Cevher İLHAN |
|
Türkiye, Afganistan’da cepheye mi sürülüyor? (1) |
Meclis’in açılışı, AKP Kongresi ve IMF toplantısıyla süregelen yoğun gündem ortasında olup bitenler yeterince tartışılamıyor. Bunlardan biri de kulislerde Başbakan Erdoğan’ın son Amerika ziyaretinde kapalı arkasında “verilen sözler.” Öteden beri kamuoyundan yükselen tepkilere ve önceki Genelkurmay Başkanı’nın giderayak, “Yarın oradan askerlerimizin cenâzeleri gelirse millete bunu nasıl izâh edeceğiz” itirazına rağmen, 5 Kasım 1997’de Beyaz Saray’da Bush’la başbaşa yaptığı görüşmeye atıfta bulunan Erdoğan’ın, Türkiye’nin önümüzdeki Kasım ayında İSAF komutasını devralmasıyla birlikte ek askerî birlik gönderileceğini belirtmesi, dikkat çekici. Anlaşılan o ki Afganistan’da ve Pakistan’da onlarca, yüzlerce sivilin katliyle süregelen işgalin bölgeyi ateşin içine attığını bile bile, Ankara “ek askerî birlik” gönderme yolunda. Aslında AKP hükûmeti baştan beri ABD’nin “talepleri”ne teşne. Daha Bush döneminde Amerikan Dışişleri Bakanı Rice’den, Savunma Bakanı Gates’e ve en son Bush’un Yardımcısı Cheney’e varan sivil-asker Amerikalıların “Ankara uğramaları”nda “Afganistan’a muharip asker gönderilmesi” hep “görüşülen konular”ın başında yer aldı.
ABD’NİN HEGEMONYASI HESÂBINA… Belli ki başta İncirlik olmak üzere havaalanlarını ve limanlarını, iki milyona yakın Iraklıyı katleden Amerikan askerlerinin her türlü silâh, savaş malzemesi ve mühimmatının nakil ve dağıtımına açan Türkiye’nin işgalci ABD’ye desteği, yeni Amerikan yönetimince de yeterli bulunmamakta. Obama yönetimi de Irak’ın yanı sıra ABD’nin işgal ettiği Afganistan’da Türkiye’nin desteğini arttırmasını tekrarlamakta… Ve ne garip ki baştan beri kamuoyunun tepkisine rağmen AKP siyasî iktidarı çeşitli manevralarla Amerikan yönetimlerinin bu “talebi”ni yerine getirmeye çalışmakta. Başbakan Erdoğan’ın Amerika’daki temasları arasında bir yığın konu arasında bir-iki cümleyle “Afganistan’a ek asker gönderileceği”ni söylemesi, bunun ifâdesi... Gerçek şu ki ABD, Asya’nın kalbindeki Afganistan’ı işgalle Orta Asya ve Hazar Havzası enerji kaynakları ve hatları üzerinde egemenlik ve çıkarlarını koruma peşinde. Bütün Asya’yı kontrol altına almak, Orta Asya’yı ve Ön Asya’yı güdümünde tutmak plânında. “Taliban bahanesi”yle “terörle mücadele” perdesinde Afganistan’ı işgal altında tutan ABD, istilâyı daha da derinleştirme derdinde. Bu amaçla son seçimlerde karşısına bir rakip çıkartmakla çıkarlarına daha da amâde ettirdiği Amerikan petrol şirketleri ortağı işbirlikçi Karzaî’nin kukla yönetimiyle Afganistan’ı elde etmeye uğraşıyor. AB ve İslâm dünyasıyla geniş ekonomik işbirliğine giden Çin ve Hindistan alternatifini durdurmak, revize edilip öncelikleri değiştirilerek Afganistan ve Pakistan’da operasyonun öne alındığı “Büyük Ortadoğu Projesi”yle bu bölgeyi kuşatıp etkisi altına almak, başkalarının sırtında hegemonya ve çıkarlarını sürdürmek için… Görünen o ki Neconların, Müslümanları “terörist”, İslâm âlemini “birinci düşman” ve “baş tehdid” sayan “11 Eylül konsepti”ne karşı koyan ve önemli Müslüman nüfusu adına İslâm Zirve Konferansına katılan Rusya’ya karşı ABD, ne pahasına olursa olsun Afganistan’da kalma kararında. Bu yüzden Bush’un “işgal projesi”ni Obama da devam ettirmek istiyor.
EK MUHARİP ASKER BASKISI… Ne var ki işgal güçleri, yıllardır en acımasız silâhlarla, onlarca ton ağırlığındaki Toma Hawk füzeleriyle, ağır bombardıman uçaklarıyla baştan başa bombaladığı ve yüzbinlerce sivilin katledildiği bu ülkeyi sindiremedi. Afgan halkını bir türlü esir alamadı. Aksine gün geçtikçe cesur ve savaşçı Afganlıların direnişi daha da büyümekte. Bağımsızlık mücadelesi, başşehir Kabil’in dışında bütün ülkeyi sarmakta. Nereden ve kimden geldiği bilinmeyen saldırılarda her gün onlarca ve hatta yüzlerce insanın katledilmesine karşı, Afganistan bir türlü kontrol altına alınamamakta… Bundandır ki bu ülkedeki Amerikan ve NATO birlikleri komutanı General Stanley McCaharytal, 62 bini bulan Amerikan askerlerine ve mevcut NATO kuvvetlerine ilâveten mutlaka ek kuvvet gönderilmesini, aksi halde tıpkı Vietnam’da ve Irak’ta olduğu gibi başarısız kalacaklarını NATO’ya, Washington’a ve işgal ortaklarına rapor etmekte. Yine bundandır ki Türkiye’yi “model ortak” ilân eden Obama yönetimi de, “stratejik müttefik” Bush yönetiminin “isteği”yle NATO’nun Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) şemsiyesi altında Afganistan’a gönderilen askerî birliğe ilâve olarak Türkiye’nin muharip asker gönderilmesi baskısında bulunmakta. Özetle ABD, İstiklâl Harbine ve Millî Mücadelesine destek veren Hint Müslümanları (Pakistanlılar) gibi Osmanlı dönemine uzanan tarihî ve kültürel derin bağlarla bu millete bağlı bulunan Müslüman Afgan halkının Mehmetçiğe derin sevgisini ve yakınlığını kullanma taktiğinde. En son Irak’ta olduğu gibi Afgan halkının nefretini celbeden ABD, Türkiye’nin bu durumundan yararlanmak istiyor. NATO’yu kullanarak bu ittifak çerçevesinde Türkiye’yi emperyal çıkar savaşında “cephe”ye sürme baskısında. Ve ne yazık ki AKP hükûmeti, ABD’nin bu baskısına geliyor… 05.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
G-20 Zirvesi ve dolar |
