslümanları suçluyorlardı. Hatta, en çok ses getiren Uğur Mumcu cinayeti (24 Ocak 1993) bile, gayet planlı ve ustalıklı bir yönlendirme ile, dinlarların üzerine yıkılmak istendi. Mumcu'nun cenaze merasimi, büyük bir gösteriye dönüştürülerek, tüm dikkatler dindarların üzerine çevrildi. Daha da ileri gidilerek, iş küfür ve hakaret noktasına kadar getirilip dayandırıldı. Halbuki, dindar Müslümanların cinayet işlemek gibi ne bir düşünceleri vardı, ne planları ve ne de bu işten bir menfaatleri söz konusuydu. Bu hususu, aklı başında birçok kimse dile getirdi. Ancak, pek dinleyen olmadı. Zira gaye, maksat başkaydı: Bir yandan iz kaybettiriliyor, bir yandan da dindarlar zan ve töhmet altında bırakılmak isteniyordu. Aradan yıllar geçti. Mumcu'nun kızı ve oğlu, çok farklı şeyler söylemeye başladılar. Babalarının İranlı casuslar, ya da Türkiye'deki dindar tarafından öldürüldüklerine inanmadıklarını ifade ettiler. Ardından, diğer mağdur aileler de konuştular ve benzer yönde açıklamalarda bulundular. Ortak açıklamalardan çıkarabildiğimiz mânâ ve mesajın özeti şudur: Bütün bu işleri çekip çeviren, cinayetleri organize edip izini kaybettiren bir "cinayet cuntası" var. Yakalananlar ise, belki kullanıldıklarının farkında bile olmayan zavallı kimselerdir. Kimi tetikçi, kimi de taşerondur bu zavallıların. Dolayısıyla, asıl azmettiricilerin kimler olduğu ortaya çıkarılmalı ve bu cinayetleri organize eden "cinayet cuntası"nın kökü kurutulmalı.
Tarihin yorumu 16 Şubat 1969
"Kanlı Pazar"ın Kemalist aktörleri
Bundan 41 sene önce bugün (16 Şubat 1969, Pazar) azmettiricileri Kemalist olan iki grup, Beyazıt Meydanında kıyasıya çatıştılar. Sağcı–solcu görüntüsü altında yaşanan bu çatışma sonrasında iki genç bıçaklanarak öldürülürken, yaklaşık 100 kişi de çeşitli yerlerinden yaralandı. Bu vahşiyane hadise, yakın tarihimizin kayıtlarına "Kanlı Pazar" ismiyle geçti.
İki tarafta da Kemalistler var
Anarşik olayların boy vermeye başladığı 1969 yılı, aynı zamanda seçim yılıydı. 1960'da darbe ile devrilen Demokratlar (AP), 1965 seçimlerinde tek başına iktidara geldi. Dört yıl sonra yapılacak olan 1969 seçimlerinde de neticenin pek değişmeyeceği ve Demokrat iktidarın devam edeceği anlaşılmış durumdaydı. Bu durumu hazmedemeyen ihanet odakları, ne yapıp edip bir hadise icat etmeye, ülkeyi bir kaosa doğru sürüklemeye karar verdiler. Önce, bu vatanın evlâtlarını sağ ve sol diye iki cepheye ayırdılar. Ardından, onları her vesileyle çatıştırmaya sevk ettiler. İşte, bu meyanda yaşanan ilk en büyük çatışma, 16 Şubat 1969'ta meydana geldi. Şubat ayının ikinci Pazar günüydü. Devrimci–solcu geçinen cepheye mensup onlarca gençlik örgütü söz birliği içinde Türkiye'ye gelen ABD'nin 6. Filosunu protesto etmek için gösteri yapacaklardı. Buna mukabil, kendilerini sağcı–milliyetçi addeden gruplar da harekete geçerek, ABD'yi protesto edenleri protesto etmeye, hatta gösterilere engel olmaya karar verdiler. Dikkatlice baktığımızda, her iki tarafta da Kemalistlerin olduğunu görürüz. Meselâ, solcu gruplar, yapacakları protesto gösterisini "Amerikan Emperyalizmine Karşı Mustafa Kemal Mitingi" şeklinde isimlendirdiler. Başını "Komünizmle Mücadele Derneği"nin çektiği sağcı gruplar ise, solculara karşı "Müslüman Türkiye" sloganlarıyla saldırma plânını hazırladılar. Solcular, açıktan M. Kemal ismini kullanırlarken, Komünizmle Mücadele Derneği'ne yardım eden kesimlerin başında da yine Kemalistler geliyordu. Dolayısıyla, hem sağda, hem de solda mevzilenmiş olan Kemalist odaklar, bu vatanın genç evlâtlarını karşı karşıya getirmişler ve ülkeyi bir kaosa doğru sürüklemeyi başarmışlardı. Ne yazık ki, bu planlı kardeş kavgası kesintisiz devam etti. El altından bu tür