Cevher İLHAN |
|
Yasama döneminden kalanlar… |
Meclis tatile girdi. Başbakan’ın halka karşı, “Gündemimiz bitinceye kadar bize tatil haram” diye muhalefete yüklendiğinden iki hafta sonra, Parlamento’nun normal süresinde yaz tatili başladı. Ekonomik kriz tsunamisinden “Ergenekon dalgaları”na, mahallî seçimlere kadar birçok önemli konu, yine yoğun gündemin kesâfeti altında kayboldu. İktidar, yine “yüzlerce yasa” listesi çıkaracak, sabaha dek çalışmalardan bahsedecek. Ancak geçtiğimiz dönemden kala kala, mayınlardan temizlenmiş toprakların yabancılara 44 yıla varan sürede kullandırma seçeneği”nin yer aldığı “mayın yasası” ile “kredi kartları yasası” kaldı. Ki Başbakan da “ulusa sesleniş” konuşmasında özellikle bunu nazara verdi. Geçtiğimiz yasama yılından bir şey daha kaldı. Meclis’teki muhalefetin ortak hazırlığına rağmen iktidar partisi grubunun yanaşmamasıyla “İsrail’in Gazze saldırısı”na dair Meclis’in bir kınama kararı alamaması, geçen yasama döneminin “önemli icraatlarından”(!) olarak tarihe geçti. Doğrusu, Başbakan’ın “Davos çıkışı”nın ardından AKP siyasî iktidarının Gazze saldırısına karşı takındığı tutuk durum, Ankara’nın ABD ve İsrail’le ilerletilen ilişkilerindeki tezatlı zâfiyetini açığa çıkardı. Anadolu’nun dört bir yanında halkın meydanlarda lânetlediği, Başbakan’ın topa tuttuğu vahşete millet irâdesinin temsilcisi Meclis’ten Gazze hakkında bir “kınama bildirisi” çıkmadı. AKP Grup Başkanlığı, Meclis’teki diğer siyasî partilerden gelen ortak bildiri teklifine, “Dışişlerine danıştık, dengeler varmış” mülâhazasıyla, “İsrail ile diplomatik ilişkilerde sıkıntı oluşturmaması” gerekçesiyle “ortak bildiri”yi geri çevirmesi Meclis’in ayıbı oldu.
GERÇEK GÜNDEM KAPATILDI… Yine bu dönemde Bush’un gitmesiyle Erdoğan “o görev bitti” dese de, sonuçta Başbakan’ın aldığı “BOP’un eşbaşkanlığı görevi”yle “stratejik müttefiklik” içindeki ABD’nin jandarması İsrail’e hiçbir etkili diplomatik yaptırımda bulunmadı. Halka karşı siyasî şovdan öteye geçmeyen kınamalarla geçiştirildi. Ayrıca Obama’nın renkli ziyaretiyle Meclis’te telkin ettiği “Ermenistan sınır kapısının açılması” ve geceyarısı gizlice hazırlanan “yol haritası”yla Cumhurbaşkanı Gül’ün “büyük fırsat” çıkışının çıkmaza girmesine kadar, birçok konu çözülmeden Türkiye’nin gündeminden geçti. Gerçek gündem başka günübirlik nevzuhur gündemlerle kapatıldı… Bu arada Cumhurbaşkanı’nın “tarihî fırsat” diye nitelendirdiği “terör sorunu” yine yüzüstü kaldı. Türkiye’nin AB ve demokratikleşme sürecindeki tıkanma aşılamadı; demokratikleşmede arpa boyu bir yol gidilemedi. Başta “yeni demokratik sivil anayasa” olmak üzere demokratikleşmeye, temel hak hürriyetlere dair birçok husus gündemden kaydı. Ne siyasetin demokratikleşmesini esas alan siyasî partiler ve seçim kanunu, ne “yargı reformu” çıkarıldı. Eğitimin demokratikleşmesinde de bir adım atılmadı; YÖK yasası çıkarılamadı, katsayı haksızlığı giderilemedi, yasaklı Kur’ân kursları kanunu ve yönetmeliği değiştirilemedi, başörtüsü yasağı da yaygınlaştırıldı. Dinî özgürlükler, din eğitimi