Abdil YILDIRIM |
|
Emekli, rahmetli (mi?) |
Uzun yıllar devlet dairesinde çalışmış ve artık emekliliği hak etmiş adam, nihayet emeklilik dilekçesini verir ve neticesini beklemeye başlar. Aile içinde de bir sevinç ve mutluluk vardır. Bundan böyle babaları her sabah işe gitmek zorunda kalmayacak, evine ve ailesine daha fazla zaman ayıracaktır. Alınacak emekli ikramiyesi ile de borçlarını ödeyecekler, belki bir araba bile alabileceklerdir. Evde her akşam böyle hesaplar ve muhabbetler yapıldığı için evin küçük kızı da bu konuşmaları ilgi ve merakla dinlemektedir. Küçük Ayşe, aile içinde bir sevinç ve heyecana sebep olduğu için emekliliğin çok iyi bir meslek olduğunu düşünür. Bir akşam evlerine misafirliğe gelen komşu kadın, Ayşe’yi sevdikten sonra “Söyle bakalım büyüdüğün zaman ne olmak istiyorsun?” der. Küçük kız hiç düşünmeden “Emekli olmak istiyorum” diye cevap verir. Böyle bir lâtife ile giriş yaptıktan sonra, emekliliğin insan hayatındaki önemi ve anlamı hakkındaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. İnsan çalışırken fark edemediği çok şeyi emekli olunca hissediyor. Yıllardır aynı saatte aynı yerde olmak için hayatını tanzim eden insan, bir gün gelip de artık o saatte evinden çıkmak zorunda olmadığını görünce, biraz şaşkınlık yaşıyor. Otuz yıllık iş hayatında başından geçenler, işyerinde yaşadığı acı ve tatlı hatıralar, birlikte çalıştığı arkadaşları, hafıza denilen arşivde yerini alıyor. Artık her sabah gidilecek bir iş olmadığından, bundan sonra hayatındaki boşluğun faydalı meşguliyetlerle doldurulması için arayışlar başlıyor. Emekli deyince, artık yapacak bir işi olmayan, işten güçten elini eteğini çekmiş, evde sağlam eşyaları bozup tamir eden (çok defa da tamir edemeyen) eli boş insan anlaşılır. İlk günlerde pek belli olmasa da, emekli insan zamanla evde bir fazlalık olarak görülmeye başlanır. Hanımın eline ayağına dolaşan, evi dağıtıp kirleten birisi olarak görülür. Bir çok insan, her zaman düzenli olarak yapması gereken vazifelerini ihmal ederek, o vazifeleri emeklilik sonrasına erteler. “Emekli olunca yaparım” diyerek ertelediği işleri yapmak için zamanının kalıp kalmayacağını pek düşünmez. “İleride kaza yaparım” diyerek namazlarını hep kazaya bırakan bir insanın, namazlarını kaza edemeden bir kazaya kurban gideceğini düşünmediği gibi, emekliliğin kendisine nasip olup olmayacağını pek düşünmez. Çalışırken, “Emekli olunca namaz da kılar, ibadet de yaparım” diyerek dinî vazifelerini hep erteleyenler, emekli olunca da kendilerini yaşlı ve yorgun hissederek ibadet ve taatten uzak kalmaya devam ederler. Bunlar köy meydanlarında, kahve köşelerinde veya duvar diplerinde akşama kadar pinekleyip dururlar. Yanı başlarında okunan ezan sesi bile kulaklarına gitmez. Zira namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmazmış. Böyle tipler için emekli olmak rahmetli olmaktan farksızdır. Çocuk yaşta ibadet etmeye başlayıp, Allah’a kul olmanın zevkine erenler ise, hem çalışırken, hem de emekli olduktan sonra ibadet ve taatlerine devam ederler. Hatta yaşları ilerledikçe ibadete olan düşkünlükleri de artar. Zira her gün kabir kapısına biraz daha yaklaştıklarını düşünürler. Dünyaya olan ilgileri azalırken, ahirete olan iştiyakları artar. Zaten yaş ilerledikçe dünya hayatının müşkilatları da artmaktadır. Emekli olmakla iş külfetinden kurtuldukları gibi, dünyadan göçüp gitmekle de hayatın ağır yüklerinden kurtulacaklarını düşünürler. Bu düşünceyle ömürlerinin kalan kısmından daha fazla yararlanmak ve ahiret için erzak hazırlamak isterler. Bir iş yerinden emekli olanlara o iş yeri tarafından bir ikramiye veriliyor. Yirmi beş otuz yıllık hizmetlerinin mukabilinde kendilerine bir toplu para ödeniyor. Kazasız belâsız hizmetlerini ikmal edenler bu ikramiyeyi hak ettikleri için büyük bir mutluluk duyuyorlar. İnsan dünyada nafakasını temin etmek için çalışıp sonunda hem ikramiye, hem de bir maaş hak ederek emekli olduğu gibi, bir gün fâni olan dünya hayatından da emekli olup daha büyük ikramiyelerin kendisini beklediği ahiret âlemine göç edecektir. Eğer kulluk vazifesini hakkıyla yerine getirmek sûretiyle dünyadan emekli olduysa, kendisine ebedî saadet diyarı olan cennet gibi bir ücret verilecektir. Ayrıca, bu ücretten çok daha değerli olan, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâlini görmek gibi ikramiye ile mükâfatlandırılacaktır. Asıl emeklilik mutluluğu, ebedî âlemdeki ücret ve ikramiyeyi hak etmekle yaşanan mutluluk olacaktır. Böyle bir emekliliği hak etmek için de bu dünyada Allah’ın rızası doğrultusunda gayret ve emek sarf etmek gerekmektedir. 02.11.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Cuntayı ihbar cezası (2) |
