28 Eylül 2009
Anasayfa| Güncelr| Dünya| Ekonomi| Spor| Görüş| Lahika| Röportaj| Yazarlar | Ramazan | Gün Gün Tarih
Şaban DÖĞEN |
|
Hakta sebat etme gayreti |
Ümm-ü Selem’e Validemize bir gün, “Ey mü’minlerin annesi! Resûlullah (a.s.m.) nasıl duâ ederdi?” diye sorduklarında çoğunlukla şu duâyı yaptıklarını belirtmişti: “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl.” Ümm-ü Seleme Validemiz, “‘Ey Allah’ın Resûlü! Niye çoğunlukla böyle duâ ediyorsun?’ diye sordum” diyor. Resûl-i Ekrem de (a.s.m.) şöyle cevap vermiş: “Ey Ümm-ü Seleme! Herkesin kalbi Allah’ın iki parmağı [kudret ve tasarrufu] altındadır. Dilediğini [kul istediğinde] doğru yolda tutar, dilediğini de, [yine kul istediğinde] saptırır].” 1 Demek oluyor ki bütün mesele hakta sebat etmek, bunu Allah’tan istemek! Günde kıldığımız kırk rekât namazda Fatiha’yı okurken “Bizi dosdoğru yolda sabit kıl!” derken de Allah’tan bunu istemiyor muyuz? Demek bu duâya ekmek kadar, hava kadar, su kadar muhtacız. Allah’ın nimetlendirdiği yüz yirmi dört bin peygamber ve yüz yirmi dört milyon evliyanın takip ettiği muazzam bir cadde-i kübra bu yol… Bunu istemek, bu yolda olmak için gayret göstermek ve duâ etmekle baş başayız. Ancak O’nun muvaffak kılmasıyla bu yolda devam edebiliriz. Yan çizmeler, farkında olarak ve olmayarak bu yoldan sapmalar olamaz mı? Hak yolda sebat etsek de enaniyet, ucb, fahr gibi vartalar var. İnsan dinî hayatta hassasiyet kesbedince şeytanın onu şaşırtmak için bin bir türlü hileye başvurduğu da malûm. İhlâslıları bekleyen her an onu muhafaza etme veya kaybetme tehlikesiyle baş başa olduğumuz da bir gerçek. Günde yüz defa tevbe istiğfar eden bir Peygamber hiçbir günahı olmadığı halde bize bir nümune ise bizlerin bu vartalara düşme tehlikesini nasıl gözardı edebiliriz? İnsanın kendini günahsız kabul etmesi aslında büyük bir günah. Düştüğümüz gafletler için, hakkıyla vazifelerimizi yapamadığımız için, yaptıklarımızda da ihlâsa ters, onu zedeleyen davranışlarımız için ne kadar tevbe istiğfar etsek az. Bir kudsî hadis-i şerifte ne güzel dile getirilmiş: “Ey kullarım! Siz gece gündüz demeden günah işlersiniz. Ben ise bütün günahları bağışlarım. Öyleyse Benden bağışlanmanızı isteyin ki, Ben de sizin günahlarınızı bağışlayayım.” 2 Evet, hakta sebat için de tevbe, istiğfara muhtacız. Dipnotlar: 1. Tirmizî, Daavat: 90. 2. Müslim, Birr: 55. 28.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Demokratik açılım” başarıya ulaştırılabilir mi? |
Kürtçe serbest, Kürtçe eğitime evet, Kürtçe TV’ye evet, üniversitelerde Kürtçe Enstitülerine evet… Bunlar güzel, iyi ve lâzım olan açılımlar. Ki, bunların tabu olduğu devrelerde, Bediüzzaman’ın “baskı, dikta ve ceberutluğun insanlığı mahvettiği”ne dair görüşlerini okuyor, yazıyor ve herkese açık sohbet ve toplantılarda anlatıyorduk. Bediüzzaman’ın, hem İslâm âleminin, hem Türkiye’nin, hem de Doğu ve Güneydoğu’muzun geleceğinin “Meşrûtiyet-i Meşrua”da (tam demokraside) olduğunu ispat ve izah eden Münâzarât gibi eserlerini topluma mâl etmek için hem okuyor, hem neşrediyor, hem de sohbet toplantılarında anlatıyorduk. Bugün, açılımı hararetle savunur gibi gözükenler ve şov yapanlar—gerek silâhlı bürokrasi, gerekse derin devletin bürokrasisi, gerekse iktidar ve yandaşları—o yıllardaki mücadelesini, tabuların yıkılması için değil, bizimle veriyordu. Yani, Bediüzzaman’ı ve talebelerini çürütmek, etkisizleştirmek için olanca güçleriyle çabalıyorlardı. Sözgelimi, Bediüzzaman, 100 sene önce, bu açılımların gerekliliğini, “dinî ilimlerle fennî ilimleri mezcedip okullarda (üniversitelerde) okutulması gerektiğini, eğitim dili olarak Arapça’yı vacip, Türkçe’yi lâzım, Kürtçe’yi caiz gördüğünü” ifade eder. Yani, Türkçe mutlaka lâzım, Kürtçe serbest bırakılmalı, dileyen konuşur, dileyen konuşmaz, yani seçmeli ders gibi… Kürtlerin ve dahi bütün kavimlerin üzerindeki dil ve benzeri baskıların kaldırılmasını ister. Aksi halde, uygulamaları dinlemeyeceğini ilân eder: Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nev'î usûl-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebâiyet edilmez ve etmeyiz! 