11 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Ey insaf, nereye gittin?


A+ | A-

Malûm, her gün ‘doğu’dan doğan güneşin bir gün gelip ‘batı’dan doğması kıyamet alâmetlerinden biri sayılmıştır. Günümüzde öyle hadiseler yaşıyoruz ki, “Bu olsa olsa kıyamet alâmetidir” demek durumunda kalıyoruz.

Meselâ şu habere bakalım: “Belçika’nın Flaman bölgesindeki okullarda geçen ay alınan başörtüsü yasağı kararı, Hıristiyan Öğretmenler Sendikası’nca iptal istemiyle Danıştay’a götürüldü. Sendika Genel Sekreteri Jos Van Der Hoeven, (...) yaptığı açıklamada, Flamanca eğitim veren ilk ve orta dereceli okullarda 1 yıllık geçiş döneminin ardından başörtüsü yasağı getirilmesini öngören kararın hukukî dayanağının olmadığını belirterek, bu yasağın öğretmenler açısından kabul edilemez olduğunu vurguladı. (...) Van Der Hoeven, ‘Hiçbir öğretmen başörtüsü takan öğrencilerin bunu baskı altında kaldıkları için yaptıklarını düşünmüyor. Bize göre başörtüsü dinî inancın gereği. Bu sebeple Danıştay’a gittik. Bizce başörtüsü yasağı inanç özgürlüğüyle çelişiyor’” dedi. (Yeni Asya, 8 Ekim 2009)

Şimdi de şu habere bakalım: “Mersin Üniversitesi ile Selanik Aristotle Üniversitesi tarafından ‘Engelliler İçin Tasarım, Ulaşılabilir Mekânlar Yaratılması Projesi’ ile ilgili ‘engelsiz kentler ve üniversiteler’ konulu uluslar arası sempozyum düzenlendi. Sempozyumda projeye tasarımlarıyla katkı sağlayan mimarlık fakültesi öğrencilerine çeşitli ödüller verildi. Ödül alan öğrenciler arasında yer alan 3. sınıf öğrencisi Sinem Gül Çolak, başörtüsü ile platforma çıkarak ödülünü aldı. Ödül töreninin ardından çay molası verildi. Moladan sonra salona gelen Sinem Gül Çolak, görevliler tarafından uyarılınca başörtüsünü çıkardı ve sempozyumu başı açık takip etmek zorunda kaldı. Mersin Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tamer Gök, yaşanan olaydan haberinin olmadığını savundu.” (Zaman, 9 Ekim 2009)

Bir yanda “Hıristiyan” Avrupa, öte yanda halkın büyük çoğunluğunun “Müslüman” olduğu Türkiye... Avrupa’da “Hıristiyan Öğretmenler Sendikası” başörtüsü yasağına hem de okkalı bir gerekçeyle karşı çıkıyor, Türkiye’de ise “özgürlükler diyarı” olması gereken üniversite, başarılı olup ödül alan bir öğrencisinin başörtüsü ile salonda bulunmasına tahammül edemiyor! Bu durum “kıyamet alâmeti” değilse nedir? Dünya ‘kopmak’ için daha ne beklesin ki?

Belki birileri çıkıp, “Yok, o öğrenci kendi isteğiyle başını açmıştır. Kim karışır ki?” diyebilir. Ama daha önce başörtülü öğrencilerle aynı salonu paylaşmak istemeyen ve bu yüzden ‘yemeği’ dahi terk eden üniversite rektörlerine şahit olduğumuz için bunu ‘iyiye yorma’ya ihtimal vermiyoruz.

İnsan haklarını hiçe sayan ve Türkiye’nin önünü tıkayıp ufkunu karartan bu uygulamalara kökten karşı çıkmak gerekir. “Karşı çıkmak” da lâfla ve ‘iyi niyet beyanıyla’ olmaz. Bu yanlışlara imza atanları hukuk önünde cezalandırmak gerekir. Kimsenin; tamamen keyfî ve kanunlara dayanmayan bir uygulama ile insanları rencide etmeye, küstürmeye, engellemeye hakkı yoktur ve olamaz. Evet, ‘hiç kimse’ye her ‘insan’ın dahil olduğunu da bilmek lâzım.

Kıyametin kopacağından şüphemiz yok. O halde o âna hazır olalım ve insafsızların insafa gelmesi için de duâ edelim...

11.10.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Mesajlar ve pasaport


A+ | A-

Kadîm ve müdakkik okurlarımızdan, değerli katkılarıyla yapıcı tenkit ve ikazlarını zaman zaman bu köşede sizlerle de paylaştığımız Bilal Tunç, son mesajında şöyle diyor:

“Bugünkü (9 Ekim, Cuma günkü) yazınızda şöyle bir cümle var:

“ ‘28 Şubat’ta Çevik Bir’in 1. Ordu Komutanlığı döneminde bazı kışlaların kapısına yazılan “Orduya sadakat şerefimizdir” ifadeleri ne kadar tartışılmıştı... Ama o zaman bir ‘post müdahale’ dönemiydi, o yazı da kışlanın girişinde yazılıydı.’

“O zamandan bu yana köprülerin altından çok sular aksa da 28 Şubat hiç ara vermiş değil anlaşılan. Bornova’da bulunan 57. Top. Tug. nizâmiyesinde ‘Orduya sadakat şerefimizdir’ yazısı bütün haşmetiyle aynen mevcud!”

***

Başbakanın kongre konuşmasında Bediüzzaman’dan söz etmesini değerlendirdiğimiz “Said Nursî açılımı” yazımıza dair tebriklerini iletirken, aynı yazı için “24 saat gecikmeli çıkması bizi üzdü” mealinde eleştirisini de ifade eden Şakir Kalyoncu isimli okurumuza şunu söyleyebiliriz:

Salı günü çıkan söz konusu yazımızı bir gün önce beklediğiniz anlaşılıyor. Ama hatırlatırız:

Pazartesi günleri Tahlil köşesi çıkmıyor, onun yerine “Yeni Asya’dan size” köşesi yayınlanıyor.

Buna karşı, konunun önemine binaen o gün özel bir yazı yazabileceğimizi söyleyebilirsiniz, ama bu da bir “takdir” meselesi. Ancak o yazının Salı’ya kalmasıyla da çok fazla birşey kaybedildiği her halde söylenemez. Tam tersine, aceleye getirilmiş bir yazı yerine, meseleyi daha derinliğine, etraf-ı erbaasıyla ele alan bir yazı için bir sonraki günü beklemek daha isabetli olabilir.

Her halükârda, dikkatli takibiniz ve yapıcı görüşleriniz için teşekkürlerimizi ifade ediyoruz.