Demokrat Partinin 1957 seçimlerinde de zafer kazanarak tek başına iktidara gelmesinden, en az muhalefetteki CHP'liler kadar ordunun içindeki Halkçı ve ırkçı subaylar da rahatsız olmuşlardı. Demokratik mücadele yöntemleriyle başarı kazanamayacakları ve kolay kolay iktidar yüzü göremeyecekleri kanaatine varan bu muhalif kesim, bu kez metod değiştirmeye, dolayısıyla gayr–ı meşru ve ant–i demokratik yollara tevessül etmeye başladı. İşte, 1957 yılı sonlarında ucu görünen ve altı ay boyunca "sözde sorgulama"sı yapılan "Dokuz Subay Cuntası" hadisesi, hasıl olan şiddetli rahatsızlığın ve perde altında yürütülen kànun dışı faaliyetin bâriz bir tezâhürü idi. Ne var ki, o dönemin en üst seviyesindeki siyasî ve askerî yetkililer, uç veren bu vahâmetin farkına tam olarak varamadılar. Bunun öncelikli sebebi ise, darbe heveslisi bazı üst rütbeli subayların (Org. Cemal Tural gibi) soruşturma ve sorgulama adı altında meseleyi örtbas etme çabasıdır. Şimdi, esrarengiz şekilde yürütülen ve gereken hukukî işlem yapılmadığı için 27 Mayıs (1960) Darbesini netice veren bu hadisenin detaylarına geçelim. Konuyu enine boyuna araştıranlardan biri de Can Dündar'dır. Dündar, 20 Temmuz 2008 tarihli Milliyet'teki köşesinde, "Dokuz Subay Cuntası"nın başlangıç safhasına dair şunları yazdı: "(1957 seçimlerinden sonra) Ordu içinde ihtilâlci cuntalar türemişti. Bunlar darbe için fırsat kolluyordu. Müdahale plânı yapanlardan biri de Kore’den yeni dönmüş olan Faruk Güventürk’tü. İhtilâl plânları yapanlar, daha 1954’te Güventürk’ün kapısını çalıp klasikleşmiş bir darbeci sorusu olan 'Gidişatı nasıl görüyorsunuz?'la nabız yoklamışlardı. 'Beğenmiyorum' cevabı, derhal bir örgüt selâmına dönüşmüştü: “Öyleyse birlikte bir teşkilât kuralım.” Bu kadar basitti işte... Hemen üye yazımına başladılar. “Dürüst, yetenekli, güvenilir arkadaşlar” cemiyete kaydedildi. Yazılı hiçbir metin tutulmayacak, hücre teşkilâtı şeklinde çalışılacak, hücreler birbirine eklenerek zincirleme büyüyecekti. Yeni örgüt, o dönem Ankara’da kök salan Albay Talat Aydemir ekibiyle buluşunca iyice genişledi. Yarbay Güventürk, girdikleri işin gerçek adını koydu: “Bu, bir ihtilâl teşkilâtıdır. Sonunda ya iktidara, ya darağacına gideriz.” Bunun üzerine ihtilâl yemini ettiler.
Lider arayışı
Yarbay Güventürk'ün öncülüğünde yürütülen gizli faaliyet, nihayet gelip "Lider kim olacak?" noktasına dayanmıştı. Cuntacıların aklından geçen ilk isim, hiç şüphesiz İsmet Paşaydı. Bu yöndeki niyetlerini paşaya izhar ettiler. İnönü, kendisine dolaylı yoldan yapılan teklifi kabul etmedi. Ancak, bu demokrasi dışı faaliyetin önüne geçme teşebbüsünde de bulunmadı. (Darbe yapan cuntacılar, 1961'de Menderes'i idam ettirdikten sonra, İsmet Paşayı da 4 yıllığına başbakanlık koltuğuna bir güzel oturttular.) Güventürk'ün ikinci sıradaki tercihi Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin'di. Bu da kabul gördü. Zira, cuntacılar onu da kendilerine yakın görüyordu. Ama, acaba yapılacak olan teklifi kabul edecek miydi? Bu maksatla randevu alındı. Yardımcılarını da yanına alan Güventürk, makam arabasıyla giderek Bakan Ergin'in kapısını çaldı. Bundan sonrasını ise, bizzat Güventürk'ün kendisi Can Dündar'a şöyle anlatmış: “Silâhım belimdeydi. Kapıda cip bekliyordu. Eğer ‘Tuttum, muttum’ deyip tevkife yeltenirse, Bakan’a suikast yapacağım, oradan aşağıya ineceğim. Ciple Bolu ormanlarına gideceğim.” Güventürk’ün bir güvencesi vardı: Bakanın emir subayı Adnan Çelikoğlu da “teşkilâttan”dı. Bir şey olursa o