kışkırtmaları yapanlar, nihayet darbenin olgunlaştığına kanaat getirerek harekete geçtiler. Önce, General Madanoğlu liderliğindeki 9 Mart Cuntası darbe planını yaptı. Ancak, planları deşifre olunca, hareket başarıya ulaşmadı ve cunta dağıldı. Eş zamanlı olarak harekete geçen diğer cunta ise, emir–komuta zinciri içinde 12 Mart'ta (1971) hükümete muhtıra verdi. Muhtıracılar, hükümet istifa etmezse "kardeş kavgası"nın durmayacağını, dolayısıyla iktidarı silâh zoruyla devirmek mecburiyetinde kalacaklarını deklare ettiler. Görülüyor ki, sağ veya sol Kemalist odaklar, yakın tarihimizde yaşanan bütün darbe ve muhtıra öncesinde planlar yapmışlar, kışkırtmada bulunmuşlar ve demokratik sistemi başarısızlığa uğratmak için ellerinden geleni ardına koymamışlar. 16.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Saadet BAYRİ |
|
Aşktan öte bir aşk var mı? |
Çağımızda iletişim araçlarının değişmesiyle, kişilerin görüşleri düşünceleri de değişiyor. Hemen hemen hepimizin evinde olan internet, olmazsa olmazlarımızdan. Düşünüyorum da bundan on yıl önce, cep telefonu en büyük hayallerimizden biriydi. Daha eskiye gidersek, cep telefonunun hayalini bile kuramazdık ancak büyük iş adamlarına has bir araçtı. Şimdi ise, “cep telefonu olmadan önce ne yapıyorduk?” diyoruz. Hayatımızın içine o kadar girmiş ki; çıkarmak ne mümkün. Derken şimdi cep telefonu da demode olmuş durumda, internet olmazsa olmazlarımızdan. Bakalım zaman daha neleri hayatımızın içine aldırıp, “ … olmadan ne yapıyorduk” diyeceğiz. Aynı şehirde ki dostlarımızla bile internetten görüşürken, “zaman bayağı değişti” demekten kendimi alamıyorum. Ev telefonu almak bile lüks iken, şimdi lüks kalmadı gibi. Kalem ise sadece okullarda kullanılıyor. Şimdinin gençleri, mektup denince, bizim destanları ya da kitabeleri dinlediğimiz gibi dinliyorlar. Birbirinden tamamen farklı iki kuşak olup çıktık. Aramızda çok az yaş farkı olmasına rağmen. Teknoloji bizi çok erken yaşlandırdı. Genç olduğumu düşünüyorum ancak benim kuşak “seksenler” diye geçince, “bizim zamanımızda böyle miydi?” demek geliyor içimden. Gerçekten bizim zamanımızda hiçbir şey böyle değildi. Hal böyleyken, okuduklarımız, keşfettiklerimiz ve paylaşımlarımız daha hızlı ve kolay oluyor. Aşka dair yazılanlar ise facebook gibi sitelerde gırla. Hayran sitelerine bakarken, bir noktada takılıp kalıyorum. Mesela; Mevlânâ Hazretlerinin hayran sayfası açılmış. Yazılanları okudukça, içim bir hoş oluyor. İlâhi aşk bu kadar mı leziz anlatılıyor, deyip susuyorum. Derken fark ediyorum ki; Mevlânâ’yı bile kullanıyoruz. Nasıl mı? Bütün gençlik âşık olduğu için, aşklarına ithaf edilen sözleri Mevlânâ’dan. Oysa Mevlânâ’nın aşkı hak aşkı, bizimkisi yar aşkı.. Bu hikmetli sözler, yazanların haline göre baş üstünden ayak altına düşüyor. Ve hakka yürüyen beyitler, bir anda bambaşka bir hal alıyor. Susup kalıyor tüm nağmeler. “İyi ki Mevlânâ Hazretleri var. Yoksa aşkımızı kim bu kadar güzel anlatırdı.” diyoruz, okumayan ve bu sebeple iki kelimeyi bir araya getiremeyen biz âşıklar. İnternet sitelerindeki diğer âşık; Yusuf. “Yusuf Züleyha’ya dedi ki” diye başlayıp giden cümleler. Anlamadığım bir peygamber olan Yusuf Aleyhisselam bizim mahalle arkadaşımız mı? İsmini saygıyı aşıp ta “Yusuf şöyle yaptı. Yusuf böyle dedi” diye anıyoruz. Hz. sıfatını bir türlü isminin başına getirmiyoruz. Ve aşkın en küçük dairesinde gezdirip duruyoruz. Hz. Yusuf’un hayatını kaçımız okumuştur? Züleyha ile olan aşkını araştırmaktan, vakit bulabildik mi? Ve bu aşk bu kadar gündeme getirilirken sabrına dikkat çekenimiz oldu mu? Bir gömlek uğruna senelerce zindanda kalışı ve bunların hepsindeki hikmet… Çok şey mi istedim. Sanırım Yusuf-Züleyha aşkı daha heyecanlı geliyor. Vesselam... 16.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