1 Eğer, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu hak ve hürriyet açılımları dikkate alınsaydı ve Türkiye Cumhuriyeti, askerî bir dikta üzerine değil, insan hak ve hürriyetleri, demokrasiye göre yapılansaydı, bu problemler çoktan hallolmuş, hem maddî, hem mânevî açıdan çok ileri seviyelerde bulunmuş olacaktık. (Ki, ilke ve inkılâplar içinde demokrasinin olmadığını vurgulamalıyız) “Demokratik açılım” başarıya ulaşabilir mi? Ulaşabilir, ama bu mantık ve bu yaklaşımla değil. Demokratik açılım, baştan ayağa yasaklarla örülü 12 Eylül darbe-i münafıkanesinin anayasa’sını düzeltmekle mümkün. Türkiye’nin iç dinamikleri, müstebit ve dikta yapıyı, statükocu bürokrasiyi aşacak güçte değil. Ancak, AB’ye girerek bu handikaplar aşılabilir. Tıpkı, çok partili hayata Batı’nın baskısıyla geçildiği gibi. Bu iktidar, AB meselesini 2004’ten beri ademe mahkûm etmiş, Anayasa değişikliğini rafa kaldırmış. Ne başörtüsü, ne Kur’ân kursu yaşı, ne vatandaşın elini kolunu bağlayan Partiler Kanunu, ne diğer hak ve hukuk meseleleri açılımı sağlayabilmiştir. Yani, hak ve hürriyetlerin üzerinden geçen tankların, 28 Şubat sürecinin icraatlarına dokunamamış, dokunamıyor. Bunlar ortada dururken açılımın başarıya ulaşması mümkün olabilir mi? Bunun sebebi, demokrat tabandan gelmemesi, demokrasi ruhu taşımaması, böyle bir alışkanlığının, anlayışın olmamasıdır. Aslında Kürtçe serbestiyeti, başörtüsü meselesi, Kur’ân kursuna gitme yaşı, demokratik açılım gibi mevzular, anayasa ile hak ve hürriyetler çerçevesinde halledilmesi gereken meselelerdir. Anayasa ve AB gibi temel meselelerde ameliyat-ı cerrahiye lâzımdır. Aksi halde, palyatif, sun’î tedaviler, pansumanlar, bu hastalıkları ortadan kaldırmaya kâfî değildir. İktidarın eskiden beri yaptığı çalışmalar, ancak kitleleri rahatlatmaya ve seçimlere yönelik kolonya serpme şovlarından öteye gidemez.
Dipnotlar: 1- Mektubat, s. 417. 28.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Son şehzâde ile yeni bir başlangıç |
Cumartesi günü dedelerinin yanına defnedilen 97 yaşındaki "son şehzâde" Ertuğrul Osman'ın cenaze merasimi, mahşerî bir kalabalığa sahne oldu. Cenaze namazının kılındığı Sultanahmet Camii ile defin merasiminin yapıldığı Çemberlitaş'taki Sultanlar Türbesi arasında hüzünlü, ama aynı zamanda coşkulu bir insan seli oluştu. Şehzadenin tabutu parmakların ucunda taşındı. Cenaze merasimine katılan insanlar bol bol duâ etti, hem merhuma, hem de ceddine rahmetler okudu. İnsanlarımız, oradan adeta ayrılmak istemiyordu. Cenaze vesilesiyle gelenler, Osmanlıyı ruhunda, vicdanında, dem ve damarlarında doyasıya hissetmek istiyordu. Zaman zaman polisin müdahalesi kaçınılmaz oldu. Bütün bunlar neden acaba? Belli ki, bu millet Osmanoğullarını unutmadı. Her türlü menfî propagandaya rağmen, onları aklından çıkarmadı, kalbinden silmedi. Saltanat kaldırılalı 85 sene oldu. Saltanat devam etseydi şayet, Sultan II. Abdülhamid'in torunu olan Şehzade Ertuğrul padişah olacaktı. Zaten, padişahlara yakışır bir törenle uğurlandı. Ne var ki, kader–i İlâhî başka türlü tecelli etti. Osmanlı Hanedanının bütün fertleri 1924 Martında hudut harici edildi. Nereye gidecekleri belli değildi. Nasıl geçinecekleri, güvenliklerinin nasıl sağlanacağı, onları sürgün edenlerin umurunda bile değildi. Çok vahşî ve zalimane bir yöntemle bütün hanedan sınırdışı edildi. Oysa, burası onların asıl vatanlarıydı. Hatta, şu mübarek Anadolu ve Rumeli toprakları onların sevk ve idare ettiği İslâm orduları tarafından fethedilmişti. Buna rağmen, insanlık dışı bir muameleye tabi tutularak meçhûl bir gurbete gönderildiler, hatta meçhûl bir âkıbete sevk edildiler. Onları bilinmezler diyarına gönderen zihniyete göre, "Ne halleri varsa görsünler." Gitsinler ve bir daha da geri dönmesinler. Hakim zihniyet, onları muvakkaten bu diyârdan sürdü, ancak onlara duyulan sevgi ve saygıyı yüreklerden silemedi; bundan sonra da silemez. Zira, o hanedan 600 küsûr sene bu vatanda icraat yapmış, dünyanın neredeyse yarısında fütûhatta bulunmuş ve İslâm tarihi boyunca dine en büyük hizmeti şerefle ve iftiharla ifa etmiş bir hanedandır. Esasında, onlara revâ görülen muamelenin ardındaki maksat, İslâma hizmetlerinden dolayı onlara en ağır cezayı vermekten başka birşey değil. Padişahları gören son şehzâde gittiyse de, Osmanlı nesli devam ediyor. Saltanattan sonra dünyaya gelen ve halen hayatta olan yirmiden fazla "şehzade" var. Hepsi de asil, vakur, müeddep insanlardır. Bugüne kadar, bunların hiçbiri Türkiye'nin aleyhinde bulunmadı. Ülkelerinin aleyhinde propaganda yapma tenezzülünde de bulunmadı. O derece ciddiyet ve asâlet sahibidirler. Son şehzadenin gidişi, ümit ve temenni ederiz ki, yeni bir gelişmenin de başlangıcı olsun. TC devleti, Osmanlı ile barışsın ve dünyanın muhtelif merkezlerinde olan hanedan mensuplarını Türkiye'ye dâvet etsin. İsteyen gelsin, kendi öz vatanında yaşasın, yaşama hak ve hürriyetine sahip olsun. Yani, her meselede açılımdan söz ediliyor da, bir "Osmanlı açılımı"ndan niçin söz edilmesin? İnşaallah sıra buna da gelir diye ümit ediyoruz.
