Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvaya erişesiniz. Bakara Sûresi: 21 |
28.09.2009 |
Güz mevsimi
Kıyamete nümune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî ve hayvanî nev'îlerini, vefatlar sûretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Şuâlar, s. 156, (yeni tanzim, s. 272)
*** Her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nev'î terhis ve izinlerdir. Mesnevî-i Nûriye, s. 39-40,
*** Hem anlarsın ki, güz mevsiminde yaz, bahar âleminin güzel mahlûkatının tahribâtı idâm değil. Belki, vazifelerinin tamamıyla terhisâtıdır.HAŞİYE Hem, yeni baharda gelecek mahlûkata yer boşaltmak için tefrîgattır ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudâtın gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzârâttır. Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazât-ı Sübhâniyedir. HÂŞİYE: Evet, rahmetin erzak hazînelerinden olan bir şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar, ihtiyar olup vazifelerinin hitâma ermesiyle gitmelidirler; tâ, arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa, rahmetin vüs’atine ve sâir ihvanlarının hizmetine sed çekilir. Hem, kendileri gençlik zevâliyle hem zelîl, hem perişan olurlar. İşte, bahar dahi mahşernümâ bir meyvedar ağaçtır, her asırdaki insan âlemi ibretnümâ bir şeceredir, arz dahi mahşer-i acâib bir şecere-i kudrettir, hattâ dünya dahi meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayretnümâdır. Sözler, s.75 *** Küre-i arz, senevî mevsimler cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde hafîziyete emanet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler, bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren ve çiçek açan ağacının teşkilâtına dair İlâhî emirlerin mecmuâcıkları ve kaderden gelen düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i hidematıdır ki, bilbedahe bir Hafîz-i Zülcelâl-i ve’l-İkramın hadsiz kudret, adalet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor. Şuâlar, s. 197, (yeni tanzim, s. 340)
*** Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Sözler, s. 210 *** Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nev'îlerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki, güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler. Şuâlar, s. 130, (yeni tanzim, s. 227)
LÜGATÇE:
mevt: Ölüm. tefrîgat: Boşaltmalar. ihzârât: Hazırlıklar, hazırlanmalar. zîşuur: Akıl, şuur sahibi. ikazât-ı Sübhâniye: Sübhanî ikazlar, uyarılar. mahşernümâ: Mahşeri gösteren, mahşeri bildiren. İsm-i Evvel: Her şeyin öncesini iyi bilen Cenâb-ı Hak. hafîziyet: Koruma, muhufaza etme, saklama. defter-i hidemat: Hizmetler defteri. hudûs: Sonradan var edilme. |
Bediuzzaman Said Nursi 28.09.2009 |
Şehri yeniden kurmak
Medîne-i fâzıla, Eflâtun’un hayâli. Eflâtun’un hakkı bilmek ve bulmaktaki durumu şüpheli. Hayâlinin gerçekleşebilmesi de öyle. İslâm mütefekkirleri, ne garîb bir ihtiyâc ise, eski Yunân medeniyetini ve o iklîmin âlimlerini yüceltmişler. Âdetâ, onlara peygamberlerin doğru yolunun ta’kîbcileri gibi ehemmiyet vermişler. Belki, ba’zı husûslarda isâbet payları vardır. Garîb karşılanacak bir durum. Elde güneş varken, mum ışıklarından meded beklemek çok yakışır bir hareket değil. Bizim fazîletli şehrimiz ve hayât tarzımız ise Asr-ı Saâdetdeki Medînetü’n-Nebî (asm). Hayâl değil; gerçek. Tatbîk edilmiş. Mes’ûd olunmuş. Asırlara numûne teşkîl etmiş. Gelin görün ki, insanlar kendi elleriyle saâdetlerini