İlk seanslarda neden ağlanır? |
İnsanları dinliyorum... Ne çok hikâye var diye düşünüyorum... Ne çok hikâyesi olan insan var... Ne kadar da farklı... Ve ne kadar da benzer aslında... Nerede bitiyor, nerede başlıyor mutluluk... Neden insanlar hep mutsuz? Neden sürekli acı çekiyorlar? Yaşadıkları olaylar mı çok acı, yoksa, olaylara kendimiz mi katıyoruz derin derin acıları... Hayatın hamuruna konan acı, çektiğimizden acıdan daha mı çok... Büyük imtihanlar hariç, ki onlar yüreğinin kabuğunu soyar insanın... Çok sevdiğin birini, bir yakınını kaybetmek... En azından bu dünyada bir daha göremeyeceğini bilmenin acısı... Hayatın bildiğinden, gördüğünden çok daha farklı olduğunu, inandığın ve en güvendiklerinin tam tersine olduğunu gördüğün zamanlar... Bunun gibi daha nicelerinin yeri zor iyileşir. Belki hiç geçmez, sadece onunla, o sızıyla yaşamayı öğrenirsin... Elin her değdiğinde yeri hâlâ acır, ama sana öğrettiği anlamın yanında acısı hiç kalır. Kendini, ruhunu ve duygularını korumayı öğrettikleri için minnettar olduğun dostlar gibi olurlar... Ve insanlar neden ağlar ilk seanslarda...Yüreğinin zehrini akıtmak hiç de kolay değildir biliyorum... Bunları kelimelere dökmek, yıllarca biriktirdiklerini, bir saatin içinde, bir terapi seansında boşaltmaya çalışmak, ne kadar da zordur... Büyürken halının altına attığın ve ertelediğin onca yaşanmamış duygunun ve söylenmemiş sözün acısı bir saatte çıkar mı, boşaltılabilir mi onca dolmuşluk, tanımlanamadan, adı konmadan kaldırılan onca yaşanmışlık... Yıllarca halının altına ittiklerin zamanla yükseklik yapmaya başlar, zaman olur ayağın takılır, düşürür seni.. Niye aynı hataya düşüyorum, niye hep aynı yerde buluyorum kendimi diye yakındığında, biriktirdiklerinin ayağına takıldığını fark edemezsin bile.... Halının altını görmeye cesaretin varsa eğer, çıkan her şey ilk önce seni korkutur, canını daha da yakar. Yüzleştiğin her şey sana gerçek seni tanıtmaya çalışır. Oysa ki, sen onu hep derinlere atmaya, sesini kısmaya çalışmıştın... O kaybolup gitmedi, hep bir şekilde varlığını sürdürdü... Hep kaçmana rağmen, onunla karşılaşman yıllarını aldı... İşte bu yüzdendir ki, genellikle ilk seanslar da ağlanır. Nereden başlayacağını bilemezsin, ne söyleyeceğini de, niye geldiğini de... İşe yarayıp yaramayacağına dair bir sürü şüpheye rağmen, sen kendine öyle ağır gelirsin ki, seni getiren de bu duygudur aslında... Nasıl biri karşına çıkacak, ona güvenip içini açabilecek misin? Seni gerçekten anlayabilecek mi? Çözüm olabilecek mi yaşadıklarına? Güvenebilecek misin? Sırlarını senin kadar iyi koruyabilecek mi? İçindeki tüm yüklerini boşaltabileceğin, cevabını aslında senin de bildiğin bir sürü soruyu tekrar sorabileceğin birinin yanında ağlayabilmek... Bu bile tek başına rahatlatıcıdır. Terapide kullanılan bir sürü tekniğin yanı sıra, aslında iyileştirici etki yapan şeyin, terapist ile danışan arasında kurulan ve temelinde güven olan o yakın ilişkide yattığını düşünürüm hep... İnsan güven duyduğunda ve olduğu gibi kabul edildiğinde savunmalarını daha az kullanır. Gerçek benliğiyle daha çok muhatap olur. Ve onunla daha çok muhabbet eder. Küçük bir çocuğu sever gibi sever içindeki kendini.... Yaramazlıkları, tüm saçmaladıklarıyla sevimli gelir ona... Hassas ve kırılgan olduğu kadar, onun ne kadar cesur olduğunu da bilir... Her düştüğünde tekrar tekrar ayağa kalkışlarını ve hayata yeniden tutunuşlarını da bilir... İçindeki cesur, ama bir o kadar da hassas olan o küçük çocukla tanışmak için iyi bir adımdır terapi yolculuğu... Kırılganlığını sırf zayıf görünmemek adına inkâr ettiğimiz o çocuğun