Sami CEBECİ |
|
Evrad ve ezkâr üzerine |
Allah’ın yarattığı varlıklar içinde en şereflisi, en kabiliyetlisi ve cihâzât cihetiyle en zengini olan insan, sadece akıl, mantık ve muhâkeme gibi duygularla değil; kalp ve ona bağlı binlerle hislerle de donatılmıştır. Akıl tatmin olmak istediği gibi, kalp de feyizlerle lezzetlenmek ister. Kur’ânî bir metot üzerine irşâd hizmeti gören Risâle-i Nur Külliyatı, hem akla hitap ederek tatmin eder, hem kalbe feyiz hâli vererek okuyanları mutmain eder. Onun için Nur Risâlelerinin her gün devamlı okunması, istisnasız herkes için ekmek gibi, hava gibi, su gibi, ilâç gibi muhtaç olunan hakikatler manzûmesidir. Ancak bu okumalar sadece zikir için değil, hayata tatbik için olmalıdır. Evrad ve ezkâr denilen hakikatlerin en büyüğü elbette Kur’ân-ı Kerim’dir. Onun bir adı da zikirdir. Allah’ı anmak ve her an onunla birlikte olduğumuzu hatırda tutmanın en güzel yolu Kur’ân okumaktır. “İnsanların ibâdette en ileri olanı, Kur’ân’ı en çok okuyanlardır” meâlindeki hadisler, bizleri Kur’ân okumaya teşvik eder. Asr-ı Saadet’te Hazret-i Osman (ra) ile başlayan Kur’ân diliyle yapılan münâcâtlar, duâların en parlağı ve bir cihette en büyüğüdür. İslâm tarihinde bir kısım büyük zatlar Kur’ân’dan kendi meşreplerine uygun olan âyetlerle evrad yapmışlar ve ümmete hediye etmişlerdir. Âhirzamanda, büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri de, Risâle-i Nurlara kaynaklık yapan binden fazla âyeti bir araya getirerek, mübârek gün ve gecelerde okunmak üzere “Hizbü’l Ekber-i Kur’ân” namıyla çok kıymetli ve çok sevaplı bir evrad ve ezkârı bizlere yadigâr bırakmıştır. Bunun yanında “Hizbü’l-Hakaik-ı Nuriye” adında bir evrad, ezkâr ve duâ kitabını da, en parlak bir duâ kaynağı olarak hediye etmiştir. Anadolu’nun bütün hizmet mahallerinde, cüzler hâlinde taksim edilen Kur’ân hatimleri haftalık olarak okunurken, Ramazan ayı gelince günlük hatimler tarzında okundu. Bu gelenek inşallah kıyamete kadar devam edecek. Hem gittikçe bütün dînî cemaatler arasında yaygınlaşıyor. Bilhassa hanımlar camiası bu mânevî şirket tarzındaki çalışmaya daha fazla ilgi duyuyor. Elbette, Ramazan ayından sonraki zamanlarda Kur’ân okumadaki bağımız asla zaafa uğramamalı. “Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur” âyetindeki hakikatten hissemiz daimî olmalı. Kur’ân-ı Kerîm’in lâfzını okurken, onun mânâ ve hakikatlerini îzah ve ispat eden Nur Risâleleri de birlikte okunmalıdır. Bu çerçevede, bulunduğumuz hizmet mahalli olarak hemen cüzler paylaşılarak, Ramazan ayına kadar haftalık okunacak hatimler başlatıldı. Cüzlerin dönerli olmasına özen gösterildi. İkinci feyiz kaynağı olarak devamlı okunması gereken evradımız, Büyük Cevşen dediğimiz Hizbü’l-Hakaik-ı Nuriye’dir. Nur Risâlelerinin günlük okumasının yanı sıra, Büyük Cevşen’in plânlı okunması kalbin mânevî feyizleri için bitmeyen feyizli bir pınardır. Üstad Hazretleri, hizmetkârlarından bizzat dinlediğimize göre, yaz kış değişmeyen bir âdeti olarak her gece saat üçte kalkar, sabah namazına kadar Büyük Cevşen’i tamamen okurmuş. Müthiş bir irâdeye sahip olan Üstad, asla nefsine tâviz vermezmiş. Büyük Cevşen’deki duâlar Kur’ân gibi olmadığından herkes bizzat okumalıdır. Cüz taksimi gibi taksim edilse bile, şahsen okuyup bitirmeye teşvik için olmalıdır. Çünkü, Üstadın tatbikatında sadece Kur’ân cüzlerinin taksimi vardır. Üstadın vefatından sonra, Tahiri Mutlu Ağabey cemaatın duâ hazinesi gibiydi. Şimdi ise, hepimiz bu vazifeyi üstlenmek durumundayız. Hususan, hayatını bu dâvâya vakfetmiş hizmet elemanları başta olarak, emekliye ayrılmış eskimeyen Nur Talebeleri imsaktan bir müddet önce kalksalar ve kabir karanlığında ışık olan teheccüd namazından sonra her gün Büyük Cevşen’in bir bölümünü okusalar, haftada bir bitirmiş olurlar. Zâten ömür sermayesi de yıldırım hızıyla tükenmeye doğru gidiyor. Bu ömrü âhiret hesabına ciddî anlamda değerlendirmek gerekmektedir. O takdirde, fiilen icrâ edilen önemli bir hakikatin yazılması da, söylenmesi de muhataplarda tesire vesile olur. Âyet-i kerimede geçen “Ey mü’minler! Yapmadığınız bir şeyi niçin söylersiniz?” zaafı da söz konusu olmaz. 30.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Doyumsuz güzellikler karşısında |
Baharda kırları, dağları, tepeleri, bağları, bahçeleri gezdiğimizde gördüğümüz güzellikler karşısında mest olur, hayret ve şaşkınlığımızı tutamaz, “Maşaallah, Barekullah, Fesübhanallah, Allâhüekber!” demekten kendimizi alamayız. Bu hayret duygusu içimize öylesine işler ki namazların sonunda yaptığımız tesbihatta 33’er defa Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahüekber” diyerek hayretimizi teskin etmeye çalışırız. Bu duygu içimizde bulundukça hayret etmemek mümkün mü? Onu teskin etmek için de bu mübarek kelimeleri sıkça tekrar etmeye çalışırız. Aslında Mesnevî-i Nuriye’de dikkat çekildiği gibi1 kalbinde hayat bulunan her insanın hiç vazgeçemeyeceği bir özelliktir hayret etmek! Olmazsa olmazlardandır. Neden Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahüekber deme ihtiyacını hisseder insan? Etrafına bir göz gezdirdiğinde akıl almaz bir düzen, anlamakta zorlandığı mu'cizevî eserler ve İlâhî manevralarla