tar ü mâr etmiş. Şems-i Ezelî’den maddî ve ma’nevî nûrunu alan kâmil ve fâzılların reîsi, Hz. Muhammed’e (asm) dikilen gözler kaymış; hedefini şaşırmış. O Zât-ı Kerîm’in adı dilimizde kalmışsa da, yâdı dilimizden (gönlümüzden) çıkmış. O’nun öğrettikleri sathî ve resmî bir hüviyete bürünmüş. Başka merci’ler, başka numûne-i imtisâller aranmış; bulunmuş da. Eldeki mîzân bozulunca, netîcenin farkına varılmamış. Asır be asır, ümmeti aslına çevirmek ve tahrîbâtı ta’mîr etmek için gelenler lüzûmlu irşâd ve îkaz vazîfelerini yapmışlar. Kimi muvaffak olmuş, kimi olamamış. Hastalığını kabûl etmeyene tabîb ne yapsın? Şöhret sebebiyle olmayan husûsiyetlerin de kendilerine mâl edildiği nice mürşîd, nice nâsîh, nice âlim gelmiş. Gölgesi büyük, boyu küçük kalmışlar. Dinleyen de olmuş, dinlemeyen de. Hakkı ve hakîkati bulup teslim olan da çıkmış; yoldan sapıp giden de. Herkes niyetinin karşılığını nasıl olsa görecek. Ba’zen dünyâda hedefe ulaşılır. Ama çoğu zaman da iş âhirete kalır. Medîne-i fâzıla dünyâda olacak. Ona nâil olabilmenin yolu, fazîlette, kâinâtta eşi-menendi bulunmayan Zât-ı Âlîşân’a (asm) benzemeye çalışmak. Kerâmet şehirde değil, hemşehrîlerde. Kâbe-i Muazzama’nın içinde olsa, insan fazîlete sâhib olmazsa, fazîleti bulamaz. “Mekânın şerefi, orada ikamet edendendir.” Âhirette zâten hak ve bâtıl bütün tevâbii ile birbirinden ayrılacak. Hak, güneş gibi tecellî edecek. Oradaki hayât bütünü ile fazîlet, kemâl, cemâl, rızâ, saâdet. Cennetteki hayâtı kasdediyoruz tabiî. Bâtılın tecellîgâhından ve hâllerinden Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm’a sığınıyoruz. Asr-ı Saâdetdeki ilâhî boya hariç, insanlar için bir boyacı küpü henüz îcâd edilmedi. Hz. Peygamber’i (asm) bir def’a gören, ufak bir sohbetiyle müşerref olan en bedevî insan, işte öyle bir boyacı küpüne girip çıkmış oluyor ve “sıbğatu’llâh”la boyanıveriyordu. En câhil, en vahşî bir kişi, bir dakîka zarfında en medenî, en ârif bir şahıs olup çıkıyordu. Bu hâl, Resûl-i Ekrem (asm) için bir ikrâm, o şahıslar için birer mu’cize idi. Nübüvvetin ma’nevî makamını temsîl eden zevât hakkında bu ikrâm, bu kerâmet-i hakk devâm etti. Kiminin etrâfında toplanan nice katil, nice zâlim, nice câhil, nice ahlâksız insan; Muhavvile’l-Ahvâl’in lütf ü ihsâniyle ânî bir değişikliğe uğradı. Meselâ: zamânımızda bu vazîfeyi bihakkın îfâ eden Risâle-i Nûrlarda da geçtiği üzere; “Hattâ, iki-üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri” buna bir örnektir. İnsanlık hayâl ettiği ve hasretini çektiği bu emele kavuşabilecek mi? Mâdem ki, Hâlık-i Zü’l-Kemâl beşere bu duyguyu vermiş; o halde o hedefe de ulaşmak mümkün. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” Şartları yerine gelince elbette olur! Şartları hâzırlamak insanoğlunun elinde. Yüzyıllar süren savaşlar, haksızlıklar, zulümlerden gerekli dersi aldık. Şimdi barış, adâlet ve iyiliklere yöneldik. İşte bu ihtiyâcı tam hissedenlerce tahayyül edilen Avrupa Birliği gayesi. Tahakkuk edebilir mi? Neden olmasın! “İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor.” Arayanın bulması büyük ihtimâl dâhilinde. Samîmî bir niyet, hâlis bir himmeti tahrîk eder. Ferdlerin arzûları birleşince kavîleşir, kavmîleşir. Bir milletin himmeti dağları devirir. Âlem-i imkânda imkânsızlık olur mu? Duâ-i fiilî, duâ-i ıztırârî hâline gelir de, Mucîbü’d-daavât, icâbet etmez mi? Hele, Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve irâdesine, hikmet