Röportaj |
|
Varlığa düştük varlığımızı unuttuk |
Yazar İskender pala "Yunus Emre’nin "Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı" dizesi beni yüreğimden vurur. Varlığa düştük var olduğumuzu unuttuk. İçimize yapacağımız yolculuğu ihmâl ettik. Eskiden "gülümse, paylaş, dostluk kur" gibi telkinler yapılırken bu gün "tut, kopar, çek al" gibi toplumu sömürmek üzerine telkinler yapılıyor" dedi. Bayram, ilâhî bir hediye olarak karşımızda duruyor. Onu anlamak, kavramak, yaşamak belli bir bilgi ve duygu gerektiriyor. Bayramı yaşamak için ruhumuzu, zihnimizi, kalbimizi hazırlamalı, onu doyasıya yaşamaya, hissetmeye çalışmalıyız. Biz de bu hafta divan şiirleri araştırmalarıyla tanınan, aşk ve tasavvuf üzerine kalem oynatan yazar İskender Pala ile eski bayramlar ve değişen bizler üzerine konuştuk… Divan şiirleriyle ve eski edebiyatımızla ilgilenen biri olarak tarihte bayramlar nasıldı? Divan edebiyatı bizim kültürümüzün geçmişiyle ilgili ip uçları içerir. Bayrama dair söylenmiş şiirler ve beyitlerden yola çıkarak tarih araştırması yapıldığında şairlerin bayramı gördükleri tarz ile insanların yaşadıkları tarz arasında birkaç teşbih ve hayâl dışında fark olmadığını görürsünüz. Divanlara bakıldığında insanların dinî yükümlülükleri yerine getirirken biraz daha coşkulu olduğu söylenebilir. Bayrama özel hazırlıklar devletin resmî kanallarıyla halka tevdi edilirdi. Bunlar içinde Sultan’ın bayram namazını nerede kılacağı, halkı nerede selamlayacağı gibi hususlar vardı. Bu ilân İstanbul’un çevre yerleşimleri olan Üsküdar, Beylerbeyi, Çengelköy, Bakırköy gibi yelere de iletilirdi. Bunların yanında bayramlıkların ve bayram hediyelerinin kaça satılacağı, pazarların nerelerde kurulacağı yine devlet tarafından tayin edilirdi. Devlet bizatihi bu kadar bayramın içindeydi öyle mi? Evet. Mesela Üsküdar meydanında bayram eğlenceleri için düzenlemeler yapılırdı. Atlı karıncalar, salıncaklar, cambazlar gelir, acayip hayvanları gösterecek insanlar her taraftan sökün ederdi. Her mahallenin bayramlaşma günü duyurulur, o gün kimse evini terk edip gitmezdi. Çünkü insanlar büyüklerin ellerini öpmek için mevsimine göre terleyip ya da üşüyerek gelirdi. Çoluk çocuk geldiğinizde kapı duvar bulmamanız için mahallenin kabul günleri olurdu. Herkes birbirini tanıyordu değil mi? Eskiden toplum birbirine omuz vermiş bir istinatgâhta yek vücut, cemaat olarak yaşardık. Şimdi kalabalıklar içinde yalnız yaşıyoruz. Eskiden sokaklarda on, onbeş ev olurdu ve sokağın itibarı ve statüsü insanlar için çok önemliydi. Herkes birbirini tanırdı. Dolayısıyla sizin falanca yerden gelmiş tanıdığınız girecek bir kapı bulurdu. Bugün olduğu gibi eskiden de şehri tanımayanlar için şehri keşif yolculuğu olurdu. İnsanlar deniz kenarlarına, Sultanahmet Camii’ne ziyaretlerde bulunurdu. Bayramlarda büyükleri ziyaret sadece canlılarla sınırlı değildir. Şehrin büyükleri ve herkes bağlı olduğu büyük zatların kabirlerini ziyaret ederlerdi. Bugünkü gibi seküler bir toplum değildik. Ya çocuklar? Çocukları alıştıkları hayatın dışında renkli bir hayat beklerdi. Salıncaklara binecekler, acayip hayvanları göreceklerdi. Eyüp oyuncakçıları iki bayrama özel oyuncaklar üretirlerdi. Oyuncaklar moda olur şehrin bütün sokaklarında çocuklar bunlarla eğlenirlerdi. Bir çocuğun bu oyuncağa sahip olmaması gönül yapmayı beraberinde getirirdi. Az önce bu kadar seküler değildik deyince bayram ve tatil aklıma geldi… Bayram