da kapıda duracak ve yardımcı olacaktı. Makama girdiğinde lâfı biraz dolandırıp “Gidişatı nasıl görüyorsunuz?” mevzuuna geldi: “Efendim, siz askere çok yakınsınız. Biz de sizi çok severiz. Önünüzde bir tarih nehri akıyor. Bu tarih nehrinin şerefini, şanını üzerinize alabilirsiniz. Gelin bize lider olun. Biz, bu iktidarı devirmek istiyoruz.” “Beni bulaştırmayın, siz buyurun! Olacak iş değildi; ama Ergin şaşırmış görünmedi. Munis bir edayla şunları söyledi: “Söylediklerinizde haklısınız. Fakat ben bir kasaba avukatıyım. Benim karakterim buna müsait değildir. O bakımdan siz isterseniz yapın. Beni karıştırmayın.” Parodi burada da bitmedi. Bakan Ergin, bu görüşmeden çıkıp Bakanlar Kurulu toplântısına girdi. Toplântıda Menderes, kendisine yeni ihbar edilen bir ihtilâl hazırlığını açıkladı. Samet Kuşçu adlı bir binbaşı, cuntacı 9 subayın adını vermişti: 3 albay, 4 binbaşı, 1 yüzbaşı ve Faruk Güventürk... Ergin, bu son ismi duyunca, “Ben biraz önce kendisiyle görüştüm. Bana cuntanın liderliğini teklif etti” demedi tabiî... Bir ara istifaya yeltendi. Bunu, teşkilât üyesi emir subayı engelledi. “Yapma, etme” diye razı ettiler. Vazgeçti. Teşkilâtı da ele vermedi. *** Neticede, hükûmet yetkilileri Samet Kuşçu'dan cuntacıları konuşturup plânlarını polis nezaretinde ortaya çıkarmasını istedi. Acemice yapılan çalışmalar neticesinde, ismi verilen 9 cuntacı subay hakkında usûlen de olsa soruşturma başlatıldı. Bu arada, deşifre olan subaylara, yukarıdan da emir geldi. Bundan böyle irtibatlıymış görünmemeleri istendi. Ancak, yine de dâvâ açıldı ve cuntacılar 26 Mayıs 1958'de Polatlı Topçu Okulu’nda askerî hakimin karşısına çıkarıldı. Mahkemede, hakimi de tehdit etmekten çekinmeyen Güventürk'ün "1 numaralı kişi" olduğu ortaya çıktı. Buna rağmen, altı ay devam eden duruşmalar neticesinde, Güventürk ve yol arkadaşlarını değil de, onları ihbar ederek plânlarının akim kalmasına sebebiyet veren Binbaşı Samet Kuşçu cezalandırıldı. Kuşçu, “Orduyu isyana teşvik”ten iki yıl hapse mahkûm edildi. Güventürk ve cuntacı arkadaşları ise, terfi kazanmaya devam etti. Üstelik, 27 Mayıs Darbesinin de en gözde adamları arasında yer aldı. 1992'de ölen Güventürk, 1969'da Korgenerallikten emekli oldu. Bu cuntacı generalin Risâle–i Nur aleyhinde yazmış olduğu iki kitapçık, bir zamanlar Yargıtay Ceza Genel Kurulunca da ne yazık ki esas kabul edilmişti. 02.11.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
İmandan kaynaklanan güven, vakar; benlikten kaynaklanan ise gururdur (2) |
Büyükler, kendini önemseyenlerdir Kendini beğenmek insanı küçültür. Beğenmek, sahip olunanları sabitlemek anlamına gelir ve tabiî ki bu da gelişmemek, geliştirmemektir. Beğenmek, bencillik etmektir. Beğendiğimiz şeyin gelişimini düşünmeyiz. Çünkü beğenmek, yeterli görmektir. Yeniliklere, gelişmelere kapanmaktır. Önemsemek ile beğenmek yanlış anlaşılmamalıdır. Önemsemek ile gururlanmanın bir alâkası yoktur. Önemsemek, taşıdığı maddî ve manevî değeri görmek ve anlamaktır. Bir şeyin gözümüzde bir değeri yoksa, gönlümüzde de bir değeri olmaz. Veren, hep önemli, hikmetli, değerli şeyleri vermiştir. İnsanın onları önemsemesi, Veren’i hatırladığından olmalıdır. Veren büyükse, verdiği küçükler bile anlam kazanır. Kendine güven ile gurur da karıştırılıyor. Güvenin gurur olmadığını önce dini öğretilerimiz bize öğretir. Gerçek Güç kaynağı kendisi olmadığına inanan insan, gücün kaynağına ulaşır. Yani güç vehmettiği kendinden geçerek, gerçek Güce ulaşır. Bunu da insana en güzel anlatan olgu, insandaki ‘aciz’lik ve ‘fakir’lik kaynağıdır. İnsanın acizliği ve fakirliği arttıkça, asıl yaratıcı Güce sığınması artacaktır. Sınırsız ihtiyaçlarla ve sonsuz düşmanlarla etrafı sarılmış insanın; bu ihtiyaçlarına karşı her şeyi görüp gözeten ve her şeye gücü yeten bir Yaratıcıya dayanması, en sağlam güç olacaktır. O zaman, Yaratıcı’ya iman edenlerin, hakikatte en güçlü ve en önemli insan olmaları icabediyor. ‘Hakikî imanı elde eden kâinata meydan okuyabilir’ gücü buradan kaynaklanıyor. Bütün güçlerin kendisinde olana iman etmek, en büyük güç kazanmak değil de nedir?