Rahşan Hanımın son partisi
Seksen altı (86) yaşındaki Rahşan Ecevit'in yeni bir parti kurma hazırlığı içinde olduğundan söz ediliyor. Hayırdır İnşaallah... Haberi duyduğumda aklıma şunlar geldi: Acaba, Türkiye'de şimdiye kadar çıkmayan, yahut uygulanmayan herhangi bir af türü kaldı mı? Mâlûm, Rahşan Hanımın siyasette etkin olduğu hemen her dönemde bazı aflar çıktı: Komünist–anarşistlerin affı, canilerin–katillerin affı, hırsız–soyguncu–kapkaççıların affı, vesaire... Bilemiyorum, Türkiye'de çıkarılması muhtemel başka türlü aflar kaldı mı? Yoksa, bu yaşta yeniden siyasete meyletmenin, hatta yeni parti kurarak aktif şekilde siyasete girmenin başka maksadı mı var? Bu muammalı noktayı çözemeyince, Rahşan Hanımın kim ve nasıl bir şahsiyet olduğunu araştırmaya koyulduk. Uzun araştırmanın kısacık bir özeti şudur: Rahşan Hanım, 1923'te Bursa'da doğmuş. Babası Namık Zeki (Aral) dedesi ise Makinist Halil Efendidir. Halil Efendi, bir Selanik göçmenidir. Selânik'ten Şebinkarahisar'a, oradan da iş bulmak ümidiyle İstanbul'a gelip yerleşmiş. Özel Amerikan Robert Koleji mezunu olan Rahşan Hanım, 1946'da aynı okuldan mezun olan mektep arkadaşı Bülent Ecevit'le evlendi. Rahşan Hanım, CHP'nin yayın organı Ulus gazetesinde yazılar yazan (1950...), 1955'te aynı partinin Çankaya Ocağında siyasî faaliyete başlayan ve 1957'de yine aynı partiden milletvekili seçilen Bülent Ecevit'e var gücüyle destek oldu. Tıpkı, daha sonraki yıllarda ve ölüm tarihi olan 2006 yılına kadar destek olduğu gibi... Hatta, zaman zaman siyasette kocasının önüne geçtiği de oldu. Meselâ, 1985'te aile partisi DSP'nin başına geçtiği gibi. Rahşan Hanım, kurucu başkanı olduğu DSP ile yollarını geçtiğimiz Haziran ayı başında ayırdı. Kongrede, istediği aday seçilemeyince, birkaç milletvekili ile birlikte partiden ayrıldı. Geçtiğimiz hafta, Rahşan Hanımın yeniden siyasete döndüğü haberi gündeme damgasını vurdu. Açıklamalarına bakılacak olursa, Ecevit'in idealleri doğrultusunda siyaset yapacak yeni bir partiyi vücuda getirme çabası içindeymiş. Bakalım, Türkiye'nin en yaşlı siyasetçisi olan Rahşan Ecevit, önümüzdeki günlerde nasıl bir performans gösterecek. 28.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Cehennem mi, yokluk mu? - 1 |
Vahdettin Bey: “Yokluk ile Cehennem arasında nasıl bir muvazene vardır? Kur’ân’da kâfirlerin Cehennem’den kaçarak yok olmak isteyecekleri yazıyor. Oysa Üstad Hazretleri, ‘Cehennem de olsa bekâ isterim’ diyerek, hayatın ve bekânın yokluktan daha tercihe şâyân olduğunu söylüyor. Öyleyse, kâfirler neden Cehennem’den kaçarak yok olmak istiyorlar?”
