H. İbrahim CAN |
|
Kıbrıs’ta, ikinci uzlaşamazlık turu başlarken |
Kıbrıs’ta ikinci tur görüşmeler dün başladı. Bu turda ilk olarak şu ana kadar üzerinde hiçbir yakınlaşma sağlanamayan “Yürütme” başlığı ele alınıyor. Bu konuda Rumlar Başkan ve Başkan Yardımcısının tek liste üzerinden ve ağırlıklı oyla doğrudan halk tarafından seçilmesini öngören bir başkanlık sistemi öneriyor. Türk tarafı ise nüfus oranını dikkate almayan bu sistemi reddederek, üyeleri senato tarafından ve tek liste üzerinden ayrı ayrı çoğunlukla seçilecek bir başkanlık konseyi sistemi öneriyor. Buna da İsviçre’yi örnek gösteriyorlar. Bu konseyde başkanlık konseyi 7 kişiden oluşacak ve bunların dördü Rum, üçü ise Türk tarafından olacak. Başkan ve Başkan yardımcısı aynı federe devletten olamayacak ve 3:2 oranında rotasyon usulüyle görev yapacaklar. Kıbrıs Rum kesimi 9 kişiden oluşan ve altısı Rum olacak bir bakanlar kurulu öneriyor. BM uzmanları iki tarafın da görüşlerini içeren ortak bir çözüm bulmaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün önde gelen eski uluslar arası siyasetçilerden oluşan Yaşlılar Grubunu kabulünde, Cumhurbaşkanı çözüm için sürenin daraldığını, uluslar arası toplumun sürece olan desteğini göstermesi gerektiğini vurguladı. Gerek Cumhurbaşkanı, gerekse iki gündür raporlarını değerlendirdiğimiz Bağımsız Türkiye Komisyonu üyeleri, Avrupa Birliği’nin Annan Planını kabul eden Türkleri cezalandırdığını, oyunbozanlık eden Rumları ise ödüllendirerek Avrupa Birliğine aldığını belirtiyor. Rum kesiminin bu ödüllendirme sonrası ilk icraatı ise Kıbrıslı Türklerin AB pazarına doğrudan erişimini sağlayacak Doğrudan Ticaret Tüzüğünü engellemek oldu. Halbuki Kıbrıs’ta varılacak bir uzlaşma bütün taraflara yarar sağlayacaktır. Türk toplumu AB vatandaşlığını kazanacak ve AB ile bütünleşmenin getirdiği bütün ekonomik ve siyasal avantajlardan yararlanacaktır. Kıbrıslı Rumlar da “Türk askeri korkusu” olmadan yaşayabilecek, Türkiye limanlarından yararlanabilecektir. Türkiye ve Yunanistan ise adanın kendi ekonomilerine yüklediği yükten kurtulurken, iki ülke arasında daha çok işbirliği ve barış havası egemen olacaktır. Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü, anlaşmaya varılması halinde Kıbrıs ekonomisinin yedi yılda on puan büyüyeceğini hesaplamaktadır. Türkiye bu turun yıl sonuna kadar tamamlanmasını istiyor. Çünkü asıl somut gelişme bir sonraki “al-ver” sürecinde sağlanacak. Ancak şimdiye kadar sağlanan ilerlemelere bakıldığında, takvimin Türkiye’nin istediği hızla yürümeyeceği anlaşılıyor. Çünkü Rum kesimi AB üyeliğinin tüm imkanlarından tek başına yararlanmaya devam ediyor. Statükonun devam etmesinde zararda olan taraf Rumlar değil. Ülkemizde de, barış anlaşmasını Kıbrıs’ın kaybı olarak yorumladığı için statükonun devamını isteyenler var. Bu tura katılacak olan BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer’ın bu çetin sürece yapıcı bir hava getirip getiremeyeceğini zaman gösterecek. Ancak Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ve Amerika’nın Rum tarafına baskı yapması halinde somut ilerleme kaydedilmesinin mümkün olacağı kanaatindeyiz. Aksi halde ikinci tur uzlaşmanın imkânsızlığını ispatlama turuna dönüşebilir ve Kıbrıs yeniden yıllardır süren kısırdöngüsünden çıkamaz. 11.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Kanı durdurmak |
Akan kanı durdurmak ve anaların gözyaşını dindirmek… Hükümetin, yavaş yavaş kapatma sinyalleri vermeye başladığı son “açılım”ı başlatırken en çok kullandığı söylemler bunlardı. Aslında bunlar herkesin ortak dileği, ama nasıl olacak? Burada hem dağdakileri indirmek, hem de örgüte yeni katılımları önlemek için artık şimdiye kadar uygulananlardan farklı strateji ve söylemlere ihtiyaç duyan devlete, hem de vaktiyle “devlet adına” yapılan haksız uygulamaların mağdur ettiği kesimlere düşen görevler var. Meselâ devlet, örgütte hızlandığı söylenen çözülmeyi hızlandırmak ve dağdan inmek için fırsat kollayanları teşvik etmek adına, en azından şu dönemde askerî operasyonları askıya alsa, örgüte karşı verdiği mücadelede yenildiğini mi göstermiş olur, yoksa büyüklüğünü mü? Bu mücadelenin mağdurları ise iki kesimden oluşuyor: şehitlerin ve teröristlerin aileleri. Evlâtlarını kurban vermiş olan bu aileler ve bilhassa anneler, birbirinin acısını en derin şekilde anlayıp hissedebilecek ve paylaşabilecek durumda olan insanlar. Onların, “Artık bu kan dursun, çocuklarımız ölmesin, anneler ağlamasın” talebiyle ortaya koyacakları ortak bir irade ve inisiyatif, çözüm ikliminin oluşmasına en büyük katkıyı sağlar. Onun içindir ki, çözümü istemeyenler, bu yöndeki girişimleri sabote edip boğmak ve bilhassa şehit ailelerinin acısını istismar ederek olayı sonu gelmez bir kan dâvâsına dönüştürmek için yoğun şekilde çaba sarf ediyorlar. Her şehit cenazesinde veya askerî törende tekrarlanan “kanı yerde bırakmama, son terörist yok edilinceye kadar mücadeleyi sürdürme” söylemleri de bu çabalara güç veriyor. Ama Türkiye’nin bu meseleyi daha sakin bir tavırla, hassas duyguları dikkate alan, ama çözüm arayışlarını onlara kurban etmeyen sağduyu bir yaklaşımla ele alması lâzım. Bediüzzaman’ın “zulüm görmüş, kin bağlamış, (…) af ve istirahat-ı umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden herkesin asabına dokunduran” tavra yönelik eleştirileri (Münâzarât, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 229-30), işin bu cihetine ışık tutan önemli bir mesaj içeriyor ve “kana kan, intikam” mantığıyla bir yere varılamayacağını ifade ediyor. Yine Said Nursî’nin, ölümle sonuçlanan hadiselerde, geride kalanlara yaptığı tavsiyeler de bu bağlamda özel bir önem kazanıyor: “Birisi birisinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir. “Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, her halde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O katil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. (…)” Bahsin devamındaki şu cümleler, terör belâsının kurbanları için bilhassa önemli: “Eğer o katl, bir