evde oturularak olur. Bunun yanında insanların içinde bulundukları şehrin materyalist çemberinden kurtulmak için sakin ve tabiî bir yere gitmek istemelerini anlamamak mümkün değil. Son zamanlarda aileye vurgu yapan reklamlar insanları eve bağlar duruma geldi diye düşünüyorum. Şehrin materyalist çemberini ailemiz ve dostlarımızın muhabbetiyle bayram buluşmalarında kıramaz mıyız? Toplum insicamını, cemaat ruhunu kaybedip tekil hayatlar yaşamaya başlayınca kendimize göre eğlenme, dinlenme, hayat sürme anlayışına itildik. Artık mahallelerin halk evleri yok, camide birbirini tanıyan insanların nüfusa oranı yüzde iki ya da üç, eskisi gibi mahalleyi bir arada tutacak mahallenin hamisi de yok. Eskiden mahallenin zenginleri bakkalları bir bir dolaşır borcunu ödeyemeyenlerin hesaplarını kapatırdı. İhtiyaç sahibi aileler Arefe günü kapılarında hediye paketleri bulurlardı. Mahalleyi destekleyen ve neredeyse sorunsuz hâle getiren cemaat anlayışı şimdi yerini birbirini tanımayan apartman kültürüne bıraktı. Bu kadar kopuk hayatlar yaşayınca bayramın arkadaşlarla buluşmaya vesile olma anlayışı geride kalıyor. Başkalarını mutlu etmekten mutlu olmayı da unuttuk galiba… Bu bir seciye, anlayıştı. Eskiden dudağı bükülmüş, yüzünde hafif hüzün dolaşan, başını eğmiş kimseyle konuşmayan, dalıp dalıp giden birini gördüğümüzde elimizi omuzuna atar “Gerçi tanışmıyoruz ama yardım edebileceğim bir şey varsa söyle bir çaresi vardır. Allah var keder yok” derdik. Bugün eve götürecek ekmeği olmadığı hâlde susan adam, televizyon programlarına çıkıp sunucudan “Şunu da ver bunu da ver” diyerek yalvaran adam olmuş. Yardım etmek isteyen insanlar da “o senin problemin” demeye başlamışlar. İstemeyi zul addeden bir toplum milyonların gözünün önünde televizyon ekranlarında yalvarıyor. Bu modern hayatın ezici bir kahrı. Eskiden toplum daha Rahmanîydi… Yani hiçbir olumsuzluk yok muydu? Elbette vardı. Eskiden meyhaneler bayramın birinci günü gelecekler için promosyonlar hazırlardı. Hediyeyi ilk gelenler alacakları için meyhane kuşluk vakti açılırdı. İyi ile kötü, güzelle çirkin arasında olduğu gibi şöyle düşünenle böyle düşünen arasında fark olursa toplum sağlıklı yürür. Bugünün tabiriyle muhalefet güçsüzse iktidarın da gücü azdır. Muhalefetin de gücü olmalı. Bugün toplumda ne kadar iyilik ve kötülük varsa o gün de aynıydı, ancak toplum dinin yaptırımlarına göre temerküz ederdi. İnsanı mutlu eden hayatın dokunulabilen kısmı değildir. İnsana yaşadım dedirten hayatın dokunulmayan kısmıdır. Zihnimiz, ruhumuz, kalbimizdir… Bugün insanlar birbirlerine, farklı düşünenlere karşı daha mı acımasız? Elbette hiç şüpheniz olmasın. Size ilginç bir örnek vermek isterim: Namık Kemal, tarihimizde masonluğu, bugünün manasıyla anarşist ruhu ve Batı’yı örnek aldığı için biriktirerek geldiğimiz kültürel değerlerimizin eleştiricisi olarak bilinir. Namık Kemal’in dinî duyarlılıkları bugünün birçok din adamlarından daha sağlamdır. Onun bazı kitaplarını yeni harfe çevirirken “Ben böyle olamamışım” diyerek daktilomun üstüne gözyaşlarımın döküldüğünü bilirim. Bir şeyi, İslâmî hassasiyetleri öyle yüksek anlatır ki insanın kalbine vurur. Bugün sen öyle düşünemediğin için hayıflanırsın… Her çağın kendi imtihanı vardır. Bugünün gençlerinin imtihanı başörtüsüdür ya da üniversitede okuyup okumamaktır. Sizin imtihanınız neydi? Benim gençliğimin imtihanı sağ-sol çatışmalarıydı. Ondan önceki zamanın imtihanı “Geleneği