Cehennem, tevbe kapısıyla Allah’a sığınmayanların uğrayacakları azap yurdu. Yokluk ise, hakîkati olmadığından, Kur’ân’da bulunmayan hayalî bir kavram. Varlığın hayâlî zıttı. Kur’ân’da Cehennem vardır; ama yokluk yoktur. Oysa ateizm denilen ve bir zamanlar nesilleri büyülü kucağında mahvetme eğilimine giren felsefî cereyan “yokluk inancı” temeline dayanmaktaydı. Ölüm bir yokluktu onlara göre. Öldükten sonra hayat yoktu; hiçbir şey yoktu! Her şey bu gördüğümüz dünyadan ibâretti! Bu yokluk inancı bütün sorumlulukları yerle bir ettiğinden, genç nesillere bir süre câzip geldi ve getirdiği ahlâksızlıklarla dünya toplumlarına bir süre çektirdiler. Fakat bir dine bağlı olmanın ve sorumluluk duygusuyla yaşamanın, dinsiz ve inançsız yaşamaya oranla çok daha üstün olduğu fikrinde birleşen insanlık çabuk uyandı ve bu yok oluşçuluğun daha fazla barınmasına ve nesilleri yok etmesine fırsat vermedi. Bu çerçevede Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında, “Yeter ki bir dine inansın; tek inançsız olmasın!” fikri etrafında muhtelif yerlerde işbirliği yapıldı. İşte âhir zaman âfetlerinin her türlü ahlâksızlık boyutunda olduğu gibi, inançsızlık boyutunda da mahvolasıya yaşandığı dehşetli günlerde, Kur’ân’dan aldığı ilhamla yokluk kavramının ne bahtsız ve dehşetli bir fikir olduğunu, gerçekte yokluğun olmadığını, ölüm öncesinde de, ölüm sonrasında da hayatın ve yaşamanın esas olduğunu, ölümün yokluk olmadığını, ebedî hayata bir geçişten ibâret olduğunu1 dünyaya haykıran Bediüzzaman Said Nursî, risâlelerinde yokluk ile varlığı muhtelif cihetlerden mukayese eder ve Cehennemde de olsa var olmanın yokluğa nazaran bir rahmet olduğunu,2 varlığın yaratıcısı olan Cenâb-ı Hakkın zulümden münezzeh olduğunu, hayatta nasıl “varlık” esas ise, varlıkta da “ebedî saadetin” esas olduğunu, tevbe siperi ile Allah’a sığınan kulların Allah’ın izniyle Cehennem’den de kurtulacağını, binâenaleyh, insanın ister inansın, ister inanmasın, Allah’ın adâletinin ve rahmetinin, yani Cehenemin ve Cennetin, kendisi hakkında mutlak hayır getireceğini, öyleyse beşerin görevinin mutlaka Allah’ı bu sıfatlarıyla tanımak ve sevmek olduğunu, Allah’ı bu sıfatlarıyla tanıyan ve seven kimsenin de, Allah’ın izniyle Cehennem’den kurtulacağını ve derecesine göre Allah’ın rahmetine, rızâsına ve Cennetine ulaşacağını müjde eder.3 Bedîüzzaman, “kabul-ü adem” dediği yok oluşçuluk mesleğinin bir safsatadan ibâret olduğunu ve ispat edilemeyeceğini; ama bir meslek olarak bu yola girenlerin “yokçuluğu” ispat etmekle yükümlü olduklarını, ispat edemedikleri takdirde ise Kur’ân’ın “var oluşçulukla” ilgili bütün beyanlarının hak olduğunu kabul etmek zorunda olduklarını belirtir.4 Bedîüzzaman’ın referansı şüphesiz Kur’ân’dı. Şimdi, Cehennemle ilgili Kur’ân âyetlerine bakalım: *“Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür o! Oraya atıldıklarında, Cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor! Neredeyse öfkeden parçalanacak! Kâfirlerden her bir bölük oraya atıldıkça, onların bekçileri kendilerine sorar: “Bu azaptan sakındıran bir peygamber size gelmedi mi?” “Evet!” derler. “Bize bir peygamber geldi! Ama biz onu yalanladık. Allah bize bir şey göndermedi. Siz sapıtmışsınız! Dedik. Keşke onu dinleseydik!” derler. “Keşke düşünseydik! O zaman şu alev alev yanan Cehenem ehlinden olmazdık!”5 Yarın inşallah devam edelim. Dipnotlar:
1. Mektûbât, s. 13, 221 2. Asâ-yı Mûsâ, s. 43 3. Sözler, s. 69 4. Lem’alar, s. 82 5. Mülk Sûresi, 67/6-10 28.09.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
G20: Dünya ekonomisinin yeni patronu |