karşılaştığında hayretler içinde kalır. Sübhanallah cümlesinden fışkıran ma zülâli içmekle hayret ateşini söndürmeye çalışır. Esrarengiz bir sofra halinde önüne serilen; göze, kulağa, akıl ve fikre, kısacası nice duygulara hitap eden o harika nimetler karşısında sevgi ve takdir duygularını tutamaz. Kendine değer verip bunca nimeti ihsan eden Rabbine karşı şükran duygularıyla dolar; sayısız nimetler karşısında hazine bulmuşcasına sevinir, nimetlerini devam ettirmesi ve arttırması için heyecanlanır ve bunu Elhamdülillah kelimesini söyleyerek dile getirir; rahat bir nefes alır. Yine yer ve göklerde insanı şaşırtan, aklın altından kalkamadığı, zihnin kavrayamadığı, hayalin dahi tutulduğu anda o muazzam, mükemmel, olağanüstü sayısız varlık karşısında bunların ancak sonsuz kudret, ilim ve hikmet sahibi bir Yaratıcının eseri olduğunu düşünür, O'nun yücelik ve büyüklüğü karşısında Allâhüekber demekten kendini alamaz. Eserin büyüklüğü, eser sahibinin büyüklüğünü göstermez mi? Mimar Sinan’ın Selimiye ve Süleymaniye’si karşısında hayret ve takdirlerini tutamayan insan o eserlerin mimarı Mimar Sinan’ı ve onun gibi nice taklidi imkânsız varlıkları yaratan, çeşit çeşit yetenek ve duygularla donatan Yaratıcının büyüklüğünü nasıl görmek istemez? Kısacası zerreden kürelere kadar insanı hayrete sevk eden her şey ancak Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahüekber kelimeleriyle insanı teskin edebilir.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye (Habbe), s. 110. 30.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Allah’ın emri ve dilemesi |
Dilek Hanım: “Allah’ın emri ile dilemesi aynı mıdır, fark var mıdır? Meselâ Allah ateşe emrediyor ve ateşin Hazret-i İbrahim’i (as) yakmamasını diliyor. Emretseydi, ama dilemeseydi ne olurdu? Ateş bu emre uyar mıydı?” Allah’ın emri ile dilemesi, Allah’ın iki ayrı isminin ve sıfatının tecellisidir. Allah (cc), Âmir’dir ve Mürîd’dir; yani emreder ve diler. Yani emr-i küllî ve irade-i külliye sahibidir. Allah’ın emri de, iradesi de kâinatı ihata etmiştir, yani kuşatmıştır. İradî olsun olmasın; insanın hareketleri de şüphesiz Allah’ın irade-i külliyesine dâhildir. Kur’ân, “Âlemlerin Rabb’i olan Allah dilemedikçe siz bir şey dilemiş olmazsınız!” 1 âyetiyle buna işaret eder. Kur’ân, irade-i külliye Sahibi olan Allah’ın Âlim ve Hakîm olduğunu kaydeder. 2 Cenâb-ı Hak, Âmir-i Mutlak’tır; yani, her şeye fıtratının ve yaratılışının gayesini emreder. O’nun emri dileğidir; dileği fiilidir, fiili emirdir, dileği emrinin icrasıdır. Allah’ın emri bir iş için tecelli ettiğinde, birçok sıfatı da emri ile birlikte aynı işte mütesellidir. Emri ve iradesi ile birlikte kudreti, hikmeti, san’atı, ilmi, izzeti, celâli, cemali... vs. sıfatlarının tezahürlerini aynı işte görmek mümkündür. Âmir ismine, Kur’ân’da genellikle “Ol!” emri nezdinde işaret edilmektedir. Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın emri ile fiili arasındaki yakın ilişkiyi şöyle anlatır: “O’nun işi, bir şeyi dilediği zaman ona sadece ‘Ol!’ demektir; o hemen oluverir.” 3 Kur’ân’da Cenâb-ı Hak yalnız şuur sahiplerine emretmekle kalmaz; şuur sahibi olmayan varlıklara da emir buyurduğunu ve vahy ettiğini bildirmektedir. Meselâ Zat-ı Âmir-i Mutlak, Hz. Nuh (as) tufanı esnasında arza ve semâya şöyle emrettiğini beyan eder: “Yere, ‘Ey yer! Suyunu çek!’ göğe de, ‘Ey gök! Suyunu tut!’ denildi. Su çekildi. İş bitti, gemi Cudi’ye oturdu.” 4 Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’in (as) atılmak istendiği ateşe de şöyle emrettiğini bildirir: “Biz, ‘Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmetli ol!’ dedik.” 5 Cenâb-ı Hakk’ın emri, bal arısının gayr-i şuurî hareketlerinde de hâkimdir: “Rabbin bal arısına: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin. Sonra her çeşit üründen ye. Sonra da Rabbinin işlemen için gösterdiği yollardan yürü” diye vahy etti. Karınlarından insanlar için şifâ olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.” 6 İrade sıfatından gelen ve kâinatı ihata eden tekvînî emirler ile Kelâm sıfatından gelen Kur’ânî emirlerin tamamının Âmir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu beyan eden 7 Bediüzzaman Hazretleri, bütün zerrelerine kadar kâinatın, bütün meleklerin ve bütün varlıkların Cenâb-ı Hakk’ın “Kün! = Ol!” emrine karşı harfiyen mutî olduklarını, boyun eğdiklerini ve mutlak tezellülde olduklarını kaydeder. 8 Üstad Saîd Nursî, kâinatın her bir zerresinin Allah’ın mutlak emri altında mütemadiyen istikbalden gelip, hâle uğrayarak teneffüs edip, maziye döküldüğünü beyan etmektedir. 9 Daire-i imkânda ne kadar eşya var ise, hepsine gayet kolay ve rahat vücut giydirildiğini, bir şeye emretmesiyle o şeyin yapılmasının bir olduğunu ifade eden 10 Bedîüzzaman, tabiat kanunları denilen kevnî yasaların, Allah’ın emirlerinin, muhtelif varlıklara intikalinden başka bir şey olmadığını kaydetmektedir. 11 Netice itibariyle, Allah’ın emri ile dilemesi kevnî işlerde, yani yaratılış kânunlarında, yani tabiat yasalarında beraber tecelli etmektedir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak dilemediği bir şeyi emretmemekte; emrettiğini ise dilemiş bulunmaktadır.