Büyükler, kendini önemseyenlerdir Hiçbir büyük, kendini bırakmış, dâvâsını bırakmış değildir. Kendini, dâvâsını; kendine ve dâvâsına temas eden her şeyi önemsememiş bir büyük yoktur. Önemsemek, önemli bir şeyler taşıyor olduğunun farkında olmaktır. Verilenlerin kadrini, kıymetini bilmektir. Emare olan nefsini zemmetmek ile, verilenlerin kadrini, kıymetini bilmek ve onları önemsemek aynı şeyler değildir. Sahip olunan maddî ve manevî zenginlikleri önemseyerek taşımak, Veren’i önemsemenin sonucudur. Bu hal, gerçek kendine güvenin ta kendisidir. Hakikî Güce dayanmak, gerçek dayandığına güvenmektir. O, kendisine hakikî güvenenin, güvenini boşa çıkarmayandır. Onun için hemen ifade etmek gerekir ki, imandan kaynaklanan güven, vakar; benlikten kaynaklanan ise, gururdur. İman, insana gücü, güven unsuru olan şeyleri Verenin de gerçek Güçlü olduğunu öğretir. İnsan aciz ve fakir olduğu için, kendisine verilenler ancak birer emanettirler. İnsan, haddini aşmadan kendisine emanet edilenleri taşısa ve onları kullanım ölçülerinde geliştirse, en büyük kazancı elde edecektir. Ama o maddî ve manevî kazançları elde edince, o kazançların kendisinden olmadığını unutmamalıdır. İnsanın kendini, değersizlikle değerlendirmesi içerisinde ele alması kadar yakışıksız bir tutum olamaz. Maddî ve manevî çok ciddî bir zenginliğin emanetçisi olan insan, bunu görüp, değerlendirip, kendisindeki yüklü programları kullanamıyorsa, bu, olsa olsa o insanın tembelliğidir. İnsan bu haliyle, kullanmadığı kabiliyetinden de sorumludur. Çünkü insandaki bu kudretten cihazat ve kaderden yüklü program, Yaratıcının gizli hazinelerini keşfetmeye dönüktür. Bilmek ve bilinmek istemeklik bunu gerekli kılıyor. Yani bu muhteşem emanet cihaz ve program, sadece taşınmak amaçlı değil, kullanmak ve geliştirmek amaçlıdır.
Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Kendinizi tanımlarken, nasıl bir cümle kuruyorsunuz bilmiyorum. Ama hemen yakınımdaki iki kişiye bu soruyu soruyorum. Karşıma, ‘kocaman bir hiç’ cümlesi ile, ‘bilmiyorum’ cümleleri çıkıyor. Soruların muhatabını çoğaltıyorum. Aman Yarabbi! O ne kendine acımasız cümleler, o ne kaba ifadeler ve o ne anlam okumasından yoksun tanımlamalar! Şaşılacak bir şey bu. Bunun çok acil değişmesi gerekiyor. Böyle bir anlam okur-yazarlığından uzak bakış açısı her şeyi karartıyor ve üzerindeki nakışları okunmaz hale getiriyor. Nefsin mahiyetinin çirkin oluşu, insanın kendisini çirkin tanımlanmasını sonuç vermemelidir. İnsanda Güzel’den çok anlamlı donanım bulunmaktadır. Yeter ki insan, bu güzellikleri, kendinden bilmesin. Onun için kendimize karşı, güzel olan şeyler için güzel tanımlamalar içerisinde olmalıyız. Çünkü o bizden değil, O’ndandır. İnsanın nefsinden olanlar ancak çirkinliklerdir. Böyle bakınca, kendimizle ilgili güzel olan her şeye karşı da güzel tanımlamalar içerisinde olmalıyız. Çünkü onlar da O’ndandır. Böylece, neticeleri güzel ve anlamlı olan çirkinlikler bile anlam kazanıyor. “Ben bir hiçim,…, işimde-gücümde hayır yok,… bakma benim sözüme, laga luga, boş, anlamsız…, sen beni hesaba katma,…, beni geçin...,” gibi cümleler, sahip olunan onca zenginliği, onca maddî manevi değerleri yokluğa mahkûm etmek demektir. Ahsen-i takvîm olarak yaratılan insan, yükselişiyle ala-i illiyyine; düşüşüyle, esfel-i safiline dönük bir yürüyüşün içinde buluyor kendini. İnsanın düşüşüyle kendisine verdiği zararı, cümle âlem toplansa kimse ona veremez. Buna hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Nefsini ve nefisten olanları çirkin, hakir görmek; her şeyi çirkin ve hakir görmeyi gerektirmiyor. Çünkü küfür ve dalâlet dışındaki her şey için, Allah’a hamd etmek insana yakışandır. Bu noktada da had aşılmamalıdır. İnsan da, insanın sahip oldukları da, başına gelenler de hepsi birer özel ilginin sonuçlarıdır. İman bunu gerektiriyor. 02.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Her zaman güneşe üfleyenler olur |