Amerika’nın Pittsbourgh şehrinde yapılan G20 zirvesinde dünya ekonomisi için önemli kararlar alındı. Dünyanın 8 zengin ülkesi (G8’ler), dünya ekonomisini kendi başlarına yönetemeyeceklerini anladılar. Küresel krizin asıl mimarının kendileri olduğunu biliyorlar. İşte bu sebeple Türkiye’nin de dahil olduğu önemli gelişmekte olan ülkeleri de sürece dahil etmeye karar verdiler. Böylece G20 uluslar arası ekonomik işbirliğinin ana forumu özelliği kazandı. Bu yüzden artık yalnızca maliye bakanları değil, devlet ve hükümet başkanları yılda bir kez toplanacaklar. Obama bunu küresel ekonominin yeni dönemi olarak isimlendiriyor. Nisan ayında Londra’da yapılan zirvede alınan ekonomik teşvik kararlarının dünya çapında şu anda 10 milyon kişiye iş imkânı sağladığı vurgulandı yapılan konuşmalarda. Gelişmekte olan ülkeleri işe daha fazla katma gerekliliği görülünce, IMF ve Dünya Bankası’nda da bu ülkelere daha fazla oy hakkı verilmesi kararlaştırıldı. Ayrıca IMF küresel büyümede daha dengeli bir trend izlenmesini sağlayacak tedbirleri alacak. Çünkü liderlere göre krizden hemen önce bazı ülkelerde aşırı risk alan tedbirlere yönelinmesi krizi hızlandırıyordu. Ancak alınan kararlara uymayan, sorumsuzca davranan ülkelere yaptırım uygulanmayacak olması, alınan kararların uygulanmasını etkisizleştiriyor. Özellikle Çin gibi küresel ekonominin dengelerini bozan ülkeleri, bu sistemle kontrol altına almak hayli güç. Bu zirvede gereken önemi görmeyen çok önemli bir sorun daha var: Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurum. BM raporlarına göre dünya yetişkin nüfusunun yarısı küresel zenginliğin yalnızca yüzde 1’ini paylaşırken, en zengin yüzde onluk yetişkin nüfus, dünya zenginliğinin yüzde 85’inin sahibi. ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere halkının içinde yer aldığı 500 milyon kişi dünya gelirinin yüzde 45’inin sahibi. 2 milyar 100 milyon kişilik Hindistan, Endonezya ve Çin’in kırsal kesimini kapsayan en alttakiler ise dünya nüfusunun yüzde 42’sini oluştururken gelirin yalnızca yüzde 9,2’sini alıyor. Bunun bir çok sebebi var. 19 ve 20. yüzyıllardaki sömürgecilik, coğrafi ve iklimsel şartlar, kültürel şartlar ve siyasî şartlar ve dikta yönetimleri gibi. Ama sebebi ne olursa olsun, eğer küresel krizin tekrarlanmamasını istiyorsak, bu uçurumun azaltılması, zenginlerin yoksullara ve gelişmekte olan ülkelere daha çok yardım etmesinin sisteme bağlanması gerekir. Zira küreselleşme, bütün insanlığın kaderinin birbirine bağlı olduğunu açıkça ortaya koydu. İnsanlık, adalet, yardımseverlik, insan hakları gibi İslâm’ın koyduğu temel kurallara riayet etmezse, içinden çıkılamayacak küresel krizlere düşmesi kaçınılmaz. Sonuç bildirgesinde liderler bu sorunu gördüler ve şunu yapmaya karar aldılar: “Dünyanın en yoksul kısmının gıda, yakıt ve paraya ulaşımını arttırmak için yeni adımlar atmak ve bu arada yasadışı para çıkışlarını engellemek”. Umarız bu zirvede 8’den 20’ye çıkarılan dünyanın geleceğine karar veren ülke sayısı kısa sürede bütün BM üyesi ülkeleri kapsayacak şekilde 192’ye çıkarılır ve bütün insanlığa kendi geleceğine karar verme hakkı verilir. 28.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Sömürü düzeni artık sona ermeli |
2009 bütçesinde 10,3 milyar TL olarak tahmin edilen açık, geçen hafta açıklanan Orta Vadeli Programda 62,8 milyar TL’ye yükseltildi. Küresel krizin etkisiyle bütün dünyada olduğu gibi bizim bütçemizin de açık vermesi kaçınılmazdı. Talebi canlandırmak için malî disiplin gevşetildi, vergilerde indirime gidildi, kamu harcamaları arttırıldı... Bunun tabiî sonucu açık meydana geldi. Açığa şaşırmıyoruz. Anlamakta güçlük çektiğimiz nokta, uyarılara kulak tıkayarak böyle gerçek dışı hedeflerin konulması. Yaklaşık 6 kat bir yanılma, devlet ciddiyetiyle bağdaşmıyor. Açık nasıl kapatılacak? Vergide artış düşünülmüyor. Özelleştirmeden gelecek gelir sınırlı. Tek yol... Borçlanmak. Zaten bu maksatla hükümet, borçlanmayı kısıtlayan yasa maddesini geçtiğimiz aylarda torba yasa ile değiştirerek borçlanma yetkisini 5 kat arttırdı ve 14 milyar TL’den 75 milyar TL’ye çıkardı. Umarız bu limiti zorlamayız. Borçlanmak... İlk bakışta sevimsizdir. Bize Düyun-u Umumiye’yi hatırlatır. Koca bir imparatorluğu çökerten sebeplerin başında gelir. Ancak baştan kestirip atılmamalı, her halükârda karşı da çıkılmamalı. Kendi yağı ile kavrulmak... İyidir, hoştur. Ama... Borç da yiğidin kamçısıdır. Zaman kazandırır, vaktinden önce mal, mülk sahibi yapar. Yeter ki şartlar müsait olsun. Ekonomist olmaya gerek yok, şunu