Dipnotlar:
1- Tekvîr Sûresi, 81/29. 2- İnsan Sûresi, 76/30. 3- Yâsîn Sûresi, 36/82. 4- Hûd Sûresi, 11/44; Fussilet Sûresi, 41/11. 5- Enbiyâ Sûresi, 21/69. 6- Nahl Sûresi, 16/68, 69. 7- Mektûbât, s. 463. 8- Sözler, s. 384. 9- Mektûbât, s. 233. 10- Mektûbât, s. 237; Sözler, s. 180. 11- Mesnevî-i Nûriye, s. 52. 30.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Açılımın kapalı noktaları |
Adına "Demokratik açılım" denilen mahiyeti meçhûl paket, kamuoyu tarafından "Kürt açılımı" şeklinde algılandı. Ne var ki, bu "açılım"ın kapalı ve hatta karanlıkta kalan birçok noktası var. Bundan dolayı da, toplumda yer yer menfî gelişmeler ve hatta yer yer tehlike arz eden vukuatlar yaşanıyor. Birinci ligte oynayan Diyarbakırsporla bağlantılı nahoş gelişmeler, bu vahim gidişatın basit bir delilini teşkil ediyor. Benzer durumlar, başka sahalara da sirayet edebilir. Okullarda, lokallerde, kahve köşelerindeki tartışmaların da maalesef kıvamı değişmiş, yönü başkalaşmış görünüyor. Besbelli ki, söz konusu "açılım"da ciddî usûl hataları işlendi; hatalar, maalesef işlenmeye devam ediyor. Bunların bir kısmına kısaca değinmeye çalışalım. * Resmî ağızlar, bu açılımın bir "devlet projesi" olduğunu söyledi. Oysa, ortada proje diye birşey yok. Hükümet, devlet, ya da devletin bürokrasisi, kendine mal edebileceği bir projeyi önce konuşur, tartışır, geliştirir; sonra da bunu kamuoyuna takdim eder. * Demek ki, orta yerde önü–sonu belli olmayan, ucu açık, hayalî yönü ağır basan bir proje var. Hükümet, adeta vatandaşa diyor ki: Ey millet! Siz bu konuyu kendi aranızda konuşun, tartışın, sizlerden gelen veya bizim toplayacağımız bilgilere göre meselenin icabına bakarız. * Hükümet "adeta" değil, açık açık diyor ki: Bu açılım paketinin içinde bir "Anayasa değişikliği" yok. Bunu da, "açılım"a start verildikten haftalar, aylar sonra söylüyor. Bir bakıma, milletin o yöndeki düşünce ve beklentilerini boşa çıkarmış oluyor. * Meselâ, belli sınırlar dahilinde de olsa bir "anadille eğitim" meselesi var. Bu mesele çokça görüşüldü, konuşuldu, tartışıldı... Acaba, bir anayasa değişikliği yapılmadan bu konuda ciddî ve sağlıklı bir adım atılabilir mi? Sadece bir idarî reformla, yahut bir hükümet inisiyatifi ile bu mesele halledilebilir mi? (Bugün "TRT–Şeş"in dahi hukukî hiçbir dayanağının olmadığını hatırlatmış olalım. Meselâ, bir başka hükümet gelip yapılan tasarrufu kökten kaldırabilir.) * Hükümet diyor ki: Bu projedeki asıl maksadım, terörü, şiddeti, silâhlı örgüt faaliyetini ortadan kaldırmaktır. İnşaallah başarılı olurlar. Zaten çok kişi peşinen buna inanmış durumda. Biz de temenni ederiz, ancak şunu sormadan da edemeyiz: Bu açılım, temelde "insanî" boyutlu mudur, yoksa "terörü durdurmak"la sınırlı mıdır? Yani, "Terörü durduralım da, gerisi pek önemli değil" gibi bir anlayışla mı hareket ediliyor? Bununla bağlantılı bir diğer soru da şu: Terör hareketleri durdurulamadığı için mi bir "Kürt açılımı"ndan söz ediliyor? Terör olmasaydı, bir açılım yapma ihtiyacı duyulmayacak mıydı? Eğer öyle ise, iki önemli hata yapılıyor ki, ikazı elzem kılıyor: 1) Terör var veya yok, olur ya da olmaz; siz Kürtleri temel hak ve hürriyetlere sahip öz kardeşler olarak düşünmek durumundasınız. 2) Kanlı terör eylemleriyle insanî ve demokratik, yani hayırlı ve sağlıklı bir neticenin elde edilemeyeceği gerçeğini nazardan uzak tutamazsınız, tutmamalısınız.