ve öğretimi genişletilemedi… Son günde askerî personele sivil mahkemelerde yargılanması yolunu açan yasa değişikliği yapıldı. AB’nin “iyi bir gelişme” olarak takdir ettiği “yasa”nın, yasama döneminin son gününde geceyarısı apar topar çıkarılmasının Türkiye’nin yüzde 13.8 küçülmeyle İkinci Dünya Savaşından bu yana rekor sinyallerini veren ekonomik daralma rakamlarının resmen açıklanmasıyla ve 7.5 saat süren MGK toplantısıyla aynı güne denk gelmesi, dikkat çekici oldu. 12 EYLÜL VE 28 ŞUBAT’IN YARGILANMASI Ancak ne olursa olsun; Meclis Türkiye’nin gerçek gündemini görüşmeden tatile girdi. Böylece darbe ortamının olgunlaşması için provokasyonlarla halkın kamplaşma ve kutuplaşmaya itilip çatıştırıldığı, resmî rakamlara göre beşbin beşyüz, gerçek tespitlere göre on binden fazla insanın katledilmesine göz yumulduğu, altıyüz bin kişiye işkence edildiği 12 Eylül darbesini ve darbecilerini koruyup kollayan Anayasa’nın Geçici 15. maddesinin değiştirilmedi. Başbakan’ın muhalefetten gelen, darbe dönemi tasarrufların ve darbecilerin yargılanmasını “sulu şaka” görmesiyle, 12 Eylül’ün hesâba çekilmesi bir başka bahara kaldı. “11 Eylül günü akan kanın nasıl 12 Eylül günü durduğu”nun hesâbı sorulamadı. Dileriz, yeni dönemde 12 Eylül darbesiyle ve darbecileriyle hesaplaşılır. 12 Eylül darbesi lideri Evren Paşa’nın “emir subayı” 28 Şubat postmodern darbesi mimarı Çevik Bir’in “Ergenekon soruşturması” verdiği ifâdenin arkası gelir; bütün darbeciler ve postmodern darbeciler yargılanır. Ve dileriz, iktidar partisinde ufaktan başlayan “yandan çark” dönüşler akim kalır; en azından yargının AB standartlarına ulaşmasına ve sivil demokratik otoritenin tesisinde önemli olan son yasadan yine vazgeçilmez. Bir defa daha Türkiye’nin gerçek gündeminden cayılmaz… 02.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Batı, neden Mikail'in Müslüman oluşuna sessiz kalıyor? |
Amerika Birleşik Devletleri’nde Michael Jackson’un ani ölümü Amerikan halkını ve medyayı derin bir şaşkınlığa uğrattı. Bir çok insan tarafından pop müziğin kralı olarak nitelenen bir adamın hükümranlığı geçtiğimiz hafta sonra bir kalp krizi neticesinde sona erdi. Jackson 50 yaşındaydı. Onun ölümü neredeyse bütün dünya gazetelerinde birinci sayfadan duyuruldu. Şarkıcının 2008 yılının Kasım ayında Los Angeles’ta bir arkadaşının evinde düzenlenen bir törenle İslâmiyet’e geçtiği biliniyor. Söylendiğine göre Jackson yere diz çökmüş ve bölgedeki yerel bir caminin imamı eşliğinde ihtida etmişti. İmam gelmiş, Michael’a Şehadet’i tekrarlatmış ve o sırada ismi Michael’dan Mikail’e dönüştürülmüştü. Ünlü şarkıcının bu ihtidası ancak çok küçük çaplı Batı medyası tarafından duyuruldu. Bu gerçek ise bugün daha büyük bir önem arz ediyor. Mikail’in ölümünün duyulmasıyla birlikte, Batı’daki hiçbir medya grubunun Jackson’un daha evvelden İslâmiyet’i seçtiğiyle ilgili herhangi bir hatırlatma yapılmadı. Amerikan televizyonlarının bu olayı özellikle göz ardı ettiği ve tamamen görmezden geldiği aşikâr. İslâm’a geçtikten sonra, Jackson’un kardeşi