adavetten (düşmanlıktan) ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz’î musîbet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit duâ etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar.” (Sözler, s. 247-8) Böyle bir barış ve musalâha, evlâtlarını kurban vermiş olanlar için elbette çok acı ve hazmı zor birşey. Ama “Ben yandım, başka analar yanmasın” sözündeki derin şefkati yüreklerinde paylaşan analar başta olmak üzere, vicdan ve sağduyu sahibi herkes, Bediüzzaman’ın bu ifadelerinde telkin edilen insanî ve vicdanî dersleri almaya ve vermeye hazır olsa gerek. Hem akan kanı durdurup bu işin kör bir kan dâvâsına dönüşmesini engellemek, hem adaletten ilânihaye kaçmaları imkânsız teröristlere dahi gerçek anlamda pişman olup tevbe etme fırsatı tanıyan eşsiz bir insanlık dersi vermek, hem de bu kanlı kısır döngüden kirli kazançlar sağlayan iç ve dış mihrakların kurduğu tuzakları bozmak adına… 11.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Suçlu biziz! |
Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’un İkitelli bölgesinde yaşanan sel felâketi sonrasında “Suçlu kim?” sorusu akla geldi. Tabiî ki “suç”a sahip çıkmak, bedel ödemeyi göze almak ve “Suçlu biziz!” demek kolay değil. İstanbul’u ve Türkiye’yi yönetenler bütün kabahati ‘sebepler’e havale etmenin peşinde. Elbette sebepleri gözardı edemeyiz, ama “Türkiye’yi idare edenlerin, meydana gelen bu felâket sesebiyle hiç mi kabahatı yok?” sorusunu da sormak durumundayız. Tarihî bir vak’a olarak anlatılır ki, dönemin Japonya Devlet Başkanı, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki mağlubiyetin sorumlusu olarak kendisini görmüş ve “Suçlu benim!” diyerek halkından özür dilemiş. Halk, devlet başkanının bu hareketi karşısında ‘insaf’a gelmiş ve “Hayır, suçlu sen değilsin. Asıl suçlu biziz!” demiş. Nihayetinde Japonya bu mağlubiyetten ciddî dersler çıkarmış ve dünyanın sayılı ekonomileri arasına yükselmiş. İstanbul’da şahit olunan durum ise çok farklı. Aslında felâketin meydana geldiği bölge küçük bir Anadolu ilçesi kadar bir yer. Fakat felâketin şekli çok dehşetli. Yağan yağmur sonrası taşan Ayamama deresi, saatlerce otobandan aktı ve yol neredeyse iki gün ulaşıma kapalı kaldı. Dar bir alanda olmasına rağmen görenlere “tusunami”yi hatırlattı. Aynı bölgede daha önce de bu ölçüde olmasa da dere taşmaları yaşanmıştı. Buna rağmen gerekli tedbirlerin alınmamış olması “Bu ihmalin sorumlusu kim?” sorusunu akla getiriyor. Türkiye’yi idare edenlerin sözlerine bakılırsa ortada sorumlu yok. Elbette bu ölçüde yağan yağmur karşısında tedbir almak kolay değil. Fakat “hiç birşey olmamış gibi” de davranılmaz ki! Yöneticilerimizi diyorlar ki, “Dere yatağında tır garajı yapılmaz!” İyi de bunu şimdi mi hatırladınız? Düne kadar faaliyet gösteren kocaman tır garajını hiç görmediniz mi? O garaj ya da garajlara kim müsaade etti? Hem, dere yatağına tır garajı yapılmaz da, koca koca binalar, iş hanları, apartmanlar yapılır mı? Felâket sonrası açıklama yapan İstanbul’un yöneticileri meâlen şöyle dediler: “Helikopterden inceleme yaparken gördük. Bazı duyarsız ‘vatandaşlar’ Bahçeşehir’in yakınındaki vadiye toprak ve moloz dökmüşler. Orada bir anlamda ‘baraj’ oluşturulmuş. Böyle iş yapılır mı? Bunu yapanlar sorumsuz davranmışlar, suçlu onlardır!” Elbette vadilere moloz barajı kuranlar suçludur, fakat bunu vakti zamanında görmeyen, çare almayan ve bu yanlışlara engel olmayan yöneticilerin hiç suçu yok mu? Yoksa dünyayı gezmek sebebiyle İstanbul’u yeterince gezemiyorlar mı? Hani bu işler ‘uydu’ kanalıyla yapılıyordu? Taş üstüne taş konulsa İstanbul’u idare edenlerin haberi oluyordu? Nasıl oldu da böyle bir ‘moloz barajı’nın kurulmuş olmasından haberleri olmadı? Çare olup olmadığı tartışılır, ama istifa müessesesinin çalışmadığı bir vakıa. Hadi istifa etmeyi düşünmediler, hiç değilse “Kabahatimiz var, özür diliyoruz” demek de mi zor geliyor? İnanın, Türkiye’yi idare edenler gerçekten “Suçlu biziz!” deyip milletten özür dilese, millet onlara daha fazla sahip çıkar. 11.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Muhtariyet (eyâlet sistemi), tavâif-i mülûk mukaddimesi…” |
Anadolu’nun Batısında şiddetli yağışlarla otuzdan fazla vatandaşın ölümüyle sonuçlanan dehşetli sel felâketinin yaşandığı günde Doğudan peşpeşe gelen şehid naaşları “açılım” tartışmalarını başka bir boyuta büründürdü. Anlaşılan o ki demokratikleşmenin günübirlik politikalarla popülist polemiklere boğdurulmayıp, esaslı bir biçimde ele alınması gerekiyor. Bunun içindir ki gerçek bir demokratikleşme ve özgürlüklerin teminiyle, etnik ve bölgesel iftirak üzerindeki “özerklik-eyâlet” talebinin birbirinden tefriki icâb etmekte. Bediüzzaman, daha İkinci Meşrutiyet yıllarında, “muhtariyet” denilen ve bugün başta 40 bin insanın katledilmesine sebebiyet veren Marksist terör örgütü ve terörist başı ile işbirlikçi ırkçı kavmiyetçilerin “özerklik” ve “eyâlet” teklifi ayırımının, ülkenin birliğini ve beraberliğini bozacak tehlikeli bir “ecnebi plânı” olarak haber verir. “Muhtariyet” ve “eyâlet”e zemin hazırlayan “adem-i merkeziyet” fikrini, bütünlük şuurunu zedeleyen ve nihâyetinde vatanın bölüşülüp dağılmasını netice verecek bir teşkilâtlanma olarak târif eder. Daha bir asır öncesinden “istibdâd-ı mutlak mânâsında bir cumhuriyet”in yanısıra “muhtariyeti (eyâlet sistemini) “beylik veya tavâif-u mülûk mukaddimesi (başlangıcı) olan gayr-ı mâkul (akıl dışı) fikirler” olarak görür. Abbasî devletinin bölünüp parçalanması felâketine benzetip şiddetle reddeder. Adem-i merkeziyetçi muhtarî idarî sistemden sakındırır. (Münâzârat, 48; Eski Said Dönemi Eserleri, 183-184) Zira Bediüzzaman’a göre, İslâm dünyasını istilâ etme emelindeki emperyalist güçler, “adem-i merkeziyet”i ve “muhtariyetçi fikirler”i sırf Osmanlıyı ve İslâm âlemini parçalayıp sömürgesi haline getirmek amacıyla istimal etmekteler. Müslüman toplulukları “kavmiyetçilik” illetiyle “tavâif-i mülûk”la küçük devletçiklere taksim edip ecnebilerin güdümüne alınması projesinin peşindedirler.