Şu gerçeği kabullenmek zorundayız. Ne tedbir alırsanız alın, ekonominin düze çıkması dünyadaki olumlu gelişmelere bağlı. Bu sebeple dış âlem dikkatle izlenmeli, yeni oluşumlar gözden kaçırılmamalı. Geçenlerde ABD’nin Pittsburgh şehrinde G-20 ülkelerinin devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla gerçekleştirilen zirve bu açıdan önemliydi. Türkiye’yi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği toplantıya ABD, Almanya, Arjantin, Avrupa Birliği, Avusturalya, Brezilya, Çin, Endonezya, Fransa, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan katıldı. Global finans krizinin bir daha tekrarlanmaması için alınacak tedbirlerin tartışıldığı zirvede, öne çıkan konuları satır başları halinde şöyle sıralayabiliriz. Banka ve finans kuruluşlarının sermaye yapısı güçlendirilecek, bu amaçla cari kârlarının büyük bölümü sermayeye ilâve edilecek, gözetim ve denetim etkinleştirilecek, sektörde çalışan üst düzey yetkililerine verilen teşvik primleri uzun dönemde yakalanan başarılara endekslenecek. Kara para aklayan ülkeler ile petrol spekülatörlerine karşı müşterek mücadele verilecek. Dünya Bankası ve IMF’de yeterince temsil edilemeyen ülkelere, gayrisafi millî hasılalarına orantılı oy hakkı tanınacak. G-20, global ekonomi yönetiminde kurumsallaşacak ve düzenli olarak toplanacak, G-8 ikinci planda kalacak. Küresel iyileşme sağlanıncaya kadar ekonomiyi canlandıracak destek programları sürdürülecek. G-20’lerin bu kararları nasıl hayata geçecek, bilinmiyor. Bazı kararlar somutlaşmamış. Bir eksik de yaptırımla ilgili. Kararlara uymayanlara karşı herhangi bir müeyyide öngörülmüyor. Eleştirilmesi gereken bir nokta da yoksul ülkelerin yok sayılması. Bu yıl yoksul ülkelere verilmesi taahhüt edilen 33 milyar dolar hâlâ ödenmedi. Bir tarafta açlıktan kıvranan 800 milyon insan... Diğer tarafta bir eli yağda bir eli balda 500 milyon insan. Bu uçurumu gidermeye yönelik adımlar atılmadığı takdirde; Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar misali... Ekonomik krizden öte... Dünyanın sonunu hazırlayacak sosyal patlamalar ve savaşlar hiç gündemden düşmeyecektir. Zirvede masaya getirilip getirilmediğini bilmemekle birlikte altını çizmemiz gereken bir hususta doların geleceği. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra altına endekslenen doların bu bağı, 1971’de koparıldı. Bu tarihten itibaren ABD, sıfır maliyetle para basmaya başladı. Paranın büyük kısmı yurtdışında tedavül edildiğinden enflasyon riski yoktu. Dünya ekonomisinin dörtte birine sahip olmanın verdiği güçle bu düzeni sürdürebilen ABD, son krizle birlikte sarsıldı. Krizi körükleyen sebeplerden biri olarak görülen dolar sorgulanıyor. Yeni bir para biriminin uluslar arası rezerv para olarak kullanılması tartışmaya açıldı. G-20 zirvesi öncesi Çin Merkez Bankası Başkanı Zhou Xiaochuan yaptığı açıklamada, Özel Çekme Hakkı (SDR) olarak bilinen değerin dolar yerine kullanılmasını önerdi. SDR, halen sadece hükümetler ve uluslar arası kuruluşlarda geçerli bir değer. Teklife göre, SDR ile ulusal para birimleri arasında bir parite sistemi kurulacak. Böylece SDR, ticaret ve finansal işlemlerde kullanılır hale gelecek. Dolardan kurtulma konusunda Çin’i başka ülkeler de destekliyor. Geçtiğimiz Haziran ayında Rusya’nın Yekaterinburg şehrinde toplanan BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkeleri ABD dolarına olan bağlılığı azaltmanın yollarını aradı. Keza Şanghay İşbirliği Örgütü üyeleri Rusya, Çin, Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan da yeni para birimi teklifine sıcak baktıklarını açıkladılar. Özetle doların geleceği karanlık, saltanatı sona erebilir. Ne var ki kısa ve orta vadede bunun gerçekleşmesi mümkün değil. Başta Çin bunu hemen istemez, zamana yayar. Zira kasası tıka basa dolarla dolu. Ani bir değişimde parasının pul olma tehlikesini fark ediyor. Ama eninde sonunda yeni bir para biriminin doğumuna şahit olacağız. Tetikte olalım. Zarara uğramayalım. 05.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Sürprizlerimiz |
Bu hafta köşemizde yeni ve müjdeli gelişmelerin haberlerini, devamının da artarak geleceği ümit ve duâsıyla veriyor olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
*** Yeniden 16 sayfaya çıktık İlk müjdemiz, geçen yıl 25 Ekim’de 12’ye inmiş olan sayfa sayımızın, geçtiğimiz 1 Ekim Perşembe gününden itibaren tekrar 16’ya çıkmış olması. Bunun, geçici bir uygulama değil, inşaallah bir daha geriye dönüşü olmayacak ve bizi daha fazla sayfa sayılarına ulaştıracak bir sürecin ilk adımı olmasını diliyoruz. Geçen yıl sayfa sayısını düşürürken, 12’den 16’ya çıktığımız 1993 sonunda, bir sonraki hedefimizin 20 sayfa olduğunu, ama bilâhare gelişen olumsuz şartların maalesef bizi bu hedeften alıkoyduğunu yazmıştık. Şimdi aynı hedefi, müşterek bir duâya vesile olması dileğiyle bir kez daha kayıtlara geçiriyoruz. Ve bunun için gerekli altyapı şartlarının teşekkülü yolunda fiilî ve kavlî duâlarımızı arttırma çağrısı yapıyoruz.
*** Said Nursî ve Demokratik Açılım Bir başka müjdemiz şu: “Demokratik açılım” konusu gündeme geldiğinden bu yana okurlarımızın ısrarla bize ilettikleri talebe cevap vermek üzere, bir broşür çalışmasını tamamlamak üzereyiz ve inşaallah yakında takdim edeceğiz. “100 yıllık süreçte Said Nursî ve demokratik açılım” adını taşıyan çalışmamızda, terörü ve akan kanı durdurma, demokratikleşme, bölünmez bütünlük, üniter devlet, eyalet ve federasyon tartışmaları, İslâm kardeşliği, eğitim alanında yapılması gerekenler gibi temel konular Bediüzzaman Hazretlerinin fikir ve yaklaşımları çerçevesinde işleniyor; sağlıklı ve kalıcı çözüm açısından Medresetü’z-Zehra projesinin ve Münâzarât’ta ortaya konulan prensiplerin taşıdığı öneme dikkat çekiliyor. Bilâhare duyuracağımız tarihte gazeteyle birlikte takdim edeceğimiz bu broşürü, yine sizlerden teklifler muvacehesinde, desteklerinizle, devletin ilgili bütün makamlarına, medyaya, üniversitelere, bürokrasi kademelerine ve sivil toplum kuruluşlarına ulaştırmayı planlıyoruz. Böylece, açılım başlatılırken, Erdoğan’ın kongre konuşmasında yaptığı tek cümlelik atıfa kadar eksik bırakılan Said Nursî boyutunu Yeni Asya olarak biz tamamlamayı ümit ediyoruz. Risale-i Nur Enstitüsü adına neşredilecek olan çalışma, Genel Yayın Müdürümüz ve Başyazarımız Kâzım Güleçyüz’ün imzasını taşıyor.
*** Ayrı bir çalışma daha Yine açılım bağlamında akademisyen arkadaşlarımızca hazırlanan bir çalışmayı da önümüzdeki günlerde Risale-i Nur Enstitüsü imzasıyla gazetemizde ayrıca yayınlayacağız. Bu çalışmanın da dikkatleri Said Nursî’ye ve fikirlerine çevirerek çözüme katkıda bulunma açısından faydalı olacağına inanıyor, emeği geçen arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz.