Dünyada, İslâma teslim olanların sayısı arttıkça ‘ifsat şebekeleri’ adeta ‘panik atak’ geçiriyor. Bu şebekeler, her fırsatı kullanıp insanları ‘fıtrat dini olan İslâm’dan uzak tutmak da istiyorlar. Bu beyhude gayretler elbette sadece günümüzde şahit olunan hadiseler değil. Bu mücadele geçmişte de yaşanmış ve kıyamete kadar da devam edeceği yine herkesin malûmudur. Üzücü olan nokta, İslâm dinini ve Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed’i karalamaya çalışanlara bazı safdillerin bilerek ya da bilmeyerek yardımcı olmasıdır. Meselâ, geçen haftalarda Fransa’nın başşehri Paris’de düzenlenen “Türk Mevsimi Etkinlikleri” çerçevesinde yer alan bir konserde Peygamberimize hakaret edildiği kamuoyuna yansıdı. Değil Paris’te, dünyanın neresinde olursa olsun böyle hakaretlere ‘kökten’ itiraz edilmeli. Bu hakeretin “Türk Mevsimi Etkinlikleri”nde ve netice olarak Türkiye’nin parasıyla düzenlenen bir konserde olmuş olması ise işin tuzu-biberi olmaktadır. Fransa’da meydana gelen bu skandal, tarihte yaşanan ve yine herkesin bildiği bir hadiseyi hatırlattı. Sultan ll. Abdülhamid döneminde Fransa’da sahneye konulan bir ‘tiyatro’da Peygamberimize (asm) hakaret edildiği haberi duyulmuş. Avrupalılar nezdinde Osmanlı’nın “Hasta adam” olarak isimlendirildiği o dönemde bile Sultan ll. Abdülhamid büyük gayret göstererek (1890’da) sahneye konulan o çirkin ‘piyes’in engellenmesini sağlamıştır. Daha da geriye gidersek Kanunî Sultan Süleyman, o dönemde Avrupa’ya yaygınlaşmaya başlayan ‘dans’ı bir emriyle yasaklamıştı. Aradan yıllar geçti ve gelinen noktada dolaylı da olsa bizim paralarımızla düzenlenen bir faaliyette Peygamberimiz Hz. Muhammed’e hakaret edilme cür’eti gösterildi. Bu çirkinliği yapanları da, sebep olanları da, engel olmayanları da kınıyoruz! Bununla birlikte şunu da hatırlatıyoruz ki; böyle çirkinliklerle insanlığın ‘fıtrat dini olan İslâm’a teslim olması engellenemez. Işıktan rahatsız olan ‘yarasa’lara rağmen İslâmın doğruluğu ve doğru İslâmiyet, insanlıkla buluşacak. Tarih şahittir ki İslâmı gölgelemeye çalışan her hareket, aksine İslâmın yayılmasına sebep olmuştur. Aynı şekilde Kâinatın Efendisi, Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (asm) karalamaya çalışan her gayret, sahnelenen her oyun; onun daha iyi tanınmasına kapı aralamıştır. Geçen yıllarda sahnelenen çirkin karikatürlerin neticesi de öyle olmadı mı? Barış dini olan İslâmı, terörle eşdeğer göstermek için ABD’de sahnelenen 11 Eylül 2001 ‘İkiz Kule’ tuzağı da İslâmın daha fazla tanınmasıyla neticelenmedi mi? Onlar üfledikçe İslâm güneşi parlıyor, şükürler olsun... Paris’te düzenlenen “Türk Mevsimi Etkinlikleri”nde Peygamberimiz’e (asm) hakaret edilmesi sonrasında “hiçbir şey olmamış” gibi davranan Türkiye’nin idarecileri başta olmak üzere herkesi uyanmaya, hakikatleri dile getirmeye ve yanlış yapanları ikâz etmeye çağırıyoruz. İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; vesselâm... 02.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Borsa mı, kumar mı? |
Enflasyon düşüyor… Faizler iniyor… Dolar kıpırdamıyor… Borsa rekora doymuyor… Oh ne alâ her şey güllük gülistanlık. Zaten bundan dolayı bazı kimseler krizi önemsemiyor. Üretim düşmüş, istihdam daralmış, ekonomi küçülmüş, borç stoku artmış, bütçe yamalı bohçaya dönmüş, 1,5 milyon adet çek karşılıksız çıkmış, umurlarında mı? Ya intiharlar, iflâslar, dağılan yuvalar... Geçiniz. Varsa yoksa finansal göstergeler. O zaman bunların bir tanesini, şu tarihî rekor kıran borsayı mercek altına tutalım. Bakalım övündükleri borsa, neyin nesi. Borsa derken menkul kıymetlerin ticaretinin yapıldığı yeri kastediyoruz. Yoksa döviz, altın, emtia borsası da var. Bizim bahsettiğimiz İstanbul Menkul Kıymetler Borsası. Kısa adı İMKB. 300 civarı şirketin hissesi borsada işlem görüyor. Sayı çok az. En az 1000 olmalı. En büyük 500 firmanın sadece 100 tanesi borsaya kayıtlı. Şirket sayısının azlığı borsayı sığlaştırıyor. Bu durum her türlü manipülasyona dâvetiye çıkarıyor. Esasında normal işlese şirketlere, yatırımcılara gayet faydalı. Şirketler finansman ihtiyacını faiz ödemeden karşılıyor, sermayelerini sıfır maliyetle güçlendiriyor. Yatırımcı da şirket kâr ederse hissesi oranında kazanıyor. Ne güzel. Ne var ki hayatın gerçekleri kâğıtta yazılanlara uymuyor. Çark çarpık dönüyor. Yatırımcının amacı şirketten temettü geliri elde etmek değil. Alım satımdan kazanmak. Hem de kısa vadede. Bunun anlamı spekülatif kazançtır. Bugün alıp yarın elden çıkarmak. Bir nev'î kumar. Küçük yerli yatırımcının kaybettiği büyük oynayanın ve özellikle yabancıların kazandığı bir oyun. Borsadaki iniş çıkışların analizlerini ciddî almayın ve aldanmayın. Spekülatif ve psikolojik faktörler etkili. Bunu da kimse tahmin edemez. Boş yere umutlanıp da ütülmeyin. Şirket bilânçolarının kıymeti harbiyesi yok. Ha kâr etmiş ha zarar. Fark etmez. Nitekim şirketler kan ağlıyor. Ekonomi krizde. Borsa endeksi yükseliyor. Zarar eden şirket hisseleri nasıl değerlendiriyor? Anormal bir durum. Ama izahı mümkün. Dedik ki borsa sığ. Bu sebeple belli hacimde bir para girişi yükselmesine yetiyor. Küresel kriz dolayısıyla dünya piyasalarına bol likidite enjekte edildi. Para