***

8 Ekim’de çıkan “Said Nursî ve AKP” başlıklı yazımız için “feraset yüklü” iltifatıyla takdir ve tebriklerini bildirerek duâlarını ileten değerli okurumuz Metin Tez’e de teşekkür ediyoruz.

***

Fatih Pasaport Şubesinde sıkıntı

Kaç gündür yazmak istediğimiz, ama diğer gündemler sebebiyle bir türlü fırsat bulamadığımız bir konuya bugün temas etmek istiyoruz.

Günlük hayatın akışı içinde, işi düşen herkesi çok yakından ilgilendiren, ama âfâkî gündemin “daha büyük ve önemli” meseleleri öne çıktığı için kaynayıp giden “sıradan” konulardan biri bu.

Geçtiğimiz günlerde pasaportumuzun süresini uzattırmamız icab etti. Fatih Emniyet Müdürlüğünün Cağaloğlu’ndaki Pasaport Şubesine gittik. Gördük ki, pasaport işlemleri için görevlendirilen memurların sayısı son derece yetersiz.

Üstelik, Fatih ve Eminönü ilçelerinin birleştirilmesiyle, pasaport müracaatlarının artmasına ve eskiden olmayan vakit alıcı “parmak izi” alma işinin de prosedüre ilâve edilmesine rağmen...

Böyle olunca, kuyruklar ve bekleme süreleri uzadıkça uzuyor; sinirler geriliyor; canla başla görevini yapmaya çalışan memurlar da, işinin görülmesini bekleyen insanlar da çok bunalıyor.

Öyle ki, çalan telefonlara dahi cevap verilemiyor, çıkan pasaportunu almak için gelen vatandaşlar, cevap verecek bir muhatap bulamıyor.

Çünkü çalışan iki bankoda, sırada bekleyen vatandaşların işini tamamlamak için uğraşan iki memurun onlara da yetişmesi mümkün değil.

Türkiye’ye yakışmayan bu tablonun bir an önce düzeltilmesi ve bunun için, ya memur sayısının takviye edilerek yeterli sayıya çıkarılması, ya da bir ara konuşulduğu gibi, pasaport işlemlerinin polisten alınıp bu iş için daha farklı bir yapılanma ve organizasyona gidilmesi gerekiyor.

e-devlet uygulamalarında hayli mesafe kaydeden Türkiye’nin, bu konuda hâlâ eski hantal sistemlerle devam etmesi başlı başına bir ayıp.

Kaç senedir “Ha geldi, ha geliyor” denildiği halde AB uyumlu yeni pasaportlara bir türlü geçilememesi de, bu bağlamda ayrı bir bahis...

11.10.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Bak postacı geliyor


A+ | A-

Çocukluğumuzda bir şarkı vardı. Herkes bilir. “Bak postacı geliyor, selâm veriyor. Herkes ona bakıyor, merak ediyor. Çok teşekkür ederim Postacı sana. Çok sevinçli haberler getirdin bana” diye… Mektubun sonuna da genelde mani ilâve edilirdi. Ancak artık, postacılar bu çocuk şarkısındaki gibi beklenen, özlenen, sevinçle karşılanan kişiler olarak görülmüyor. Çünkü postacılar artık ya borç faturası getiriyor, ya mahkeme tebligatı. Yani artık postacılar “Çok sevinçli (!) haberler” getirmiyorlar.

İnternet ve telefon gibi iletişim araçları yaygınlaştıktan sonra kimse mektup yazmıyor artık. Ancak son günlerde postacıyı dört gözle bekleyenlerde vardı.

Demokratik açılımla ilgili çalışmalar başladığından beri CHP ve MHP’nin tavırları oldukça sert. Konu siyasîler arasında sıkça polemik konusu yapılıyor. MHP, demokratik açılımla ilgili hükümetle görüşmek için kapıları tamamen kapatırken, CHP Genel Başkanı başlarda açılımı eleştirse de Başbakan Erdoğan’ın, “mektupla randevu talep edeceğim” sözünden sonra az da olsa açık kapı bırakmıştı.

İki-üç gün önce Baykal’a en çok sorulan soru postacının gelip gelmediği oluyordu. Postacı kapısını nihayet çaldı. Erdoğan, Baykal’ın beklediği açılım için randevu mektubunu Perşembe akşamı kuryeyle gönderdi. Erdoğan mektubunda demokratik açılımla ilgili bilgi vermek istediğini söylerken, “Sürece ilişkin gelinen noktayı aktarmak, değerli görüş ve önerilerinizi almak üzere zat-ı alinizi ziyaret etmek arzu ve niyetindeyim” diye yazdı.

Şimdi mektuba cevap bekleme sırası Erdoğan’da. “Baykal mektupla mı cevap verir yoksa başka türlü mü cevap verir?” diye düşünüp merakımız artarken, cevabın CHP’nin yetkili kurulları toplantısından çıktı. Yetkili kurul, başbakana randevu verip vermeme yetkisini genel başkana bırakırken, Baykal da mektuba mektupla cevap verecek, ama bu Erdoğan’ın gönderdiği gibi tek sayfa değil “çok sayfa” olacak.

Mektuplaşma ile ilgili değişik görüşler ortaya atılıyor. Bunlardan birisi de SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’tan geldi. Kurtulmuş kendine has bir üslupla, “‘Bu mesele bir partinin değil tüm milletin meselesidir. Bütün millet bu meseleyi konuşuyor. Bu beyler daha yeni, konuşmak konusunda mektuplaşıyorlar. Üsküdar’da akşam oldu” diyerek polemiğe katıldı. Tartışmalara bu kadar alevlenmeden yapılabilecek bir randevu talebi, bu kadar niye bekletildi. Baykal’ı da mektup yolu gözler durumda bırakmakta hiç iyi olmadı!

Baykal’ın mektuba ne cevap vereceği aşağı-yukarı belli. Kulislere göre, “Devlet sırrı gibi çok özel söyleyecekleriniz varsa buyurun görüşelim” diyebileceğini söyleniyorsa da randevu vermesi çok sürpriz olur. Çünkü, mektup gelmeden önce yaptığı açıklama da demokratik açılımı “kurbağa”ya benzetirken söylediği sözlerde Baykal’ın tavrının nasıl olacağı ortaya çıkmıştı. Baykal, açılımla ilgili şu kurbağa hikâyesini anlatmıştı:

“Kurbağayı kaynayan bir kazana attığınızda kendini koruma refleksiyle kazanın dışına sıçrayabiliyor. Ama henüz kaynamayan bir kazana koyduğunuz zaman o da sükûnetle kazanın içinde durmaya devam ediyor. Alttan kazanı hafif ısıttıkça yükselen ısıya kurbağa intibak ediyor. Kurbağaya yükselen ısıyı hazmettiriyorsunuz. Sonunda öyle bir noktaya geliyor ki kurbağa, canın tehlikede olduğunu idrak ettiğinde kıpırdayamaz hale geliyor, teslim oluyor kalıyor. Bu mudur proje? Yani hazmettirme projesi bu mudur? Bunu mu söylemek istiyor Başbakan? Bu proje inandırıcılığını kaybetmiştir.”

