Faruk ÇAKIR |
|
Tehlike titreşim gönderdi! |
Öyle bir tehlike ile karşı karşıyayız ki, bu düşmanı mağlûp etmek için ‘dünya savaşı’ ilân edilse yeridir. “Dünyanın barışa yöneldiği günümüzde bu tehlike de neyin nesi?” diyenler olabilir. Aslında bu sorunun cevabı çok basit: Karşımızda ‘sanal’ bir âlem var ve bu başta çocuklarımız olmak üzere hepimizi ciddî olarak tehdit ediyor. Gerçi tehlikenin adı ‘sanal âlem’ ama inanın tehlike hiç de sanal değil. Az ya da çok hepimizi ilgilendiren, hepimizi tehdit eden bir tehlike ile karşı karşıyayız. Geçmişte televizyon yayınlarının sebep olduğu yıkımların daha büyüklerini yaşama ihtimâli var. Tekrar olacak, ama şunu en başta ifade edelim: Televizyon gibi internet imkânını da doğru şekilde kullanmak ve ondan istifade etmek mümkündür. Fakat gerçekçi olalım: Doğru şekilde kullanılması ‘teknik’ anlamda mümkün olan TV’yi bu yönde ne kadar kullanabiliyoruz? Elbette istense ve arzu edilse TV’ler kâinat kitabını okumak için bir vesile ve vasıta olabilir. Olabilir, ama olabiliyor mu? Nasıl ki bu soruya ‘oluyor’ demek mümkün değilse, ‘sanal âlem’in de mümkün olduğu hâlde ‘iyiye’ kullanılabildiğini söylemek mümkün değildir. Uzun süredir gündemde olan bu tehlike hakkında aileleri uyaran Anadolu Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışma Merkezi Müdürü Doç. Dr. Esra Ceyhan şöyle demiş: ‘’Aileler, çocuklarının internet başında geçirdikleri zamanı ve hangi amaçla kullandıklarını sürekli olarak denetlemelidir.’’ Elbette doğru ve haklı bir ikaz, ama şöyle bir durum daha var: Anne ya da babalar, çocuklarını denetleyebilmeleri için kendileri internet ya da TV’nin başından kalkabilmeli! Gecesini ve gündüzünü TV başında geçiren veliler, çocuklarını kontrol edebilirler mi? Etseler, tesirli olur mu? “Ne yapalım, internetsiz mi kalalım?” diyenler olabilir. Keşke mümkün olsa da internetin tehlikelerinden kendimizi ve çocuklarımızı koruyabilsek. Ama hiç değilse tehlikenin farkına varalım ve elden geldiğince kendimizi ve ailemizi bu belâdan koruyalım. Hâl ve gidişe bakılırsa önümüzdeki yıllarda bu konuları daha fazla tartışacağız. Nasıl ki meselâ 20 yıl önce TV’yi muhabbetle kucaklayıp onu dost bilerek evlerinin baş köşesine yerleştirenler hata yaptıklarını anladı. Aynı şekilde ‘sanal âlem’e teslim olanlar da bu tavrın yanlış olduğunu anlayacaklar. 20 yıl önce evinde televizyon olmamak ‘aydın’larca ayıplanacak bir hâldi. Bugün ise “Ah, keşke bizde de TV olmasa! TV bizi esir aldı, muhabbeti ve komşuluğu öldürdü” diyen uzmanların sesine şahit oluyoruz. Aynen onun gibi muhtemelen yakın bir zaman sonra “Şu ‘sanal âlem’den, internet tuzağından kendimizi ve ailemizi nasıl muhafaza ederiz?” sorularına cevap aranacak. Bugünden yapmamız gereken şey, ‘sanal âlem’den gelen tehlike ‘titreşimi’nin farkına varmak ve tedbir noktasında geç kalmamak olmalı. Avrupa’da, Amerika’da ve Uzak Doğu’da ‘sanal tehlike’ bağımlılığı sebebiyle tedavi görenlerin varlığıyla ilgili haberler de duyuluyor. Tehlike bu kadar büyümeden, bugünden tedbir almak en iyisi. Keşke “Bize bir şey olmaz” demekle bu tehlikeyi savuşturabilsek... 22.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Bu kimin bayramı? |