*** Afyon’da temsilciler buluşması Haziran’da yaptığımız ve çok verimli geçen Nevşehir toplantısının devamı niteliğindeki bir buluşmayı, 17-18 Ekim’de Afyon’da gerçekleştireceğiz. Yeni dönem ve 2010’un ilk altı ayındaki hizmet projeleriyle ilgili görüş alış verişinde bulunacağımız toplantının detay bilgilerini önümüzdeki günlerde vereceğiz.
*** Temsilciler toplantısı 7 Kasım’da Bu arada, 2009 güz dönemi umumî temsilciler toplantımızın 7 Kasım Cumartesi günü yine İstanbul’da yapılacağı bilgisini de vermiş olalım.
*** Görev değişikliği Dergi Grubu Koordinatörü Şener Boztaş Risale-i Nur Enstitüsü Genel Sekreterliği görevine getirildi. Buna bağlı olarak, dergilerin satış ve pazarlama işleri, yeniden Satış Müdürümüz Faik Altun’a verildi. Bilginize sunuyor, hayırlı olması niyazıyla arkadaşlarımıza başarılar diliyoruz. 05.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Geç kalan çare |
ürkiye’nin terörle olan imtihanı devam ederken, bir yandan da çare arayışları sürüyor. Ortada bir problem olduğu kesin, ama çare noktasında farklı teklifler sunuluyor. Bir kısım ‘çare’ sunucular yıllardan beri yapıldığı gibi problemleri inkâr etmeyi tercih ederken, bir kısmı da çare diye sunulan projelerin yeni dertler getireceğinden habersiz durumdalar. Bugün için ‘fıkra’ niyetine gülünen açıklamalar, meselâ 12 Eylül İhtilâli sonrası “Netekim Paşa” tarafından meydan meydan dolaşıp anlatılıyordu. “Netekim Paşa” hemen her konuşmasında teröre karşı ‘çare’ olarak inkâr yolunu tercih etmişti. Halkın önüne çıkıp, “Kürt yoktur” diyordu. Bunu delillendirmek için de “Onlar dağlarda kar üzerinde gezen Türklerdir. Karın çıkarttığı ‘kart-kurt’ sesleri sebebiyle onlara Kürt denmiştir” diye hem fetva hem de talimat verirdi. Bu talimatları TV’lerden yayınlanan konuşmalarından bizzat duymuştuk. Cumhurbaşkanının bugün böyle söylediğini hayalen farzediniz. Ne kadar gerçek dışı, ne kadar hayal ürünü ve ne kadar Türkiye ve dünya gerçeklerine aykırı olurdu! Bugün böyle olduğu gibi, o gün de öyleydi; ama Türkiye’yi idare edenler bu yanlışlarla milleti uyutmayı ve oyalamayı tercih etti. Peki, milleti uyutmayı ve oyalamayı tercih ettiler de ne oldu? Yanlışlar çoğaldı, yaralar derinleşti ve dün tedavi olması mümkün olan ‘yara’lar bugün tedavi olamaz hale geldi, kangren oldu. Elbette ki karşı karşıya olduğumuz terör konusu çaresiz değildir. İyi niyetle bakılırsa çarelerin var olduğu görülür ve vardır. PKK üzerine yaptığı çalışmalar sebebiyle yurt dışında bu alanda ‘uzman’ kabul edilen Amerikalı gazeteci Aliza Marcus, ‘çözüm’ tartışmalarıyla ilgili olarak, “Türkiye bir 10 yıl daha beklemek istiyor mu?” diye sormuş. “PKK ve Kürt Hareketi” adlı kitabın yazarı Marcus, çare noktasında atılan adımların geç kalınmasıyla ilgili olarak da şöyle demiş: “(Yanlış olan) Devletin düzenlemeyi her seferinde hayatın gerçekliğinden sonra yapması. Yani ben 15 yıl önce buradayken de bu kadar yaygın olmasa da Kürtçe kasetler, Kürtçe kitaplar vardı, en önemlisi Kürtçe konuşuluyordu. (...) Ankara’dakiler ‘Şu hakkı versek mi, vermesek mi?’ diye tartışırlarken Güneydoğu’da bu zaten hayata geçiyor. Kürtler bence TRT-Şeş’i çoktan aşmış. Belki 15 sene önce önemliydi ama artık eski önemi yok ki. Roj TV’leri var, Irak televizyonu var, yerel televizyonlar var.” (Sabah, Pazar eki, 7 Haziran 2009) 1990’larda Türkiye’de gazetecilik yapan ve hazırladığı bazı haberler dolayısıyla hakkında zamanın DGM’sinde dâvâ açılan, bu sebeple Türkiye’den ayrılmak durumunda kalan Marcus, başka bir ‘tehlike’ye de dikkat çekiyor: “Genç nesil bence daha radikal. Kuşak değişimi olunca kontrol çok daha zor olacak. Bir örgütle görüşme yerine, 10 yıl sonra beş örgütle görüşme gerekebilir. (...) Önümüzdeki birkaç yıl, bu açıdan çok önemli.” Amerikalı gazeteci Aliza Marcus’un tesbitlerine katılan olur, katılmayan olur. Fakat bir gerçek var ki onu inkâr etmek imkânsız: Türkiye, ‘geç kalma’ hastalığıyla müzdarip. Bu sadece terörle mücadelede değil, başka pek çok konuda da maalesef böyle. Sağlıkta bile geç kalan kaybederken, sosyal hadiselerde geç kalanın kazanması mümkün mü? Çareleri tesbit etmekte ve uygulamakta lütfen geç kalmayalım. 05.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Hayata tutunmak |
İstanbul’da yaşanan sel felâketinde azgın sulara kapılan bir adam, eline geçirdiği bir ağaç dalına tutunmuş, daha sonra da ağacın üzerine çıkarak kendisini kurtaracak bir yardım elinin uzatılmasını beklemişti. Bazıları elektrik ve telefon direklerine tutunmuş, bazıları da kendilerine uzatılan iplere tutunarak hayatta kalmayı başarmışlardı. Batan bir gemide denize düşen bir insan, eline geçirebildiği bir tahta parçasına tutunur; şiddetli depremle sarsılanlar, korku ve telâşla en yakın bir direğe veya duvara tutunur, hortum ve kasırgaya maruz kalanlar bir ağaca tutunur. Bu şekilde musîbetlere maruz kalan insanlar, bir yerlere tutunmak sûretiyle aslında hayata tutunmuş olurlar. Hayat yolu bir çok engeller ve engebelerle dolu olduğundan, insan da çok âciz ve pek zayıf bulunduğundan, hayatta kalmak için sağlam dallara tutunmak zorundadır. Elini uzattığı dal ne kadar sağlam ve kuvvetli olursa, kurtulma şansı da o kadar fazla olacaktır. Çürük dallara elini uzatırsa, el attığı dallar elinde kalacaktır. Bir başka ifade ile, kendisini hayata bağlayan kuvvetli bağlara ihtiyacı vardır. Yoksa en ufak bir rüzgârın veya en küçük bir selin önünde sürüklenir gider. İnsan çok âciz ve pek zayıftır dedik. Siz bakmayın insanın kendinden güçlü görünen mahlûkata hükmettiğine. Bir aslanı terbiye eden, bir filin üzerine binen veya bir deveye boyun eğdiren insan, küçücük bir mikrobun veya bakterinin