Açılımda gelinin noktaya gelince… Açılım çalışmalarının koordinasyonundan sorumlu İçişleri Bakanı Beşir Atalay, yanına üç gazetenin yetkilisini alarak gittiği Diyarbakır’da açılımın bu ayın sonlarına doğru gündeme gelebileceğini söylese de tam bir netlik yok.

Ortada açılımın içinde neler olacağı ile ilgili ipuçları yokken, iki-üç aydır bu konuyu tartışıyoruz. Açılım, açılım derken günlerdir Türkiye mektup geldi-gelmeyi tartışıyor. Ağlanacak halimize gülüyoruz ama… Tartışmalar yapılırken meselenin bu yönüyle de bir bakalım istedik. Hem biraz tebessüm etmenin kimseye bir zararı da olmaz. Öyle değil mi?

* * *

AÇILIM FIRSATÇILIĞI

Son günlerde en çok duyduğumuz kelime “açılım” oluyor. Değişik alanlarda açılım yapmak artık moda oldu. Açılım kelimesi Baykal’ı “sıksa”da, bazıları için yeni iş kapıları oluşturuyor, fırsattan istifade etmek isteyenler de oluyor.

Bir müteşebbis, çıkıp “Bu açılımı nasıl kâra çeviririm” diye düşünürken, “Kürtçe anonslu kapı zilleri” icat etmiş. Şimdiler de bu ziller, Hakkâri, Ağrı, Bitlis ve Van’da büyük ilgi görüyormuş. Zili icat eden esnaf ise şöyle demiş: “Rusça, Japonca, İngilizce, Arapça, Yunanca ve Kürtçe çalan kapı zilleri satıyoruz. Bölgede Kürt kökenli vatandaşların olması nedeniyle en çok bu ziller tercih ediliyor.”

Ne diyelim, helâl olsun…

11.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Said Nursî neden “iman” dedi?


A+ | A-

Bir binanın temeli, ağacın kökü neyse kişi ve toplumun da temeli, ana direği imandır. Onun için, “Ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum… Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur” 1 diyordu Bediüzzaman Said Nursî.

O, imanı büyük bir nimet ve hayatın hayatı olarak görür.2

Çünkü insan gerçek huzuru ancak imanla bulur. “Beni yaratan, sayısız nimetlerle besleyip büyüten, şefkati sonsuz bir Rabbim var. Şu dünya misafirhanesini bana bir köşk yapmış, göğüne güneşi bir avize olarak takıp tavanını yıldızlarla yaldızlarken baharı da tabanına bir halı gibi sermiş; denizleri birer havuz, bitki ve hayvanları da birer hizmetçi yapmış. Şu kısa yolculukta bana bunca ikramlarda bulunan Rabbim kimbilir, sürekli misafir edeceği sonsuzluk âleminde nasıl ağırlayacak. Beni çok seven Rabbimin himayesi ve nezareti altında yaşıyorum” diye düşünür, rahatla yaşar.

İmansız hayat hayat olmaktan çıkar, yaşanmaz hâle gelir, zindana döner. Âciz, zayıf ve fakir bir sûrette yaratılan insan sonsuz ihtiyaçlarını ancak Allah’a imanla karşılayabilir; küçük bir mikroptan soğuğa, sıcağa kadar uzanan sayısız düşmanların üstesinden ancak iman sayesinde gelebilir.

Allah’a inanan Allah’ın emri ve izni olmadan kâinatta hiçbir olay olmayacağını bildiği için gönlü rahattır; inanmayan insan ise her şeyi birer serseri mayın gibi gördüğü için her şey karşısında ürker, korkar, titrer, ezilir.

İman gözüyle bakan insan kâinattaki herşeyi dost, kardeş, Allah’ın görevli birer memuru olarak gördüğü için istifini bozmaz, rahatla yaşar, yatar.

Bütün güzelliklerin kaynağı iman, kötülüklerin kaynağı ise inkârdır.

Meselâ inananla inanmayanın ölüme bakışında dağlar kadar fark vardır. İmansız kişi ölümü bütün zevk ve lezzetlerin bitişi, dost ve sevdiklerinden ayrılık ve yokluk olarak görüp korkup titrerken inanan insan onu dünya zindanından Cennet bahçelerine geçiş olarak görür. Bütün dost ve sevdiklerine kavuşacaktır, sonsuza dek beraber olacaklardır. Onun için ölümü gülerek karşılar.

İmanla geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek aydınlanır; geçmişten üzüntü duyma yerine ibret alır. Gelecekten endişe ve korku duymaz, güvenle bakar. Bulunduğu anda da üzerine düşenleri yapar, kısmetine rıza gösterir; endişesiz, telâşsız, sükûnet ve saadet içinde bir hayat geçirir.

İmanın verdiği huzur ve mutluluğu insana dünyanın hiçbir şeyi veremez.

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 543.

2- Şuâlar, s. 86.

11.10.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Eski ümmetlerde ibadet


A+ | A-

Levent Bey: “Eski ümmetlerde ibadet nasıldı? Namaz ve oruç var mıydı? Yalnız inanç mı vardı?”

İbadetler emir oldukları şekil ve şartlarla, sırf emir olunduğu için yapılırlar. İnsanın yaratılış gayesi Allah’a kulluktan başka bir şey değildir. Öncelikle Yaratıcısını tanımak ve iman etmekle mükellef olan insanoğlu, imandan sonra ikinci adım olarak ibadet yapmakla mükelleftir. İman ve ibadet mükellefiyeti, eski ümmetler döneminde de söz konusu olmuştur.

Cenâb-ı Hak her ümmete güç yetirebildiği şekilde emirler, yasaklar ve ibâdetler teklif buyurmuştur. Bunu Kur’ân’dan öğreniyoruz: “Ey îmân edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı” 1 âyetiyle orucun bizden önceki ümmetlere de farz kılındığını bildiren Kur’ân, muhtelif âyetleriyle namazın da, zekâtın da bizden önceki ümmetlere farz kılınan ibâdetler arasında yer aldığını bildirir.