büyüdüğünü de fark edemeyiz çoğu zaman... Sana yapılan senin içine yapılan terapi yolculuğunda, bir yol ayrımında rastlarsın ona... En saf haliyle karşılar seni, huzurlu bir gülümsemeyle bakar gözlerinin içine.. Ne kadar sıcak ve ne kadar da tanıdık gelir... Çok eskilerden gelen bir dost gibi... Bir terapi yolculuğunda kendiyle ve kendi içindeki çocukla karşılaşmaya cesareti olan insan, yüreğinde ilk defa özgür olmanın serinliğini de hisseder, her şeye rağmen varolabilmenin ve yaşayabilmenin hazzını yaşar... Yaratılan her şeyle beraber, sevilerek yaratılmış olmanın derin huzurunu da yaşar... Gözlerini kapatarak değil, açarak da mutlu olunabileceğini fark eder... 16.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
“Tuzak”ların farkına varmak için bir asır mı geçmeli? |
Türkiye’nin önünü tıkamak ve ufkunu karartmak için gerçekleştirilen cinayetlerden biri de gazeteci Çetin Emeç’in katledilmesiydi. Cinayetin üzerinden 20 yıl geçtiği halde bu cinayet hâlâ aydınlatılabilmiş değil. Çetin Emeç’in eşi, cinayetin çözülmek istenmediğini söyleyip şöyle demiş: “Gerçeklerle yüzleşmek istemedim.” Konu ile ilgili olarak ilk defa konuşan Çetin Emeç’in eşi Bilge Emeç, bu güne kadar niçin konuşmadığını şu sözlerle açıklamış: “Konuşmadım çünkü bıktırma siyaseti yaptılar. Usandırma politikası güttüler. Ve başarılı oldular. ‘Çözmesinler, istemiyorum’ dedirttiler. En acılı günlerimde, geliyorlardı, anlattırıyorlardı, gidiyorlardı. Sonra bir başkası geliyordu, sonra bir başkası. ‘Ya ben bunları anlattım diyordum’, ‘Dosya boş, ifadeler yok edilmiş. Baştan yapacağız’ diyorlardı. Kaç kere kayboldu ifadeler, kaç kere. Defalarca soruşturmayı yürüten terörle mücadelenin başındaki kişi değişti. Çok ağırıma gitti bu olanlar. Nasıl kaybolur ifadeler? Asıl, Çetin’in arabasında yanında olan çantasından sonraki gün yazacağı yazı kayboldu. O yazıda ne vardı, merak ediyorum.” (Vatan, 14 Şubat 2010) Belki de diğer cinayetlere de ışık tutabilecek asıl ‘itiraf’ şu noktada düğümleniyor: “Katilin bulunması çok önemli değil. Yakalanan katilin de gerçek olduğunu düşünmüyorum. Tetikçiyi yakaladılar güya. O çocuk cezaevinde evlendirildi. Hrant’ınki de aynı oldu ya. Evlendi. Nasıl oluyor anlamıyorum. Gerisinde kim var bu işlerin hâlâ çözülmedi. Çözülse de ne olacak ki artık onu da bilmiyorum gerçi. Sürekli dinle ilgili tehdit aldığımız için hep ‘İran’ dedik, ‘Dinciler’ dedik. Çünkü ben Atatürkçü, orduyu seven, vatanperver bir kadınım. O yüzden daha devletime hiç kızmadım ben. Başka gerçeklerle yüzleşmek istemedim. O yüzden hep İran demek işime geldi sanırım. İran’ın yaptığına inanmak istedim.” (agg.) Çetin Emeç, 7 Mart 1990’da Suadiye’deki evinin önünde uğradığı silâhlı saldırı sonucu katledilmişti. O tarihlerde başta Hürriyet olmak üzere ‘meşhur’ gazetelerin cinayete yaklaşımı tamanen ‘irticaî’ pencereden bakış şeklindeydi. Katiller yakalanmadan medya suçluları ilân etmişti bile: Dinciler! Emeç’in eşinin “Gerçeklerle yüzleşmek istemedim” demesi bundan. Çünkü gerçekler çok farklıydı, benzer bütün cinayetlerde olduğu gibi... Emeç’in hanımının şu sözleri de dikkat çekici: “Dinimle ayakta kaldım. Allah’a sığınarak. Ben her sabah şükür namazı kılarım. Hâlâ da kılarım.” Bilge Emeç’in çizdiği Çetin Emeç portresi de bilmediğimiz türden: “(Çetin Emeç) Mutlaka çıkmadan duâsını okurdu. Kıbleye karşı durur, ellerini açar duâsını yapardı. Kimseye göstermeden ama. Çocukların odasına girer, kapıyı kapatırdı. (Sordunuz mu hiç ne diyormuş duâsında, ne duâsı ediyormuş?) Sormadım çünkü ben de beş vakit namaz kılan biriyim. Her zaman kılardım gençliğimden beri. (...) Çetin’den de evvel kılardım.” Allah göstermesin, böyle hadiseler sonrasında ‘patron’ların