karşısında âciz kalır. Bir sivrisineğe veya bir karıncaya söz geçiremez. Gökgürültüsünden titrer, bir gezegenin dünyaya yaklaşması karşısında dehşete kapılır. Bir salgın hastalık karşısında korkar, yola çıkarken bir kazaya kurban gitmekten endişe duyar. Hayatta tutunacağı ve emin olacağı bir istinat noktası bulamazsa, hayatı zehir olur. O halde insan hayata nasıl tutunacaktır? Her türlü korku endişeden emin olacağı istinat noktasını nerede bulacaktır? Maruz kaldığı musîbetler karşısında nerede teselli arayacaktır? Bu suâllerin cevabını, musîbete maruz kalanların davranışlarından bulmak mümkündür. Dini inancı pek de kuvvetli olmayan, hatta kendisini bir dine bağlı görmeyen bir insan bile, hayatının tehlikede olduğu bir durum karşısında mânevî bir güce sığınma ihtiyacı hisseder. Normal zamanda Allah’ın varlığını pek düşünmeyenler, şiddetli bir acıya maruz kaldıkları zaman “Allah!” diye bağırırlar. Orhan Veli’nin “Süleyman Efendi” şiirinde dediği gibi, “kundurası vurmadığı zamanlarda Allah’ın adını anmayanlar” nasırına dokunulduğu zaman “Allah” diye feryat ederler. Bir musîbete maruz kalanlar, sıkıntıya düşenler, hastalar ve kazazedeler, daha çok duâ ederek Allah’tan yardım isterler. Çünkü Allah’tan başka tutunacak bir dal, sığınılacak bir güç yoktur. 17 Ağustos depreminde evini, malını, aile fertlerinin tamamını kaybeden insanlar gördük. Deprem bu insanların dış dünyalarını yıktığı gibi, iç dünyalarını da harabeye çevirmişti. Kendilerini toparlamaları, normal hayat şartlarına dönmeleri kolay görünmüyordu. Bazı “büyükler!”, öksüz ve kimsesiz kalan çocukları teselli etmek için “Anne ve babanız Avustralya’ya gittiler” diye avutmaya çalışırlarken, onlar gerçek tesellinin kadere teslim olmak olduğunu çoktan fark etmişlerdi. Bu şekilde öyle bir istinat noktası bulmuşlar, öyle bir güce tutunmuşlardı ki, bu güç sayesinde tahrip olan evlerini kısa sürede mamur ettikleri gibi, harabeye dönen ruhlarını da çabuk tamir ettiler. Yeni bir ümitle hayata yeniden tutundular. Hayatta kimsesiz kalan bu insanlar, “kimsesizlerin kimsesi” olan Allah’a yönelmişler, “Allah’ın ipine” tutunarak hayata tutunmuşlardı. Çünkü O’ndan başka onlara tutunulacak bir dal, O’nun yolundan başka selâmete çıkaracak bir yol yoktu. Nitekim depremden sonra o bölgede insanların dine daha fazla yöneldiği ve inançlarına daha sıkı sarıldıkları görülmüştür. Hayata tutunmanın en anlamlı örneklerinden birisini de, Mardin’in Mazıdağı İlçesinin Bilge Köyünde yaşanan katliâmdan sonra gördük. O korkunç katliâmda annesini, babasını ve kardeşlerini kaybeden çocuklar vardı. Hayatta kimsecikleri kalmamıştı. Ama onlar, küçük bedenlerindeki büyük ruhları ile en sağlam istinat noktasına tutunmuşlardı. Ellerinde Kur’ân-ı Kerim olduğu halde, yakınlarının mezarı başında duâ eden o masumlar, hayata tutunmanın yolunu bu şekilde bulmuşlardı. Ruhlarındaki büyük boşluğu ancak duâ ile doldurabiliyorlar, “Hayy-ı Kayyum”un ipine sarılarak hayata tutunabiliyorlardı. Hayata tutunmak için Hayat Sahibini bilmek ve O’nun dergâhına sığınmaktan başka çıkar yol yoktur. Hazreti Ali Efendimizin (ra) dediği gibi, “Allah’a dayanan yıkılmaz.” 05.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Hasan GÜNEŞ |
|
Nurlu fetih nesli |
Bayramda gazetemiz ilginç bir manşet atmıştı: “Lenin meydanında bayram namazı”. Bir zamanlar dünya gündeminin en önemli aktörlerinden olan ve “Din öldürülecektir” diyen bir liderin ismiyle meşhur meydanda mü’minler bayram namazı kılıyorlardı. Dünya değişiyor ve daha da değişecek. Sovyetlerin birer birer işgal edip, en büyük meydanlarına Lenin’in ismini verdikleri İslâm devletlerinin başşehirleri ve Moskova’daki Kızıl meydan, mabetsiz rejimin aynı zamanda mabedi idi. Belki de Âlemlerin Rabbinin huzurunda saf tutarak ibadet eden mü’minlere karşı basit bir özenti, küfürâlûd bir taklit olarak meydanlar dolduruluyor, rejimin ceberutiyeti ve zulmü ilân ediliyor, yüreklere korku salınıyordu. Her sene işgalin ve ihtilâlin yıl dönümünde, kurtuluş bayramı olarak çoluk-çocuk, sivil-asker katı bir disiplin altında gövde gösterisine tabi tutuluyor, komünizmin demir yumruğu zihinlere kazınıyordu. Rablerinin huzurunda sulh ve selâmet, huzur ve teslimiyet içinde karıncanın dahi hukukunu ihmal etmeyen bir dinin müntesiplerinin ibadet ve kullukları nerede, zulüm ve zorbalıkla, güç ve kuvvetle, silâh ve postalla, gurur ve kibirle, zorla getirdikleri insanlarla gövde gösterisi yapan bir rejim nerede? İnsanlar değişime hızla alışıyor. Daha önceden imkânsız dedikleri, hayalcilikle suçladıkları gayretleri sonradan herkesten daha hızla kabullenebiliyorlar. Bir zamanlar bu değişimi tahmin edebilen, sezen ve ümid edebilenlerin sayısı tarih boyunca olduğu gibi yine azınlıkta idi. Çok değil, yirmi-otuz sene öncesinde, bırakın kızıl meydanlarda ve Lenin meydanlarında namaz kılmayı, İslâm’ın en önemli merkezlerinden olan ve hâlen o misyonun önemli bir kısmını devam ettiren İstanbul’un Taksim meydanı bile tehlikede idi. Mânevî değerlere olan husûmet ve muhalefeti ile meşhur bir partinin çok sayıda temsilcisi ve milletvekiliyle iştirak ettiği dev bir mitingde bir İslâm şehri kızıl bayraklar altında kızıl meydana dönmüştü. Şartların olgunlaşmasını bekleyenler, derinlerdeki hesaplar ve mânevî değerlerin terk edilmesi sonucu meydana gelen kaos, sadece Türkiye’yi değil bütün dünyayı da acze ve çaresizliğe düşürmüştü. Gerçi bu kadar geçen zamana rağmen, Taksim’de Cuma ve bayram namazları için hâlâ yer bulmakta zorlanıyor olsak da, “dünyanın son komünist devleti” diyen eski başbakan kadar kötümser değiliz. Büyük ümitleri olanlar azınlıkta demiştik. Azınlıkta da