herkes bilir. Borçla borç ödenmez. Mecbur kalmadıkça tüketim için borçlanılmaz. Eğer... Yiyecek, içecek, kira, giyim, kuşam için borçlanılır... Borç da borçla ödenirse... Batağa saplanılmış demektir. Hesabını kitabını bilen aklı başında biri bu duruma düşmez. Ya hükümetler? İşte rakamlar, siz karar verin. Yılın ilk sekiz ayında ödenen borç 90 milyar TL. İyi. İyi de karşılığında 105 milyar TL borçlanılmış. Yani borç borçla ödenmiş, yetmemiş ilâveten 15 milyar TL daha borç alınmış. Dolayısıyla iç borç stoku geçen yılın sonunda 275 milyar TL seviyesinden 2009’un ilk yedi ayında 308 milyar TL’ye çıkmış. Yedi aylık artış 33 milyar TL. Artmış da ekonomiye katkısı ne olmuş? Verimli yatırımlarda, işsizliğe çare olacak projelerde mi kullanılmış? Maalesef. Büyük ölçüde sosyal güvenlik açıklarının kapatılmasında harcanmış. Rakam mı? 35 milyar TL. Getirisi olmayan bir para. Ve faiz. Düşüyor, sevindirici bir gelişme. Gerçekten geçen Ağustos ayında faiz yüzde 19 iken bu Ağustos’ta yüzde elli azalarak yüzde 9,8 düzeyine indi. Ne ki ödenen faiz, bütçe gider kalemleri içinde yine de en büyük yekûnu teşkil ediyor. Nitekim 2009 yılında faiz yükü 50 milyar TL civarında olacak. Bu tutar 3 milyon kamu personelinin maaşına denk. İşin vahameti hakkında bir fikir verebiliyor mu? Bu şartlarda borçlanmayı kişi veya şirket yapsaydı iflâs ederdi. Devlet batmıyor, ama... Halk eziliyor. Bir yandan geçim sıkıntısı... Bir yandan işsizlik... Sağlık, eğitim, adalet hizmetleri kalitesiz. Sık sık krizler patlak veriyor. Bedeli ağır oluyor. Ne yapmalı... Sıradan vatandaş gibi davranmalı. Borç, tüketim için değil, yatırım ve üretim için kullanılmalı... Asla borç borçla kapatılmamalı. Bu kadar basit. Yoksa borçlar çığ gibi büyür, binbir güçlükle 70 milyon insanımızdan toplanan vergiler, bir avuç rantiyecinin cebine girmeye devam eder. Ekonomiyi baltalayan, vicdanları sızlatan bu sömürü düzeni... Artık sona ermeli. 28.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Osman Gazi’den, Osman Ertuğrul’a Osmanlı…. |
Son Osmanlı şehzadesi Osman Ertuğrul Osmanoğlu’nun vefat haberi yerli TV ve gazetelerde gerekli önemde yer bulmadı. Oysa BBC’nin de dahil olduğu yabancı ajanslar ise bu gelişmeyi birkaç defa haber olarak vermiş. Duyduğumuza göre de “Osmanlı’nın son sultanı” mânâsında bir şeyler söylenmiş haberlerinde… Şanlı ecdat, asırlar önce Kur’ân'a hürmetkâr, Osman Gazi tarafından kurmuştu Osmanlı Devletini... Yaklaşık yedi asır yaşadı koca İmparatorluk. Bir göçebe çadırından başlayıp, yedi düvele hükümran olan bir İmparatorluktu bu. Kur’ân'a hürmetkârlıkla başlayıp, Kur’âna dayanarak devam ettirmişti saltanatını, ömrünü.. Bugün dünyadaki birkaç süper güce karşı o, bundan bir asır önceye kadar, dünyanın en büyük ve tek devletiydi. Ve asırlarca bu ünvanını muhafaza etti. Kur’âna ve İslâma dayandıkça muvaffak oldu ilerledi, fütuhatlar yaptı yükseldi.. Adalet ve merhameti ile, bir çok kavmin İslâmla müşerref olmasına da sebep oldu. Hatta merhamette o kadar ileri gitti ki, dünyada meskenet ve zillete düşmüş, yurtsuz-vatansız Yahudileri; kendilerine eziyet eden milletlerin elinden kurtarıp, onları bir yurt sahibi yaptı, Selanik’e getirdi, yerleştirdi. Ne bilecekti ki bu yer, ileride onun başına belâ olacak, koca İmparatorluğunun sonunu, onlara oradan getirecek? Ve birçok fitnenin kaynağının da orası olacağını bilemedi. Osmanlı’nın son zamanlarında başına musallat olanlar İngiliz ve Rus devletleri ile,Yahudi kavmiydi. Hele Yahudiler, dünyanın her tarafına kök salıp, yerleştikleri her devlette kilit noktalarını ele geçirdiklerinden, hep söz sahibi olmuşlardır. Osmanlı’da da öyleydi. Emanuel Karasso haini, Sultan Abdülhamid’in yanına çöreklenmiş, adeta onu muhasara altına almıştı. Bediüzzaman Hazretlerinin Abdülhamid ile görüşmesine mani olanların başında da o geliyordu. Ve maalesef Sultanın tahttan düşürülmesi oyunları ve padişaha bunu tebliğ heyetinin başında da o geliyordu. ”Harekât ordusu” diye bilinen Selânik dönmelerinin yönlendiricisi de oydu. Ne hazindir ki, yok edilmek istenen bir