“EN KUVVETLİ MİLLİYETLERİ, İSLÂMİYETTİR…” Gerçek şu ki bölge halkını perişan eden terör örgütünün ve terörist başlarının İmralı’dan, Kandil’den ilettikleri “iftirakı” ve “eyâlet”i isteyen “yol haritası”nın menhus maksadıyla, işgalci ecnebilerin “bölünmüş haritalı projeleri” aynı. Demokratikleşmeyi zehirleyen “hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına zemin hazırlayan” mâlum “özerklik paketi”yle ecnebilerin bir asır önce Anadolu’yu bölme ve parçalama plânının yeni bir kopyası… Görünen o ki Bediüzzaman’ın bütünüyle karşı olduğu “adem-i merkeziyet” ve “eyâlet” düşüncesi, yabancı cebbar devletlerin hegemonya ve çıkarları uğruna, Osmanlıyı da tıpkı Avrupa’nın başına belâ olan ırkçılıkla yıkıp yakan ”frenk illeti”yle tüketme ve teslim alma oyununun tekrarından ibâret… Bundandır ki Bediüzzaman, “adem-i merkeziyet”in en hararetli tartışmaları ve Osmanlının en sıkıntılı ve çalkantılı kargaşasında bile, ayrılık ve eyâlet sisteminin asla çözüm olmayacağını açıkça belirtir. “Tam birleşmiş İslâmî ve dinî bir milliyet teşkil ettiğini” belirttiği Türkler ve Kürtler başta olmak üzere, Osmanlı bünyesindeki bütün unsurların gerçek bir millet hâkimiyetinin yaşandığı günümüzdeki demokratik cumhuriyet mânâsındaki meşrutiyette ancak milletin millî varlığını göstereceğini bildirir. “Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların en kuvvetli ve hakikatli revâbıt (birbirine bağlayan bağları) ve milliyetleri İslâmiyetten başka bir şey değildir” diye çözüm eksenini gösterir. Bu husustaki “az ihmal ile ‘tavâif-i mülûk’(ülkenin küçük devletçiklere bölünmesi) temelleri atılmakla onüç asır evvel ölmüş olan asâbiyet-i câhiliyeyi ihya (diriltmek) ile fitne ikaz (tahrik) olunmaktadır” diye uyarır. (Hutbe-i Şâmiye, 228)
“SEBEB-İ SAADET-İ AKVAM, MEŞRÛTİYET VE HÜRRİYETTİR” “Muhtariyet” ve “eyâlet” tehlikesine bu denli dikkat çeken ve sakındıran Bediüzzaman, başta Kürtler olmak üzere diğer bütün unsurların “kendini göstermesi”nin yegâne yolunun, “makine-i terakkiyat-ı medeniyenin buharı hükmünde olan müsâbakayı netice verecek” demokrasi ve hürriyetler olduğunu işâret eder. Kürtlere hitâbede, “Sebeb-i saadet-i akvâm (kavimlerin maddî ve mânevî kalkınma ve refahının sebebinin), milletin hâkimiyetini temin ile hayat makinesinin buharı olan hürriyet” olduğunu anlatır: “Mevcuduyetinizi ittihadla gösteriniz ve hâmiyet-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki (ortak kalb ve aklı) gibi gösteriniz” tavsiyesinde bulunur. Aksi halde “sıfır çekeceklerini” ikaz eder. (Eski Said Dönemi Eserleri, 161-165) Yine bundandır ki Prens Sabahaddin’e cevabının sonunda, bütün Osmanlı unsurlarının bir arada olmasıyla kuvvet kazandığını belirtir. “Biz ki ekseriz, muvahhidiz (Allah’ın varlığına ve birliğine inanan Müslümanlarız.) Tevhidle mükellef olduğumuz gibi, ittihadı temin edecek muhabbet-i milliye ile muvazzafız” diye yazar. “Eğer unsur (milliyet) lâzım ise, unsur için bize İslâmiyet kâfidir” beyânında bulunur. (a.g.e., 183-184) Üzerinden bir asır geçti; ne var ki Bediüzzaman’ın beyânından başka çâre olmadığı ortada… 11.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Cinâyetin 30. yılı… |
Hepinizin bildiği bir cinâyet. Ya duydunuz veya yaşamışsınızdır. Faili meçhul bir cinâyet değil… Güpe gündüz herkesin gözü önünde işlenmiş bir cinâyetin otuzuncu sene-i devriyesini idrak ederken hâlâ işleyenler devletin koruması altında… Alkışlayanların çoğunun başı yere baksa da, hâlâ işbirlikçileri devletin saygın kişileri olarak korunuyorlar. Cumhuriyet tarihimizin en münâfıkâne cinâyeti veya darbesi millet olarak yargılayamamanın zilletiyle yaşarken, hâlâ makus baykuşların tek tük seslerini duymanın derin hüznünü yaşıyoruz. Yarasalara rahmet okutturacak o huffaşdideler her ne kadar tarihin izbelerine doğru uçsalar da, millet olarak yaramız derin ve acımız hâlâ fazlacadır. Çünkü münâfıkâne olunca darbe, milletçe yargılamamızı hayli geciktiriyor. Varsın devlet yargılamasın… 27 Mayısı millet hemencecik yargılamıştı. Beş sene geçmemişti üzerinden… Devlet otuzbeş sene sonra ıkıla sıkıla özür dilemişti. Gel gör tarihin en münâfıkâne darbesinin üzerinden tam otuz sene geçmesine rağmen, hâlâ mahiyetini millete anlatamadık. Anlatamayınca da yargılama süreci tam manasıyla bir türlü başlayamıyor. Millet desteğinin yüzde elli üç gibi ekseriyetine sahip siyasî bir iktidar; menfaatperest bir cunta ile alaşağı ediliyor. Meclisi kapatıyorlar ve milletin temsilcileri askerî hapishanelere gönderiliyorlar. Devletin yapısı silbaştan tahrib edilerek istibdada müsait bir şekil veriliyor. İhtilâlin kanla olgunlaşması için gençlerin eline silâh verenler, ta 12 Eylül gecesine kadar bekliyorlar. Yalan, iftira, hile, ikiyüzlülük ve ahlâksızlıkla darbe yapılıyor. Tarihin bütün kara lekelerini sahifesinde toplayan 12 Eylül´ü yargılayamadan başka darbecileri yargılamak mümkün mü? Millet iradesiyle istihza eden bu cuntacıların uydurdukları anayasayı düzeltmeden ve hiçolmazsa şerhini koymadan yeni anayasalar hazırlanabilinir mi? İşin en acı ciheti de bu münâfıkâne ihtilâlin tüm kurum ve kuruluşlarıyla hâlâ milletin sırtında kırbasıyla devam etmesi değil mi? 12 Eylül aynı zamanda global şerlere bir anahtar olmuştur. Güneydoğumuza düşmanlarımızca konuşlandırılan “Çekiç Güç” belası bu ihtilâlin ve ihtilâl ürünü ANAP´ın hediyesi idi. Irak´a 11 Eylül´de yapılan müdahalelerin altyapısına 12 Eylülle başlandı. Sebep sonuç niteliğindeki 12 Eylül ile 11 Eylül arasındaki bir çok irtibatı kaçıranlar, dünyayı ateşe veren terör guruplarını nasıl tesbit edecekler ki… Zulüm adalet külahını giymeye görsün. Bir de bakarsın ki, katil maktülün cenazesinde mahzun pozu veriyor. 