Jermaine, gazetecilere yaptığı bir açıklamada Mikail’in 1989 yılından beri İslâm hakkında meraklı olduğunu ve sürekli olarak araştırma yaptığını belirtmişti. Daha önceden İslâm’la şereflenmiş olan Jermaine Jackson şunları söylüyor: “Mekke’den geldiğim bir zamanda kendisine okuması için bir çok kitap getirmiştim. Bu sırada bana İslâm hakkında bana bir çok şey sordu. Ben de İslâm’ın barışçıl ve çok güzel bir din olduğunu söylemiştim.” Bu konuyu Amerika’da özellikle gündeme getirdim çünkü Michael Jackson’un İslâmî ritüellere göre defnedilmesi, cenazesinin çok bekletilmemesi, cesedinin gasledilmesi ve Müslümanların katılımıyla cenaze namazının kılınması gibi çok hayatî meseleler sözkonusu. Eğer Michael Jackson Müslüman ise, onun için şüphesiz cenaze namazı kılınması gerekmektedir. Ne yazık ki, özellikle sonradan ihtida eden siyahî Amerikalılar arasında cenaze konusunda karmaşık uygulamalar çok yaygın. Farklı aile üyeleri ölüleri için Hıristiyanlık adetine göre de törenler isterken bazıları da rahiplerin ayrıca bir tören yapmasını da isteyebiliyor. Tıpkı Muhammed Ali’nin 1960’lı yılların sonu ve 1970’li yılların başında yaptığı gibi, Mikail Jackson’un da İslâmiyet’in mesajını Amerika’da yayma fırsatı ölümü ile akamete uğramış mıdır? Muhammed Ali bu konuda oldukça farklı ve başarılıydı zira o daha gençken İslâm’ın barış ve kardeşlik mesajının yayılmasına hizmet etmiştir. O günlerde İslâm’ın çok güçlü ve kuvvetli bir sesi haline gelmişti. Bizce eğer öyle bir şansı olsaydı, Mikail Jackson da müziği ile Amerikalıların sertleşmiş kalplerini yumuşatabilecek ve İslâm’ın Amerika’da anlaşılmasına büyük bir hizmet edebilecekti. İnternette, Mikail’in sesinden kaydedilmiş, İslâm ile ilgili söylenen bir çok şarkı bulunduğu iddia ediliyor. Her ne kadar başkasına ait olduğu iddia edilse de bu gibi haberler bize Mikail’in Batı’da İslâm’la ilgili mesajları yayma potansiyeline sahip olduğunu hatırlatıyor. Şimdi ise bu temenniler geçmişte kaldı ve bir daha asla gerçekleşemeyecek. Huzur içinde yat kardeşim Mikail. 02.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Today’s Zaman, Yeni Asya’yı takip ediyor |
Türkiye’nin imaj problemi her zaman birinci dereceden bir sıkıntı olmuştur. Gerek Batılı ülkeler nezdinde, gerekse İslâm dünyası nezdinde farklı farklı ve aslında gerçek Türkiye tablosunu yansıtmayan imajlar yüzünden sorun yaşayan hep Türkiye oldu. Bu durum kendimizi anlatmadaki yetersizliğimizin yanı sıra, bize dünyaya yansıtan iletişim kanallarının yani medyanın gerçek Türkiye tablosundan bir hayli uzakta ve imajiner tablolar ortaya koymasından kaynaklanmakta. Tabiî ki dışarıdaki insanların önyargıları da buna tuz biber eklemektedir. Türkiye’yi yabancılara “kendi dilimizden gibi” ancak “onların anlayacağı dilden” anlatmaya yarayacak medya organları ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmemektedir. Özellikle dünyanın yerel dili haline gelen İngilizce yayın yapan gazetelerimizin, internet sitelerimizin veya radyolarımızın azlığı ve eksikliği Türkiye’nin gerçek tablosunu bizi tanımayan