ve adâletine muvâfık olursa. Teşrîk-i mesâî zamânıdır. Taksîmü’l-a’mâl kaidesiyle işler kolay kılınmaktadır. Bir kısım insanlar maddî ilimlerin inkişâfı ile elde ettikleri netîceleri bu fazîlet şehrinin inşâında kullanacaklar. Bir kısım kimseler de bu şehirde yaşamak emelinde olanların ma’nevî taraflarını ihzâr ve ikmâl edecekler. Onların böyle bir hayâta lâyık hâle gelmeleri için gayret sarfedecekler. Kemâlâta ermeleri için yol gösterecekler. İşbölümünde bize ikinci yol isâbet etti. Yok, kendi kendine değil; ihsân-ı İlâhî ile omuzlarımıza konuldu. Vazîfemiz ehemmiyetli. Çalışacak sâhamız geniş. Zamân ise hayli dar. İşi küçük görmek veyâ gözümüzde büyütmek yok. Gerekli bütün âlât ü edevâta sâhibiz. Tecrübe ve mahâret, şahsen olmasa da, şahs-ı ma’nevîde cem’an var. İşbaşı borusu çoktan çaldı. Geri kalmayalım. Allâhu Teâlâ kolaylık versin. |
EKREM KILIÇ 28.09.2009 |
Yeni bir eğitim dönemi
Yeni bir eğitim dönemi artık başladı. İlköğretimden üniversiteye kadar büyük bir öğrenci potansiyeli pek çok devletin nüfusundan daha fazla bir sayı ile eğitime başlıyor. Bizim gibi ülkelerde sanayi gibi işkolları da fazlaca gelişmediğinden, memleketteki en büyük sektör en hareketli kesim öğrenci sektörüdür. Genç nüfus olması sebebiyle hem memleketin hem de insanımızın geleceği için de, en önemli sektör yine öğrenci sektörüdür. Bu kadar geniş bir saha ve büyük bir potansiyel için neler yapıyoruz? Neler yapmalıyız? Ya da bu faaliyetin neresindeyiz gibi soruları kendimize ciddî bir şekilde sormalıyız. Eğitim herkes için önemlidir. Fakat bizim için çok daha önemlidir. Başkaları kısa bir dünya hayatı için plan ve programını yaparken, biz hem dünya, hem de âhiret hayatının saadetine vesile olacak bir eğitim ve öğretimi hedeflemek durumundayız. Gerçekten dünya ilginçtir. Kimisi kendi çocuklarını bile okutamaz, eğitemez; bir kısmı da kendi çocuklarını eğitip yetiştirdiği gibi başkasınınkileri de eğitir, yönlendirir. En büyük avantajları da, onların en iyilerini, yani kaymak tabakalarını eğitirler. En nihayetinde de sahiplenirler. Çünkü eğitimi senin adına yapmazlar, yapamazlar. Hele sizinki tamir ve inşâ şeklinde ve diğerlerininki tahrip şeklinde ise ve ilâveten nefis ve hevaya bakıyorsa geleceğinizi kaybettiniz demektir. Bu, dünya kurulalı beri böyle. Devletlerden, milletlere; cemaatlerden cemiyetlere ya da ailelere kadar çok da farklı bir görünüm arz etmiyor. “Dünya kimin?” diye bir soru soracak olursak, elbette cevabı; başkalarının çocuklarını da eğitebilenlerindir. Tabiî hep tartışılır, dünya onların olduğu için mi başkalarının çocuklarını eğitirler; yoksa eğittikleri için mi dünya onlarındır. Fakat bu neticeyi değiştirmiyor, bize düşen acilen bir yerlerden başlamaktır. İslâm’ın hemen ilk yıllarından itibaren, kısa zamanda yayılıp binlerce yıllık medeniyetleri mağlûp etmesi eğitim ve öğretime verdiği önem ile doğrudan ilgilidir. Mekke devrinden itibaren gelen âyetleri tilâvet eden, hıfzeden ve tefekkür eden mü’minler, medenî milletlere üstad oldular. Peygamberimiz (asm), zamanının önemli bir kısmını bugünkü medreselerimizin ve manevî hizmetlerimizin aslı ve esası olan Ashab-ı Suffa ile ya da diğer sahabelerin de mekânı olan mescitte geçirirdi. Zaten herkes onun talebesiydi, sahabesiydi. Çoluk-çocuk, genç yaşlı, kadın erkek. Evet o Hâce-i kâinat idi, herkesin hocası ve muallimiydi. Yaratılışın hikmetini ve iki cihan saadetinin prensiplerini ders veriyordu. Elbette onun