Âyetlere kısaca göz atalım:

1- Hazret-i İbrâhîm’de (as) namaz:

“İbrâhim dedi ki: ‘...Rabbimiz! ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için, senin mukaddes evinin yanında, namazlarını Beytinin huzûrunda dosdoğru kılsınlar diye, ekinsiz bir vâdide yerleştirdim..... Yâ Rabbi! Beni ve benim neslimden olanları namazda devamlı kıl. Ey Rabbimiz! Duâmı kabul buyur.”2

2- Hazret-i İsmâil’de (as) namaz ve zekât:

“Kitapta İsmâil’i de an. Muhakkak ki o vaadinde sadıktı ve Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdi. Âilesine namazı ve zekâtı emrederdi. Ve Rabb’inin katında rızâya erişmiş bir kul idi.”3

3- Hazret-i İshak ve Hazret-i Yakub’da (as) namaz ve zekât: “Biz İbrâhîm’e İshâk’ı verdik. Bir de torunu Yâkub’u ihsan ettik. Her birisini salihlerden kıldık. Onları, emrimizle doğru yolu gösteren rehberler yaptık. Ve onlara hayırlı işlerde bulunmayı, namazı dosdoğru kılmayı ve zekâtı vermeyi vahyettik. Onlar ancak bize ibâdet eden kullardı.”4

4- Hazret-i Lokman’da (as) namaz:

“Hani Lokman oğluna öğüt verirken demişti ki: ‘Oğlum! Allah’a ortak koşma. Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür...... Oğlum! Namazını dosdoğru kıl! İyiliği emret! Kötülükten sakındır! Başına gelene sabret! Şüphesiz ki bunlar, uğrunda azim ve sebât edilmeye değer şeylerdir.”5

5- Hazret-i Şuayb’ta (as) namaz:

“Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı yasaklayan senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin.”6

6- Hazret-i Mûsâ’da (as) namaz ve zekât:

* “Onun yanına geldiğinde kendisine, “Yâ Mûsâ!” diye nidâ olundu. “Muhakkak ki Ben, senin Rabb’inim. Şimdi ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz ki sen, mukaddes bir vâdide, Tuvâ’dasın. Seni Ben peygamber seçtim. Şimdi vahy olunanı dinle. Muhakkak ki, Allah Ben’im. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et. Ve Beni anmak için namaz kıl. Kıyâmet mutlaka gelecektir. Onun vaktini gizliyorum ki, herkes neye çalışıyorsa onun karşılığını görsün.”7

* “Mûsâ ve kardeşine, ‘Mısır’da milletinize evler hazırlayın. Evlerinizi namazgâh edinin. Namaz kılın’ diye vahy ettik. İnananlara müjdele.”8

* “İsrail oğullarından, ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Anne babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edin. İnsanlarla güzel güzel konuşun. Namazı kılın. Zekâtı verin’ diye söz almıştık. Sonra siz, pek azınız müstesnâ, döndünüz. Sizler zâten döneksiniz.”9

7- Hazret-i Îsâ’da (as) namaz ve zekât:

“Meryem çocuğa işâret etti. Dediler ki: ‘Beşikteki bir çocukla nasıl konuşalım?’ Çocuk dile geldi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitap verdi. Ve beni peygamber yaptı. Bulunduğum her yerde beni mübârek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namaz ve zekâtı emretti. Ve beni anneme itaatkâr kıldı. Beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün de, öldüğüm gün de, hayat verilerek diriltileceğim gün de selâmet üzerimedir.’ İşte Meryem oğlu Îsâ budur.”10

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, 2/183.

2- İbrâhîm Sûresi, 14/37-40.

3- Meryem Sûresi, 19/54,55.

4- Enbiyâ Sûresi, 21/72, 73.

5- Lokman Sûresi, 31/13-17.

6- Hûd Sûresi, 11/87.

7- Tâhâ Sûresi, 20/11-15.

8- Yûnus Sûresi, 10/87.

9- Bakara Sûresi, 2/83.

10- Meryem Sûresi, 19/29-34.

11.10.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Lemaat’ın penceresinden kadın…


A+ | A-

Lemaat, Bediüzzaman Hazretlerinin ilk eserlerinden bir tanesi. 1921 yılının Ramazan ayında Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’da Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azası iken bu eseri yazmış. Eser aynı yıl İstanbul’da Evkaf-ı İslâmiye matbaasında basılmış.

Eserde, insanın hayat yolculuğunda yoluna ışık tutacak çok güzel düsturlar kısa başlıklar altında sunulmakta.

Dilerseniz eserin yazıldığı dönemdeki ortamı hatırlayalım:

Bediüzzaman Hazretleri Birinci Dünya Savaşında Doğu Cephesinde alay komutanı olarak Ermeni ve Ruslara karşı çarpışırken, esir düştüğü Rusların elinden firar ederek Kasım 1918’de İstanbul’a ulaştığında Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın teklifiyle Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye üye tayin edilir. Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendinin teklifi ile Sultan Vahdeddin tarafından kendisine ilmiyede “mahreç” payesi verilir. Bu paye Osmanlı ülkesindeki bütün resmî ulemanın reisi olan “Başmüderrislik”ten sonraki ilmî rütbe anlamına geliyordu.

Çamlıca’da Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’nde kalan Bediüzzaman, Kur’ân’ın mu’cizeliğini çağın insanına göstermek için yazdıklarını neşretmeye başlar. (Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 10, 2007) Lemaat da neşredilen bu eserlerden bir tanesiydi.

Zira o çok genç yaşta, yıllar önce daha Van’da iken hayatını Kur’ân’ın mu'cizeliğini ispata adamaya söz vermiştir. Vali konağında bir gazetede okuduğu haber hayatının gayesini de tayin etmiştir. Haberde, İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone “İslâm dünyasına hâkim olmak için, ya Kur’ân Müslümanların elinden alınmalı, ya da Müslümanlar Kur’ân’dan soğutulmalı” demektedir. Bu dehşetli “sömürge planı”nı temelinden sarsacak eserler için hayatını vakfetmeye, haberi okuduğunda karar vermiştir.

Hayatının bir devresinde verdiği bu karardan vazgeçmez. Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyesi iken de Kur’ân’ın mu'cizeliğini neşir hizmetine devam eder.

Avrupa medeniyetinin Kur’ân’ın hükümlerine hücumları esnasında kullandığı vasıtalardan bir tanesi de kadındır. “Kur’ân’ın tesettür hükmü kadınları esaret altına alıyor” fikri Tanzimat sonrası fikir dünyasında yer etmiş, pozitivist Osmanlı aydınlarının da savunduğu tezlerden birisi olmuştur. (Pozitivizm: Gerçeğin deney ve gözlemle elde edilebileceğini savunan felsefî görüş)

Mehmet Akif Ersoy’un, İsmail Hakkı İzmirli’nin, Mahmut Esat’ın, Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinde pozitivizmden kaynaklanan bu görüşlere karşı Kur’ân’ın hükümlerinin hak ve hakikat olduğunu müdafaa eden tesbitlerini sıklıkla okumak mümkündür.