insanlara anlatmada ciddî mânâda yetersiz kalmamıza sebep olmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda bu konuda önemli bir adım Today’s Zaman gazetesinin çıkmasıyla birlikte atıldı. Bir nebze olsun gerçek Türkiye tablosunu yabancılara, anlayabileceği dilden anlatan bir gazete olarak önemli bir hizmeti yerine getirdiği aşikâr. Ne yazık ki Türkiye’deki ‘önde gelen’ gazetelerimiz bizi bize çarpıtarak anlatmayı ve aslında olmadığımız ve hiç olmayacağımız bir kimliği bize yakıştırmayı hep marifet bilmişlerdir. Bunlar ya cehaletleri sebebiyle gerçek Türkiye’den bihaberler veyahut toplum mühendisliği bağlamında maksatlı yayıncılık yapıyorlar. Zaman grubunun büyük emek harcayarak çıkardığı günlük İngilizce yayın yapan Today’s Zaman ise bu çizginin dışında olarak bizi doğru anlatma gayreti içinde. Bunu yaparken sadece kendi haberleriyle değil, aynı zamanda Türkiye’de yayın yapan diğer gazetelerden de alıntılar ve aktarımlar yaparak yabancı okurlara Türkiye’nin gerçek gündemini anlatmaya çalışıyor. Türkiye’nin gerçek tablosu deyince de; sıklıkla bu gazetenin Press Review yani “Basından Haberler” —yahut Yeni Asya’mızdaki “Basından Seçmeler” sayfasına tekabül eden— sayfasında, Yeni Asya Gazetesi’nden alıntılar yapıldığını görüyoruz. Buna şaşırmamak lâzım zira Yeni Asya Gazetesi’nin temsil ettiği çizgi ve okuyucusuna aktardığı haberler, gerek Batı nezdindeki gerekse İslâm dünyası nezdindeki imajımızı zedelemeyecek, bizi doğru yansıtacak, hakikati tam temsil edecek ve daima iyiye ve doğruya yönlendirecek muhtevadadır. Buna üç örnek verecek olursak, Today’s Zaman gazetesi, 23 Haziran günkü Yeni Asya’nın (Andıçların hedefi, AB üyeliğini engellemek) manşetini 24 Haziran’da bu sayfalarında okuyucularına aktarmış. Sözkonusu manşet Avrupa Parlamentosu üyesi Emine Bozkurt’un, “İrtica Eylem Planı’nı içerdiği iddia edilen belgenin gerçek çıkması durumunda, bunun Avrupa Birliği’nin Türkiye İlerleme Raporuna gireceği” ifadelerini ihtiva ediyor. Today’s Zaman’ın, 26 Haziran tarihli Yeni Asya’dan aktardığı diğer bir haber ise Belçika Parlamentosu’na seçilen Mahinur Özdemir ile ilgili olan haberdi. (27 Haziran, Today’s Zaman). Bu gazete son olarak dün, yani 1 Temmuz nüshasında yine Press Review sayfasında, Yeni Asya’nın 30 Haziran günü attığı “Darbeciler Korunamaz” manşetini okuyucularına aktarmış... Yeni Asya’dan aktarılan üç haberin ortak özellikleri “demokrasi ve özgürlük” olarak göze çarpıyor. Yeni Asya’nın her daim savunduğu demokrasi, özgürlük, darbe karşıtlığı ve Avrupa Birliği vizyonu bu üç haberde tezahür ediyor. Today’s Zaman gazetesi de bunu görerek “Türkiye’nin gerçek gündemlerinin takipçisi olan Yeni Asya’yı” yabancı okurların ilgi ve alâkasına sunuyor. Çok da iyi bir iş yapıyor. Bu gazeteye emek veren meslektaşlarımıza teşekkür ediyoruz. 02.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ümit veren gelişmeler |