Tarihin yorumu 30 Eylül 1949
Çin'de komünizm tahribatı
Rusya'dan sonra Çin'i de etkisi altına alan komünizm cereyanı, 30 Eylül 1949'da devrim yaparak iktidarı ele geçirdi. Çin Komünist Partisi (ÇKP) lideri Mao Zedong (Çe–tung), 1 Ekim günü meşhûr Tiananmen Meydanında yaptığı açıklamada Çin Halk Cumhuriyetini kurduklarını ilân etti. Çin'de 1921'den beri—tıpkı Rusya'daki Menşevikler ve Bolşevikler gibi—Komünistler ile Guomindang cephesi arasında bir fikir ve iktidar mücadelesi yaşanıyordu. Komünist Rusya'nın ve özellikle de Stalin'in gizli–açık her türlü desteği sağlaması sayesinde, ÇKP giderek güçlendi. Komünistler, otuz yıla yaklaşan kanlı iç savaşların neticesinde, Guomindang cephesini çökerterek iktidarı ele geçirdi. Çin'de Mao'nun ismi ile özdeşleşen komünist iktidar, kendi varlığını korumak ve sürdürmek maksadıyla, gayet sert, radikal ve bir o kadar da kanlı olaylara sahne olan yıkıcı politikalar uyguladı. 1966'da yapılan Kültür Devriminin ardından, ideolojik ağırlıklı eğitim sistemi Çin'in geneline yayıldı. Buna muhalefet edenler, acımasız bir şekilde ezildi. Mao'nun tahakkümleri altına giren koca Çin kıt'asında, devrimler, değişimler, çalkantılar uzun yıllar devam etti. Ancak, Stalin'in ölümünden sonra (1953), en büyük müttefikini kaybeden Mao'nun işi de zorlaştı. Mao, ülkesini tam komünist yapamadığı gibi, eski gelenekleri de tümüyle silip yok edemedi. Bir ara milliyetçilik dalgası (nasyonal sosyalizm) hortladı. Böylelikle, Çin'deki sosyal ve siyasî tablo daha da karmaşık bir hale geldi. Maoizm, bir ileri bir geri hareket etmekle tereddütler içinde bocalayıp durdu. Çin'deki bu karmaşa, Mao'nun ölümünden (1876) sonra da devam etti. Çin, Mao'nun çizgisinden uzaklaşmaya ve onu unutturmaya çalışmakla beraber, Maoizmin, yani komünizmin yol açtığı tahribattan bugün de kurtulabilmiş değil. Çin'deki en yıkıcı faaliyetlerden biri de, özellikle Müslüman Türkler'e (Uygurlar, Doğu Türkistanlılar) uygulanan baskı, yıldırma ve asimilasyon politikalarıdır. Seksen–doksan yıldır, iktidarların el değiştirmesine, hatta rejim değişiklikleri olmasına rağmen, Müslümanlara karşı uygulanan zalimane baskılar hiç değişmeden günümüze kadar devam etti. Çin hükümeti, bırakın erkekleri, bugün yüzlerce Müslüman Uygur kadınını bile tutuklayarak zindanlarda işkenceden geçiriyor. Bahane olarak, neden kontrolsüz şekilde çocuk doğurduklarını öne sürüyorlar ki, bunun insaniyetle, hakkaniyetle ve adâletle hiçbir münasebeti yoktur. Sonuç: Hıristiyanlığı reddeden Rusya, önce komünist (ateist) oldu; sonra bundan vazgeçerek demokratikleşmeye başladı. Hıristiyanlığa geri dönemediği için de, İslâmiyetle müsalâha yapma cihetine gidiyor... Çin ise, dinî noktada orta yerde kalmış bir şaşkına benziyor. Komünizm bitti, Budizm canlanamıyor, İslâmiyete karşı da bir muaraza vaziyeti görünüyor. Bakalım ne olacak bu koca Çin ülkesinin hali... 30.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“5 vaktin, 2 vakti hangi âyetlerde?” |
Kimi “ulemaussu”un (ilmini şerde kullanan, demagog, yani, batılı hak diye gösterecek aldatıcı bir zekâya sahip) “Kur’ân’da namaz 3 vakittir” şeklindeki saçma-sapan iddiaları, bir kısım safi zihinleri bulandırmaya devam ediyor. “Kur’ân’da namaz 3 değil, 5 vakit!” başlıklı yazımızı okuyan Yahya Kemal Aklan, “Dediğiniz gibi namaz 5 vakitse, diğer 2 vaktin de ismen Kur’ân da belirtilmiş olması lâzımdır. Siz 5 vakit dediğinize göre diğer 2 vaktin vakitlerinin ismen belirlendiği âyetleri söyler misiniz? Eğer namaz 5 vakit ise ve Peygamber Efendimiz (asm) öğlen ve ikindi, akşam ile yatsı namazlarını hangi âyet emri gereği birleştirmiştir.” diye sorup bazı değerlendirmelerde bulundu. Geçen âyetleri nakletmeden önce meselenin püf noktasını vurgulayalım: n Kur’ân’da beş vakte dair âyetlerin açıklaması, şerhi/yorumu, uygulaması elbette Peygamberimize (asm) aittir. Çünkü, “O ancak kendisine vahyolunanı söyler.”1 n Aynı zamanda Kur’ân, “Ey iman edenler! Allah’a ve resulüne itaat ediniz!”2 “Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”3 diye emretmektedir. n Peygamberimiz (asm) ve Ashab-ı Kiramı, namaz vakitleriyle ilgili âyetlerden hareketle beş vakit olarak kılmış, kıldırmıştır. n Hiçbir Sahabi, müçtehid/mezhep imamı (İmam-ı A’zam, İmam-ı Şafii, İmam-ı Maliki, İmam-ı Hanbeli ve bu mezheplerdeki yüzlerce müçtehid, âlim) üç vakit kılınacağına dair en küçük bir imaları dahi yoktur. Bilâkis, uygulamaları 5 vakittir. Ve namazın beş vaktiyle ilgili açıklamaları, yaklaşımları vardır. n Dolayısıyla namazın beş vaktiyle ilgili hiçbir şüphe yoktur. Tartışma da yoktur. Uygulama da… n Namaz asırlarca 5 vakit olarak kılına gelmiştir. n Üç vakit iddiasında bulunanlar, namaz ve niyazını ihmal eden ulemaussu (kötü âlimler), nefisperest, sapıtmış şahsiyetler, batıl ve sapık mezheplerdir. “Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir. Gecenin bir kısmında uyanarak sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin seni övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.4 Mealini verdiğimiz bu âyet-i kerime, beş vakit namazı bir arada zikretmektedir. Güneşin zevalinden (batışından) gece karanlığına kadar olan vakitler öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını içine alır. Sabah namazı ise, ehemmiyetine binaen ayrıca zikredilmiştir. Sabah namazının şahitleri de gece ve gündüz melekleridir. Rivayete göre bunlar sabah namazında imamın arkasında birleşirler. Sonra gündüz melekleri kalır, gece melekleri semaya yükselir. Bu vakitte, namaz kılan mü’minler kendilerine gece ve gündüz meleklerini şahit olarak edinmiş ve Allah’ın rahmetine erişmek için büyük bir vesile elde etmiş olurlar. (Resûlüm!) Sen onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki sen Allah’tan hoşnut olasın (Allah da senden!).5 Güneşin doğmasından ve batmasından önceki tesbih sabah ve ikindi namazlarını, “gecenin bir kısım saatleri” akşam ve yatsı namazlarının vakitlerini, “gündüzün etrafı” da öğle namazının vaktini ifade etmektedir. Böylece, bu âyet-i kerimede de beş vakit namaza işaret edilmiştir. Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız elbette bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.6 Haydi siz akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah’ı tesbih edin (namaz kılın) ki göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.7 (Resûlüm!) Onların dediklerine sabret. Güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbini hamd ile tesbih et.8 Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O’nu tesbih et.9 Gündüzün iki ucunda gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.10
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Hud, 114.; 2- Age, Enfal, 20.; 3- Age, Nisa, 80.; 4- Age, İsra, 78-79.; 5- Age, Tâhâ, 130.; 6- Age, Cum’a, 9-10.; 7- Age, Rum, 17.; 8- Age, Kaf, 39.; 9- Age, Tur, 49.; 10- Age, 4. 30.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Hedefimiz var mı? |
Gençlere sorarım: “Hayatta hedefiniz nedir?” Birçoğu, bu suâl karşısında cevapsız kalır. Hedefi yoktur. İşe yarar bir maksadı da yoktur. Üzülürüm. Hedefinde ne ciddî bir meslek seçimi, ne de ideali vardır. En bedbîn ve biçare insan budur. Hedef belli olmalıdır. Maddî imkânlarınız azdır veya yoktur. Bu önemli değildir. Biz varız ve hayattayız. İnsanız. Bütün kâinat bizim emrimize verilmiş. Vazifelerimiz belli. Biz kimiz? Nereden geldik? Ve nereye gidiyoruz? Dünyada işimiz nedir? Sadece bu vücudu beslemek için mi buradayız? Bitkinlik yok, kırgınlık yok. Ümit var, heyecan var. İdeallerimiz ve hedeflerimiz doğru olmalı. Büyüklüğün ölçüsü budur. Hedefimiz büyük olursa, başarılarımız da büyük olur. Bazı anne ve babaların evlâtlarının geleceği hakkındaki endişeleri yerindedir. Ama nereye kadar? Hangi ölçüler ile? Önce okul, sonra iş, sonra eş. Hepsi bu kadar mı? Bu insanın dine ve topluma ait bir görevi yok mu? “Aman oğlum ona buna karışma, evden işe, işten eve...” Böyle bir hayatın sâir yaratıklardan farkı ne? Onlar da yiyor, onlar da çalışıyor, onlar da eşleşiyor. Küçük hesapların içinde isek, hiçbir esâmemiz olmaz. İyi ve büyük dâvâların içinde isek, kar ve fırtınalara hazır olmalıyız. Himmetimiz ne kadar ise, o kadar adamız. İmkânlarımızı ve zamanımızı ayırdığımız şeyler önemli. Peşinden koştuğumuz şeyler kabirde bize bir şeyler kazandırmıyorsa neye yarar? Onun için özellikle gençler hedefli olmalı. Hedefi olanların başarısı yüksek olur. Ot gibi yaşayanların ne kendisine, ne de cemiyet hayatına bir faydası olmadığı gibi zararı da vardır. İşte hedefimiz bize aynadır, bakıp sûretimizi okuruz. 30.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Murat ÇETİN |
|
Sorulu kuvvetler |
Bizim kontrol altına alınmış meraklarımız vardı. Sorularımızın bir üst sınırı. Ancak bir yere kadar merak edebilirdik, ki zaten o sorunun da ve cevabı verilmiş olurdu. “Neden Ankara başkent yapıldı?” “Çünkü ülkenin ortasındaki şehrin işgali zordur, o yüzden.” Bize bunun üzerine ikinci bir soru sorma hakkı verilmemişti. Zira cevabı yoktu. Alfabemiz değişmişti, çünkü “Arap alfabesi” zordu, üstelik Batıyla bütünleşmemiz gerekiyordu. “Peki ya Japon alfabesi?” diye soramazdık. Sorma limitimiz yetmezdi çünkü. Eğer limitimizi zorlarsak, önceden hazırlanmış kimi yaftalar vardı, misal “irtica” gibi. “Neden Meclisin iradesi sınırlanıyor?” “Olur böyle şeyler demokrasilerde. Bakın aşağıda saydığım ülkelerde de oluyor böyle şeyler.” “İyi de siz özgürlükleri kısıtlama, demokrasiyi azaltma yönünde sınırlandırıyorsunuz.” İşte rejimimiz ona bir cevap hazırlayamamış, dolayısıyla soru sorma limitiniz dolmuştur. “Askerlik neden zorunlu?” diye sorduğumuzda, “Biz asker milletiz”, “Dört tarafımız düşmanlarla çevrili”, “Jeopolitik yerimiz ve önemimiz” gibi standart cevapları geçip, “Gerçekten de asker millet miyiz?”, “Say o düşmanları” ya da -amiyane filan ama- “ne alâka?” diyemiyorduk. Çünkü bir limitimiz vardı. O limitten sonrası ise “asker düşmanı” ile suçlanmaktı. Bir de hiç konu edilmediği için sorusu bile olmayan alanlar vardı. O konular zaten hiç açılmadığı için soru riski de baştan ortadan kaldırılmış oluyordu. Meselâ “Neden askerlerin ayrı bir yargısı var?” diye sormuyorduk. “Madem var, niye orada siviller yargılanıyor?” diyemiyorduk. Bütün bu soruları aşıp da “E peki bu mahkemeler bağımsız mı?” diye soramıyorduk. Akıllarımız öğretilmiş sorular ve onların öğretilmiş cevaplarıyla “öğretilmiş bir tatminkârlık” (böyle bir deyim var mı psikolojide bilmiyorum, ama olmalı) ile doluydu ki, askerî mahkemelerde hakim olmayan subayların görev yapması bize tuhaf gelmiyordu. Hatta o kadar ki, askerî yargıyı tartışıp, “Genelkurmay Başkanı’nı yargılayacak bir mahkemenin kurulması imkânsız” diyenler bile, o “neden” sorusunu aklına getirmiyordu. Şimdi elimizde soracağımız yüzlerce “Peki ama neden?” soruları var. “Jeopolitik” gibi karmaşık ve uzman görünümlü cevaplardan da, “Bize özgü şartlar” gibi muğlak ve her tarafa yontulabilecek karşılıklardan da uzak, samimî cevaplar aradığımız sorular… Aslında cevabını bildiğimiz ve -madem samimiyetten söz açıldı- cevap da aramadığımız sorular. Artık bir şeylerin değişmesi için sorduğumuz sorular. Ve gücümüz silâhlardan değil, işte bu sorulardan geliyor. 30.09.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Kapitalizm çökerken güçlenen kapitalist Avrupalılar! |