olsa hiçbir zaman yok olmadı. İslâm var olduğu müddetçe ya da kıyamete kadar o ümid hiç kaybolmayacak. Evet o karanlık ve zor dönemlerde bile ümidimizi hiçbir zaman kaybetmedik. O zamanlar periyodik olarak kutlanan Fetih gecelerinde, “Nurlu fetih nesli geliyor” türküsü ya da marşında, “Fethedeceğiz Moskova’yı, Paris’i” sözlerine salondakilerin tamamıyla birlikte bütün gücümüzle nefesimizin yettiği kadar eşlik ediyorduk. Dışarıdan gelenlerin ekseriyeti bizden şevk alırken ve “bir bildikleri var” derken bir kısmı da, “nasıl bu kadar iyimser olabileceğimizi” sorarak hayretlerini ifade ediyorlardı. Bir tarafta, her sene kızıl meydanda dev araçlarla resm-i geçite katılan, Yerkürenin her tarafına ulaşabilen nükleer başlıklı füzeler, birbirinden öldürücü ve yıkıcı silâhlar, okyanuslarda deniz altı ve deniz üstü dev gemiler ve uçak filoları… Diğer tarafta ise Kur’ân ve Kur’ân nurları ve onun fedakâr ve ihlâslı talebeleri… Evet İslam’ın fethi böyle… Kalblerin ve gönüllerin fethi… Afganistan işgaline karşı yapılan nefsî müdafaayı hariç tutarsak kavgasız, dövüşsüz kazanılan muazzam bir fetih… O zor ve karanlık dönemde en büyük dayanağımız ve ümit kaynağımız Bediüzzaman Hazretlerinin Sözler’i idi. Çünkü o: “Şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır” diyordu. Ayrıca, komünizm yıkıldıktan sonrası için de şu müjdeyi veriyordu: “Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinat ve aklı, kalbi ikna eden Kur’ân ile musâlâha veya tabi olabilir” demişti. Binlerce câmi ve medreseyi yıkan, geri kalanlarını da müze veya depo yapan Moskova, şimdi, İslâm üniversitelerinin ve binlerce caminin açılmasına müsaade ediyor, hatta destek veriyor. Yine bir zamanlar Türkiye’deki İslâm ve iman hizmetlerine bile engel olmaya çalışan Moskova, şimdi İslâm ile ilgili konferanslar ve kongreler organize ediyor, musalaha ve kurtuluş için çareler arıyor. Yine bir zamanlar İstanbul’daki kızıl meydan provalarına en üst seviyede temsilci gönderen Moskova, şimdi “Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım” diyen Bediüzzaman Hazretlerinin talebesini, konferans ve kongrelerine temsilci olarak resmen dâvet ediyor. Şüphesiz müjdeler bu kadar değil. Nurlu fetih neslini, kıyamete kadar devam edecek olan daha büyük hizmetler bekliyor. 05.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Âl-i Beyti sevme dinin gereği |
“Allah’a yemin ederim ki, bana Resûlullahın yakınlarına hizmet etmek, kendi yakınlarıma hizmet etmekten daha hayırlıdır.”1 Bu ifadenin sahibi, Allah Resûlünü (a.s.m.) her hususta bir gölge gibi takip eden Hz. Ebû Bekir, insanlara, Efendimize (a.s.m.) hürmetlerini onun Âl-i Beytini görüp gözetmekle de gösterilmesini ister.2 Evet, Hz. Ebû Bekir Âl-i Beyti kendi aile halkı ve yakınlarından daha çok seviyordu. Her mü’min, Allah’ı, Resûlünü (a.s.m.) ve Âl-i Beyti sevmek zorundadır. Çünkü Allah Resûlü (a.s.m.), “Nimetleriyle sizi besleyip büyüttüğü için Allah’ı sevin. Beni de Allah sevgisi için sevin. Ehl-i Beytimi de benim sevgim için sevin”3 buyurmuşlardır. Kur’an da şöyle demesini emreder: “Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir.”4 Allah Resûlü (a.s.m.) “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu şaşırmazsınız. Biri Kur’ân-ı Kerim, biri de Âl-i Beytimdir." 5 buyururken de Kur’ân’dan sonra Âl-i Beytini nazara vermekle Âl-i Beytin Sünnet-i Seniyyenin menbaı, muhafızı ve onların her bakımdan Sünnet-i Seniyyeye dört elle sarılmakla mükellef olduklarına, olacaklarına dikkat çekiyordu. Öyle de olmuştur. Âl-i Beyt veya Ehl-i Beyt kimlerdir ve niçin öncelikle onlar sevilmelidir? Sahih-i Müslim’de Ümmü’l-Mü’minîn Âişe-i Sıddîka’dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Âl-i Beytin Resûl-i Ekremin (a.s.m.) aile halkı olduğunu öğreniyoruz. Peygamberimiz (a.s.m.), üzerinde siyah yünden yapılmış nakışlı bir örtüyle sabahleyin evden çıkmış, o esnada Hasan bin Ali (r.a.) gelmiş, Efendimiz de (a.s.m.) hemen onu örtünün altına almıştı. Sonra Hüseyin (r.a.) gelmiş, o da onunla beraber örtünün altına girmişti. Sonra Fâtıma (r.a.) geldi. Onu da içine aldı. Sonra Ali (r.a.) geldi. Onu da içine aldı. Ve sonra şu meâldeki âyeti okudular: ’Ey Peygamber âilesi, Allah günahlarınızı giderip sizi ter temiz yapmak istiyor." 6- 7 Hz. Enes’in (r.a.) rivayet ettiğine göre bu âyet nazil olduktan sonra Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sabah namazına giderken, altı aya yakın bir süre, Hz. Fatıma’nın (r.a.) kapısına uğrayıp, “Namaza kalkın ey Ehl-i Beyt! ‘Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor!’” buyurmuşlardı. 8 Âl-i Beyt Kâinatın Efendisi (a.s.m.) dünyadayken de, dünyasını değiştirdikten sonra da Kur’ân’a, Sünnet-i Seniyyeye bütünüyle bağlı olarak bir hayat sürmüşlerdir. Evet, Âl-i Beytten gelen o nurlu nesil aynı yolu devam ettirmişlerdi. Çünkü Kâinatın Efendisi (a.s.m.) ileriyi gören mu'cizevî nazarıyla onların bu sadakat ve bağlılıklarını görmüş, ümmetinin Sünnet-i Seniyyenin kaynağı ve koruyucusu olan o mübarek nesil etrafında kenetlenmelerini istemişti. O pak nesilden nice kutuplar gelmiş, İslâmın zaafa düştüğü dönemlerde birer manevî lokomotif olup ümmet-i Muhammed’i (a.s.m.) toparlamış, onlara şevk ve moral vermiş, manen yükselmelerini sağlamış, rehberlik etmişlerdir. Namazın tahiyyatlarında Âl-i Beyte getirdiğimiz salât ü selâmların bir sırrı da işte budur. Risâle-i Nur’un üstadı da Âl-i Beytin reisi olan Hz. Ali’dir. “Benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım, İmam-ı Ali’dir (r.a.)” diyen Bediüzzaman Hazretleri Âl-i Beytin muhabbetinin Risâle-i Nur’da ve mesleğinde bir esas olduğuna da 9 dikkat çekmiştir.