takipçileri de her yeri mektep ve medreselerle donattılar ve Avrupa içlerine kadar uzandılar. Batının Rönesansında Endülüs’teki medreselerin tesirini herkes teslim etmektedir. Evet biz bir zamanlar sadece kendi talebelerimizi değil Avrupalıları da eğitmişiz ama şimdi her şey tersine dönmüş. Müslümanların verdiği öncelik aslında tamamen Kur’ân-ı Kerim’e ve onun hakikatlarına dayanır. Meşhur olduğu gibi ilk emir “oku”dur. Ayrıca Tevbe Sûresindeki şu âyet de İslâm tarihi boyunca önemli bir esas olmuştur: “Bununla beraber mü’minlerin hepsinin birden topyekûn savaşa katılmaları uygun değildir. Her kabileden bir kısım insanlar da din ilimlerinde derinleşmeli ve kabileleri savaştan dönüp gelince onları uyarmalıdır ki, böylece Allah’ın azabından sakınırlar.” (Tevbe: 122) Nitekim cihadın çok önemli olduğu zamanlarda bile Osmanlı, ilim ehlini askerlikten muaf tutarak eğitim sahasında onları istihdam etmiş, fethedilen yerlerin İslâmlaştırılması gibi vazifeleri vermiştir. Kılıç ve kalem dengesini muhafaza etmişlerdir. Eğitim ve ilim bu kadar önemli. Sıralamada da mühim imtiyaza sahip. Gerçekten de buna uyulmadığı dönemlerde, zaman gelmiş ordular niçin ve kimin için savaştığını unutmuş, ya gittikleri yerde eriyip kaybolmuşlar, ya da zaferden sonra dönüp kendi memleketlerine geldiklerinde, istibdat ve zulümde yabancı işgalini aratmamışlardır. Kendi kaynaklarını da kuruttukları için en nihayetinde de yabancı kontrolüne girmişlerdir. Almanlar ve Japonlar, İkinci Dünya Savaşı’nda büyük bir mağlûbiyet almalarına rağmen, savaştan sonra kısa zamanda toparlanmışlardır. Bizim gibi ülkeler ise aradan geçen bunca zamana mukabil hâlâ bir sürü problemle boğuşuyor. Sebebi araştırmacılara göre açık; savaş onların ekonomik güçlerini ve askerî varlıklarını yok etti, ancak bunları ayakta tutan ve tekrar canlandıracak olan eğitim sistemi ve kalifiye insan gücü yok edilemedi. Gerçekte hadise öncelik sıralamasında bitiyor. Bir şey gerçekte önemli ise, birinci öncelikte ise, eğer yönetici iseniz, aile reisinden devlet başkanına kadar hangi konumda olursanız olun bizzat sizin ilgilenmeniz gerekiyor. Peygamberimiz (asm) Ashab-ı Suffa ile yiyecek ve içecekleri dahil olmak üzere her şeyiyle bizzat kendisi ilgilenmişti. İnsan yetiştirmek ve insan eğitmek bu kadar önemli. Hizmet sıralamasında Bediüzzaman Hazretlerinin Dördüncü Mesele’deki iç-içe daireler içinde iman hizmetinin en mühim vazife olduğuna dair ikazları konumuz açısından yol göstericidir. Yine Eskişehir Hapishanesinin penceresinden akibetlerini müşahede ettiği ve gözyaşlarını tutamadığı “liseli öğrenciler” eğitim hizmetinde vazifemizin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Evet Batılıların kısacık dünya hayatı için harcadığı bunca emeğin bir kısmını bile biz, iki cihan saadeti için harcasak sonuçlar şaşırtıcı olacaktır. Çünkü bizim elimizdeki hak ve hakikattır. Kaynağı, yeri ve göğü, içindeki canlı ve cansız bütün mahlûkatı ile idare edip terbiye eden Âlemlerin Rabbine dayanmaktadır. Yine kâinat kitabının muallimi, Hâce-i Kâinat, Rehber-i Ekmel ve Mukteda-yı Küll; en mükemmel rehber ve her yönüyle tabi olmak durumunda olduğumuz Peygamberimizin (asm) Sünnet-i Seniyyesine dayanmaktadır. Evet yeni bir eğitim yılı ile birlikte, Peygamberimizin (asm) Ashab-ı Suffa’sından Bediüzzaman Hazretlerinin Medresetü’z-Zehrâ’sına kadar uzanan uzun ve geniş bir yolda eğitim hizmetleri bizleri bekliyor. |
HASAN GÜNEŞ 28.09.2009 |