Avrupa siyasetinin ilginçliği Almanya seçimleriyle bir kez daha ortaya çıktı. Merkel, yaşanan küresel krizdeki pek de başarılı olmayan yönetimine rağmen seçildi; hem de bu kez sosyal demokratlar yerine hür demokratları ortak alacak. Kapitalizmin dünya çapında kriz yaşadığı bu dönemde, Fransa’da Sarkozy’nin kazanmasından sonra şimdi de Almanya’da Angela Merkel iktidarını güçlendirerek yeniliyor. İngiltere’nin müstakbel başbakanının da Muhafazakâr lider David Cameron olması büyük ihtimal. Peki neden? Burada sosyal demokratların başarısızlığının önemli bir rolü var. Nitekim Almanya’da iktidarın ortağı olan SPD’nin pasif bir görüntü vermesi bu seçimden hezimetle çıkmasına yol açtı. İlginçtir ki; aynı iktidarın büyük ortağı ise başarılı bir sonuca imza attı. Aslında yaklaşık yüzde 2’lik bir oy kaybına uğradı. Ama yine de rakiplerinin oy kaybı onun başarı hanesine yazıldı. Bu seçimin muhtemel sonuçları neler olacaktır? Bizim açımızdan olumsuz yönü Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan Merkel’in elinin güçlenmiş olması. Ancak yeni koalisyon ortağı Türkiye’ye karşı daha ılımlı. İkinci sonuç; artık uyumlu anne görünümünden, demir leydiye dönüşmek zorunda olması. Yaşlı nüfusun hızla arttığı ülkede ciddî sosyal güvenlik reformları onu bekliyor. Küçük ve orta ölçekli işletmeleri teşvik edecek, yaşlıları çalışmaya yönlendirecek, vergileri düşürecek mu'cizevî bir yöntem bulmak zorunda. Hızla artan işsizliği durdurmanın, yeni istihdam imkânları oluşturmanın yolunu bulacak. Uluslar arası arenada da daha aktif hale gelmesi bekleniyor. Seçim kampanyasında göçmen karşıtlığının önemli bir yer tuttuğu dikkate alınırsa, ülkenin Türk nüfusu için de zor günler beklenmesi şaşırtmamalı. Bu seçimlerde Türk asıllı Almanların pek başarılı olduğu söylenemez. Yalnızca beş Türk parlamentoya girebildi. Merkel’in bu seçim sonrası ABD’ye Afganistan’da daha fazla katkıda bulunması bekleniyor. Avrupa Birliği’nde de Sarkozy ile görünür ittifaklarının çok uzun ömürlü olmaması muhtemel. Zira geleneksel olarak Fransa ile Almanya’nın Avrupa’da güç kavgası içinde olduğu biliniyor. Bazı konularda muhalefette işbirliği yapmış olmaları, her alanda bu ittifakı sürdürebilecekleri anlamına gelmiyor. Kısacası; Merkel, Alman halkının siyaseti çok yoğun yaşamak istemediği bir seçimden —seçim sonuçlarına ara verilip diziler izletildi halka—başarıyla çıkmayı başardı. Ama bunun asıl sebebi sosyal demokratların başarısızlığı ve onun sürekli uyum içinde olmaya çalışan bir lider ana görüntüsü çizmesi. Bundan sonra bu rolünü sürdürmesi imkânsız. Radikal politikalar onu bekliyor. Umarız bu dönem, hem Almanya’daki Türkler hem de ülkemiz için daha olumsuz bir dönem olmaz. 30.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yasağı kaldıran genelge ne zaman? |
Eğer aksine bir karar alınmazsa, önümüzdeki yıl, okul önlükleri tarihe karışacak. Millî Eğitim Bakanlığı bürokratlarının yaptığı açıklamaya göre, 1990’lara kadar siyah olan, daha sonra maviye dönüşen ve “olmazsa olmaz” görülen önlükler, gelecek eğitim-öğretim yılından itibaren yerini başka kıyafetlere bırakacak. MEB’in planına göre kıyafette “çok genel bir çerçeve” çizilecek, yine üniforma olacak. Fakat bu üniformanın rengine, desenine ve diğer ayrıntılarına okul aile birlikleri karar verecek. Bu şekilde de önlük uygulaması son bulacak. (AA, 29 Eylül 2009) Neredeyse bir asır devam eden “siyah önlük” uygulaması; ‘fakirliği’ örttüğü gerekçesiyle savunuluyordu. Önlük uygulamasının fakirliği ne kadar perdeleyebildiği ayrı bir tartışma konusu, ama nihayetinde bu uygulamanın sona ermesi doğru bir adım. “Önlüksüz dönem” başlamadan itirazımızı ifade edelim: Önümüzdeki yıl uygulamaya konulacak ‘önlüksüz kıyafet’ de çare değildir. Asıl ve kalıcı çare, önlüksüz ve aynı zamanda ‘üniforma’sız kıyafet uygulamasıdır! Pek çok Avrupa ülkesinde uygulandığı gibi Türkiye’de de bu serbestlik olmalıdır. Aksi her uygulama hem yeni masraflara kapı açacak, hem de tartışmaları alevlendirecektir. İyi niyetle atılmak istenen bir adımdan kötü neticeler çıkmaması için iyi düşünmek gerekir: Veli olarak bizler, önlük de istemiyoruz, ‘üniforma’ da! Ne mi istiyoruz? Çocuklarımız günlük kıyafetleriyle okula gidebilsin! “Aaa! Olur mu hiç!” denilmesin! Hem niçin olmasın? Çocuklarımız günlük kıyafetleriyle sokağa, bakkala, çarşıya, pazara, alış verişe, tatile, pikniğe gitmiyor mu? Buralarda ortaya çıkmayan ve problem olmayan ‘zengin-fakir ayırımı’ okulda mı kendisini hissettirecek? Güya önlük ve ‘üniforma’ ile okulda gizlenebilen ‘fakirlik’ sokakta nasıl gizlenecek? Ya da