12 Eylül´de cuntacılara hizmet eden zevatın AKP hükümetinde ergenekonculuk oyununu seyrettikçe, milletle yapılan istihzanın boyutlarını ölçmeye çalışıyoruz. Düşününüz ki darbe avcısı hükümetin değişmez sözcüleri, otuz sene önceki cinayeti işleyenlerin hizmetinde çalışmışlar. Partinin ikinci öncemli adamı hakeza… Gerçi bunları konuşmak da abes sayılmalı. Zira iktidarda görünen parti 12 Eylül başdarbecisinin fetvasıyla kuruldu ve emirleri istikàmetinde icraat ediyor. Öyle olmasaydı o ihtilâlin getirdiği insanlık dışı kısıtlamalara azıcık dokunurdu… 28 Şubatın bir tahkim olduğunu da biliyoruz. 12 Eylül´ün bir tahkimi. Bülent Ecevit bunu müteaddit toplantılarda dile getirmişti. 12 Eylül´deki zabt u rabtı 28 Şubatta tazelemişlerdi. Ana çerçeve 12 Eylül´e, ince ayarlar 28 Şubata aittiler. Doğuyu teröre teslim eden ihtilâllerin neticesinde kurulan ve ihtilâlcilerce hergün kontrol eden bir hükümetten “demokratik veya kürt açılımı” bekleyenler, ancak cehaletlerine kurban giderler. Küresel ahlâksızlığa ülkenin kapısını açan 12 Eylülcüleri diğeleri taakib ettiler. Okulların müfredatlarından dinî, millî ve örfî terbiyeyi dışlayan bu bedbahtlar, dinsiz felsefe ile kemalizmi eğitimin besmelesi yaptılar. Ortaya çıkan manzaradan ihtilâlcilerin de pek mutlu olmadıklarını düşünüyoruz. Seri cinâyetler, sistematik hırsızlıklar, parçalanan aileler ve milletin kaybolan ümit ve emniyeti işte bu ihtilâlin okullarda sunduğu eğitiminin eseri değil miydi? İhtilâli yaşayanların teslim edeceği bir iki hakikati belirtmek istiyorum. 1) 12 Eylül ihtilâlini alkışlayanların hiçbirisi bekledeğini bulamadı ve inkisarlarla ahirete gidiyorlar. 2) 12 Eylül´le servet, makam ve statü kazananlarların hemen hepsi bir süre sonra acınacak kayıplara uğradılar. 3) Türkiye´nin bugün maruz kaldığı bozulma, fukaralık, terör ve tereddîde en büyük pay sözkonusu ihtilâlcilere aittir. 4) 12 Eylül´ün en büyük başarılarından bir tanesi Kemalizm ile bir kısım dinî cemaatleri barıştırması oldu!… 5) Bu derin ve münâfıkâne ihtilâl ile millete üfürülen korku maalesef tesirini gösterdi ve halkta kötüye tepki refleksi azaldı. 6) 12 Eylül İhtilâlciye Türkiye medenî Avrupa ekseninden, Kemalizm ve bolşevik eksenine kaymış oldu. 7) Cumhuriyet tarihinde görülmemiş derecede diyanet, Kemalistlerin emrine girdi ve hakikî vazifesinden uzaklaştırıldı… 11.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Hedef, Allah rızası olursa |
İHLÂS Risâlesi’nde iman ve Kur’ân hizmetinin esasları anlatılırken, “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün dünya reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir” 1 denilir. Kaynağı Kur’ân ve hadislere dayanan bu ölçü, bir Müslüman için o kadar önemlidir ki hayatın bel kemiğini teşkil eder; hayatın, ruhu ve esasıdır. Her şeyin dizgininin O'nun Elinde olduğuna, her şeyin sahip ve malikinin O olduğuna inanan mü’min için başka ne düşünülebilir? O'nun rızasını kazanmadıktan sonra başkalarının sevgisini kazanmanın hiçbir önemi yok. Allah rızasının esas alındığı toplumlarda hayatı Allah rızasına göre şekillendirme sıkıntılar doğurmaz. Ama nefsin arzularının esas alındığı toplumlarda ise sıkıntılar kaçınılmaz olur. Cüz’î bir kısım sıkıntıları düşünüp Allah rızası terk edilmez. O kabul ettikten sonra bütün dünya reddetse tesiri yok ya! Nitekim Aişe Validemiz, Hz. Muaviye’nin öğüt istemesi üzerine bu önemli noktaya dikkat çekmişti. Mektubunda Resûlullah’tan (asm) işittiği bir hadis-i şerifi naklediyordu: “Kim insanların kızması pahasına da olsa Allah rızasını elde etmek düşüncesiyle bir iş yaparsa Allah onu insanların kötülüğünden korur. Kim de Allah rızasını nazara almadan O'nun gazabını celbetme pahasına insanların gönlünü kazanmaya çalışırsa Allah da onu insanların eline bırakır, felâkete uğramaktan kurtulamaz”dı. 2 Birincisinde kişi Allah rızasını esas almaktadır. İnsanlar bu söz ve muameleden memnun olmasalar da o kişiye bir kötülük yapamamaktadırlar. Çünkü onun hâmîsi Allah’tır. İkincisinde insan Allah’ın gazabını dikkate almamakta, sırf insanların hoşnutluğunu düşünmekte, “Gayr-ı meşrû bir muhabbetin neticesi merhametsiz azap çekmektir” sırrınca en büyük darbeyi de yine insanlardan yemektedir. Oysa Cenâb-ı Hakkın rızasını esas alsaydı, Allah isterse ve hikmeti gerektirirse, insanlara da kabul ettirir, onları da hoşnut ederdi. Öyleyse insan söz ve davranışlarında rıza-yı İlâhiyi esas almalı ki hem dünyada, hem de ahirette rahat edebilsin.