Sözgelimi Mahmut Esat, Eşref Edip’in çıkardığı Sebilürreşad’da 1914 Ocak ayında yayınlanan “Tesettür-ü Nisvan Meselesi Hakkında Son Söz” başlıklı makalesinde “ilân-ı Meşrutiyet’ten beri kadın meselesi güya tesettür meselesinden ibaretmiş gibi sürekli bu mesele ile iştigal edilmesinden herkese artık usanç geldiğini” ifade eder. “Şaşarım! Erkekleri bile henüz hür olmayan bir memlekette kadınlara hürriyet vermekten bahsediliyor… Siz erkek kadın herkesi Allah’ın emri ve Resûlü’nün (asm) sünneti üzerine talim ve terbiye ediniz, onlar şeriatın kendilerine bahşettiği hukuku öğrenir ve kullanırlar” der. (Köprü dergisi, Güz-2003)

BEDİÜZZAMAN’IN YAKLAŞIMI

Bediüzzaman Hazretleri de Lemaat’ta yer alan ve sonradan Tesettür Risâlesi’nin esası olacak şu tesbitlerle kadın konusundaki tartışmalara “muâsır”larından çok daha farklı bir açıdan yaklaşır:

Kadınlar yuvalarına dönmeli!

“Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşirler. (Üstadımızın Arabca bir ifadesi )”Hâşiye-1

“Mim”siz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’-i İslâm onları

Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada; rahatları evlerde, hayat-ı âilede. Temizlik zînetleri;

Haşmetleri hüsn-ü hulk, lûtuf ve cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbâb-ı ifsad, demir sebat kararı

Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvânda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları.

Yatmış olan hevesât birden bire uyanır. Tâife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.

Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu sûretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müthiştir tesiri.Hâşiye-2

Memnu’ heykel, sûretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habîs ervâhları.

Hâşiye-1: Tesettür Risâlesinin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkûmiyetine sebeb gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcup eylemiş.

Hâşiye-2: Nasıl meyyite bir karıya nefsânî nazarla bakmak nefsin dehşetli alçaklığını gösterir; öyle de rahmete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel tasvirine bakmak, ruhun hissiyât-ı ulviyesini söndürür.

(Sözler, s. 668)

KADIN ERKEKLEŞİRSE...

Günümüzde kadın konusuna duyarlı hemen herkesin söyleyegeldiği bir hakikattir bu. Üstelik yeni bir tesbit de değildir. Yaklaşık 100 yıl önce de mütefekkirler gidişâtı böyle değerlendirmişlerdir.

Evet, kadının evinden çıkıp çalışma hayatına atılmasıyla birlikte kadınlığa has letafetini zamanla yitirdiği, iktidar ve para kazanma hırsıyla adeta erkekleştiği bir vakıadır.

Bütün dünyada kadınlardaki bu davranış değişikliğini çoğu araştırmacı sanayi devrimine bağlamaktadır. Yani kadınların fabrikalarda çalışmaya başlamasına…

Osmanlı toplumunda da kadınlardaki davranış değişiklikleri, çalışma hayatına başlamayla tetiklenmekte, akabinde yeni kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde de bu değişim devam etmektedir.

Kadınlardaki bu davranış değişikliği edebiyat alanında da bir çok esere ilham kaynağı olmuştur. Sözgelimi ünlü romancımız Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1933’te “Kadın erkekleşince” isimli üç perdelik bir tiyatro eseri kaleme almıştır.

SEBATKÂR KADINLAR...

Bediüzzaman Hazretlerinin kadındaki bu davranış değişikliğini tahlili ilginçtir: Kadınlardaki değişimin sebebi, sefih erkeklerdir.

“Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşirler” der Bediüzzaman.

Sefih medeniyet kadını yuvasından çıkarmış, ona gösterilmesi gereken hürmeti kırmıştır. Kadının rahatı evindedir, çocuklarıyla eğlenceli sohbetlerindedir. Kadını ifsad eden, yoldan çıkaran o kadar çok sebep vardır ki, dayanabilmesi için kararında adeta demir gibi sebat göstermesi gerekir. Kadının dış dünyada erkeklerle karışık ortamlarda bulunması uyuyan nefsânî hisleri uyandırır. Riyayı, rekabeti, hasedi ve bencilliği canlandırır. “Kadın özgürlüğü” hareketleri insanoğlunda kötü ahlâkların birdenbire inkişaf etmesine sebeptir. Ayrıca medeniyetin getirdiği malzemesi kadın olan bir çok yenilik de insanoğlunun hırçın ruhunu kötü yönde etkilemekte, tahrip etmektedir. Fotoğraflar, posterler, filmler, klipler, afişler, heykeller gibi “küçük cenazeler” adeta birer “tılsım” gibi cazibedar bir fitne unsuru olmaktadır.

Doğrusu “Bu kadınlar yoldan çıktı” diyen çoğu sefih erkeğin Bediüzzaman tarafından “suçlu” olarak değerlendirilmesi gerçekten muazzam bir tesbittir. Şu an dahi son derece hayatın içinden, aktüel ve orijinal bir hakikattir!

11.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Toplumun vazifesi ve evlendirme dairesi


A+ | A-

Sadin Samsa isimli okuyucumuz evlilik ve aile mevzuunda şu tesbit ve talebi iletti: “Öncelikle evlilikle yazdığınız yazılar için teşekkür ediyorum. Bu mevzu çok önemli. Dolayısıyla farklı bir yönünü nazara vermek istiyorum. Eş seçme konusunda analizleriniz çok güzel. Ya eş bulma noktasında sevgili büyüklerimiz, ağabeylerimiz ne yapmalı? Bekâr insanları yönlendirme gibi çabaları hiç yok. Çok rahatlar. Sevgili bir ağabeyimizin, aynı semtinde oturan bir gencin evli olup olmadığını da bilmeyecek bir durumda. Sizin düşünceleriniz nedir? ‘İçinizdeki bekârları evlendirin!’ diye emreden âyet, acaba kime hitap ediyor? Üstad Lemalar’da

“Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder” diyor ama bu mânâyı yakalayan insanları görmekte zorlanıyoruz.