red mi edeceğiz? Kur’ân okuma yasağına nasıl direneceğiz?” idi. İnsanlar harmanlanıyor ve biz kendi imtihanımızı yaşıyoruz. Değişen sadece kıyafetler. İnsan ögesi; iyiler ve kötüler hiç değişmiyor. Toplum içinde bu böyle; ibre iyiler lehine yükselince devlet yükseliyor. Ben tarihin satır aralarında çok dolaştım, o koridorları çok iyi bilirim. Öyle adamlara rastladım ki; “Bu çağda yaşasa eteğine tutunsam kurtulup gitsem” dedim. Aynı tarih içinde öyle adamlara da rastladım ki; yaptıklarına, bize bıraktıklarına baktım, “Benim atam bu herifse olmaz olsun” dedim. Topluma baksak bugün de aynı şeyleri söyleriz. Toplum, düşkünlerine artık sahip çıkıyor mu? Bu, modern hayatın sadece bizde değil Hırıstiyan toplumlarda da meydana getirdiği bir hastalık. Bunun sebebi yapı bozukluğu. Eskiden bir mahalleye biri geldiğinde ikametgâh ilmuhaberi alması için o mahallede beş sene oturması gerekirdi. O beş yıl içinde adamın bütün kişiliği ortaya çıkardı. Mahallenin muhtarı, imamı, ihtiyar heyeti ve bekçisinin sizi “mahallemizdedir” diye tarif etmesinden sonra kapınızı sonuna kadar açıp üç ay gemiyle yol alsanız geri döndüğünüzde ne bir iğnelik malınıza ne de bir canınıza halel gelir. Birinin ayağı yoldan çıktığında, ayağı kaydığında mahalle onu kazanmak için elinden geleni yapardı. Bugün bunu yapamadığımız için sokakların hâlini görüyoruz. Bunu yapacak anlayış bizim yatay hayatlardan dikey hayatlara geçmemizle başlamıştır. Bunu biraz daha açar mısınız? Bir bahçedeki elma komşunun bahçesine sarktığında onun başka bir meyve dikmesi istenirdi. Ne de olsa ağaç mahallenin ağacıydı. Daha sonra apartmanlar dünyası insanları üst üste yığdı. İnsanlar basık tavanlar, köşeli duvarlar arasında ve metal kapı kollarına dokunarak girip çıkmaya başladı evlerine. Toprağa ayak basamaz, gökyüzünü göremez oldu. Eskiden 150 metrekare bir alanda bir aile yaşarken bu toprak üzerinde sekiz katlı çift daireli binalar dikildi. Apartmanın önündeki birkaç arabalık park yeri için insanlar kavga etmeye başladı. Yunus Emre’nin “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” dizesi beni yüreğimden vurur. Varlığa düştük var olduğumuz unuttuk. İçimize yapacağımız yolculuğu ihmal ettik. Eskiden “gülümse, paylaş, dostluk kur” gibi telkinler yapılırken bugün “tut, kopar, çek al” gibi toplumu sömürmek üzerine telkinler yapılıyor. Artık bayramlarda hastaneler de unutuldu… Eskiden bayramlarda hastane ziyaretleri mi yapılırdı? İki litre süt alıp çocuğunun elinden tutup hiç tanımadığın bir nineciği ziyaret etsen “Seni seviyoruz” desen onun iyileşmesine ve o günü bayram sevinciyle geçirmesine yardım edersin. Bir de “Matem ehlinin iyd yasını arttırır” sözü vardır yani bayram bazen yaslı olan birinin kederini arttırabilir. Bayram herkese aynı şekilde gelmez. Herkesin çocuğu gelirken sizin çocuğunuz gelmiyorsa hüznünüz artar. Onun için komşularımızın ve yakınlarımızın kederlerine ortak olmalıyız. Son zamanlarda reklamların aile üzerine vurgu yaptığını söylediniz. Bayram ve aile birbiriyle bağlantılı değil mi? Bayram sadece aile değil silsile demektir. Bayram dört göbek aile fertlerinin bir arada olması demektir. Cıvıl cıvıl çocuklarla köşesine oturmuş ihtiyarların birbirini anlaması demektir. Çocuk ilerde o köşede saygınlık göreceğini düşünür. İhtiyar ise torunlarına bakar, yaşama sevinci kazanır ve arkasından duâ edecek olanları görür. Toplum böylece yüzyıllar boyunca akar gider. |
21.09.2009 |