Dipnotlar: 1- Buharî, Fezâl-i Ashabi’n-Nebi: 9., 2- Buhari, Fezailu’l-Ashab 12, 22., 3- Tirmizi, Menakıb, (3792)., 4- Şura Sûresi: 23., 5- Tirmizî, Menâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26., 6- Ahzâb Sûresi: 33., 7- Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe: 61 (Hadis no: 2424.)., 8- Tirmizi, Tefsir-i Ahzab, (3204)., 9- Emirdağ Lâhikası, s. 177. 05.10.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yeni rejimin sembolü heykeller (2) |
—Cumartesi günkü yazının devamı—
Bir önceki yazıda ismi geçen şahitlerin anlattıklarından çıkan ortak fikir ve kanaate göre, heykel meselesinde 1923 yılı başlarında M. Kemal ile Said Nursî arasında—en az iki kere olmak üzere—şöyle bir diyalog hali yaşanmış: M. Kemal: "Molla Said! Heykel meselesindeki fikrin nedir? Ben Sarayburnu’na bir heykelimin dikilmesini istiyorum. Buna ne dersin? Bunun bir fetvasını bulabilir misin?" Said Nursî: "Paşa! Biz sana heykel dikmen için mi yardım ettik? Millet bunun için mi harbetti? ...Büyük Kur'ânımızın bütün hücumu heykelleredir. Müslümanın heykelleri camiler, medreseler, hastahaneler, yetimhaneler gibi mâbedler ve hayır müesseseleridir." (Bkz: Son Şahitler'den Tevfik Demiroğlu'nun hatıraları ile Av. Hulusi Bitlisî'nin Afyon Mahkemesi Müdafaasından nakille, N. Şahiner'in Bediüzzaman'ın biyografisine—BTBSN—dair eseri; ilk baskı, s. 250.) Birbirine taban tabana zıt iki düşünce akımı, işte bu tarihlerde ve böylelikle gün yüzüne çıkıyordu. Said Nursî, Lozan'daki dayatmaların Ankara'da ma'kes bulacağı kanaatiyle, "bâb–ı hükûmet"ten izzet û ikbâl ile ayrılarak, trenle Ankara'dan Van'a gider. Görgü şahidi Tevfik Demiroğlu'nun anlattığına göre, o esnada tren garında bulunan M. Kemal, heykel meselesini tekrar açarak Said Nursî'nin hem fikrini sordu, hem de yaptığı parlak tekliflerle onu gitmekten caydırmaya çalıştı. Ancak, bu son teşebbüs de neticesiz kaldı. Said Nursî, orada yine kesin bir kararlılıkla hem değişmeyen fikrini tekrarladı, hem de artık birlikte çalışamayacağı yönünde kararlılık ifadesinde bulundu. (Son Şahitler–I, s. 219) Aynı kaynakta, heykel dikme teşebbüslerinin farkına varan Av. Abdunnâfi Efendi ismindeki bir zâtın, İstanbul'dan Ankara'ya "Hilâfet merkezine heykeller dikilemez" diye telgraf üstüne telgraflar gönderdiği ifade ediliyor. Ne var ki, bir yıl kadar sonra (3 Mart 1924) Hilâfet makamı da lağvedilerek Avrupaî tarz icraatın önü açıldı. Bundan bir sene sonra da, Avusturyalı heykeltraş Krippel Türkiye'ye dâvet edilerek muhtelif yerlere dikilecek heykeller hakkında para ve proje bazında mutabakat sağlandı. Aslında ilk heykelin mânevî iklimi yüksek Konya'da yapılması düşünülmüştü. Konya Belediyesi, 1925'te kolları sıvadı ve Krippel'le anlaştı. Ne var ki, bütçesi daha kuvvetli olan İstanbul Belediyesi elini çabuk tutarak Konya'nın önüne geçti ve 3 Ekim günü açılış törenini düzenledi. Konya Belediyesi ise, bu işi ancak 29 Ekim 1926'da tamamlayabildi. Son olarak (tr.wikipedia.org/wiki/Heinrich_Krippel) kaynağından aktaracağımız bilgilerle bu bahsi kapatalım. Heinrich Krippel, 17 Eylül 1883’de Viyana’da dünyaya geldi. I. Dünya Savaşı’na topçu subayı olarak katıldı. 1925 yılında Atatürk anıtları yaptırılmak amacı ile Ankara hükümetinin dâvetlisi olarak Türkiye’ye geldi. 1938’e kadar on üç yıl Türkiye’de kalarak Atatürk heykelleri yaptı. Atatürk, san'atçıyı Köşk'te misafir ederek, hazırlayacağı tüm heykeller için kendisine pozlar vermiştir. Krippel, yapacağı heykel ve anıtların ön çalışmaları ile taslaklarını Türkiye’de hazırladı. Bu taslaklardan tasarlanarak hazırlanan heykel kalıpları, san'atçının Viyana’daki atölyesinde üretildi ve Viyana Birleşik Maden İşletmelerinde bronza döküldü. Bu heykeller daha sonra parçalar halinde Türkiye’ye getirilerek yerlerinde monte edildi. San'atçı Viyana’ya dönmeden Ulus’ta Martin Elsaesser tarafından projelendirilerek inşa edilen Sümerbank binasında taştan bir Atatürk heykeli yaptı ve 1938 yılında yeniden Türkiye’ye gelebilmek umudu ile Viyana’ya döndü. Ne var ki, Krippel, II. Dünya Savaşı’nın başlaması sebebiyle bir daha Türkiye’ye dönemedi ve 5 Nisan 1945’te Viyana’da geçirdiği mide ameliyatı sonrasında öldü.