Bir bütün olarak İslâm dünyasının ciddî sıkıntıları olduğu herkesin malûmu. Bunun yanında mevcut problemleri çözmek için ittihad ve ittifak gayretlerinin de sürdürüldüğü görülüyor. Son aylarda bilhassa İstanbul’da düzenlenen çok sayıda sempozyum, panel ve benzeri toplantılarda bu hususlar dile getiriliyor. Bu cümleden olarak İstanbul yine önemli bir toplantıya ev sahipliği yapıyor. Avrupa’daki Müslümanların problemlerine çözüm arayan âlimler, İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’nin (İDSB) katkılarıyla İstanbul’da bir araya geldi. Avrupa Fetva ve Araştırma Komisyonu (AFAK) 19. Dönem Toplantısı Salı günü İstanbul Okmeydanı’ndaki Grand Cevahir Otel’de başladı ve 4 Temmuz’a kadar devam edecek. Açılış toplantısında yapılan konuşmalar pek çok yönüyle dikkat çekiciydi. Bir defa konuşmacıların anlattığı ‘dert’ler ve bahsettikleri ‘çözüm’lerin tamamı, hülâsa olarak Risâle-i Nur’da işaret edilen konulardı. Fatih Camii İmam Hatibi Osman Şahin’in okuduğu Kur’ân’la başlayan toplantıda ilk konuşmayı İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu yaptı. ‘Âlim’lerin hem yaptıkları hem de yapmadıklarından dolayı sorumlu olduğuna dikkat çeken Sadıkoğlu, “İhtilâflar büyük bir cinayet hükmündedir. Dünya dönüşüm ve değişim yaşıyor. Bazı odaklar İslâmı lekeleyecek tuzaklar kurmanın peşinde. Bu sebeple Müslümanlar mutlak ittihad ve ittifak içerisinde olmalıdırlar. Birlik sebebimiz çok ve hiçbir hâdise bizim ümidimizi kırmamalıdır” şeklinde konuştu. “Bu şehri fethedenleri rahmetle anıyorum” diyerek söze başlayan AFAK Genel Sekreteri Şeyh Hüseyin Muhammed Halâva da AFAK’ın özel bir ihtisas kuruluşu olduğunu ve maksadının gençlerin problemlerine çare aramak olduğunu ifade etti. İslâm ümmetinin hedefinin ‘orta yol’ olduğunu hatırlatan aynı konuşmacı, “Bu konsey şiddete ve fanatikliğe yönelmeyecek. Fetvada kolaylaştırma ve dâvette müjdelemeyi esas alacak” dedi. Bir diğer konuşmacı da Rotterdam İslâm Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz oldu. Akgündüz’ün, Arapça olarak yaptığı konuşma hayli ilgi gördü. Akgündüz konuşmasında,—daha önce gazetemizde de yer alan—Avrupa Kiliseler Birliği’nin Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (asm) ‘peygamber’ olarak kabul etmeleri hakkındaki kararlarını hatırlattı ve Materyalizm’e karşı hakikî İsevîlerle ittifak etmek gerektiğini söyledi. Irak savaşı, 11 Eylül saldırısı ve son olarak da ekonomik krizin; İslâm dininin Avrupa’da daha fazla yayılmasına ve tanınmasına sebep olduğuna dikkat çeken Akgündüz, “Kriz, Hıristiyan dünyasını maddî olarak zayıflattı ve onlar da Müslümanlara muhtaç oldu. Ümitsizliğe düşmemek gerek. Dünyanın geleceği İslâm’ındır” şeklinde özetlenebilecek bir konuşma yaptı. Toplantının en can alıcı konuşmasını ise Mısırlı âlim ve Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği Başkanı Yusuf El-Karadavî yaptı. Karadavi’nin duâyla başlayıp duâyla bitirdiği konuşması bize Risâle-i Nur’un bakış açısını hatırlattı. “Biz Avrupa’nın da hayrı için çalışıyoruz” diyen Karadavi’nin konuşmasını şöyle özetlemek mümkün: “Fetvalar bir ihtiyaçtan doğuyor. Bu ümmet, dininden ayrılmaz. Biz, Avrupa’daki ‘Müslüman azınlığı’ unutamayız. Onların bizim üzerimizde hakkı vardır. Meselâ, Hindistan’da 200 milyon Müslüman, ‘azınlık’ konumundadır. Batı dünyanın efendisi durumundadır, ama Müslümanlara muhtaç olmuştur ve Müslümanlar da oraya hicret etmiştir. Artık orada ‘yerli’ Müslümanlar vardır. Dünya artık bir ‘köy’ hükmünde, hem de ‘küçük bir köy.’ Hatta küçük bir aile gibi oldu. Hem mekân, hem de siyasî bakımdan bir aile gibi oldu. Avrupa kendine bir yol buldu ve AB’yi kurdu. Bu konsey, Müslümanları Avrupa’ya yaklaştırmaya çalışıyor. Dünya bir araya geliyor ve biz ise ihtilâf için bahane arıyoruz. Hepimizin kıblesi bir. İhtilâf etmemize gerek yok. Zaman ve mekânın değişmesiyle hüküm de değişir. Burada ‘nas’ları değiştirmek söz konusu değil. İslâm, fethettiği her ülkenin problemlerini ‘fetva’ ile çözmüştür. Dünyanın yaşadığı yangını söndürecek güç, İslâm’da vardır. İktisadî ve ekonomik formüller de İslâm’da var. Kendi elimizde ‘elmas’ var. Bu mirasa iyi sahip çıkmalıyız. Bu ümmet içerisinde her zaman Hakk’ı savunacak bir grup kalacaktır.” Tabiî ki bu tesbitler, Arapça olarak yapılan konuşmalardan ânında yapılan tercümelerden aktarabildiğimiz notlardır. Böyle faydalı bir toplantıyı “izlemeye ihtiyaç duymayan” TV’lere ne demeli? 02.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Eşim; anne, baba ve kardeşlerine maddî destekte bulunuyor!” |
“Beyim çok fedakâr, ailesine bakıyor. Borçlarını ödüyor, eşya alıyor. Ben de çalışıyorum, ama, kimi zaman sıkıntıya giriyoruz. Onlar da sanki mecburmuş gibi bir tavır içinde… Bu beni üzüyor, ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım?” diye soran muhterem okuyucumuzla şu hasbihâli yaptık: “Evvelâ şu tesbiti yapalım: Eşinin akrabaları, gayri meşrû bir hayat içinde mi?” “Hayır!” “Zaten hepimizin görevi insanlara yardım ve iyilik yapmaktır. İşte İlâhî ferman: “Allah yolunda bağışta bulunun. Allah yolunda cihad etmekten ve bağışta bulunmaktan kaçınarak kendinizi ellerinizle ateşe atmayın. İyilik yapın, yaptığınız iyiliği güzel yapın. Muhakkak ki Allah, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunan kullarını sever.” 1 Meseleye şu hadisi şerîf penceresinden bakmalısınız: “Kesenin ağzını bağlama, senin de rızkın bağlanır. Ver, sayma; sana da sayı ile verilir. Malını kilere kapatma, senin de rızkın kapanır.” 2 Herkes bunun yorumunu kendi dünyasında yapabilir. İyiliksever ve yardımsever insanlar, bu dünyada bile yaptıklarının karşılığını alıyorlar. Bir kere onlar herkes tarafından sevilir, takdir edilir. Bir mesele olduğunda, herkes vicdânen de lehlerinde hareket eder. (Tabiî ki, haksız meselelerde değil). Dolayısıyla, iyilik edenlerin malı da artar, iyi huyları da inkişâf eder. Çünkü, iyilik yapmak, vermek ve paylaşmak paylaşılan şeyi arttırır. Sevgi ise sevgiyi, mal ise malı!.. Öyle ise, beyinizin annebaba ve kardeşlerine yaptığı yardımlardan üzülmek, endişelenmek değil, sevinmeniz gerekir. Zira, o iyilikler kat kat ona ve size dönecektir zaten. Bunu maddî olarak gözlemlemiyorsak da, mânen hissederiz: Bu dalâletler, sapıklıklar, manevî fırtınalar asrında; mutlu bir yuva