Elbette bizim, yani bir ay boyunca sevabını yalnız Allah’tan bekleyerek ve O'nun rızası için oruç tutan Müslümanların bayramıdır. Dün (meşrû mazeretsiz) oruç tutmamak haramsa, bugün de oruç tutmak haramdır. Peki, oruç tutmayan, özellikle de, keyfî olarak oruç tutmayan ehl-i siyam muhalifleri, günler öncesinden bavullarını hazırladılar bile, bayram tatilinden istifadeyle tatil beldelerine gitmek için; hak etmedilerse, onlara nasıl bayram oluyor o zaman? Bizde atasözü şekline gelmiş bir ifade var: “Oruç tuttuğuyla bayram etmez” diye. Aslında bu, geçimsiz insanların tavırlarını anlatmak için kullanılan bir cümleyken, şunu da anlamamız lâzımmış demek ki: Oruç tuttuğumuz kimselerle beraber bayramı da yapacakmışız. Zaten diğerleri, bizimle beraber oruç tutmadılar ki, bayram yapsınlar. Onlar; bayramı rahat yapsın diye, Müslüman’a verilen tatil imkânından faydalanmayı çok güzel biliyorlar. Aslında imkân olsa, özellikle devlet dairelerinde çalışanlar için bir uygulama getirilse, “Bu tatil, sadece oruç tutanların birbirine bayram ziyareti yapma kolaylığı için yapılmıştır. Oruç tutmayanların böyle bir derdi olmadığından onlara tatil yok, çalışmaya devam edecekler. Tıpkı Ramazan’da yemeye devam ettikleri gibi” denilse nasıl olur bilmem? Hem ibadet yapma, hem de O'nun nimetlerinden istifade et! Ne güzel şey! Zaten onların dilinde bu bayramın adı “Ramazan Bayramı” değil de, “Şeker Bayramı”dır. Nereden bulup, nasıl ihdas ettilerse böyle bir kelimeyi? Akılları fikirleri; hep yiyip içmek, nefsin her türlü arzusunu yerine getirmek olduğundandır her halde. Bu, yüzde iki-üçlük Nişantaşı sosyetesi kaynaklı hallerden nasıl kurtulacağız bilmem? Bu vatanın, bu milletin nimetlerinden istifade edip, ona aykırı işlerde bulunanlar, ne zaman milletle beraber olur acaba? Neyse, onları orada bırakalım. Evet, yapılan güzel bir işin sonunda hep mutluluklar olmaz mı? Mükâfât merasimi, düğünler, bayramlar gibi. İşte, Müslümanın senede en büyük iki umumî ibadetinin neticesinde, Cenâb-ı Hakk’ın onlara verdiği iki bayramdan biridir Ramazan Bayramı. İslâmın beş şartından biri olan orucun tutulması neticesi idrak edilen Ramazan Bayramı (fakirlere verilen fitreden dolayı “fıtır bayramı” da denir buna) ümmetin on beş asırdır îfâ ettiği bir bayramdır. Bir ay boyunca oruç tutup, ibadet ettiğimiz Müslümanlarla ortak sevincimizi paylaşırız bugün. İnsan, Hz. Peygamber’in (asm) şu iki hadis-i şerifinde bahsettiği: “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Ramazan orucunu tutarsa, Allah o kimsenin geçmiş günahlarını bağışlar.” “Kim Ramazan ayının faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek, Ramazan’ı ibadetle ihyâ ederse, geçmiş günahları bağışlanır.” halleriyle hallenirse, artık yeniden günah kazanmak için uğraşmaz her halde. Tabiî, bu arada mühim bir şey de şudur: “Ramazan gitti, kaldığımız yerden devam” dememeliyiz. Dünyaya gönderilmesindeki esas maksat; Rabbini tanıyıp, ona duâ ve kulluk etmek olan insan, gaflette bulunup da, ömrünü “vur patlasın çal oynasınla” geçirmeyip, Ramazandan sonra da yine ibadetlerine devam etmesi lâzım. Bayram gecelerinde yapılan ibadetlerin ehemmiyetini de, Peygamberimiz (asm) hadis-i şeriflerinde çok güzel ifade ediyor: “Ramazan ve Kurban Bayramının gecelerini ihyâ eden kimsenin kalbi, kalplerin öldüğü gün ölmez.” “Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe reddolmaz. Ramazan Bayramının ve Kurban Bayramının birinci geceleri, Berat Gecesi ve Arefe Gecesi.” “Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez: Regaib Gecesi, Berat Gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban Bayramı gecesi.” Bu müjdelere lâyık olmak için, o gecelerde çözülmeyip, gaflete düşmeden Rabbimize yönelmeliyiz, değil mi? Bir de; bu içinde olduğumuz Şevval ayı ile alâkalı yapmamız gereken mühim bir şey de, bu ayda altı gün oruç tutmaktır. Yine Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Kim Ramazan orucunu tutar ve Şevval’den de, ona altı gün daha eklerse, bütün seneyi oruç tutmuş gibi olur”. Hani her amele on sevap hesabıyla, Ramazan’da tutulan her orucun sevabı on, otuz günle onu çarpınca üç yüz yapıyor ya, aynı hesapla altı günü de onla çarpınca altmış ve dolayısıyla toplayınca da bir senelik oruç sevabı alınıyor İnşaallah. Allah’a abd olmak lâzım, onun rızasını kazanmak lâzım. Onun için de gayret edip, sevap ve mükâfâtlara gark olalım İnşaallah. Bugün bayramdır. Başka şeyleri bahane ederek, bayramın rengini değiştirmek isteyenler de olabiliyor maalesef; hani “Bayramsa bayramınız mübarek olsun” diye. Belki, âlem-i İslâm’da bazı bölgeler zulüm altında giriyor bayrama, elbette her dâim duâ ediyoruz onlara—Allah yardımcıları olsun—, ama bu bayram onlara da bayramdır. Belki hüzünlü bayram, buruk bayram olabilir, bazı musîbete giriftar olanlar için. Ama bu, bayramın bayram olma özelliğini de kaldırmaz. Cenâb-ı Hak, Ramazan ve bayramda yaptığınız bütün hayır ve hasenâtı kabul eylesin. Bayramınız mübarek olsun! 22.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Gerçek din kardeşliği |
Kâinatta mücadele değil, yardımlaşma hâkimdir. Güneş, ısı ve ışığıyla bitki ve hayvanları okşarken denizler buharlaşarak bulutlara yardım elini uzatır, bulutlar da yeryüzünün imdadına koşar. Şuursuz yaratıklar böylesine birbirlerine omuz verirlerken, bencillik yeryüzünün efendisi olan insana hiç yakışır mı? İslâm kâinat kitabında hükmeden bu kanunu dinen de zorunlu kılmıştır. Mü’min, mü’min kardeşini düşünmek, yardımına koşmak zorundadır. O kadar ki Allah, bu takdirde kuluna yardım edeceğini bildirmiştir. Bu gerçek bir hadis-i şerifte şöyle ifadesini bulur: “Kim mü’min kardeşinin yardımına koşarsa, Allah da ona yardım eder.” Hayatını iman ve Kur’ân’la şekillendiren Hz. Ömer’in (ra) dünyasında hep bunlar vardı. Birgün etrafındakilere baktı: “Falan falanın durumu pek iyi değil. Onlara yardım etmeliyim” diye düşündü. 400 altını bir keseye koydu. Ebû Ubeyde bin Cerrah’a gönderdi. Parayı götüren adama da sıkı sıkıya tenbih etti: “Emaneti teslim ettikten sonra, Ebû Ubeyde’nin yanında bir süre kal. Bakalım neler yapacak?” Adam keseyi Ebû Ubeyde’ye teslim etti. Ebû Ubeyde, paranın Halifeden geldiğini öğrenince çok sevindi. “Berhüdar olsun. Allah onu esirgesin” diye duâda bulundu. Bir an için düşündü, sonra da hizmetçisini çağırdı: “Al, şu yedi altını falana götür, şu beşini de falana ver. Şu beşini de falana...” diyerek altınları bölüştürdü. O kadar ki kesede hiç altın kalmamıştı. Bu davranışına hayran kalan Hz. Ömer’in (ra) adamı, sür’atle geri döndü. Olup bitenleri bir bir anlattı. Hz. Ömer bir kese daha hazırlamıştı. “Bunu da Muâz bin Cebel’e götür. Bakalım o ne yapacak?” dedi. Adam az sonra Muâz bin Cebel’in yanındaydı. “Bu emaneti size Halife Hz. Ömer gönderdi. İhtiyaçlarınıza sarfetmenizi söyledi” dedi. Muâz bin Cebel keseyi aldı ve “Allah Halifeyi korusun, berhüdar