Tarihin yorumu 5 Ekim 1908
Bosna–Hersek'in elden çıkması
Avusturya İmparatoru, Bosna–Hersek topraklarını ilhak etmeyi ön gören notayı imzaladı. Yaklaşık dört asır müddetle Osmanlı hakimiyeti altında yaşayan Bosna–Hersek, böylelikle elden çıkmış oldu. Osmanlı hükümeti, bu kararı kabul etmemekle beraber, devlet merkezinde Mutlakiyetten Meşrûtiyete geçiş süreci yaşandığı için, fiilen harekete geçemedi ve bu gelişmeye seyirci kalmaktan öteye gidemedi. Avusturya hükümeti, Bosna–Hersek'e yönelik ilk fiili adımı, II. Meşrûtiyetin ilân edildiği ilk günlerde (Temmuz 1908) atmıştı. Ciddî bir reaksiyonla karşılaşmadığını görünce de, yaptığı ilhak hareketini kànunlaştırma yolunda yeni adımlar attı. Avusturya'nın bu fırsatçı politikaları, İstanbul'da büyük tepki gördü. İlhak kararı şiddetle protesto edildi. Hatta, Avusturya mallarına karşı büyük çaplı bir "boykotaj" dalgası başladı. O tarihde, Osmanlıların başa giymek için kullanmış olduğu fes, Avusturya'dan ithal ediliyordu. Ne var ki, uygulanan boykotaj hareketi de Avusturya'yı kararından vazgeçirmeye yetmedi. Bosna'daki Müslümanların o günlerde başlayan ıztırabı, halen de bitmiş değil. 05.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evlilik ve nüfusun gücü |
Nüfus; bir ülke için en önemli unsurlardan birisidir. Şiddetli bir gelişme yarışı içinde olan ülkeler, kendi nüfuslarını arttırma gayretleri gösterirken, bilhassa İslâm âleminin nüfusunun azalması, en azından artmaması yönünde ciddî politikalar üretip, plânlar yaptıkları ve çeşitli tedbirler aldıkları biliniyor. Hattâ, siyâsî ve ekonomik yaptırımlara bile gidiliyor. Zirâ nüfus, ekonomik gelişmenin yanında, aynı zamanda siyâsî ve askerî bir güçtür. Nüfusa yalnızca tüketen kalabalık gözüyle bakılamaz. Ki, “tüketim” beraberinde “üretimi” de getiriyor. Çok nüfus çok beyin, çok beyin çok enerji, çok enerji çok üretim, çok üretim çok kalkınma demektir. Genç, sağlıklı, iyi eğitilmiş, hedefi belli, millî ve mânevî değerlerle bezenmiş, gerçekçi ve isâbetli hedeflere yöneltilebilen bir gençlik, milletin en değerli hazinesidir. Nüfusun azalmasına, durdurulmasına harcanacak enerji, nüfus plânlamasına, eğitimine ve istihdamına aktarılsa çok daha faydalı neticeler alınmaz mı? 373 bin kilometrekare toprağa sahip Japonya örneği en “çarpıcı” misâli ve isbatıdır. Bu kadar küçük toprak parçasında—o da adalardan meydana gelmiştir—123 milyonu aşkın nüfus besliyor. Üstelik, ilim ve teknolojide harika üretim yaparak! Kezâ Almanya, II. Dünya Harbinde yerlebir edildiği halde, iyi eğitilmiş ve hedefi çizilmiş yoğun nüfusuyla, dünyanın en güçlü ekonomilerinden birisi. Çok nüfusun ülke savunmasındaki avantajı da inkâr edilemez. Bu gerçeği şu sorularla tesbit edelim: Eğer Bosna-Hersek’in nüfusu, 1 milyon 960 bin yerine 5 veya 10 milyon olsaydı, Sırp ve Hırvatlar o zulmü devam ettirebilirler miydi? Az nüfus, ülkenin savunma ve sosyal güvenlik müesseselerinin çökmesi, üretimin düşmesi, başka kültürlerin istilâsı demektir aynı zamanda. Bu konuda Almanya ve Batı Avrupa, ibret verici bir tabloya sahip. Almanya’da, 1989 senesinde 100 işçi 49 emekliye bakıyordu. 2010 yılında ise 74 emekliye bakma zorunda kalacak. Bütün Avrupa’da durum hemen hemen aynı. 2020 yılında, nüfusun yüzde 18.4’ü 65 yaşının üzerinde ve tamamen tüketici olacak. Bu ise, yabancı işçi ve kalifiye eleman istihdamı demektir. Bunun mânâsı ise yabancı kültürün de gelmesidir. Başta ABD olmak üzere, diğer gelişmiş Batılı ülkeler, nüfuslarını arttırmak için her türlü tedbiri almış. Ailelere, teşvik için doğum öncesi tazminat; analık, evlilik, doğum, çocuk bakımı tazminatı gibi yüklü paralar ödeniyor. Yine de, istenen nüfus artışını sağlayamıyorlar. Bunun birinci sebebi, âile müessesesinin bozulması, mânevî değerlerin dumura uğraması, feminizmin marifetiyle (!) kadınların sanayi hayatına girmesi, evden uzaklaştırılması, hayata menfaat ve egoizmin hâkim olmasıdır. Bütün bunların neticesi olarak, bir araştırmaya göre sadece ABD’de, evliliklerin yüzde 70’i boşanmayla sonuçlanıyor. “Evleniniz! Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim” 1 hadîs-i şerîfi, acaba kalabalık nüfusun bu strateik gücünü de nazara vermiyor mu? Nüfusun çokluğundan değil; ilim ve eğitim prensiplerinin yokluğundan, hayat standartlarının yükseltilememesinden, idealsiz ve başıboş kalabalıktan korkalım!
Dipnot: 1- İbni Mâce, Nikâh: 1. 05.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Sağ ve sol kavramları üzerine |
İzmir’den okuyucumuz: “Kur’ân’da geçen sağ ve sol konusunu açıklar mısınız? Sağın iyiyi ve solun kötüyü temsil etmesinin hikmeti nedir? Niçin sağ ile yenilip içilmesi tavsiye edilmiştir?”
Sağ ve sol kavramları temelde birer “yön” mefhumundan ibarettir. Sağ bir taraf, sol da diğer taraftır. Ancak zamanla her iki ibare de deyimleşmiş, sırtlarına yeni mânâlar yüklemiştir. Öyle ki, sağ taraf hayrı ve hayır olan işleri, sol taraf da şerri ve şer olan işleri sembolize etmeye başlamıştır. Sağ el, aktivitesinden olacak, “gücü, kudreti, verimliliği, talihi, bahtı açık olmayı, uğurlu olmayı ve mesut olmayı” mânâ şemsiyesi içine almış; sol el de “uğursuzluğu, beceriksizliği, verimsizliği, bahtsızlığı ve talihsizliği” ifade etmiştir. İnsanların konuşma dilleri üzerine nazil olan ve beşerin anlayışına hitap eden Kur’ân, “sağ” tabirini, yönden başka, tarihi süreç içerisinde kazandığı güç, kudret, talih, saadet, hayırlı cihet, hak yön, iyi taraf, bahtiyar taraf gibi nezih mânâlarda da kullanmıştır. Bu mânâlar, gerek Kur’ân’ın nazil olduğu toplumda, gerekse günümüz toplumlarında “sağ” tabiriyle kast edilen mânâlar olduğundan, Kur’ân’ın bu tabirleri kullanmakta “anlaşılmama” gibi bir problemi yoktur. Sağ tabiri Kur’ân’da: a) Yön olarak kullanılmıştır: “Allah’ın yarattığı şeylerin gölgeleri sağa sola vurarak, Allah’a boyun eğerek secde etmekte olduklarını görmüyorlar mı?”1 “Sağında ve solunda onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapt ederler.” 2 b) Doğrudan sağ el mânâsında kullanılmıştır: “Ey Musa! Sağ elindeki nedir?”3 “Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve sağ elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.”4 c) Hayırlı yön ve hak taraf olarak kullanılmıştır: “İleri gelenlerine, “doğrusu siz bize sağdan (suret-i haktan) görünürdünüz.” derler.”5 d) Güç ve kuvvet mânâsında kullanılmıştır: “Sonunda üzerlerine yürüyüp sağ el ile (kuvvetle) vurdu.”6 “Kur’ân, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Eğer Muhammed, Bize karşı ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu sağ elimizle (kuvvetimizle) yakalardık. Sonra onun şah damarını koparırdık.”7 e) Mesud ve bahtiyar olanlar mânâsında kullanılmıştır: “Defterleri sağdan verilenler!... Ne mutlu o sağ ehline!”8 “Kitabı sağından verilenler kolay geçireceği bir hesaba çekilirler ve yakınlarının yanına sevinçle dönerler.”9 “Defteri sağdan verilenlerden ise o, kendisine, “Ey sağ ehli olan kişi! Sana selâm olsun!” denir.”10 “Defteri sağdan verilenler Cennettedirler.”11 f) Sol tabiri mutsuz, bahtsız ve kaybedenler mânâsında kullanılmıştır: “Defterleri soldan verilenler!... Ne yazık o sol ehline!”12 “Fakat kitabı soldan verilen kimse, “Keşke kitabım bana verilmeseydi! Keşke hesabım ne olduğunu bilmeseydim! Bu iş keşke son bulmuş olsaydı! Malım bana fayda vermedi. Gücüm de kalmadı!” der.”13 g) Sağ el tabiri kimi âyetlerde Allah’a ait müteşabih bir sıfat olarak da zikrolunur ve tam ve kâmil kuvvet ve kudret mânâsında kullanılır: “Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Bütün yeryüzü kıyamet günü O’nun kabzasındadır (avucundadır.) Gökler de O’nun Yemîn’i ile (sağ eli ile=kudreti ile) dürülmüştür.”14 Bu âyetteki “Yemin” sıfatını Saîd Nursî Hazretleri, ayetin içinde ayrıca “Kabza” sıfatı da geçtiği veçhile “Kabza” kelimesi ile, yani tasarruf eli manasında tefsir etmiştir.15 Sağ el ve sağ taraf tabiatıyla Peygamber Efendimizin de (asm) tercihi olmuştur. Bir hadislerinde “Sizden biriniz bir şey yediği zaman sağ eli ile yesin, içtiği zaman da sağ eli ile içsin. Sol el ile ancak şeytan yer ve içer.”16 buyuran Allah Resulü (asm), bir diğer hadislerinde de, “Elbiselerinizi giydiğiniz zaman ve abdest aldığınız zaman sağdan başlayın.” buyurmuştur.17 Kur’ân’ın, hak ve hayır olan iş ve olguları “sağ” kelimesi ile ifade etmesi, sağ el ve sağ taraf üzerinde bir hayır tercihi olarak yoğunlaşmamızı sağlamıştır. Böylece her hayırlı işte sağdan başlamanın ve her temiz işte sağ eli kullanmanın sünnet oluşunu Kur’ân ile bütünleştiririz. Nitekim insanın yaratılışına uygun tercih de budur. İrsî olarak sol elini kullanmaya yatkın olanlar; yemek, içmek, giyinmek, abdest almak ve gusül etmek gibi hususlarda sağ eline ve sağ tarafa öncelik verdikleri takdirde, sünnete riayet etmiş olurlar. Sair işlerde sol eli kullanmakta bir sakınca yoktur. Sol el için sünnet olan yalnız taharetlenmektir.