kavimken, Yahudileri sahiplenen ve onlara yurt veren Osmanlı’nın başına belâ olan o Yahudiler eliyle de Osmanlı yıkılmıştı. Cumhuriyet idaresinde de, Cumhuriyetin idarecilerinin yanında yine aynı o şahsiyet, Karasso görünüyordu. Öyle ki, orada da “Kahraman hoca bize lâzımdır” denilerek İstanbul’dan ısrarlı ve şifreli telgraflarla Ankara’ya dâvet edilen; Birinci Dünya Savaşı gönüllü alay komutanı, savaş gazisi, kahramanlar kahramanı Bediüzzaman Said Nursî’nin devlet erkânı ile görüşmelerine engel olan, takoz koyan yine onlardı. Neyse, neticede Osmanlı yıkıldı. Osmanlı idaresi tekrar ihya olsun demiyoruz, eski hal muhal. Ama Osmanlı’yı da unutmak mümkün mü? İşte Osman Gazi ile başlayıp adeta son Osmanlı olarak bilinen Osman Ertuğrul ile biten bu nesil unutulur mu, unutturulur mu? Unutulmayacağını, unutturulmayacağını cenaze namazına iştirak eden aziz milletimiz bunu çok güzel göstermiştir. 28.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Futbol camiası yalan bir camia |
Geçen aylarda vefat eden futbolcu Sedat Balkanlı’nın hanımı Şükran Balkanlı, futbol dünyasıyla ilgili ‘uyarıcı’ tesbitlerde bulunmuş. Bugünkü şartlarda tedavisi olmadığı ifade edilen ve ‘milyonda bir görülen ALS (sinir hastalığı)’ sebebiyle vefat eden Sedat Balkanlı, sağlıklı döneminde Galatasaray ve Fenerbahçe formasını giymiş ünlü bir futbolcuydu. Bu vesile ile Balkanlı’ya Allah’tan rahmet dilerken, isterseniz eşi Şükran Balkanlı’nın tesbitlerine de kulak verelim: “Futbol camiası yalan bir camia. (Futbol dünyası) Sağlıklıyken yanımızdalardı. Ancak Sedat hastalanınca yok oldular. Futbol camiasında eşleriyle gerçek dost ve arkadaş olamadık. (...) Takım arkadaşları dışarda arkadaş değil. Birbirlerinin kuyularını kazıyorlar. (...) Şöhret elbette bitecek, ama güzel anılmak önemli olan.” “Modayı takip edebiliyor musunuz?” sorusuna karşılık da bayan Balkanlı şöyle demiş: “Eskiden ederdim. Futbolcu eşleriyle yarışabilmek için, ama artık pazardan giyiniyorum.” (Vatan g. Pazar eki, 10 Mayıs 2009) Keşke futbol ‘barış’ için olsa... Keşke herkes şöhretin geçici olduğunu kabullense... Keşke ‘moda’ya mahkûm olmasak... Ah, keşke! *** Aile, aile, aile! TV’lerdeki ‘dizi’leri ya da gazetelerin ‘magazin’ sayfalarını takip edenlerin yakından tanıdığını tahmin ettiğim, bir ‘aktrist’in boşandığı eşi olan Arzu Balkan, ‘hayata bakışı’nın nasıl değiştiğini anlatıyor: “Aile kavramına önem veriyorum ben, aile olmayı da çok istedim. (...) Anne olmak muhteşem bir şey. (...) Zaman içinde annemize benziyoruz. Anne olmak bütün bakış açımı değiştirdi. Ben sabır konusunda başka yerlerde sınandım. Anne olmakla birlikte hayatı yeniden keşfetmeye başladım. Çünkü bizim hiç şekillenmemiş beynimiz, algımız varken zaman içinde aldığımız eğitim, kurduğumuz ilişkilerle birtakım etiketlere, kalıplara sahip oluyoruz. Çocuklarda bu yok. Çocuklar çok saf, net ve sade bakıyor hayata. Hep o anı yaşıyorlar. O yüzden Zeyno’yla (kızı) hayata bakışım değişti. O da bana hayatı yeniden keşfetme şansı verdi. Ben artık gökyüzünün maviliğine, yapraktaki kurta, yani çok basit şeylere başka gözle bakıyorum. Bunlar da beni dinamikleştirdi, gençleştirdi. Daha basit bakmaya başladım hayata.” (Vatan g. Pazar eki, 10 Mayıs 2009) *** Genç bir annenin ümidi İkiz çocuk annesi Ayşe Aydın şöyle yazmış: “Tüm anneleri projelerine (çocuk yetiştirme) iyi çalışmaya dâvet ediyor, yaşlılığımda pırıl pırıl gençlerin ve aydınlık beyinlerin yönettiği, insanların birbirine saygı duyduğu, demokrasinin işlediği, refah ve huzur düzeyi yüksek bir ülkede yaşamayı ümit ediyorum.” (Vatan g. Pazar eki, 10 Mayıs 2009) *** Kendimizi tüketiyoruz “Usta” filminin başrol oyuncusu Yetkin Dikinciler, ‘hayal’ satanlara itiraz etmiş: “Bizim yerimize hayal modelleri sunuluyor. Bize site inşa edip oradan ev alma hayalleri kurduruluyor; 36 ay vadeli araba alma, üç boyutlu canlı görüşme yapılabilecek telefon alma hayalleri kurduruluyor. Bütün bunlar, bütün bu hayelleri kurduranların daha zengin bir hayat kurma hayalini besliyor sadece.” (Evrensel g., Hayat eki, 10 Mayıs 2009) Acaba israf ettikçe, aslında kendimizi tükettiğimizin farkına varabilecek miyiz? 28.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Bayat ekmek, eski gazete |