“Sizden etkili bir yazı bekliyoruz. Belki bazılarının ilgisini çeker! Teşekkürler…”

Meşrû ve sağlıklı bir aile yuvası kurulmazsa, toplum maddî-manevî hastalıkların pençesine düşüp perişen olacağı, kaosa sürükleneceği ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı açıktır. Nitekim, bugün, Avrupa’nın içinde bulunduğu keşmekeş ve yaşlı nüfus, onları bu çökülmüşlüğün eşiğine getirdiğini aklı başında sosyolog ve yöneticileri tedbirler almaya sevk etti. Meşrû bir aile yuvası kurma ve çocuk yetiştirmeye yönelik kanunî ve sosyal müthiş teşvikler yapılıyor. Başta ebeveynler olmak üzere, sosyal bilimci ve yöneticiler, aile müessesesini ihya etmek ve yükseltmek için elinden gelen çabayı sarf etmeli. Bu İlâhî bir yükümlülüktür zaten. Takip edelim:

“Aranızdaki bekârlardan elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, lütfu geniş olan ve her şeyi bilendir.”1

Peygamberimizin (asm), “Nikâhın en hayırlısı, kolay olanıdır” 2 “Mehrin en hayırlısı en ehven olanı, yâni ödemesi erkeğe en kolay olanıdır” 3 “Tez evlenmek, tez doğurmak ve nikâh parası mehri az almak kadının bereketindendir” 4 nasihat ve teşvikleri asırları tarayarak gelmektedir. Ebeveyn ve büyüklere düşen, bu tavsiyelere uymalarıdır. Yani, ev kurmaktan, takılara, düğünlerden sair faaliyet ve merasimlere kadar her meselede kolay ve iktisatlı yolu tercih etmeleri; ağır şartlar ileri sürmemeli. Zira, bunlar evliliği geciktirdiği gibi, ağır borç yükü altına atıp, henüz tecrübe kazanmayan gençlere hayatı zindan ediyor!

Bir toplum gençlerini evlendirmezse, gayr-i meşrû hayatın çirkefine atar. AB’nin istatistik Araştırmalar Dairesi, “Eurostat”a göre, evlilikten ziyade, gayr-ı meşrû hayata kayan Avrupa, böyle devam ettiği takdirde, büyük bir felâkete sürükleneceği uyarısını yapıyor. Çünkü dünyaya gelen çocukların yaklaşık beşte biri ‘yasak ilişki’ neticesi doğuyor. “Yasak çocuklar”ın, bilhassa Avrupa ve dünyanın geleceğinin en büyük problemi olacağını gören sosyal bilimci ve yöneticiler, ciddî ciddî tedbirlere yöneldi.

Hazırlanan raporlarda, evlilik dışı doğumların Avrupa’da gayr-i meşrû doğan çocukların, son yıllarda hemen hemen iki katına çıktığı kaydediliyor.

Avrupanın bir ikinci problemi, “ihtiyar nüfus.” İhtiyar nüfûsu çok olan Avrupa, dinamizmini kaybetme kâbusunu yaşıyor ve bunu şöyle seslendiriyor:

“Dinler büyük bir kriz içinde. Dün ahlâksızlık sayılan hareketler, bugün hayatın bir parçası haline geldi. Mânevî değerlerin hiçe sayıldığı günümüzde, İslâmiyet altın çağını yaşıyor. Müslümanların sayısı çığ gibi artıyor. 21. yüzyıl, büyük bir İslâmî uyanışa sahne olacaktır. ABD’li Müslümanlar camilere sığmıyor. 20 sene önce ABD’de 400 bin Müslüman vardı, şimdi 4 milyonu aştı.” -Kanada ve ABD Ortodokslarının ruhânî lideri Yohannis Jakovas, Ağustos 1993.

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Nûr, 32.; 2- İbn-i Mâce, Nikâh 41; Ebû Dâvûd, Nikâh, 31.; 3- İbn-i Hacer, Bülüğul-Meram terc., III. 234.; 4- Ahmed bin Hanbel, İhya terc., II. 106.

11.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Dünya ji kesi ra namineh! (Dünya kimseye kalmaz)


A+ | A-

Dünya bir paket program gibi. İnsan programa geçiyor ve kendisi için kurulan ve kendisinin de etkili olduğu süreci aşama aşama yaşıyor. Kader programı işliyor. İnsan da dümenci neferi gibi. Bu programın dışına çıkmak da yok. İnsanın bu kadar olup bitenler karşısında tesiri o kadar az ve küçük ki. Ama bu az ve küçük olan da imtihanı oluşturuyor.

Son zamanlarda Kürtçe bir şeyler söylemek ve bir şeyler yazmak, hiç değilse bizim açımızdan, ayrı bir zevk ve renk.

Dil bir anlaşma vasıtasıdır. Önemli olan cümlenin içinde taşıdığı mânâdır. O, güzelse ve birileri onun ne demek istediğini anlıyorsa, mesele bitmiştir. Gerisi lâf. Yani benim anlamadığım bir dilde çok büyük edebî zenginlikler varmış, eee bana ne bundan. Çünkü bana bu mânâyı, benim anladığım bir dilin anlatması lâzım.

Benim anlamadığım bir cümle, benim anlamadığım bir cümledir. Başkası için değil.

Ama anlaşmak güzel.

Mahalledeki bakkaldan öğrendiğim, on cümleyi aşmayan Kürtçe ile bakın huzurlarınızdayım. Keşke daha fazlasını bilseydim.

Yani meselâ sınavda birbirine Kürtçe bir şeyler söyleyen öğrencilerin, birbirlerine ne dediklerini anlayabilseydim. Ama buna da şükür. Çünkü bana zaman zaman dostlar, ‘Kırmançi zani’ diyorlar, ben de ‘Kırmançi zanım’ hatta ‘pır zanım’ diyorum.

Yani on cümle bana, ‘Kürtçeyi biliyorum’ dedirtiyor, ‘hatta çok biliyorum’ dedirtiyor.

Eee canım bilmenin de sonu yok ki.

**

Doğrusunu söylemek gerekirse, öğrendiğim cümleler de öyle eften püften cümleler değil. Adeta işin özünü içine alan cümleler.

Yani yüzlerce ana dili Kürtçe olan gençle, bu on cümle etrafında çok tatlı sohbetler ediyoruz. Onların itiraz edemeyecekleri cümleler kurunca, mesele bitiyor.

Nitekim şu başlığa çekilmiş cümleye kimin itirazı olabilir? Kim bu cümlenin karşısında bir cümle kurabilir? Kursa da kaç para eder?

Yani kişinin taşıdığı şartlar ne olursa olsun, neticede dünyadan gitmek var mı, yok mu? Eeee, varsa, dünyevî ‘gam’lara gerek yok. Sen sana düşeni yap, gerisini Sahibine bırak.

Yani, ‘hasbünellah ve niğmel vekil’. Doğrusu tevekkül, güzel ve anlamlı.

Gemiye binip, bavulunu sırtında taşımak olmaz. Gemi seni de, bavulunu da taşır.

Neticede, nice hayatların uğruna feda edildiği dünya, geçici değil mi?

Bütün bir hayat boyu biriktirilen dünyalıklar geride kalmıyor mu?

Bütün eş, dost, çoluk çocuk hepsinin arkadaşlığı en son nereye kadar? Kabir.

Ölüm varsa, kabir varsa, öldükten sonra dirilmek varsa ve yaşanan her şeyin en ince bir hesabı da varsa; o zaman aldanmak, gafil takılmak, görmezden gelmek anlamsız.