davranışı da çok önemli. Bu konuda da iyi imtihan verilmediği anlaşılıyor: “Erol Bey’e sevgimiz ve saygımız çok büyüktü. Ama hadisede o kadar ayıp etti ki, öyle bir vefasızlık yaptı ki, anlamak mümkün değil. Suikasti unutturma politikası yaptılar resmen. Onu bırak, aramadı bile. Ne ilk gün ne geçen 20 senede bir kez. Bir gün hatırımızı sormadı. Yok oldu ortadan.” Cinayetten uzun bir süre sonra yakalanan ‘katiller’in gerçek katiller oldukları noktasında Emeç’in eşinin de şüpheri var. Keşke, gerçekleri itiraf etmek için yıllarca beklenmese... 16.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Geriye gidiş… |
Yürütmenin başı olarak Cumhurbaşkanı Gül’ün Hindistan yolunda havada “Yeni anayasa için bu Meclis fırsatı kaçırdı” sözleriyle başlayan ve sonradan düzeltmesiyle de dinmeyen tartışmalar değişik boyutlarda sürüyor. Buna göre, İçişleri Bakanlığı uhdesinde birkaç “komisyon kurulması”yla yetinilecek. Birkaç maddelik değişikliklerle “açılım”, kadın ve çocuk hakları, işkence, kamu denetçiliği, pozitif ayırımcılık, insan haysiyeti, kişisel veriler” başlıklarıyla sınırlandırılacak... AB’nin istediği başta yargı reformu, demokratik eğitim, inanç ve ifâde özgürlüğü olmak üzere Türkiye’yi demokrasi ve özgürlükler standardına ulaştıracak düzenlemeler, yine “tartışmalı maddeler” diye erteleniyor. Özetle “açılımlara aynı şevk ve istekle devam edecek misiniz?”sorusuna Başbakan’ın “açılımlar”ın ilkini ve esasını teşkil eden “Kürt açılımı”nı ve fiyaskoyla sonuçlanan “Ermeni açılımı”nı “teğet” geçmesi, iktidarın “açılım” zâfiyetini açığa çıkıyor. Ve peşpeşe akamete uğrayan “açılımlar”a dair Erdoğan’ın, “Ruhban okulu çalışmamız sürüyor, açılmaması beni rahatsız ediyor” cümlesi, “açılım”dan neyi anladığını ortaya koyuyor…
EMASYA’NIN YERİNE KDGM… İptal edilen Emniyet-Asayiş Yardımlaşma Protokolü “EMASYA”nın yerine âcilen Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nın (KDGM) ikamesi, bunun ilk göstergesi. Görünen o ki Genelkurmay Başkanı’nın daha önce “Protokole gerek yok, zaten aynı işlevi gören kanun var” dediği ve hükûmetin en son 2005’te yinelediği EMASYA, yine İl İdaresi Kanunu 11/d’ye dayandırılarak İçişleri bünyesindeki KDGM perdesinde devam ettirilecek. Zira 28 postmodern darbe sürecinde oluğu gibi yüzbinlerce vatandaşın “irticacı” diye fişlenip mağduriyetine âlet edilmesine; başta inanç ve eğitim hakkı olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin “suçlanması” istismarına hiçbir ciddî bir tedbir alınmış değil. Yedi yıldır düzeltilmeyen—EMASYA’nın dayandırıldığı—Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (MGSB) de benzer kırılma alâmetleri görülüyor. Gül’ün “Kırmızı Kitap şart” demesi ve “çeşitli kuruluşların görüşleri toplanıp kaleme alınır” hatırlatması bunun işâreti. Yeni “belge”nin de MGK Genel Sekreterliği’nce başta MİT, Emniyet ve Genelkurmay olmak üzere çeşitli kurumların görüşleriyle oluşacağı ve yeniden MGK’nın onayıyla hükümetin önüne konulacağı anlaşılıyor. Tıpkı “bölücülük” ve “aşırı sol”la birlikte “irtica”ın “iç tehdit ve düşman” sayıldığı mevcut MGSB’nin MGK’dan gelen haliyle 20 Mart 2006’daki Bakanlar Kurulunda kabul edilip yürürlüğe konulması gibi… Başbakan’ın yeni MGSB hakkında “bazı değişiklikler”in güncelleneceğini belirtip,” Biz bunu MGK’de istişare eder, Bakanlar Kurulunda konuşuruz” sözleri de aynı anlama geliyor… Doğrusu, Başbakan’ın, “demokratikleşme”ye zemin hazırlayacak, siyaseti demokratikleştirecek, AB’nin baştan beri önemle önerdiği “siyasî partiler ve seçim kanunu”nu ağzına almaması, “seçim barajının inmesi”ne bile “Türkiye hazır değil, yüzde 10 barajı geçerli” sözüyle karşı çıkması, AKP’nin “demokratikleşme vizyonu”nu su yüzüne çıkarıyor.