bollaştı. Ekonomiyi canlandırmak için saçılan paralar reel sektöre yönelmedi. Türev piyasaları da güven vermiyor. Sütten ağızlar yanmış. Faizler ise enflasyon dikkate alındığında sıfırın altında. Cazibesini kaybetmiş. Bu şartlar altında paranın gideceği adres altın ve borsa oldu. Altına hücum sonucu onsu yani 31,10 gramı 1000 doları geçti. Yerli ve yabancı yatırımcıların bir kısmı da borsaya girdi. Ekonominin temel kuralı işledi. Hisse senetlerine talep fiyatları yükseltti. Şirketlerin aktifleri veya kârlarıyla alâkalı olmayan tamamen talep kaynaklı bir tırmanış. Sanal bir tablo. Tıpkı kriz öncesini andırıyor. Sanki yeniden bir balon şişiyor. Umarız patlamaz da yeni yıkımlara, krizlere yol açmaz. 02.11.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Musul’un hazin tarihi ve Davutoğlu’nun gezisi |
İki bakanımızın Musul, Erbil ve Basra’yı kapsayan Irak ziyareti hayli sıcak görüntülere sahne oldu. Özellikle Musul’da hep tarihe atıfta bulunan açıklamalar yapıldı. Peki tarihte Musul’da ne olmuştu? Onaltıncı yüzyılda Osmanlı hakimiyetine giren Musul, 10 Kasım 1918 tarihine kadar da elimizde kaldı. Mondros Mütarekesine göre bütün birliklerin Mütarekenin imzalandığı tarihteki yerlerinde kalması gerekiyordu. Ancak o tarihte Musul’dan 30 km uzakta olan İngilizler buna uymadılar. Türklerin güya Musul ve Zaho’daki masum Hıristiyanları katlettiğini ileri sürerek Musul’dan çekilmelerini talep ettiler. Bu arada Yıldırım Orduları da yenilgilerle geri çekilmek zorunda kalmıştı. Ali İhsan Paşa Sadrazamla haberleşmeleri sonucunda aldığı emirle Musul’u terk ederek Nusaybin’e çekildi. Aslında çok direndi Paşa Musul’u terk etmemek için. Ancak sonuçta Sadrazam Ahmet İzzet Paşa onu buna mecbur etti. Böylece İngiliz askerleri Mütarekeye de aykırı olarak hiçbir mukavemetle karşılaşmadan girdiler Musul’a. Yani Musul’u tek kurşun atmadan terk ettik İngilizlere. Peki İngilizleri kızdıran Ali İhsan Paşa’ya ne oldu? 6. Ordu komutanlığı görevinden alındı. İstanbul’a ayak bastığı anda Haydarpaşa garında İngilizlerce tutuklandı ve Malta’ya sürgüne gönderildi. Lozan Antlaşmasında da yer almadı Musul. Ayrıca çözümlenmek üzere bırakıldı. İngilizlerin güdümündeki Milletler Cemiyetinin önerdiği Musul’un Kerkük ve Süleymaniye’nin de dahil olduğu bölge ile birlikte Irak’a bırakılması çözümü bize dikte edildi. Türk tarafının ‘bırakalım halk oylaması ile halk karar versin’ önerisini İngilizler ‘bölge halkı cahildir, olmaz’ diyerek reddetti. Sonuçta 1926 yılında İngilizlerle Ankara Antlaşması imzalandı. Ankara Antlaşmasının 14. maddesine göre Irak hükümeti 25 yıl süre ile bölgenin petrol gelirlerinin yüzde onunun bedelini Türkiye’ye ödeyecekti. 13 yıl bu ödeme yapıldı. Ancak sonraki 12 yıl ödenmedi. Biz bu 12 yıllık alacağı 1986 yılına kadar devlet bütçesinde alacak gösterdik. Ama alamadık. Bu tarihten sonra ise Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattının ikinci kısmının inşaat bedelini Irak hükümeti ödediği için borç silinmiş sayıldı. Yani Türkiye sahibi olduğu Musul’u tek kurşun atmadan, Mütareke’yi ihlal eden İngilizlere terk etmek zorunda kalmış, kendisine dikte edilen haksız bir Antlaşmayla bu bölgeyi Irak hükümetine terk etmiş, Antlaşmanın kendisine sağladığı petrol payını dahi alamamıştır. Şimdi ise Musul’da Türk Başkonsolosluğu binası için arsayı ancak 25 yıllığına kiralamamıza izin veriyorlar. Dışişleri Bakanımız ise Irak’ın bütünlüğüne verdiğimiz önemi göstermek için, kadim toprağımız olan Musul’a gidebilmek için Erbil ve Basra’yı da programına dahil ediyor. Hazin değil mi? Elbette bu ilişkilerin yeniden kurulması ve geliştirilmesi önemli. Ancak daha 83 yıl önce bizim olan ve şimdi elimizde olması halinde önemli bir ekonomik güç halinde olmamızı sağlayabilecekken kaybettiğimiz Musul’da konsolosluk açabildiğimize sevinmek yine de üzüyor. 02.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Türkçemiz de AB’ye hazır değilmiş… |