Gülerler insana. Tabir yerindeyse dünya kimseye de yar olmuyorsa; ona bağlanmak, ona âşık olmak, ondan medet beklemek, akıl kârı mıdır? Yolcu, dinlendiği gölgelikte takılıp kalır mı?

Bence akıllılık, geçici olanı verip, ebedî olanı almaktır. Ama bazıları ona delilik diyor, desinler. İnanmak bunu gerektiriyor. Deli kim, veli kim dünyada anlaşılası değil.

O zaman gelelim başlıktaki cümlenin özüne. Aslında her günün bir sloganı olmalı.

‘Dünya ji kesi ra namineh’, yani, dünya kimseye kalmaz. Çünkü ‘Mırın heye’, yani, ölüm var.

Zaten ne geliyorsa başımıza kötülük namına, hepsi de, dünyaya olan yanlış sevgiden geliyor. Evet, insan dünyayı da sevmeli, ama O’nun adına sevmeli. Fehimkir, anladınız mı?

11.10.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Dünyalı ama uhrevî bir insan: BEDİÜZZAMAN


A+ | A-

Alimler asırlarının yıldızları olduğu için, onların asırda yaşayanlar tarafından fark edilmemesi düşünülemez. Fark etmeyenler cehalet içindedirler. Bu bir körlük hâlidir.

Asrının ışığı olan evliyalar yaşadığı zamana farkı ufuklar açan, çağının problemlerini aklî ve naklî ispatlarla çözen asır doktorlarıdırlar.

Bediüzzaman da kıyamet asrının maneviyât doktorudur. Bediüzzaman gerçeği aslında gün gibi aşikâr iken, onu yeni fark edenler, ancak penceresini o ışığa geç açmış olanlardır.

Bediüzzaman insanlık tarihine damgasını vurmuş, insanlığın kemâlâtı için çalışmış, bütün âlimlerin, ilim adamlarının, maneviyât önderlerinin adeta farklı farklı özelliklerini üzerinde cem etmiş, âhir zamanda yaşayan dünyalı ama uhrevî bir insandır.

İnsanların maddî hastalıklarının da sebebi olabilen, mânevî hastalıklarının tedavisi için Kur’ân ve sünnet reçeteli tiryaklar sunmuş ve bu uğurda bir ömür tüketmiştir. “Karşımda büyük bir yangın var. İçinde evlâdım yanıyor. İmanım tutuşmuş yanıyor” diyerek, geçmişin tahlilini yapan, hâli ve geleceği aydınlatan Kur’ânî dersler sunmuştur.

Bediüzzaman, insanlığın sorduğu muamma sorulara, Resûlullah’ın (asm) bin beş yüz yıl önce verdiği dersi, âhir zamanda ihyâ vazifesiyle memur bir insandır.

Kendine has fikir, ilim ve tefekkür yapısıyla insanların hakikî insanlık mertebesine çıkmasının metotlarını öğreten bir mürebbîdir.

Lisan-ı kali gibi, lisan-ı hali de pervasız, tavizsiz, samimî ve mütevazidir.

Bediüzzaman’la ilgili bugün Türkiye’yi ve hatta dünyayı etkileyen ve cezbeden şey, onun samimî ve tavizsiz duruşudur. Çünkü insanlar fıtratlarına kodlanmış olan insanlığa dair fazilet ve erdemleri zaman içerisinde bozdukları, inandığı değerlere sahip çıkmadıkları, söyledikleri ile yaşadıkları arasındaki uçurumlar neticesinde ümitsizliğe düşmeye başlamış ve her geçen gün insanlık kalitesi düşmüştür.

Bu âhir zamanda söyledikleri ile yaşantısı arasında fark olmayan, cesareti ve kuvvetini imandan alan, inandığı hakikatler için canını tereddütsüz feda edebilen bir insan özlemi ve arayışı söz konusudur. İslâm tarihinde böyle şahsiyetler şüphesiz gelmiş ve geçmiştir. Fakat Bediüzzaman’ın bu kıyamet asrında bizim yaşadığımız problemleri yaşayıp, buna rağmen tavizsiz bir duruş sergileyen bir zât olması, insanları etkileyen önemli bir özelliğidir.

Bediüzzaman’ın yazmış olduğu eserlerin diğer eserlerden farklı olması, hiç usandırmaması, akıllara, ruhlara ve kalplere tesir etmesi ve her kesime hitap etmesi hiç şüphesiz sebepsiz değildir.

Bilimsel bir formasyon ile yetişen bir üniversite profesörünü de, farklı medeniyete mensup bir insanı da, bir köylü vatandaşı, bir çocuğu da aynı platformda buluşturan sır, eserlerinin vehbi olmasıdır.

Bu soru, henüz sağlığında iken kendisine sorulmuş ve o Risâle-i Nurların tesiriyetinin sebepleriyle ilgili şöyle cevaplar vermiştir: “Risâle-i Nur bu dünyada mânevî bir Cehennemi dalâlete gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir Cennet bulunduğunu ispat eder.” (İman ve Küfür Muvazeneleri)

Bir başka cevabında ise, “Risâle-i Nur şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümâtın tahacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfî bir nur ve dalâlet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehberdir.” (Mektubat)

Bir başka yerde de, “Risâle-i Nur yalnız bir cüz’î tahribâtı, bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan muhit bir kal’ayı tamir ediyor. Bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi Kur’ân’ın i’câzıyla, imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.” (Kastamonu Lâhikası)

Siyaset propagandalarıyla, riyakârlığın diz boyu olduğu, kizb ve sıdkın yan yana bulunduğu bu kıyamet asrında Bediüzzaman sahip olduğu inancı konusunda hiçbir eziklik taşımadan, pervasızca hakikatleri haykırmıştır.

Bediüzzaman, hayatı, musîbetleri okumayı, verilen nimetleri fark etmeyi, feraset ve basireti geliştirmeyi, şahsiyetli insan olmayı, hayal, duygu ve karakter eğitimini, kalp ve aklın nasıl besleneceğini, nefsin nasıl terbiye edileceğini, hikmet okumasını, başarının sırlarını, mutluluğun yollarını, dünya ve ahiret saadetine nasıl kavuşulacağını, aile saadetinin esaslarını, çocuk ve gençlerin terbiye metotlarını, mânevî hastalıkların tedavisi gibi insanlığın bulmakta zorlandığı Kur’ânî hakikatleri ders vermiştir. Bugün insanların milyonlarını harcadığı bu eğitim faaliyetlerini, iletişim unsurlarını kısa bir zamanda ruhlara, vicdanlara, kalp ve akla nüfuz ederek öğreten eserler yazmıştır.