sokakta gizlenemeyen fakirliği, okulda gizlemek kime ne kazandırır? Türkiye’nin de dünyanın tersine iş yapamayacağı artık görülsün. Yarın bir gün önlüksüz ve de üniformasız okullar olacağına göre, bu konuda atılacak adımlar gecikmesin. Yeni israf kapılarına ihtiyaç yok! Üniforma dediğinizde, normalde 20 TL’ye alınabilen bir kıyafetin 120 TL’ye alınması demektir! Yani bir ceket, bir gömlek, bir kıravat sadece taşıyacağı bir ‘etiket’ sebebiyle fahiş fiyata satılacak ve bu da yeni tartışmaları beraberinde getirecektir. Peki ‘etiket/arma’ farkından doğan paralar kimlerin cebine gidecek? Lütfen, henüz adım atılmamışken bu yanlıştan dönülsün! Gelelim asıl konuya: Önlüklü ya da önlüksüz bir şekilde devam eden eğitim macerasında asıl yara olan “başörtüsü yasağı” ne zaman sona erecek? Her yıl bir iki defa “kıyafet genelgesi” yayınlayan idareciler asıl derde ne zaman çare olacak? Hangi cesur ve adil iktidar, yasağı sona erdiren ve milletle devletin barışmasına sebep olacak genelgeye imza atacak? Böyle bir genelgeye imza atılmadıktan sonra değil önlüksüz, üniformasız eğitim de yapılsa buna sevinmemiz beklenmesin. Ne zaman ki kanunsuz başörtüsü yasağı sona erer, işte o zaman eğitimde ciddî bir reform yapıldığına inanabiliriz. 30.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Çarpıklıklarla dolu ABD ziyareti… |
Türkiye, Bayram sonrası yoğun bir gündemle karşı karşıya. Ancak Başbakan’ın Bayram öncesi başlayan ve geçtiğimiz hafta sonu sona eren Amerika ziyaretinde ortaya çıkanlar, Türkiye’nin çetrefilli gündemi hakkında Ankara’nın “vizyonu”nu ortaya koyuyor. Siyasî iktidarın içte ve dışta mahkûm olduğu politik cendereyi su yüzüne çıkarıyor. Erdoğan’ın BM Genel Kurulu ve G20 zirvesi için gittiği Amerika’ya ayak basar basmaz ayağının tozuyla ilk önce 50 Musevî kuruluşunun organize ettiği “Yahudi lobisi”yle bir araya gelmesi, AKP siyasî iktidarının politik “açılımı”nın açık bir göstergesi oldu. Erdoğan’ın, New York’ta “kralların oteli” olarak tanınan Plaza Otele aralarında Abraham Foxman’ın ulusal direktörlüğünü yaptığı ADL’nin de bulunduğu New York ve Washington merkezli önemli Siyonist örgütlerin temsilcileriyle görüşmesi ve İsrail’e ziyaretinin gündeme getirilmesi, son Amerika seyahatinin arka plânının ipuçlarını verdi. Yahudi lobisiyle ağırlıklı olarak İran’la ilişkilerin ele alınması, BM’de ve basın toplantısındaki konuşmalarının aksine bir durumu ortaya çıkardı. 2004 yılının ocak ayında yine New York’taki temasları sırasında Amerikan Yahudi Komitesi (AJC) yetkililerinin New York’taki HSBC Bankası’nda düzenledikleri öğle yemeğinde Yahudilerin “cesaret ödülü” takdim edilen ve Foxman tarafından “Musevilerin ebedî dostu” ilân edilen Erdoğan’a, Yahudi lobisi temsilcilerinin, İstanbul’daki Yahudi cemaatinin Türkiye’de ders yılının başında okullarda ayrımcılığın kaldırılması ile ilgili “ilk ders genelgesi”nden dolayı övgüler yağdırmaları da dikkat çekiciydi…
“ONA MİNUTE”NİN LÂFTA KALMASI Türkiye’deki Yahudi cemaatinin dinlerini yaşamak ve “ayırımcılık”la ilgili bir sıkıntıları olmadığına göre, otel lobisinde Yahudi lobisinin bu “teşekkürü”nün başka anlamları olmalıydı… Bu durum, “one minute” krizinin ardından ilk kez Başbakan Erdoğan ile bir araya geldiklerini belirten Foxman’ın,, “Biz zaten Davos’ta yaşananları tarihe gömdük” demesi, Türkiye’nin “Davos çıkışı”ndan sonra İsrail’le daha da yakınlaştığının işâretiydi. Foxman’ın, “Biz önümüze bakıyoruz, toplantıda Türkiye’nin, ABD, İsrail, Suriye ve İran ile ilgili ilişkilerini tartıştık, bazı endişelerimizi kendisine ilettik; çok olumlu bir toplantı oldu” açıklaması bunu açıkça gösteriyor. Nitekim İsrailli gazeteci Amira Hass’ın, Davos’taki “büyük kavga”dan bir hafta sonra Türkiye’nin insansız casus uçakları İsrail’den almaya hazırlandığını söylemesi, AKP siyasî iktidarı döneminde İsrail’le yapılan bütün savunma sanayii ve askerî işbirliklerine ilâveten yeni yeni silâh alımı anlaşma ve ihâlelerinin yapıldığının ve Davos’taki “one minute”un lâfta kaldığının ve “Davos çıkışı”nın bir “şov”dan ibâret olduğunun bir defa daha teyidiydi. Diğer birçok gelişmiş zengin ülkelerinin devlet başkanlarının elçiliklerinde kaldığı New York’ta, ünlü Central Park yakınlarında bulunan dünyanın en lüks otellerinin başında gelen onbinlerce dolarlık The Plaza’da Türk heyet için 45 oda kapatılması bir yana. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın konvoyunun dâvetli ve konuşmacı olduğu toplantı binasına yüzlere metre mesâfede “Obama çıkacak” diye durdurulması; ardından yayan olarak bile otele girmesine izin verilmeyip geri çevrilmesi, korumalarıyla Amerikan gizli servis elemanları arasında arbede yaşanması ve Erdoğan’ın, “Bunu çoktan unuttuk, Amerikan polisi arasındaki bir iletişimsizlikten kaynaklandı” deyip “mesele yapmaması” skandalı da bir yana…