etsin” diye duâda bulundu. Hz. Ömer’in adamı merakla bakıyordu. Acaba Muâz bin Cebel ne yapacaktı? O da Ebû Ubeyde’nin yaptığı gibi yaptı. Hizmetçisini çağırdı: “Şunu al falana götür. Şunu falana… Şunu da...” diye bir bir dağıttı. Kese bitmek üzereydi. Muâz’ın hanımı dayanamayıp atıldı: “Efendi, bizim de ihtiyacımız var.” Bunun üzerine Hz. Muâz kalan parayı evine bıraktı. İşte Sahabe buydu. Kendilerinden çok mü’min kardeşlerini düşünürlerdi. Çünkü Allah Resûlü (asm), “Bir kimse kendisi için istediğini diğer bir mü’min kardeşi için de istemedikçe tam inanmış olmaz” buyurmuşlardı. Aracı, gördüklerini Halife Ömer’e (ra) anlatınca o da çok sevindi. “Bunlar kardeştirler” dedi. Ne güzel kardeşlik! 22.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Ya yük hamalı, ya nur hamalı... |
On bir ayın sultanı Ramazan bizi bırakıp gitti. Ama, güzel alışkanlıklar bıraktı. Eğer onları devam ettirebilirsek… Bir sefer iki öğün yeme antremanı yaptırdı. Demek bu yazın uzun günlerinde iki öğün yiyerek durabildik. Demek üç öğün ihtiyaç değil! Nefsimizin içine düştüğü yanılgılardan birisi de, sanki dünyaya yemek-içmek ve şehvet gücünü tatmin etmek için gönderildiğini vehmetmesidir. Ramazan boyu anladık ki, bu son derece yanlış bir algılamadır. O takdirde sırf midesini, şehvet gücünü tatmin için çabalayan mahlûklar derekesine düşülür! Şunu kendimize anlatmalı, nefsimize kabul ettirmeliyiz: Biz bu dünyaya yemek-içmek değil, imtihan için geldik ve bir misafiriz. Misafir ise, ev sahibine tâbidir. Size bir misafir geldiğinde, “Ben şu çeşit yemekleri isterim, şu içecekleri soframda bulacağım, şöyle manzaralı bir odada, kuş tüyü yataklarda yatacağım” gibi bir dayatmada bulunabilir mi? Misafirin sofrasına ev sahibi olarak ne koyarsanız onu yemek-içmek, gösterdiğiniz yerde yatmak zorunda. Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer hâsılı. İşte bu dünya Rezzak-ı Kerim’in bir misafirhanesi, insan da O’nun aziz bir misafiridir. O’nun tayin ettiği şeyleri, O’nun bildirdiği ölçüde yiyip-içebilir. Onları da misafirhane teşrifatçıları olan elçileri vasıtasıyla bildirmiştir. Diğer yandan birinci planda midemize değil, kalbimize ve ulvî duygularımıza hizmet edersek, nefis terbiyesini, duygu eğitimini başarıyla yürütürüz. Bunu da Hz. Peygamber’in (asm) sünnet-i seniyyesi dairesinde kalıp israftan sakınmak, az yemek, enerjimizi ulvî hakikatlere, tefekküre, ilme, zikre, tesbihe, virde ayırıp mânevî seyahat ve gözleme yönelerek başarabiliriz. İnsan, bedenine yüklenirse onu ağırlaştırır ve ruhunu geri plana iter. Ruhuna yönelirse, bedenini hafifleştirir ve mânen yükselir! Bu, aynı zamanda iç dünyamızın, duygusal âlemimizin aydınlanması demektir. Bir hadiste, “Kişi yeme içmeyi azalttığında içine nur, ışık, mânâ dolar” 1 denmesinin sırrı budur. Ramazan boyunca elde ettiğimiz içimize mânâ, ışık doldurma alışkanlığını, altı gün oruçlarda, keza sünnet olan Pazartesi ile Perşembe günlerinde de oruç tutarak devam ettirebiliriz… Ya yemek, yani madde hamalı olacağız, veya nur, mânâ, ışık hamalı!..
Dipnot: 1- Câmiü’s-Sağîr, Hadis No., 469. 22.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Cennet meyveleri dünyada yenir mi? |
Ahmet Bey: “Cennet meyveleri dünyadayken yenebilir mi? Böyle rivâyetler olduğu söyleniyor. Bu mümkün mü? Hurileri temaşa ettiğini söyleyenler var. Bu itikaden mümkün mü?”