Dipnotlar: 1- Lema’alar, s. 222. 2- Tirmizî, Zühd: 65. 11.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Ramazan orucu, yeme-içme bağımlılığını yok eder |
Ramazan-ı Şerif’in çok derin psiko-sosyal, hatta, ekonomik ve tıbbî yönleri, kazanımları var. n Ramazan ayı, rahmet, mağfiret, şükür ve bereket ayıdır. n Müslümanların günahlarından ve mânevî kirlerinden temizlenme ayıdır. Diğer taraftan, bu ayda tutulan orucun; -Vücudumuza bir perhiz, -Çalışan organlarımıza bir dinlenme, -Zayıf midemizi yemek yemek üzerine doldurmadığımız için hastalıkları önleme gibi hikmetleri de var. Bunun yanında zorluklara tahammül ve sabır mevsimidir. n Oruç, yemek bağımlılığını öldürür. Ekonomik kriz, insanları taşkınlıklara sürükler. Alışkanlıkların dışına çıkmak, sinirli ve agresif hareketlere yönlendirir. İşte oruçla ekonomik krizlere karşı bu tedbir alınıyor. Bu ayda sağlıklı bir hayat, sıhhatli bir ömür için dikkat edilmesi gereken hususlar, ince noktalar ve bunların uygulanmasında sayısız maddî-mânevî faydalar vardır. İbadetler aynı zamanda dünya işlerini tanzime sebeptir. Ramazan-ı Şerif sadece oruçla yeme-içmeden kesilme ayı değil. Kur’ân okuma, namaz kılma, sadaka, fitre ve zekâtla yardımlaşma ve dayanışma ayıdır. n Namazda akıl, kalp ve ruhun büyük bir rahatı var. Namaz, cemaat şuurunu arttırarak birlik-beraberlik, kaynaşma, fikir, ilim ve kültür alışverişi sağlar. Namaz aynı zamanda işkoliklik hastalığını engeller. n Zekât; mal bağımlılığını yok eder. Zira, mal vermek, emeğini vermek, binbir zahmetle kazanılan bir değeri başkalarıyla paylaşmak kolay değil. Kimi zaman bu gerçek şöyle seslendirilir: “Kardeşim, can değil ki veresin; mal bu mal, nasıl vereyim!” Ne yazık ki, Ramazan-ı Şerif gelince, kimi zaman tefekkür, zikir ve ibadetten çok yeme-içmeyi düşünürüz. Aslında Ramazan ve orucu yeme-içme değil; yememe-içmeme zamanıdır. Ramazan, yeme-içme değil, yedirme/içirme devri. Ramazan demek, midemizden çok kalbimizin ve beynimizin midesini ibadet, tefekkür, duâ, zikir ve ilimle doldurmaktır. Dolayısıyla perhize, yeme-içme kurallarına uymak son derece önemli. İşte bir ay boyunca oruç tutarak yeme-içme ve benzeri meselelerin eğitimini alırız. Aç kalan insanların psikolojini anlar, onlara yardım ederiz. Perhizle nefsimizi terbiye ederiz. Ve yemek-içmekten kaynaklanan “obezite” ve ona bağlı, kalp krizleri, damar sertlikleri ve tıkanmaları gibi pek çok hastalıklara yakalanmaktan kurtuluruz. 11.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Ramazan’da bir İlâhî ikaz |
Kim ne derse desin, hadiseleri nasıl yorumlayıp nereye çekerse çeksin, ortadaki gerçek değişmiyor. İstanbul’daki sel felâketini, hele bir de onlarca insanın öldüğünü duyunca çok üzüldük. Bu bir felâketti, ama yine taraf-ı İlâhî’den gelen ikaz mahiyetindeki bir felâketti bu. Böyle felâketlerin Ramazan ayında gelmiş olması tesadüf olabilir mi? Tabiî umumî bir âfât, bir felâket geldiği zaman bundan masumlar da hissesini alıyor. Bundan yetmiş sene kadar önce yine böyle bir Ramazan’da, İzmir ve Erzincan’da meydana gelen deprem münasebetiyle Üstad Said Nursî Hazretleri, kendisine sorulan sorulara verdiği cevap içinde diyor ki: “Yine manevî cevap: Şöyle denildi ki; Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde, kemal-i neş’e ve sürur ile (kendinden geçmişçesine sevinç ve neş’e ile), sarhoşçasına, gayet heveskârane (istek duyarak işlenen günahla) şarkıları ve bazen kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin (İslâm merkezinin) her köşesinde cazibedarane (çekici bir şekilde) işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi…” Bunu bildiğimizden yıllardır her Ramazan ayı geldiğinde ona hürmetsizlik edenler (maalesef bu hürmetsizliği Müslüman diye bildiklerimiz yapıyor, diğer din mensupları onlardan daha saygılı ve hürmetli) yüzünden başımıza yine bir felâket geleceğinden korkar dururuz. Ki, geçtiğimiz yıllarda bu şekilde Ramazan ayında meydana gelen depremler buna bir misâldir. Geçmiş kavimlerin başlarına gelen çeşitli âfât ve felâketler de, hep bu yüzden gelmemiş miydi? Cenâb-ı Hak, emrine karşı gelenleri hep ikaz etmiştir tarih boyunca. Umuma karşı bu kadar saygısızlık olmaz. Oruca saygısızlık edenler bari milletin ortasında yapmasa! Denilecektir ki; “Oruçlular da vefat etti”. Olabilir, onda da bir çok hikmetler var. Ama dediğimiz gibi, umumî felâket gelince mazlûm-zalim ayırt etmez. Öyle olsa, bu sefer de imtihan sırrı bozulur. Hem bu şekilde masum gidenlerin kendileri şehit hükmünde sonsuz bir saadeti kazanıyor, zayi olan malları da sadaka hükmünde kabul ediliyor. Dolayısıyla onlara rahmet oluyor zaten. Ne yapalım? “İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizleri helâk etme ya Rabbi!” diyelim. Hem Senin âyetlerinin tercümesi mesabesinde olan bu sözlerin ikazıyla, onları da uyandır ve bu milleti her türlü âfâtından muhafaza ile, ölenlere rahmet, yakınlarına sabırlar ver! 11.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İtikâf günlerine girdik |
İzmir’den okuyucumuz: “İtikâf nedir? Hükmü nedir? Şartları nelerdir? Bir kimse, kendi evinde itikâfa girebilir mi?”