Hangi meselede hazırız ki, diyeceksiniz… Hayır, hayır… Teknolojinin günlük hayatı sefihane etkilemesi, milletin zarurî olmayan ihtiyaçlarını temindeki kolaylıklar, global bankacılık ve eğlence sektörlerinin ülkenin dört bir yanına ulaşmasında Türkiye’mizin Fransa'dan ve hatta Almanya'dan ileride olduğunu söyleyebiliriz. Bu müjdeli haberimize devletimizin yetkilileri sevinebilirler. Asıl mevzumuza girmeden önce, halkımızın kafasındaki “açık pazar olma” düşüncesiyle AB kriterleri henüz netleşmiş değil. Kendi menfaatlerini esas alan bazı tüccarların AB normlarını seslendirmeleri, yozlaşmayı yaygın hale getirmek için Kopenhag kriterlerini öne sürmeleri, AB normları hakkında milletimizin kafasını karıştırıyor. Avrupa'nın ve bilhassa Almanya'nın “Amerika'nın bulaşıcı hastalığı” olarak nitelendirdiği tüketim ve sefahetin AB'ye mal edilmesi bu husustaki cehaleti de veriyor. Türkçemize gelince… 12 Eylül öncesi Türkiye'sinde sağ kesimin müdafaasını yaptığı Türkçemiz, Özal'ın başlattığı “Amerikanlaşma süreci” ile maalesef büyük yara aldı. İhtilâlin Amerika'dan getirdiği çocukların vitrine edilmesiyle Amerikan kültürüne ve İngilizceye bir hayranlık başladı. Daha doğrusu, “Türkiye’de iktidarın yolu Amerika'dan geçiyormuş” düşüncesi milletin arasına sinsi şekilde yayılınca; imkânı olanlar çocuklarını Amerika'ya gönderdiler, gücü yetmeyenler ise “İngilizce eğitime” yöneldiler. Ortaokulda başlayan Batı dilleri eğitimi önce ilkokulların dördüncü ve beşinci sınıflarına indi ve daha sonra çocuklarımızın okul öncesinden başlayarak eğitimin bütün kademelerini kuşattı. Esasında bu bir felâketti. Anadilde zayıf, kompleksli ve dünyevîleşme yoluna giren Türkiye'miz için bir felâketti. 12 Eylül’ün safına çektiği siyasal İslâmcılarla milliyetçilerin bu husustaki gardları düşünce, sömürge psikolojisi vatanın yedi bölgesini de sarmış oldu. İngilizce veya bir başka milletin dili Avrupa'da yükselen değer değildir. Bir Fransız veya Almana sokakta İngilizce soru sorduğunuzda Fransızca veya Almanca cevap alırsınız ekseriyetle. Kendi ailesine mensup İngilizceyi bizimkilerden on defa daha iyi bildikleri halde… Ya bizde? Sekülerizm, dünyaya tapma, millî değerlerden uzaklaşma ve sefahet… Ne derseniz deyiniz, netice değişmiyor. Hint dünyası silâh zoruyla işgal edilmişti. İngilizceyi Hindu, Urdu ve Sanskritçe'den çok iyi biliyordu. Fakat neticede sömürge idiler. Hindistan, Pakistan ve Bangladeş… Kuzey Afrika ülkleri Fransızca'yı “kitabî Arapçadan” daha güzel konuşuyorlardı. Akibeti hepimiz birlikte görüyoruz. Güneşin üzerinden batmadığı kraliyet, Türkleri Hintliler ve Araplar gibi sömürgelerine katmak istemişti. Kader Osmanlıdan veya Türkiye'den yana fetvasını verince, millet olarak sömürge olmaktan kurtulduk. Ama Türkiye'yi İslâm dünyasından uzaklaştırmak ve Müslümanları da dinsizleştirmek isteyenler Türklüğü bol bol kullandılar. Büyük gayretlerle dil ve tarih kurumlarını ihdas ettiler. O zamanlardaki “dilde ırkçılık” hastalığının yerini “anadilde tereddî” felâketi alınca, büyük bütçelere sahip kurumlardan çıt çıkmıyor. Bir Asya dili olan Türkçemizi Asyalı kelimelerden arındırma çabaları, gençliğimizdeki solcuların çalışmasıydı. Günümüzde böyle bir çalışmaya gerek kalmadı. Artık ilkokul çocuklarına kültür derslerini İngilizce veriyor, onları Amerikan ve İngiliz şarkılarıyla eğlendiriyoruz. Üniversitedeki akademisyen Türk dil bilgisini çoktan unuttu. Bilgisayar programlarıyla İngilizceden yaptığı tercümeleri Türkçeleştirmeye çalışıyor. AB ülkeleri içindeki “nev-î şahıslarına münhasır millî çizgilere” zaman zaman dikkatinizi çekmek istiyoruz. Herhangi bir Avrupa ülkesine üç-beş yıllığına misafir olarak da gidenlerden “iyi bir dil” isteniyor. Oturma müsaadeleri veya diğer sosyal haklar, dili bilip bilmediğine göre değerlendiriliyor. Oturmuş, kuvvetli ve milletçe benimsenmiş bir “dil politakası” olan Avrupa'ya Türkçemizin şu haliyle nasıl gideceğiz? İhtilâllerin zihniyeti bütün politikalarda olduğu gibi dil ve kültür politikasında da devam ediyor. Yani, icraatlar Türkiye'nin ve Türkçenin aleyhine devam ediyor. Vitrinlerdeki “millî görüşçülük,” ulusalcılık ve Türk ırkçılığı, hem Türkiye´nin ve hem de Türkçenin geleceğini karartıyor. Omurgasız, inisiyatifsiz, ufuksuz ve istikbale yönelik planları olmayan dil ve kültür politikalarıyla Türkiye AB'ye girerse, işler iyice sarpa sarar. Bulaşıcı bir hastalık gibi küreselleşme ile gelen kültürel problemlere, teknolojinin hakim cereyanlarca kullanılmasıyla ortaya çıkan “millî şahsiyet” zaaflarına ve yine komünikasyon tekniğinin kontrolsüz istimaliyle çocuklarımızda kaybolmaya başlayan duygular, istidatlar ve zevklere karşı hükümetin bir programı varsa, açıklasın. Biz de sevinç içinde özür dileyelim… 02.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Toplantı haftası |
2009 güz dönemi temsilciler toplantımız, evvelce duyurduğumuz üzere, bu hafta sonu, 7 Kasım Cumartesi günü yine İstanbul’daki merkezimizde yapılacak. Mayıs’taki bahar toplantısından bu yana hizmetlerimizde yaşanan gelişmelerle, yeni döneme ve 2010’un ilk yarısına ilişkin hazırlıklarımızın görüşülüp istişare edileceği toplantıya bütün temsilcilerimizi bekliyoruz.