Cenâb-ı Allah dünyada da, cennette de bizim için envâ-i çeşit nimetler yaratmış ve ikram etmiştir. Cennet meyvelerini dünyadayken fizikî olarak elde etme imkânı yoktur. Dünya nimetleri dünyada, cennet nimetleri de cennette yenir. Ne var ki, dünya nimetleri cennet nimetlerinin bir numûnesidir. Yani özeti ve fihristesidir. Bu açıdan, dünya nimetlerini şükretmek şartıyla yemek, bir bakıma cennet nimetlerinden yemek demektir. Çünkü asılları cennettedir. Burada tattırmak ve Cennetteki asıllarına işaret etmek üzere Cennetten geliyorlar. Kur’ân, Cennet nimetlerinden yiyenlerin şöyle konuştuklarını haber veriyor: “Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ‘Bu bundan önce yediğimiz meyvedir’ derler.” 1 Bediüzzaman Hazretlerine göre mü’minlerin bundan önce yedikleri ve Cennet nimetlerine benzettikleri nimetler dünya nimetleridir. Yani Cennetin meyveleri birbirine benzediği gibi, dünya meyvelerine de benzerler.2 Kezâ, Bediüzzaman Hazretleri duâsında, “Burada tattırdığın leziz nimetleri orada yedir” diyor. Ve dünyada tattığımız meyvelerin yüksek asıllarının Cennette bulunduğunu bildiriyor.3 Bu, bu sözün bir açısı... Bu sözün mecaz olarak kullanıldığı bir açısı da var ve örfen bu açıyla biliniyor. Bu söz örfte, görünüşte ifade ettiği hakikî mânânın dışındaki bir mânâyı göstermek için, yani mecazi olarak kullanılmıştır. Yani, bu sözle, din hizmetlerinden dünyevî bir makam ve mevki elde etmek kastı anlatılmak istenmiştir. Ki, bu şekliyle bu söz, bir tehlikeye karşı uyarı niteliği taşıyor. Çünkü, ibadetlerin ve dinî hizmetlerin meyvesini dünyada istemek, yani bu hizmetler yoluyla dünyevî makam, mevki, şan, şeref, rütbe, şöhret, itibar, keşif, kerâmet…vs. gibi tehlikeli sonuçlar elde etmeyi dilemek veya böyle sonuçları din hizmetine hedef olarak görmek, ahirette eli boş kalmak demektir. Oysa dine hizmet etmek bir ibadettir ve meyvesi ahirette vaad edilmiştir. Yani ahirette koparılacaktır. Ahiretteki meyveleri dünyada yemek istemek, bâkî ve tükenmeyen meyveleri, fani ve tükenecek şekilde imhâ etmek, yani telef etmek demektir. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, paha biçilmeyen elması, kırılgan cam değerine düşürmek demektir. Bediüzzaman konuyla ilgili olarak, misâl mahiyetinde bir rivayet zikreder. Şöyle ki: Eskiden, eşiyle birlikte büyük bir mânevî makamda bulunan, fakat geçim sıkıntısı çeken bir zât, bir gün bir kerâmete mazhar oluyor. Bir gün eşi kendisine, “Şiddetli bir darlık içindeyiz” dediği anda, yanlarına bir altın kerpiç düşüveriyor. Birden ikisi de seviniyor. Fakat bu zat biraz düşünüp murakabeye varınca, eşine diyor ki, “Cennetteki köşkümüzün bir kerpicidir.” Hanımı birden diyor ki: “Gerçi çok muhtacız ve ahirette de çok böyle kerpiçlerimiz var. Fakat fani bir sûrette bu zayi olmasın. O kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Duâ et, yerine gitsin. Bize lâzım değil.” Birden o kerpiç yerine gidiyor. Bunu da keşif ile görüyorlar.4 Burada görüldüğü gibi, bâkî bir altın kerpici fani olarak yemek, Cennet meyvelerini dünyada yemek demektir. Buna karşı duyarlı olmalı, Cennet nimetlerini Cennete bırakmalıyız. Bu hassasiyetin ihlâsa kuvvet verdiğini açıklayan Bediüzzaman, Risâle-i Nur Talebelerinin, hizmetleri esnasında ne kadar darlık çekerlerse çeksinler, hiçbir şekilde ahiretin bâkî meyvesini dünyada yemek istemediklerini, yani ahirete dönük hizmetlerini hiçbir şekilde dünyaya âlet etmediklerini bildiriyor. Hurilere gelince… Normalde dünyada temâşâ edilmez. Fakat rüya yoluyla veya bazen bir derece istiğrak veya cezbe gibi hallere mahsus olarak belirli sıfatlarla müstesna kişilere görüldüğü söyleniyor. Buna itikat bağlanmaz. Fakat yalanlamaya gerek de yok. Doğruluğu nakleden kişi ile sınırlı bir deyim olarak algılamakta fayda vardır. Ne inkârı dinden çıkarır, ne de itikadı imânı arttırır.