Ramazanın son on günü geldiğinde, namaz kılınan bir mescitte ibadet için itikâf niyetiyle inzivaya çekilmek sünnet-i müekkededir. Peygamber Efendimiz (asm) Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazan’ın son on gününde itikâfa çekilir, bütün geceyi ve gündüzleri ibadetle ihya ederdi. Resul-i Ekrem’le (asm) birlikte mübarek hanımları da hâne-i saadetlerinin bir odasında itikâf yaparlardı. Hazret-i Âişe validemiz (ra) Ramazanın son on günü Peygamber Efendimiz’in (asm) itikâfa girdiğini, ibadetle meşgul olduğunu, ailesini namaz için uyandırdığını ve hanımlarından uzak kaldığını belirtir. İtikâf lügatte bir şeye devam etmek demektir. Dinî bir terim olarak ise itikâf, ezan okunan ve kamet getirilen bir mescitte, bir camide veya ibadet yapılan bir mabette itikâf niyeti ile ikamet etmekten ibarettir. Ramazanın son on günü geldiğinde itikâfa girmenin hükmü, sünnet-i müekkededir. İtikâf kifâî nitelikte bir sünnet-i müekkededir. Yani bir beldede itikâf sünnetini bir Müslüman yerine getirdiğinde diğer Müslüman’lardan bu mesuliyet kalkar. Sür’atle akıp giden hayat serüvenimiz içerisinde, bazen, koşuşturmayı bir tarafa bırakıp zamanımızı tamamen namaz, itaat, ibadet, zikir, tesbih, Kur’ân, Cevşen, tevbe, istiğfar... vs. ibâdetlere tahsis ederek, derin tefekkürde bulunmaya olan mânevî ihtiyâcımız inkâr edilemez. İtikâf sünneti bize dünyâ hayatının mânâsı ve âhiret hayatının önemi üzerinde tefekkür etme ve ibret alma imkânı sağlar. İslâm Büyüklerinden meşhur Ata der ki: “İtikâfa giren kimse, büyük bir zatın kapısında oturup, ‘İhtiyacımı almadıkça buradan ayrılmam!’ diyen bir ihtiyaç sahibine benzer. Çünkü O da, Cenâb-ı Hakk’ın bir mabedine girmiş ve ‘Beni affetmedikçe buradan ayrılıp gitmem ya Rabbi!’ diyor.” Cenâb-ı Hak, “Mescitlerde itikâfa girdiğiniz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onlara yaklaşmayın” 1 âyetiyle, itikâfa girilecek yerin “mescit” veya mescit hükmünde bir mabet olması gerektiğini bildirmiştir. Kadınlar, evlerinin bir odasını mescit hâline getirerek, orada itikâfa girebilirler. İtikâfın şart ve rükünleri şunlardır: 1- Niyet yapılmalıdır. 2- Gündüzü oruçlu olmalıdır. 3- İtikâf bir mescitte yapılmalıdır, 4- İtikâfa niyet eden Müslüman olmalı ve dinî emirler hususunda mükellef bulunmalıdır. Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf’a ve Malikîlere göre itikâfın en az süresi “bir gün”dür. İmam Muhammed ile Hanbelîlere göre itikâfın en az süresi, kişiye bağlı olarak “bir andır”. Şafiîlere göre ise itikâfın en az süresi “Sübhânallah” diyebilecek kadar bir zamandan biraz fazla olmalıdır. Demek oluyor ki bir Müslüman, Ramazanın son on günü girdiğinde, itikâf niyetiyle, bir mescitte veya bir camide, “bir an” veya “Sübhânallah” demek süresinden daha fazlaca beklerse, bu sünneti ifa etmiş olur. Bir diğer ifadeyle, bir Müslüman, Ramazanın son on günü içerisinde bir mescide vakit namazı kılmak için girerken aynı zamanda “vakit namazı kılma süresince” itikâfa niyet etse, namazı kılıp camiden çıkarken bu sünneti ihya etmiş olarak çıkar. Sünnet-i Müekkede olan itikâfın en çok süresi ise, Ramazanın sonuna denk getirmek sûretiyle on gündür. Eğer aralıksız on gün itikâfta bulunmaya niyet edilmemiş ise, bu günlerde istenilen vakitlerde itikâf yapılabilir. Meselâ yalnız gündüzlerde veya bu günlerin belli vakitlerinde itikâfta bulunmaya niyet etmek sahihtir. Aralıksız on gün süreyle itikâfta bulunmaya niyet eden birisi, bu süre içinde mecbur kalmadıkça itikâf yaptığı mescitten çıkmaz. Yalnız zarurî bir ihtiyacı için çıkar ve hemen geri döner. İtikâf süresince hanımına yaklaşmaz. Ramazanın son on günü içerisinde itikâfın sünnet-i müekkede olmasının hikmeti, Kadir Gecesini ihyâ etmektir. Çünkü Kur’ân’ın beyan buyurduğu gibi, bin aydan daha hayırlı 2 olması hasebiyle Kadir Gecesi, gecelerin en faziletlisidir. Kadir Gecesinin, Ramazanın son on günü içerisinde bulunduğu hususunda kuvvetli görüş birliği vardır. İtikâfın bu geceye rastlamasının feyiz ve sevabı hadsiz ve hesapsızdır. İtikâfta bulunan kişi, Kur’ân-ı Kerim, hadîs ve ilim okumak veya okutmakla meşgul olmalı, dînî ve îmânî eserler okumalı, zikir yapmalı, namaz kılmalı, tefekkür yapmalıdır. İtikâf süresince hayırdan başka bir şey konuşmamalıdır. Günah içermeyen sözleri ve kelimeleri konuşmasında bir beis yoktur. Dünya meşgalelerinden sıkılan ruhumuzun, hususî vakitlerde bütün zamanını ibadete ve tefekküre ayırması, önemli bir ruhî teneffüs ve istirahat olarak değerlendirilmelidir. Kadir Gecesinin de Ramazanın son on gününde bulunduğunu hesaba katarsak itikâfa girmek hususunda mümkün olan fırsatları değerlendirmek ve bu ibadeti ifa için imkânlarımızı yoklamak, hiç şüphesiz mühim bir sünnet-i seniyyenin ihyasına vesile olacaktır.