“DAR MİNİ PAKET”TE DE KARARLILIK YOK! Bu “vizyon”la, darbe dönemi sorumluları her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî ve hukukî sorumluluk ileri sürülmesini yasaklayan, darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan 12 Eylül darbesi ürünü 28 yıldır yürürlükteki “geçici 15. madde”nin anayasa’dan ayıklanmasına Başbakan, “Bırakın bu sulu şakaları” diye reddediyor. Darbelere gerekçe gösterilen, askerlerin bile “gerekirse kaldırılsın!” dediği TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddenin kaldırılmasını bir başka döneme bırakıyor. “Katsayı” dayatmasını “çirkin” ve “haksız” buluyor; lâkin hâlen bir milyon altıyüz bin meslek lisesi öğrencisinin hakkını gasp edip mağdur eden haksızlığa karşı, Danıştay’ın “gerekçe” gösterdiği Yükseköğretim Kanunu 45. maddesini değiştirmeye yanaşmıyor. Akıbeti meçhul kısırdöngüde çözümü yine YÖK’ün yönetmeliklerine havale ediyor. Bu arada Millî Eğitim Bakanlığınca ilköğretimde felsefe müfredatından sırf dini çağrıştırdığından “hikmet”e dair ünite kaldırılıyor; sosyoloji kitabından “din eğitimi-öğretimi ile din ve vicdan hürriyeti” bölümü çıkarılıyor. Neticede “yeni anayasa”yı gündemden çıkaran AKP iktidarı, “demokratikleşme”yi ötelemesinin ötesinde, sözünü ettiği “dar mini paket”te bile kararlılık gösteremiyor. Kuşa çevrilen “mini paket”, siyasî partilerin kapatılmasının zorlaştırılması benzeri oldukça yetersiz bazı kısmî değişikliklerle kalıyor. Başbakan’ın “cemevlerine ibâdethâne statüsü”yle çıkmazdaki “Alevî çalıştayı” ile “çalışmalarımız var” dediği “Roman açılımı” örneğiyle geçiştirmesi, demokratikleşmede geriye gidişin ikrarı… Yarım-yamalak, yamalı, eksik ve aksak değişikliklerle demokratikleşmenin olmayacağı ortada. O halde hâlâ halkı oyalamanın maksadı nedir? 16.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Kurumsal olgunluk” |
Darbe planları için “Madem haberiniz vardı, niye yedi sene önce gereğini yapmadınız?” sualini “Çünkü demokratik olgunluğa ancak şimdi ulaştık” diye cevaplayan Başbakan Erdoğan, ‘’Türkiye’nin normalleşmesi için şu kadar süreye ihtiyaç vardır, şunları yapmalıyız diye bir yol haritanız var mı?’’ sorusuna ise önceki beyanıyla çelişen bir karşılık veriyor: ‘’Bizim yol haritamızla tamamen dört dörtlük örtüşen bir olay değil. Buna şöyle bakmamız lâzım. Herşeyden önce Türkiye, kurumsal anlamda, bütün kurumlarıyla beraber demokratik olgunluğa henüz ulaşmış değil. Türkiye’nin daha demokratik standartlarını geliştirmesi lâzım.’’ Bu yoruma göre, darbe planlarının tartışılmasını ve iddiaların yargıya intikalini sağlamak için ancak yedi yılda erişilebilen demokratik olgunluk, “kurumsal” açıdan hâlâ çok uzakta, öyle mi? Devletin üç ayağından biri olan yürütme ve yasama erkleri, milletin verdiği destek ve yetkiyle yedi seneyi aşkın bir zamandır sizin elinizde. Hâlâ yakındığınız bürokratik oligarşiyi aşmak için gereken yasal düzenlemeleri Meclisten geçirerek uygulamaya koyma görev ve sorumluluğu sizin üzerinizde. Bunların yargı engeline takılmasına meydan vermeyecek temel ve yapısal reformları gerçekleştirmek de sizin göreviniz. Aynı şekilde, bürokrasinin her kademesinde ehil kadroları görevlendirip, reformların uygulamaya hızla yansımasını sağlamak da sizin işiniz. Keza bunlarla bağlantılı çok önemli bir konu olan zihniyet değişiminin olumlu yönde hızlanması için medya ve STK’lar başta olmak üzere demokratik sürecin önemli dinamiklerini harekete geçirme sorumluluğu da sizin üzerinizde. Yol haritanız, Türkiye’nin gerçeklerini, bugün hâlâ yakındığınız statükonun mevzilendiği direniş odaklarını, oralardan gelecek her türlü engellemeyi hesaba katacak ve onları aşmanın formüllerini ortaya koyacak bir şekilde hazır olmalıydı. Bu