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 25. 2- İşaratü’l-İcaz, s. 198. 3- Sözler, s. 56. 4- Emirdağ Lâhikası, 76, 77. 22.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Çinlilere, Allah’ın varlığını anlattım |
ontrat sürem dolduğu için Türkiye’ye dönmek için müracaatta bulunmuştum. Şirketim de beni Türkiye’ye yollamak için gerekli girişimlerde bulunmuş ve işlemleri başlatmıştı. Bu vesile ile ülkeme dönüş yolculuğunda Çinli ve uzak doğulu insanlarla yapmış olduğum bazı sohbetlerimi paylaşmak istiyorum. Daishan Adasında gemiden ayrılmış ve havaalanının bulunduğu diğer bir adaya Zhousan’a feribot ile gidiyorduk. Acente yetkilisi Mr. Şao ile özellikle yol boyunca sohbetimiz oldu. Ayrıca Koreli bir başmühendis ve Filipinli bir İkinci Kaptan ile benzer konuları konuştuk. Mr. Şao’ya hangi dine mensup olduğunu sordum. Bana dininin olmadığını söyledi. Peki, “Allah’a inanıyor musun?” dedim. Yine olumsuz cevap vererek inanmadığını söyledi. Ailesini sordum. Annesinin Budist olduğunu söyledi. Fakat Budizm dinine de inanmadığını ayrıca bu inancı beğenmediğini ifade eden sözler sarf etti. Bu durum beni çok üzmüştü. Sadece Mr. Şao değil neredeyse bütün bir Çin dinden nasibini almamıştı. Bu arada Konfiçyus’u sordum. Konfiçyus’un bir din adamı olmadığını ve sadece insanlara öğütler veren iyi bir insan olduğunu söyledi. Bu durumda hazır sohbet etmeyi seven Mr. Şao’ya Allah inancının gerekliliğini anlatmaya çalıştım. Öncelikle ölüm olayını sordum. Bana öldükten sonraki hayatın olmadığını söyledi. Cennet ve Cehennem için de keza aynı şeyleri tekrarladı. “İyi ama yok olmak çok kötü bir şey değil mi?” soruma bu sefer “Sanki başka türlü oluyor mu?” diye soru ile cevap verdi. İşte o zaman Allah’ın var olduğunu ve bize verdiği “sonsuzluk” arzusunu kutsal kitabımız Kur’ân’da ve Peygamberimiz Hazreti Muhammed (asm) aracılığı ile vaad ettiğini söyledim. Bana Peygamber Efendimizi (asm) duyduğunu, ismini vererek anlattı ve yine sordu, “Allah’ı niçin göremiyoruz?” dedi. Kendisine dünyanın büyük bir imtihan yeri olduğunu ve bu imtihanı ancak Allah’ın var olduğunu söyleyerek kazanabileceğimizi söyledim. Yapılacak şeyin çok basit olduğunu, inanarak “Lâilâhe illallah” demenin imtihanı kazanmak için yeterli olduğunu söyledim. Bu esnada kendi şivesi ile “Lâ ilâhe illallah” cümlesini birkaç kez söyledi. Yine Allah’ın niçin var olduğunu sordu. Bu esnada feribotla yolculuğumuz devam ediyordu. Kendisine bu geminin kaptanı olmadan gidemeyeceğini söyleyerek, Güneş, Dünya ve Ay’ın mükemmel bir şekilde hareket ettiğini, bunların kendi başlarına böylesine sistematik bir şekilde hareket edemeyeceğini söyledim. Mantıklı bulduğunu ifade ettikten sonra “Cehennem niçin vardır?” sorusunu sordu. Sadece “iyi bir insan olsak” bunun yeterli olup olmayacağını merak ettiğini söyledi. Nedense Mr. Şao Allah inancını bir türlü kabullenmek istemiyordu. Ona yine mesleğim ile ilgili örnekler vererek Allah’a inanmak gerektiğini anlatmaya çalıştım. Dedim ki; “Benim şu geminin kaptanı olduğumu biliyorsun, eğer bana ‘Sen bu geminin kaptanı olamazsın’ dediğin takdirde sinirleneceğimi ve bana hakaret etmiş olacağını kabul edersin değil mi?” diye sorduğumda, gülerek, elbette böyle bir şey söylenirse, kızmanın normal olduğunu