*** 1 milyon kişiye daha ulaşalım Tahminlerimizi aşan yoğun talep üzerine tümünü bir defada veremeyip, ikinci bir baskı daha yaparak, kalan talepleri ertesi Cuma tamamladığımız “Said Nursî Kimdir?” broşürü için yeni bir kampanya daha düşündük. Gazetede çıkmaya devam eden ilânlarda duyurulduğu gibi, kampanyanın sloganı, “1 milyon kişiyi daha Said Nursî ile tanıştırmak.” Biliyoruz ki, bu ülkede Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u tanıyan milyonlarca kişi var. Eserleri okuyan veya yakınlık duyan insanların sayısı, medyaya yansıyan bazı “rapor”larda 10 milyona varan rakamlarla ifade ediliyor. Üstadın Eşref Edip’e verdiği mülâkatta Afyon savcısından nakille “500 bin” rakamını telâffuz ettiği hatırlanırsa, son raporlar, altmış yıl zarfında gelinen noktayı ve Risale-i Nur hizmetinin toplumumuzda ne kadar kökleştiğini göstermesi açısından çok anlamlı. Ancak, bilhassa yeni yetişen nesiller başta olmak üzere, bu konuda hâlâ doğru ve sağlıklı bilgi sahibi olmayan insanları Said Nursî ve Risale-i Nur gerçeğiyle tanıştırma hizmetinin, fasıla vermeden devam ettirilmesi gereken bir süreç olduğu da bir vâkıa. İşte “Said Nursî Kimdir?” broşürü ile başlattığımız kampanya, bu yolda örnek bir çalışma. Üstadın vefatının 50. yıldönümü etkinliklerinin gerçekleşeceği 2010 yılı boyunca devam etmesini düşündüğümüz bu kampanyaya katkılarınızın sürmesini bekliyoruz.
*** Said Nursî ve Demokratik Açılım Muhtevası hakkında daha önce bilgi verdiğimiz ve 13 Kasım Cuma günü gazeteyle birlikte vereceğimizi duyurduğumuz “Said Nursî ve Demokratik Açılım” kitapçığımız da baskıda.
*** Her tarafa göndereceğiz Yine önceden ifade ettiğimiz üzere, bu kitapçığı ve “Said Nursî Kimdir?” broşürünü, devlet erkânına, hükümet üyelerine, milletvekillerine, parti teşkilâtlarına, medyaya, üniversitelere, büyükelçiliklere, STK’lara ve diğer bazı önemli adreslere gönderme hazırlıklarımız da sürüyor.
*** Risale-i Nur kampanyası “Risale-i Nur’un girmediği yer kalmasın” parolasıyla başlattığımız ve sizlerden gelen talep üzerine 30 Kasım’a kadar uzatılan kampanyamız da bu çerçevede, Risale-i Nur’u gündemin en ön sırasına taşıyıp orada tutmayı öngören topyekûn bir seferberlik zincirinin parlak bir halkası olarak devam ediyor. Katkı veren bütün okurlarımıza teşekkür ediyoruz.
*** Toplantıda bunları da konuşacağız Hafta sonundaki toplantımızda bütün bunları da, sizlerden gelecek görüş, teklif ve tavsiyeler ışığında enine boyuna değerlendirip, yeni hedefler belirleyecek ve birlikte oluşturacağımız yol haritasının rehberliğinde şevk ve heyecanla devam edeceğiz İnşaallah.
*** Yazarımız Şaban Döğen’e duâ Geçtiğimiz Cuma sabahı tatsız bir sürprizle âniden rahatsızlanarak hastaneye kaldırılıp yoğun bakıma alınan değerli yazarımız Şaban Döğen’in durumuyla ilgili teşhis ve tedavi çalışmaları devam ediyor. Sadece ailesinin günde bir kez görüşmesine izin verilen Döğen’in, şuurunun yerinde olduğu ve namazlarını işaretle kılabildiği bilgisini, dünkü haberimizde vermiştik. Yazarımızın en kısa zamanda sağlığına kavuşarak hizmetine dönmesi için duâ ediyoruz. 02.11.2009 E-Posta: [email protected] |