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 2/187 2- Kadir Sûresi, 97/3 11.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
SORGULAMAK |
Sorgulamak, belki soğuk ve mat bir kelime ve ifade. Ama hayat için, yaşamak için, insan ve insanlık için çok da önemli bir ifade ve kavram. Müsbeti de var, menfîsi de... Müsbeti; her bir insanın, kendisinden başlayarak, dar çerçeveden, geniş bir çevreye kadar iç ve dış dünyasında meydana gelen hadiseleri bir akıl, mantık süzgecinden geçirip değerlendirmesi demektir. Buna İslâmî literatürde “nefis muhasebesi” denir. Günlük hayatta ise “özeleştiri, otokritik, empati… vb” gibi tâbirler kullanılır. Kendini bilen, akıllı, inançlı bir insan, neyi, ne zaman, niçin, kime, nasıl ve neden yaptığını, dengeli ve muhakemeli sorguyalabilirse, hem hayattan ders ve ibret alan iyi bir fert, hem de Yaratanıyla arasındaki bağı iyi kurmuş makbul bir kul konumunu sağlar. Sorgulamak, aslında hakkı bulmanın, adaleti sağlamanın, hukuku yerli yerine oturtmanın, meşrû sınırlar içersinde kalmanın adıdır. Haddini bilmektir, hakkına razı olmaktır. Bir nev'î teslimiyetir. Sorgulamanın zirve noktası, kişinin kendi kendini iç dünyasında ve vicdanında hesaba çekmesidir. Neticede de kusurlarını hem “Hakka”, hem de “halka” karşı itiraf etmesidir. Sorgulamanın menfîsi ise; yerinde kullanılmadığı zaman felâkete dönüşendir. Haddi aşmaktır. Şüphedir, ithamdır, inkârdır, iftiradır, saldırıdır, hakka tecavüzdür. Karalamadır. Yıkımdır. Tahribattır. Olaylar karşısında kendisinin dışında herkesi suçlayan bir görüntü sergileyen “ruh halinin” gerçek mânâda ciddî bir problem olduğu ve tedaviye ihtiyaç duyduğu açıktır. Aslında böyle bir ruh sahibinin tedaviyi kabullenmesi de kolay değildir. Burada feci hal ise; meydana gelen olay ve musîbetler karşısında Yaratanın ve kaderin suçlanması ve itham edilmesidir. Bilerek ve bilmeyerek–maalesef—çoğu insan buralarda takılıyor ve yanlışa gidebiliyor. Doğru çözüm, doğru metotla bulunacağına göre her konuda olduğu gibi bu konuda da itimat edilebilir bir rehbere, sağlam, tutarlı fikir ve yorumlara ihtiyaç vardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da doğru çözümü ve yorumları üreten, asrımızın “manevî noteri ve sigortası” olan Risâle-i Nur Külliyatı ve onun eşsiz müellifi Bediüzzaman gibi bir dâhî şahsiyet vardır Elhamdülillâh. Asrın Manevî Tabibi bu gibi musîbet ve felâketlerin, aslında “kalın gaflet perdelerini” yıktığını gayet güzel anlatır, yorumlar ve izah eder. Buna misâl olarak da ikinci dünya savaşının yıkıcı neticelerini verir. “Nev-î beşer, bu son Harb-i Umûmînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâdı ile ve merhametsiz tahribâtı ile… büyük tahribâtlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla; ve dünya hayatının bütün bütün fânî ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umûma görünmesiyle; ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidâdâtın ve mahiyet-i insaniyesinin umûmî bir sûrette dehşetli yaralanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyâset-i rûy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakikî sûreti görünmesiyle; elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki... nev-î beşerin mâşuk-u mecâzîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak.” (Sözler, s. 140-141) Bu konuya niye girdim? Kısaca onun da sebebini söyleyeyim. Geçen haftaki yazılarımda, size Toros dağları eteklerindeki ilçemde, mütevazı yazlığımda, medeniyet fantaziyelerinden uzak bir ortamda çok sakin ve huzurlu bir Ramazan geçirdiğimden bahsetmiştim. Sonbahar geldi. Bütün Türkiye’yi saran “rahmet sağanağı” burada da tesirini gösterdi. Zayıf vücudumuz, yağış, soğuk hava ve de bu yüksek irtifada, mevcut şartlara mukavemette zorlandı. Bilmecburiye yayladan ilçeye indik. Orada da, akrabaların evinde, iftar molasında bir aydan beri uzak kaldığım teknolojiye yeniden muhatap olduk. Başta İstanbul olmak üzere birçok bölgede tesirini gösteren sel musîbeti ve terör belâsının hânelere düşürdüğü kor ateşten tv vesilesiyle haberdar oldum. Tabiî ki herkes gibi ben de çok üzüldüm. Kaybolan insanlar... Teröre kurban giden koç yiğitlerdi... Yine hanelere kor ateş düşmüştü. Binlerce insan mağdur, yüzlerce ev, araba ve bunca eşya telef olmuştu. Böyle mübarek günlerde, bu gibi musîbetlerin sebeplerini iç dünyamda değerlendirmeye çalıştım. Bu felâketin birisinin bana tevafuk edip etmesinin muhakemesini vicdanımda yapmaya çalıştım. Bir aydan beri ben ailemle huzur içerisinde Cenab-ı Hakk’ın—lâyık olmadığımız halde—ihsan ettiği bu kadar nimetlerle hemhâl olurken, sakin bir ortamda böyle durumlardan uzak yaşarken, aynı vatanı paylaştığım binlerce insanın mağduriyeti—ve yaşanan can kayıpları—ister istemez iç dünyamda hem bir derin burukluğu, hem de ciddî bir sorgulamayı gerektirdi. Akrabamın birisinin “Deprem gibi bir felâket bu. Türkiye yine derinden sarsıldı!” cümleleri düştü orta yere. İşte böylece bu yazının ana fikri ortaya çıktı. “Bu asrın dehşetinden herkesi saran derin ‘gaflet’ belâsından bir an için uzaklaşıp, hatalarımızı anlayarak kendimize dönebilir miyiz?” sorgulaması, muhasebesi, düşüncesi. Üstadın sağlığında gelen zelzele ve bu tür musîbetlere karşı değerlendirmelerini hayal ettim. Kendi iç dünyamda bir değerlendirme yaptım. Olayların çok detaylarını bilmiyorum. Yağmurun ne kadar tahribât yaptığını da bilemiyorum. Ama kâinatta hiçbir şeyin başıboş olmadığını Kur’ân’dan, sünnetten ve Risâle-i Nur derslerinden okuyan birisi olarak bu musîbetlerin çok mânâlı ve ibretâmiz olduğuna kesin inanıyorum. Bu olaylar muvacehesindeki iç sorgulamamda, bu musîbete maruz kalan insanların teselli bekleyen hallerini hayal ettim. İlk anda ekranları dolduracak siyasî cenahın yetkililerinin sergileyeceği tavrı düşündüm: Muhalif kanatın bu olayları “mevcut ve geçmiş iktidarın” beceriklisizliğine yıkma gayretkeşliği, iktidar olanların ise “alel acele” onlara cevap yetiştirme telâşı gözümün önünde canlandı. Medyabazların olayları nasıl “dramatize edip” kameralar karşısında “showman”lik tasarlayacaklarını, insanları nasıl kendi ekranlarına çekip “rant elde