söyledi. “O halde dünyayı ve yıldızları yaratan ve mükemmel bir düzen içinde idare eden Allah’ı tanımaz isek, bu durum kötü bir şey değil midir?” diye sorduğumda Mr. Şao diyecek bir söz bulamadı ve daha önce söylediği sözlerin aksine Allah’a inanmanın gerektiğini ifade etti. Söylediğim şeylerden etkilendiği belli oluyordu. Bundan sonraki konuşmalarımızda bir “ateist” olarak değil de, kendisi ile inanan bir insan gibi konuşmaya devam ettik. Eşinin inancı olup olmadığını sordum. “Belki” dedi, “Belki de Allah’a inanıyordur” ve bundan mutlu olacağını söyledi. Mr. Şao’ya dinsiz bir hayatın olmayacağını, yok olmanın insana çok büyük bir sıkıntı vereceğini anlatmaya çalıştım. Bu arada şu soruyu sordum: “Krallar gibi bin sene yaşamak mı istersin, yoksa sonsuz fakat normal bir hayatı mı arzularsın?” Ne yazık ki bin sene yaşamayı tercih edeceğini söyledi. “İyi ama yok olmak insana çok büyük bir ıztırap veriyor, kaldı ki sevdiklerimiz, her şey yok olacak, buna kalbin nasıl katlanıyor?” diye söyleyince gülmeyi bıraktı ve ciddî biçimde beni dinlemeye başladı. Ben, böyle bir şeyi asla istemeyeceğimi söyledim. Kalbimin, sıkıntılı bir hayat bile olsa, sonsuzluğu arzuladığını ifade ettim. Bunu, haklı olduğumu gösteren bir yüz ifadesi ile gösterdi. Sonunda Zhousan adasına varmıştık ve sohbetimizi burada noktalamak zorunda kaldık. İnşallah muhatabım Mr. Şao, bu sohbetten olumlu bir şekilde istifade etmiştir. Onu bilmem ama ben Allah’a ve onun son elçisi olan Hazreti Muhammed’e (asm) inanmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu, sohbet sonunda daha iyi anlamıştım. Çinlilerin ölümü çağrıştırdığı için “4” rakamını yani “sı” ifadesini niçin sevmediklerini şimdi daha iyi biliyordum. Rabbimden dileğim; bütün insanların âlemlere rahmet olarak gönderilen son Peygamber Muhammed Mustafa’ya (asm) inanmasına vesile olacak fırsatları sunmasıdır. Bunun için çalışan bütün kardeşlerimize rahmet ve bereketi ile yardım etmesini bütün kalbimle niyaz ediyorum… 22.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Nurullah AKAY |
|
Kur’ân okumak, anlamak ve yaşamak |
Bizi insanlığın en yüksek mevkiine çıkaracak mânevî hazinelerimiz bulunmaktadır. Şüphesiz bu hazinelerin ana kaynağı Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Azîmüşşan’dır. Evet Kur’ân’ın hakikatleri ışığında yazılan her eser mutlaka değerlidir. Bizim mânevî açlığımızı gideren eserlere imza atan İslâm âlimlerinden Allah binlerce kere razı olsun. Günümüzde asrımızın karanlık fitnelerinden insanlığı Kur’ân’ın nuruyla çıkarmaya çalışan imanî ve Kur’ânî eserlerin başında, bir çok ehl-i tahkikin tasdikiyle şüphesiz Bediüzzaman Said Nursî tarafından yazılan Risâle-i Nur eserleri bulunmaktadır. Bunun delili de, bu eserlerin kırktan fazla yabancı dile çevrilmesi ve dünyanın her tarafındaki insanların bunlardan istifade ederek imanını kurtarmasıdır. Her gün okunması gerektiğine inandığım Kur’ân tefsiri Risâle-i Nurlardan Rabbimin bizleri son nefesimize kadar ayırmamasını diliyorum. Zira bu eserlerle dinimiz İslâm’ı daha iyi tanıdık, İlâhî kelâm olan Kur’ân’ın değerini daha ziyade takdir ettik. Risâlelerden aldığımız derslerle her gün mutlaka Kur’ân’ı okuma ihtiyacını duymaktayız. Daha yeni uğurladığımız Ramazan-ı Şerif ayında