ZİYARETİN ASIL SKANDALI… Asıl skandal Başbakan’ın Türkiye’de âlâ-yı vâlâ ile karşıladığı Amerikan Başkanı’yla yarısı tercüme ile geçen topu topu 15 dakika görüşmesi. Ve Başbakan’ın Plaza Otel’de düzenlediği basın toplantısında, bu süre zarfında Obama ile yaptığı görüşmede bölgesel konuları başta Ortadoğu olmak üzere görüştüklerini söylemesi… Erdoğan Obama ile görüşmesini şöyle özetliyor: “Obama ile yaptığımız görüşmede Ermenistan’la ilgili devam eden görüşmelerle ilgili kısa bir karşılıklı değerlendirmemiz oldu. Bölgesel konuları, başta Ortadoğu olmak üzere görüşme imkânımız oldu. Bunların içinde Irak, malûm en önemli konu. Bir diğer konu; bundan önceki hükümetle müşterek bir kararımız olmuştu. Terör örgütüne karşı bir kararımız olmuştu. Terör örgütüne karşı ortak düşman ilân etme olayı ve bu sürecin devamına yönelik görüşmelerimiz olmuştu. Aynı şekilde Ermenistan ile ilişkiler noktasında, azınlıklar da bunun içinde. Buna yönelik olarak bir fikir alış verişimiz de oldu. Bundan sonraki sürece yönelik olarak da ağırlıklı olarak Türkiye-ABD ilişkilerinde özellikle bulunduğumuz bölgede, Türkiye’nin üzerindeki yükün her zaman için çok daha ağır olduğu ortada. Bu konularda da özellikle Filistin-İsrail arasındaki sorunlarda Irak, Suriye arasındaki sıkıntılar da rol alabileceğimiz ortada. Bunları da kendilerine ifade ettik. Ağırlıklı olarak görüşme bu çerçevede gitti.” Merak konusu olan kısa sürede bu kadar konunun görüşüldüğü… Bush’tan kalma, Obama’nın deklâre ettiği ve Erdoğan’ın sık sık yinelediği, Türkiye ile ABD “stratejik ortaklığı”, Yahudi lobisi ve İsrail’le ilişkiler ve Ankara’nın bölgesel politikaları, Erdoğan’ın sâdece başlıklarını saydığı bu kısa görüşmedeki çarpıklıkta… 30.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yine asker ve siyaset |
Ramazan bayramındaki Güneydoğu gezisinde yaptığı açıklamalar sebebiyle CHP ve MHP’den de tepki alan Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ hakkında, başını eski ÖDP Başkanı ve bağımsız milletvekili Ufuk Uras’ın çektiği bir grup aydın, Askerî Ceza Kanununun, askere siyaset yapma yasağı getiren 148. maddesine istinaden suç duyurusunda bulunmuş. Peki, bu duyurudan bir sonuç çıkar mı? Meclis yaz tatiline girmeden önce çıkarılıp Köşk onayı ile yürürlüğe girdikten sonra, iptali talebiyle CHP tarafından götürüldüğü Anayasa Mahkemesinde görüşülmeyi bekleyen “askere sivil yargı” kanunu tartışılırken en çok üzerinde durulan konulardan birinin “Bu düzenleme ile Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları da kolayca yargı önüne çıkarılabilir” iddiası olduğu ve bu yöndeki “kaygılar”ın giderilmesi için, yasayı onaylayan Gül’ün de tavsiyede bulunduğu hatırlanırsa, pek kolay ve mümkün görünmüyor. Herşeyden önce, mevcut anayasal ve yasal altyapı, böyle bir suç duyurusundan sonuç alınmasına imkân vermiyor. Ve aynı altyapı sebebiyle, darbeciler de yargılanamıyor, girişimcileri de... Hal böyle olunca, Org. Başbuğ’un kendisine has üslûbu ile verdiği mesajlardan “Siyaset yaparak kanunu ihlâl etti” sonucu çıkarıp, hakkında hukukî işlem yapılmasını talep etmek, “olmayacak duâya amin demek”ten farksız bir davranış. Dahası, asker-sivil ilişkilerini ve yargının işleyişini AB standartlarına uygun hale getirememiş bir ülkede bu tür girişimlerde bulunmanın, kamuoyu duyarlılığını arttırma noktasında olumlu bir katkısı olabilir mi, meçhul; ama sonuç alma açısından “abesle iştigal” olduğu son derece açık. Kaldı ki, her konuyu yargıya götürerek halletmeye çalışmanın ne ölçüde doğru ve isabetli bir tavır olduğu da tartışılır. Ama yıllarca bu yolu kullanarak belli ceza kanunu maddelerini basına karşı kullanmayı alışkanlık haline getirmiş olan askerin, son dönemde tersine bir dalga ile böyle suç duyurularına muhatap olması da kaderin adaletinin ayrı bir tecellî ve tezahürü olsa gerek. İşin önemli bir boyutu da siyasetle ilgili. Bayram konuşmalarında terör ve siyaset ağalarına yüklenen, halka “bölünme korkusu”nun pompalandığı TV yayınlarını ve açık oturumları izlememesi tavsiyesinde bulunan, kimi beyanlarıyla “Açılıma destek veriyor” algılamasına yol açan ve bu yüzden CHP-MHP ikilisinden “TSK siyasete bu kadar girmesin” tepkisi alan Başbuğ, bu sözlerinden iki hafta önce yayınladığı 30 Ağustos mesajında “açılım”a fren koyduğu gerekçesiyle yine aynı partiler tarafından alkışlanmıştı. Daha önce de, Büyükanıt döneminde, Kuzey Irak’a yapılan sınırötesi operasyonun erken bitirildiği tartışmasının, bu iki muhalefet partisiyle TSK arasında krize yol açtığını ve Genelkurmay’ın “muhalefete muhtıra” olarak tarihe geçen bir açıklamayla cevap verdiğini hatırlayalım. Son tartışmada hükümetin duruşunu gösteren tuhaf bir beyan da, yine bayram günlerinde Başbakandan geldi. Muhalefetin açılımla ilgili negatif tavrını eleştirirken “Güneydoğu’da iki parti var: AKP ve DTP. Bir de güvenlik güçleri” diyen Erdoğan, adeta askeri de siyasî aktörlerden biri olarak zikretmek suretiyle, Genelkurmay’a “siyaset yapabileceği bir alan” açmış olmadı mı? Gerçi askerin siyaset yapmak için Başbakandan izin ve icazet almasına ihtiyacı yok. Çünkü devletin anayasa korumasındaki “değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” nitelikleri perdesinde her türlü siyasî mesajı fütursuzca verebilen bir kurumsal yapı ve anlayış yıllardır olduğu gibi şimdi de yürürlükte. Ve buradaki tuhaflıklardan biri de şu: Bu yapının değiştirilmesi AB sürecinin de öncelikli ve en önemli gereklerinden biri olduğu halde hem buna yanaşmayacak, hem de askerin tavrında konjonktürel olarak işinize yarayacak yönler olduğunda, onun da siyasî aktör gibi davranmasını normal karşılayıp bu tavra destek verecek ve ondan medet umacaksınız. İlkesiz ve omurgasız siyaset bu olsa gerek. 30.09.2009 E-Posta: [email protected] |