Kısacası Bediüzzaman, insanlığın ortak problemlerine, âlem-i İslâm ve Türkiye’nin hâl-i hazırdaki problemlerine yüz yıl önce teşhisler koymuş ve bu problemlerin oluşumuna engel olacak tedbirleri tâ o zamanda Kur’ânî reçetelerle sunmuştur.

Zaman bir hat üzerinde hareket etmediği için, başı ve sonu birbirinden uzaklaşmaz. Bu yüzden aslında sona varmak başa dönmektir. Yani istikbalde İslâm hakikatlerinin hâkim olacağı hiç şüphesizdir. Bu hakikatleri asrın idrakine söyleten Risâle-i Nurlar elbette insanlık tarafından fark edilecek ve bu eserler insanları kendisiyle meşgul edecektir.

Bu yüzden ümitsizliğe, tembelliğe, atalete düşmeden, tesânüdü bozmadan var gücümüzle iman hizmetine çalışmalıyız. Aksihalde, ‘İstikbal, İslâmiyetin olacaktır’ müjdesi gerçekleşecek, ama sadece Hansların, Marylerin ve Georgelerin eliyle olacaktır. Bu durumda elimizdeki elmasların kıymetini bilmemekten dolayı, hesabımız çok daha çetin geçecektir.

Tesanüdü bozmadan bu hakikatleri önce kendi muhtaç gönüllerimize sonra da bütün insanlığa ulaştırma himmeti ile çalışmalıyız. Bizim vazifemiz gayret, netice ise Allah’a aittir.

11.10.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Boş zaman yoktur; boşa geçirilen zaman vardır


A+ | A-

Değerini derk edemediğimiz, kıymetini bilemediğimiz nimetlerin başında her halde “sıhhat” ve “zaman” gelir. Ömür dakikalarımızın en müsait, en verimli devresi olan gençliğimizi, âdeta sona ermeyecek şekilde ebedî olduğunu zannederek, boş ve mâlâyani meşgalelerle, hatta uhrevî hayatımızı tehlikeye sokacak günah ve seyyiâtlarla geçiririz.

Diğer yandan da sayılı ömür dakikalarının hiç tükenmeyeceği zehabına kapılarak, bu dünya hayatındaki zaman nimetinin farkına varmadan, vaktimizi ya boş faydasız işlerle veya hem dünyamızı, hem de ahiretimizi tehlikeye atacak meşgalelerle geçiririz.

Vaktimizi boşa geçirmek, cebimizdeki paramızı boşa harcamak gibidir. Mâlâyani, zararlı meşgalelerle vaktimizi zayi etmek, zarûrî ihtiyaçlarımızı kulak ardı edip, paramızı lüzumsuz yerlere harcayarak çar çur etmek anlamına gelir. Böyle olduğu için Efendimiz (asm) “İki nimet vardır ki insanlar kıymetini bilmiyorlar. Biri sıhhat, diğeri de vakit” buyurmuştur.

Öyle ya, çok az bir parası bulunduğu halde, bu parasını zarûrî ihtiyaçlarına harcamayıp, hiç de ihtiyacı olmayan, lüzumsuz, gereksiz şeylere sarfeden bir kimseye akıllı insan denilebilir mi? Böyle hareket eden bir insanın âkıbeti ne olur?

Akıllı ve geleceğini düşünen insan, cebinde ne kadar parası olursa olsun, onu, her türlü israftan kaçınarak, zarurî ihtiyacı olan yerlerde harcamasını bilen insandır. Bu noktada büyük âlimlerden Hasan-ı Basrî; “Ben öyle zatlara eriştim ki, onlar sizin paranızı boşa harcamaktan çekindiğiniz gibi, vakitlerini boşa harcamaktan çekiniyorlar, dakikalarının dahi değerini düşünüyorlardı” diyor.

İtiraf etmeliyiz ki, bu zamanda insanların çoğu ne paralarının kıymetini, ne de vakitlerinin değerini biliyorlar. Kazandıklarını çarçur etmekten çekinmeyen, yaşantıları her türlü israfla âlûde, lüks bir hayat tarzıyla ömür dakikalarını heder eden günümüz insanı, boş vaktin ne olduğunu, onu en iyi şekilde değerlendirmenin önemini, zamanı boşa geçirmenin maddî-manevî zararını hesap edebilir mi dersiniz?

Sonuçta bu fani ve geçici dünyaya gönderiliş sebebinin farkında olan, ömür dakikalarının sayılı olduğunu bilen ve bu dakikalarının da bir sel gibi dönmemek üzere akıp gittiğini görebilen insanlar, daha da önemlisi kendilerine verilen ömür sermayesini en iyi şekilde değerlendirmenin yolunu yordamını bilen her insan, boş zamanın kıymetini bilir ve bütün ömür dakikalarını Allah yolunda harcamanın gayretinde olur.

Bu meyanda yaşanmış şu ibretlik hadiseye kulak verelim isterseniz:

Selef âlimlerinden Abdullah bin Âmir’e gelen bir adam; “Seninle biraz sohbet edelim” deyince aldığı cevap şöyle olur: “Tut güneşi, gitmesin. Seninle vakit öldürelim.” Bu cevaba şaşıran adam; bunun izahını isteyince Âmir: “Güneş durmuyor gidiyor, böylece vakit harcanıyor; ya vakti durdur seninle muhabbet edelim, ya da geriye çekil, akıp giden vakti değerlendirelim. Nakitten de değerli olan vakti boşa harcama vebâline girmeyelim.”

Bu noktada Bediüzzaman’ın, zamanı en iyi şekilde değerlendirmekteki hassasiyetini, vaktini boşa harcamamaktaki titizliğini de hatırlamakta fayda var. Onun, at sırtında, harb meydanlarında, düşmanın top güllelerinin vızıltıları arasında dahi kitap te’lifine devam etmesini; yolda yürürken, dağ başlarında, dere kenarlarında istirahat ederken Risâle tashihini; dayanılmayacak zehirlemeler ve hastalıklar ânında dahi hizmet-i Kur’âniye ile alâkalı faaliyetlere hiç ara vermeden devam etmesi; sâir vakitlerde de gece gündüz demeden, bir dakikasını bile boşa harcamadan ibadetle, taatle, ezkârla geçirmesi, onu rehber olarak görenler için bir nümune-i imtisâl olsa gerek.

Hakikat-ı hâlde boş diye bir zaman da yoktur; boşa geçirilen zaman vardır. En sıkışık, en yoğun zamanlarımızda dahi fırsatları iyi kolladığımızda aksatmamakla yükümlü olduğumuz ibadetlerimizi, okumalarımızı, hizmetlerimizi hiç zorlanmadan yerine getirebiliriz. “Zamanım yok” bahanelerine sığınıp, günlük ibadetlerimizi, şahsî okumalarımızı, yapmakla mükellef olduğumuz hizmetlerimizi aksatmanın haklı bir tarafı olamaz.

11.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.