Kur’ân okumanın değerini daha iyi anladığımı söyleyebilirim. Zira bu Ramazanda Rabbim, her zamankinden fazla Kur’ân okumayı bana nasip etti. Bu ayda kazandığım mânevî havayı daha önceleri yakalamayı çok arzu ederdim. Şüphesiz yine de Rabbime ne kadar şükür etsem azdır. Ramazan ayında Kur’ân ile ilgili yaşadığım bir durumun hâlâ etkisi altındayım. Şöyle ki, Ramazanın yirmisinde hatmimi yapmış ve kalan on günde bir hatim indirmeye karar vermiştim. Önceleri biraz tereddüt ettim. Acaba arkadaşlarımla birlikte okuduğum cüzle birlikte, günde dört cüz okuyabilir miydim? Ancak tereddüdüme rağmen okumaya başladım. Baktım okudukça daha çok okumak istiyorum. Ben de tahmin etmiyordum, ama Rabbime şükür dört günde bir hatim indirdim. Gece boyunca Kur’ân okuyor ve hiç sıkılmıyor, uyku aklıma bile gelmiyordu. Dört günde hatmimi yaptıktan sonra, artık kalan altı gün içinde ikinci bir hatim yapmak bana zor gelmeyecekti. Kalan altı günde rahat bir şekilde Kur’ân bahçesinden gülleri derdim. Okudukça Kur’ân âyetlerinin mânâlarını biraz daha iyi anlamaya başlıyor ve Rabbimizin biz insanlara verdiği mesajları daha çok sindirmeye çalışıyordum. İtiraf edeyim ki, şimdiye kadar, Üstad Bediüzzaman’ın, sadece yanında Kur’ân-ı Kerim’i bulundurarak eserlerini yazmasını anlamakta zorluk çekiyordum. Günde ortalama yedi cüz okurken, acizane bir nebze de olsa durumu anlamıştım. Evet Kur’ân bir İlâhî hazineydi. Eğer üzerimizdeki gaflet perdelerini yırtıp Kur’ân denizine dalabilirsek, hiç tereddütsüz söylüyorum ki, fikir dünyamıza insanlığımıza lâyık cevherler kazandıracağız ve ancak o zaman gerçek bir insan olabileceğiz. Zaman gösteriyor ki, insanlığın tek kurtuluşu, Kur’ân’ı tanımak ve hükümlerine tabi olmakladır. İnsanların ortaya koymuş olduğu kokuşmuş reçetelerden insanlık şimdiye kadar kayda değer bir şey kazanamamıştır. İnsanlığa huzur için sunulan dünyevî reçetelerin hiçbiri insanı gerçek insan yapmaya yetmemiş, ona aradığı huzuru verememiştir. Bunu insanlığın her devirde vahşîleştiğinden, yeryüzünün bir türlü huzuru bulamamasından anlıyoruz. Zira insanlığın gerçek huzuru bulduğu sadece bir devir vardır ki, o da Kur’ân hükümlerinin eksiksiz bir şekilde hükümfermâ olduğu, Peygamber Efendimizin (asm) yaşadığı “Asr-ı Saadet”tir. Bir Müslüman memleketinde olmakla çok yakın olduğumuz yüce Kitabımıza ne yazık ki ondan istifade etme cihetinden uzak bir durumdayız. Bir İslâm ülkesinde bu Allah’ın kelâmını yasaklayabilecek kadar insanlık kisvesinden uzaklaşmış insanlar bulunabilmektedir ne yazık ki... Demektir ki insî şeytanlar da vazifelerini yapmaktadırlar. İnsanlığın nefs-i emmâresi durumunda olan şeytanlar, mânevî hazinelerimizden yeterince istifade etmememiz için ellerinden geleni yapıyorlardır. Unutmamamız gerekir ki, kurtuluş ve ferec istiyorsak Kur’ân’a daha sıkı sarılmaktan başka yol bulunmamaktadır. Lâyık gönüllerde taht kuran Kur’ân-ı Azimüşşan’ın bize ihtiyacı bulunmamaktadır. Ama hâl-i âlem gösteriyor ki, biz ifade edilmesi zor bir hasretle o kurtuluş reçetesine muhtacız...
NOT: Mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, yaşadığımız Ramazan ayının mânevî havasının, bütün ömrümüz boyunca hayatımızda belirleyici olmasını Rabbimden dilerim. N. A. 22.09.2009 E-Posta: [email protected] |