etmek” istediklerini hayal ettim. İdareci ve bürokratların halkı ve insanları teselli ifadelerini düşündüm. Kalıplaşmış olan “Devletimiz güçlüdür. Yaralar sarılacaktır!” ifadelerini duyar gibi oldum. Bir samimiyet testi ve “sorgulamasını”, gerçek bir teselli ifadelerini bekledim. Pek bir çıkış bulamadım. Yaşadıklarımız, yaşayacaklarımızın aynasıdır. Bu tür gerçek sorgulamayı yapacak olan, kendini ve haddini bilen; siyasetçi, haberci, idareci, bürokratların çoğalması ümidini muhafaza etmem tek teselli kaynağım oldu. Herkesin bir işi var, elbette o işi yapacak. Ben de âcizane kendi açımdan bu tür olayları Risâle-i Nur şahs-ı manevisinden aldığım ders ve kültürle bu açıdan değerlendirmek istedim. Evet, olayları, insanları, hadiseleri “sorgulayalım!”; fakat doğru açıdan, doğru amaçlarla, doğru mantık ve akılla sorgulayalım. Sır perdelerini aralamaya ve açmaya çalışalım. Ama saçmalamadan, haddi aşmadan, karalamadan, hafife almadan. Objektif, ilmi, dini, insani açıdan bakmaya çalışalım. Cenâb-ı Hak milletimizi ve insanlığı bu tür felâketlerden korusun. Başta idareciler ve medya dünyasının “aktüalite” meraklısı erbabına da basiret ve feraset versin. Biz böyle durumlarla karşılaşıp muhatap olduğumuzda, gerçek insan ve kul olmanın gereği olarak takınacağımız tavrı tesbit babında bir şeyler yapabilmeliyiz, yapmalıyız. Dengeler kaybolduğu zaman sağlıklı düşünmek ve istikametli fikir üretip yürütmek de fevkâlâde zora girer. Kişiye göre değişebilen, sübjektif değerlendirmelerin tesiriyle; hayatın devamlılığı içersinde meydana gelen olaylara bakış açısı, analiz ve değerlendirmeler çok farklı boyutlara çekilebilir. Bu musîbetlerde vefat edenlere rahmet, geride kalan dost ve akrabalarına sabırlar diliyorum. Cenâb-ı Hak bir daha böyle acıları bizlere yaşatmasın. İman, akıl, basiret ve feraset versin. (Âmin) NOT: Siz değerli dostlarımın, bütün İslâm âleminin ve inananların gelecek mübarek Kadir Gecelerini şimdiden tebrik ediyor, duâ ediyor, duâlarını bekliyorum. N. E. 11.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Lokman Yaylası’ndan Asr-ı Saadet’e |
Lokman Sûresi, 34 âyet. Kısa bir sûre, fakat Kur’ân’ın dört esası olan “Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adalet-İbadet” bu sûrede tevhidî delillerle zikredilmektedir. Hz. Davud’dan (as) ders alan Hz. Lokman’ın (as) oğluna verdiği öğütler zikredilmektedir. Bu âyetler günümüz sosyal hayatının temel taşlarını muhafaza etmekte olup, ne kadar elzem olduğu berrak olarak görülmektedir. Elbette ve gerçekten Kur’ân’ın her âyeti, her kelimesi ve her harfi sırlar manzumesi ve bir bitmez hazinedir. Kur’ân’a gönül verenler, İslâm’la müşerref olanlar, Kâinatın Serveri Efendimiz’e (asm) bağlılığını hissettirmek için, çevresi ve coğrafi iklimiyle, zeminiyle Arabistan çöllerini andıran, ikamet ettikleri bu meskûn yere “Lokman Yaylası” adını verirler. Çok kıraç bir arazi, kuyu suları içilen bu belde, Konya ilimizin 31 ilçesinden bir ilçesi olan, 4 belediyelik 15 köy ve 185 mezrası bulunan tarihi Karapınar ilçemizin sınırları içerisinde bir belde. Türkiye’nin 45 bin köy ve mezrasından bir parça. Köyün muhtarı ve ağası Karapınar müftüsü muhterem Ahmet Ergenekon’a gelir ve derler ki: “Bizim yayla köyümüzde cami, imam yok ve Ramazan ayı geldi, buraya bir aylık geçici bir din görevlisi gönder. Salonu büyük bir evimizi boşaltıp, mescid olarak kullanacağız ve teravihlerimizi burada kılacağız, yardım et bize.” Değerli müftümüz de eski eğitimci imamlardan, fedakâr ve çalışkan Ali Kaval Hocaya ricâ ederek buraya göndertir. Ali Hocamız Ramazan-ı Şerifin birinci gününde gelir, göreve başlar ve oradaki ahaliye 5 vakit namaz kıldırmaya ve akabinde cemaatle teravih kıldırmaya başlar. Faal olan hocamız bununla da kalmaz, yan gelip yatmaz, yaylanın sakinleri olan çocuklardan askerden yeni gelenlerden cemaatin büyüklerine kadar İman ve Kur’ân derslerini verir. Bir ikram-ı İlâhî olarak da bu faaliyetle birlikte bu küçük beldede tarihinde ilk defa merkezi sistemle ezan okunmaya başlar, kadın erkek ağlaşırlar ve Allahu ekber derler. Bu arada müftü kardeşimizden, Ali Hocamızdan ve Ereğlili ağabey ve kardeşlerimizden de davet aldık, “Yaylaya gidilecek ve oradaki cemaatle birlikte namaz kılınacak.” Dâvete icabet ettik. Eğitimci Hüseyin ve A. Çömçe Beyler ve müftümüzle birlikte buraya intikal ettik. Fakat çok hislendim, gözlerim yaşlarla doldu. Çünkü toprak, zemin ve hizmet mahalli bir çok cihetle Asr-ı Saadet’i andırıyordu. Kavurucu sıcak, toz ve toprak içinde, her bitkinin yetişmediği ve ancak hayvancılık yapılan çorak bir arazi. Cami yok, evleri mescid yapmışlar, bir hayli zaman mazinin derinliklerinden kendimi kurtaramadım. İslâmın ilk gelişi ve yayılışı ve Asr-ı Saadet’te Efendimizin (asm) maruz kaldığı inanılmaz eziyetler, güçlükler, imkânsızlıklar vesâireler beni alıp götürdü. Köy odasındaki mescide teravihten sonraki hitâbemde bunları anlatmaya çalıştım. Hz. Peygamber (asm) “Kimin ayakları Allah yolunda tozlanırsa, Allah onu cehennem ateşine haram kılar”1 buyurur ve on binlerce Sahabe-i Kiram bu iman ve itikat içinde Arap çöllerini aşar, bizim yaylalara kadar gelirler. Üç kıt'ada, kısa zaman diliminde İslâmiyet büyük bir ihtişamla yayılır ve kabul edilir. Lokman Yaylası ile Karapınar arası 25 km. Müftü beye dedim: “Acaba şimdiki Müslümanlar bu 25 km’lik çölü yayan ve çıplak ayakla aşabilirler mi?” Müftü bey: “İmdadımıza arabalar yetişti, İnşaallah onun tozlanan tekerleri aynı mânâyı deruhte eder” dedi. Bu çoşku ve bu aşk içinde durmadan Konya Ereğlisi’ne geçtik, orada da bütün can dostlarımızla iki sahur ve bir iftarda bulunduk. Dersler, sohbetler, cemaatle namazlar ve ziyaretler ayların sultanı Ramazan’ın boşa geçmediğini bize hatırlattı. Emeği geçen bütün yayla sakinlerine, Ali Hocamıza, müftü bey ve ekipteki kardeşlerime, muhterem Fikri Günen ve Bahaddin Ağabeyimize, Durhasan Çaylak, H. Çopur ve Temel Dıvarcı kardeşlerime ve diğer zevâta binler tebrikler. Yayladan Asr-ı Saadet’e fikren ve hayalen bile gitmek ne büyük bir lezzet-i mânevî!
Dipnotlar: 1- Camiü’s-Sağir: 6:76, Hadis no: 8486 11.09.2009 E-Posta: [email protected] |