harita, sizden önceki dönemlerde yaşanan ve zaman zaman sizin de hatırlatıp referans gösterdiğiniz tecrübelerin ışığında, tökezlemeden ve tuzaklara düşmeden yol almanızı mümkün kılacak ortak akıl ürünü bir strateji içermeliydi. Sistemde kayda değer hemen hemen hiçbir değişiklik yapmadan geçirdiğiniz yedi yılın sonunda gelinen noktada, “Efendim, statüko önümüzü kesiyor; Mecliste karar alıyoruz, Anayasa Mahkemesi bozuyor; hükümet icraatı ve YÖK kararları Danıştay’dan dönüyor; elimiz kolumuz bağlanıyor” diye yakınma lüksünüz olabilir mi? Bunları iktidara gelince mi öğrendiniz? Çankaya’da Sezer’in oturduğu ilk dönem AKP iktidarlarında tabana verilen fısıltı mesajı şuydu: “Sezer’in vetoları yüzünden iş yapamıyoruz. Biraz daha dişinizi sıkıp sabredin. Cumhurbaşkanlığını alalım, ondan sonra önümüz açılacak.” Fırtınalı ve maceralı bir sürecin ardından, bu hedef gerçekleşti. Ve Gül’ün Çankaya’ya çıkmasının üzerinden iki buçuk sene geçti. Ancak yine kayda değer bir gelişme ve rahatlama olmadı. Dahası, bu rahatlamanın en önemli ve öncelikli şartlarından biri olan yeni anayasa konusunda bizzat Gül “Toplumsal mutabakat olduğu halde Meclis o fırsatı kaçırdı” diye hayıflanıyor. Ama bu defa da AKP tabanına şöyle deniyor: “Cumhurbaşkanlığını almak yetmiyormuş. Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve HSYK başta olmak üzere yüksek yargı organlarının da statüko direnişçilerinden arınmasını beklememiz lâzım.” Bu millet sabırlıdır, bekler. Ama AB sürecinin de gereği olarak, Meclisteki iktidar çoğunluğuyla şimdiye kadar çoktan yapılması icab edenleri yapmayıp, ülkeye bunca vakit kaybettirip, ondan sonra bu yapılmayanları yeniden süresi belirsiz uzun vadeli taahhütlere dönüştürerek kendisinden destek isteyenlerin samimiyetini de sorgular. Önce “demokratik olgunluk”tan söz edip, ardından “Kurumsal anlamda henüz bu olgunluk yok” demenin, bürokratik oligarşiye teslimiyet itirafından başka birşey olmadığını da fark eder.
16.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Vesvesede üç mertebe |
Bayan okuyucumuz: “Vesvese nedir? Yaratılışımızın bir gereği midir? Bazen çok ince ve değmeyen meselelerde çok vesveseleniyoruz. Evham ve vesveseler bazen ibadetlerimize çok ilişiyor. Vesveseden kurtulmanın bir çaresi yok mu? Yoksa hep vesvese ile mi yaşamak zorundayız?”
Vesvese, tabiatımızın bir özelliğidir. İrademiz dışı ve ansızın gelir; bazen bizi rahatsız eder, bazen uyandırır, ikaz eder. Bazen inanç ve itikat meselelerinde gelir o; ve içimize şüpheler atar. Bizi araştırmaya ve doğruları bulmaya sevk eder. Bazen namazın içinde, namazla ilgisi olmayan bir hatıranın tahriki şeklinde gelir; namazdaki huzurumuzu ve huşûumuzu bozar. Bazen yine namazla ilgili, namazda bir yerlerin eksik kaldığı tarzında gelir ve namazımızda bir eksikliğin var olduğu zehabına kapılırız. Bazen, abdest alırken gelir ve abdest azalarımızda kuru bir yer var olduğunu zannederiz ve uzuvlarımızı yıkadıkça yıkarız. Bazen temizlik üzerinde ifrata varan bir titizlik şeklinde gelir ve üstümüzü-başımızı, oturup kalktığımız yerleri durmadan inceler dururuz. Misâlleri artırmak mümkün. Fakat bir konuda müsterih olalım ki, insan vesvesesiz olmaz; vesvese insansız olmaz. Çünkü melek değiliz!... İmtihan dünyasındayız. Başımız şeytanla dertte. Hem, bırakın vesveseli olalım; ancak bunun ifratı olmasın, tefriti de olmasın! Yani ne hastalık derecesinde aşırılık, ne de safdillik derecesinde güven olmasın; ama normal vesvese olsun içimizde. Vesvese bir ölçüde iç dünyamızın, olaylara karşı müthiş bir sorgulama tekniğidir. Kendimizi durmadan sorgulayalım. Bundan hiçbir şey kaybetmeyiz. Başka bir ifadeyle, vesvese, insanoğlunun dünya hayatındaki tatlı belâsıdır. Tatlı belâsıdır