Dipnotlar:
1- Nahl Sûresi, 16/48, 2- Kaf Sûresi, 50/17,18 3- Tâhâ Sûresi, 20/17, 4 -Ankebût Sûresi, 29/48 5- Sâffât Sûresi, 37/28, 6- Sâffât Sûresi, 37/93 7- Hâkka Sûresi, 69/43,44,45,46, 8-Vâkıa Sûresi, 56/27, 9- İnşikâk Sûresi, 84/7,8,9, 10- Vâkıa Sûresi, 56/90, 91, 11- Müddessir Sûresi, 74/39, 12- Vâkıa Sûresi, 56/41, 13- Hâkka Sûresi, 69/25-29, 14- Zümer Sûresi, 39/67; diğer âyet için bakınız: Hâkka Sûresi, 69/45, 15- Sözler, s. 360, 16- Tâç, 3/361, 17-Tâç, 4/558 05.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Her okula bir polis... |
Şu öğretim yılımızın parolası bu olsa gerek: Daha emniyetli veya güvenli bir eğitim için polis. Elli-yüz sene önce, okullardaki öğrencileri diğer öğrencilerin şerlerinden korumak için her mektebin kapısına bir zabıtanın konulacağı söylenseydi, ahali mutlaka “deccalin her köşe bucağı işgal ettiği” kanaatine varırdı. İnsanları cehaletten, vahşet ve bedevilikten kurtarma yolunun talim ve terbiye yeri olan mektepten geçmesi gerekirken, mektebin sıkıntıya sebep olması, dehşetli bir netice olsa gerek... “Her okula bir polis!” müjdesini veren Millî Eğitimimizin yetkilileri de, söylediklerinin nereye vardığını bilmiyorlardır. Mutlaka vicdanlarında bir sızı ve simalarında hicaptan doğan bir humret, onların da ne kadar sıkıntılı olduklarını ele vermiştir. Resmî ideolojinin “ilke ve inkılâplarla” tarumar ettiği bir eğitimden başka ne bekleyebilirdik ki... Türk milletinin millî ve manevî değerlerini, materyalist dinsiz felsefenin safsatalarıyla değiştirenler, mutlaka şu kaosu önceden hesap etmişlerdir. İnsanî ve İslâmî değerleri zaman içinde sistematik biçimde tahrip edenlerin çok büyük hedefleri olamazdı. Anarşinin, dinsizliğin ve saldırgan ateizmin olumlu bir beklentisi elbette olamaz. Zehirlemekten zevk alan yılanın “hayat” diye bir hesabı olur mu hiç? 19. yüzyıl Kuzey Avrupa’sının bir mahsulü olan şu eğitimimizin temel ilkelerinden de olumlu birşey beklemek, anarşiden düzen beklemekten farksızdır. Komünizm ve sosyalizm, eski doğu blokunun yakasından kısmen de olsa elini çekti, ama maalesef Türkiye hâlâ o paraleldeki rejimin mengenelerinde kıvranıyor. Leninizm, Maoizm, Titoizm ve diğer sosyalist rejimler hak ettikleri akıbetlere ulaştıkları halde, Kemalizmin ülkemizi bir yangın yerine çevirdiğinden, birçok dindarımızın sanki haberi yok. Ellerini açmış ve ülkeyi her türlü tereddîye yuvarlayan Kemalizme safdilâne duâ ediyorlar. Daha doğrusu Kemalizm yeni hile ve nifak planlarıyla bazı dindarları kendisine siper edinmiş. Herhangi bir dertten veya problemden şikâyet edenin, mutlaka derman veya çözümünü de düşünmesi gerekir. Türkiye’deki sosyal problemlerin reçetesi gayet açık ve net iken, yetkililerin çözüme yanaşmaksızın sızlanmaya devam etmelerine başka ülkelerde rastlanmadığı kanaatindeyiz. Rusya’daki yetkililerin dinsizliğe karşı verdikleri meydan muharebesinin onda birine şu hükümet cesaret edebilseydi, okulların polis ve zabıtaya ihtiyacı olmazdı. Eğer laikçi kafanın estireceği terörden çekinerek İslâmî terbiyeden söz edemiyorsanız, gelin “insaniyeti inkişaf” metodunu esas alalım. Yani gözümüzün önünde heba ve heder olan çocuklarımızı kurtarmak için insanîdeğerlerin okullarda, medyada ve toplumda büyüyüp serpilmesine çalışalım. Yukarıda arz ettiğimiz üzere, gençliğimizi pençesine alıp yutmakta olan “sosyal bulaşıcı hastalıklarla” en az Rusya kadar mücadele edelim. İnsanî tahribatın karşısına bir İsveç ve Norveç kadar dikilerek çocuklarımızı kurtarmaya açalışalım. AB ülkelerindeki “insaniyetperverlerle” işbirlikleri kurarak, yakalandığımız paslı mengeneyi artık kıralım. Dünyanın hasis menfaatleri sizi bu yolda yürümekten alıkoymaya devam ederse, hem dünyada ve hem de Allah indinde büyük zararlara uğramış olanlardan olursunuz. Oturup ağlayıp sızlayacaksanız, işgal ettiğiniz yerleri terk ediniz diyoruz. Şu hakikati en az bizim kadar sizler de görüyorsunuz: Çocuklarımız her gün biraz daha tereddîye yuvarlanırken, sosyal yaralarımız daha da derinleşiyor. Bunun vebalini daha ne zamana kadar taşıyacaksınız? 05.10.2009 E-Posta: [email protected] |