Gazetemizin hem fahrî bir yazarı, hem de 40 yıllık kadîm ve aktif bir okuyucusu olan Osman Zengin’in bu köşeye uygun düşen yeni bir yazısını daha birlikte okuyalım:
*** Cenâb-ı Hakkın çok kıymetli bir nimeti olan ekmeğin, bizim kültürümüzde ve inancımızdaki yeri ayrıdır. Ecdadımızdan, anamızdan, babamızdan bize tevarüs eden bir hisle ona hürmet gösteririz. Yerde bir küçük parçasını görsek, ayak altında basılmasın diye, alıp yüksek bir yere koyarız. Hatta bu hürmetten dolayı ve israfa da girmemek için, ekmeğin bayatı dahi ziyan edilmez. Rahmetli annemin yaptığı üzere, kızartması, ekmek balığı, ekmek karıştırması, tirit, v.s. gibi birçok şekilde değerlendirilir. Çünkü bu nimetin devamlılığı da ancak şükür ve iktisatla sağlanır. Gazetenin ekmekle münasebetine gelince: Bizim için nasıl ekmek maddî vücudumuzun idamesinde bir vazgeçilmezse, Risale-i Nur’un matbuat âlemindeki naşiri olan Yeni Asya da, manevî âlemimizdeki vazgeçilmezlerimizden biridir. Çünkü o Nurcuların dünyaya açılan tek temsilcisi olma özelliğine haizdir. Biz kırk senedir istikametimizi, gazetemizin Risale-i Nur hâdimliğinden, onun prensipleriyle yol göstericiliğinden dolayı kaybetmedik, şükürler olsun. Sabah erkenden kapımıza bırakılan ekmek ve gazete ikilisini aldığımızda, kahvaltıya başlamadan, yani ekmeği yemeğe başlamadan önce gazetemize şöyle bir göz atarız. Kahvaltımızı yaptıktan sonra da derinlemesine okuruz. Bazen gazetenin dağıtıcı bayi tarafından aksatılıp gelmediği günlerde, gazetemizi bulmak için üç-beş market dolaştığımız olur. Hatta bundan bir hafta kadar önce de böyle oldu. Markete gidip sordum, ama işin peşini bırakmadım, dağıtıcı bayiye telefon açtırıp sitem ettirdim, benim yanımda marketin sahibi bayiye ”Benim abonemin gazetesini niye aksatıp, müşterimle beni karşı karşıya getiriyorsunuz? Lütfen bundan sonra gazeteyi aksatmayın” diyerek serzenişte bulundu. Nur’lara muhtaç milyonların, bizim ulaşamadığımız kimselerin Risale-i Nur’dan haberdar olması için gazetemizin daha çok kişiye tanıtılması lâzım. Hidayet Allah’tandır. Birçok kimsenin Yeni Asya’yı tanıyıp okuduktan sonra Risale-i Nur’la müşerref olduğunu biliyoruz. İşte böyle özelliklere sahip ve her zaman da medar-ı iftiharımız olan gazetemizi çeşitli şekillerde, bazı yerlere—eski sayıları da olsa—ulaştırıyoruz. Böyle bir gazetenin varlığından ilk defa haberdar olan birçok kimsenin “Allah Allah! Türkiye’de böyle bir gazete de mi var?” dediğini çok işitmişizdir. Bizim memleketimizde, okunan eski gazeteler toplanıp genellikle bir poşetle çöpe atılır. Ben en son aklıma gelen şeyi yaptım. Poşette biriken eski gazeteleri sakladım ve seyahate de sık çıktığımdan, terminale giderken onları yanıma aldım. Bavullarımı otobüse yerleştirdikten sonra, gazeteleri poşetten çıkarıp, yazıhanenin bekleme salonundaki masaların, kanepelerin üzerine, bazı insanların da şaşkın bakışları altında, tek tek bıraktım. Sonra da bir tur atıp durumu müşahede için geriden baktım. Hemen hemen herkes gazetemizi eline almış, okumaya, incelemeye başlamıştı bile. O kadar tarifsiz bir sevinç aldım ki o halden. Diğer gazetelere benzemeyen özelliğinden dolayı, herkesin okuyacak birşeyler bulabildiği eski tarihli gazetelerimizin dahi nasıl değerlendiğini görüp müşahede ettikten ve gazetelerimizin boşa, çöpe gitmeden, bu şekilde okunmasından dolayı da “Elhamdülillah” dedim. *** Bir açıklama ve özür Daha önce vereceğimizi duyurduğumuz okul seti taahhüdümüzü, elimizde olmayan sebeplerle yerine getiremiyoruz. İkitelli’yi felç eden selde, set için anlaşma yaptığımız firmaların depolarını da su bastı. Milyonlarca liralık zarara uğrayan firmalar, bizimle yaptıkları anlaşmaları iptal etmek zorunda kaldılar. Biz de verdiğimiz sözü tutamamış olduk. Anlayışla karşılayacağınızı umuyor, ileride telâfi etme temennîsiyle özür diliyoruz. 28.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Diğer bölümler