diyorum; zira vesvese kamçısı olmadan ne yanlışlar yapabileceğimizi bir düşünebiliyor muyuz? Bu kamçı olmalı! Ve bizi hep ikaz etmeli, uyanık bulundurmalı. Yoksa hayat akışımızda “safdillik” alır başını giderdi! Ve vesvesenin yapmadığı “tokatlamayı”, bu defa hadiselerin gerçek yüzü yapardı. Şu halde, vesvesenin belli ölçülerde iç dünyamızda bulunması bir zarar değil; bir artı fonksiyonumuzdur. Bundan faydalanalım. Ancak nasıl her duygumuzda ifrat, tefrit ve itidal olmak üzere üç mertebe var ise, vesvesede de üç mertebe vardır: Vesvesenin de ifratı, tefriti ve itidali vardır. Yani aşırı duyarlılık, duyarsızlık ve normal duyarlılık mertebeleri vardır. Olmadık şeylerden kuşku duymak ve bunu bir hastalık haline getirmek vesvesenin ifrat, yani aşırı duyarlılık halidir. Bu haldeki aşırı vesveseye imkân ve fırsat tanımayalım; yüz vermeyelim. Vesvesenin aşırı olanı tam bir hastalıktır. Ancak bu hastalığın tedavisi mümkündür. Hatta bir bakıma tedavisi kendi elimizde, kendi performansımızın içindedir. Böyle ifrat derecedeki vesvesenin nasıl tedavi edilebileceğini Bedîüzzaman Hazretleri Yirmi Birinci Söz’de izah eder. Bu derecedeki vesvese için Bedîüzzaman Hazretleri tek cümleyle der ki: “Ehemmiyet verdikçe şişer; ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen, küçülür.”1 Demek, ifrat derecedeki vesvesenin tedavisi kendi elimizde, kendi yaklaşımımızda gizlidir. Bu durumda, vesvese fazla rahatsız ettiğinde dinimizin temel ölçülerini yeterli görüp, nefsimizi susturacağız. Meselâ lavaboya girerken üzerimizi toplayıp, sözgelişi paçamızı, kollarımızı sıvayıp, sıçratmamaya özen göstererek suyu kullandığımızda, artık kalbimiz bunu yeterli görmeli. Aşırı vesveseye ehemmiyet vermeyelim ki, şişmesin. Büyütmeyelim ki, büyümesin. Namaz kılarken de böyle. Namazın rekâtları konusunda bazen içimize şüpheler düşer, vesveseler girer. Tam selâm vereceğimiz esnada içimizde bir şüphe: Dört rekât mı kıldım, üç rekât mı kıldım? Eyvah! Namazım fasit mi oldu, sahih mi oldu? Oysa aslında–genelde—namazımız tamdır. Bu durumda da, eğer böyle vesveselerle çok sık karşılaşıyor isek; buna hiç itibar etmemeli, selâmı vermeli ve tam kıldığımızı kabul ederek namazdan çıkmalıyız. Yani bu vesvesenin hastalık haline gelmesine izin vermemeliyiz. Eğer ilk defa veya çok nadir olarak böyle bir vesvese ile karşılaşmışsak, düşünürüz, karar veremezsek üç kıldığımızı kabul ederek-–çünkü üçte kesinlik vardır—kalkıp bir rekât daha kılar ve sehiv secdesi yaparız. Vesvesenin tefrit hali, yani duyarsızlık hali, yani yok hali aklın tefrit mertebesi olan “gabavet”e2 yakın bir hâldir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz, hiçbir şeyi sorgulamaz, her şeye güvenir, her şeye inanır. Bu derece halk deyimiyle bir nevî safdilliktir. Bu mertebede vesvese hiç yoktur. İnsan hiçbir hatasını, hiçbir kusurunu görmez. Çünkü kendisini sorgulamaz. Vesvesenin bu yok hali de işe yaramaz. Vesvesenin itidal, yani normal hali ise zararsızdır, hatta aklımızın “hikmet”e ve amelimizin “sıhhat”e ulaşmasına vesiledir. Bu bakımdan ifrata varmayan ve galebe çalmayan vesvese Üstad Said Nursî Hazretlerinin ifadesiyle, “teyakkuza sebeptir, taharriye daîdir, ciddiyete vesiledir; lâkaytlığı atar, tehâvünü defeder.”3 Yani, uyanık bulunmaya sebeptir, araştırmaya yönlendirir, ciddî bir duruş sergileyip hata yapmamaya vesiledir. Kişi vesvesenin normal haliyle lâkaytlığını atar, vurdumduymazlığı kovar. İbadetlerinde daha bir huşu içine girer. Fazla vesveseden Allah’a sığınmalı; “Eûzübillâhimineşşeytânirracîm” demelidir. Mutedil, yani normal vesveseyi ise korumalıdır.
Dipnotlar:
1- Bedîüzzaman, Sözler, s. 248 2- Bakınız: İşârâtü’l-İ’câz, s.29 3- Sözler, s.252 16.02.2010 E-Posta: [email protected] |