kurmamız, gayri meşrû hayata düşmememiz yaptığımız bu iyilikler sayesindedir. Acaba gayri meşrû bir hayattan kurtulmak, gayri meşrû bir alışkanlık, bağımlılıktan kurtulmak veya fecî bir hastalığa yakalanmamak için yaptığımız yardım ve iyiliklerin kat kat fazlasını sarf etmez miydik? Kimbilir, sahip olduğunuz bu güzellikler, “Bu yardım ve iyilikleriniz” sayesindedir. Ve aslında Kur’ân ve yüce Nebî (asm) haber veriyorlar ki, bu böyledir: “Kim bir mü’min kardeşinin yardımcısı olursa, Allah da ona yardım eder.” 3 “İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın.” 4 “Onlar darlık ânında da olsa, mü’min kardeşlerini kendilerine tercih ederler.” 5 “O takvâ sahipleri, bollukta ve darlıkta, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.” 6 İslâm tarihinde, iyiliğin, vermenin, paylaşmanın ve fedâkârlığın göz yaşartıcı yüzlerce, binlerce misâllerine rastlamak mümkündür. Abdullah bin Abbas (ra) anlatıyor: “Biz öyle sıkıntılı, dar, zor anlar yaşadık ki, hiçbir zaman malımızı, mülkümüzü düşünüp de mü’min kardeşlerimizi bir tarafa atmadık.” Hz. Ali’nin (ra) şu sözlerine hayran olmamak ne mümkün: “Bir mü’min kardeşimizin ihtiyacına koşmak, bizim için dünya dolusu altına, gümüşe sahip olmaktan daha önemlidir.” Tebük Seferi için Abdurrahman bin Avf sekiz bin dirheminin yarısını, Hz. Ömer de (ra) malının yarısını getirmişti. Hz. Osman eteğini doldurup getirdiğinde, öbek birdenbire öyle kabarmıştı ki, Allah Resûlü (asm), “Bundan sonra Osman ne yapsa zarar vermez,” 7 buyurmuşlardı. Hz. Ebûbekir (ra) ise, evinde Allah ve Resûlü’nün (asm) sevgisinden başka neyi varsa getirmişti. Hz. Âkil’in ise, sabahlara kadar çalışıp kazandığı bir ölçek hurmanın yarısını çolukçocuğuna bırakması, diğer yarısını da getirip sefer hazırlığı için teslim etmesi fedâkârlığı karşısında elbette biz titriyoruz. Tabiî ki, onların bu fedâkârlıktan aldığı hazzı, İslâm toplumunun tarih boyunca kazandığı değerleri hesap edebilmek imkânsız. Onlara yapılan bütün duâlar, iyi bahisler, sınırsız diyebileceğimiz bu fedâkârlık derecesindeki iyilikler, vermeler, paylaşmalar sayesinde değil midir? Yardım ve iyilikte de aile fertleri ve en yakın akrabalardan başlamalı. Zira, öncelik onların. Kendimizin ve eşimizin akrabaları, birinci derecede akrabalarımız… Onlara hem insanlık, hem de akrabalık bağları yüzünden iki kat iyilik yapmamız gerekmez mi?
Dipnotlar: 1. Bakara Sûresi: 195. 2. Buharî, Hibe: 15; Müslim, Zekât: 88. 3. Buharî, Mezâlim: 3. 4. Mâide Sûresi, 2. 5. Haşir Sûresi, 9. 6. Ali İmrân Sûresi, 134. 7. Üsdü’l Gâbe, 5: 257. 02.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Cevherin kıymetini sarraf olan anlar |
Bir çocuğun eline elmas parçasını, bir de 1 lira verseniz, “Bu taşı ben ne yapayım?” deyip fırlatıp atabilir. Onun gözünde elmas parçası bir taştır, 1 lira daha değerlidir. Ama siz bir sarrafa götürdüğünüzde çocuğun taş sandığı elması öpüp başına koyar. Çocuk ruhlu olan, aklı, idraki, ilmi inkişaf etmemiş bir insan için de güzel sözün, fakir görünümlü ama elmas değerindeki insanın bir değeri olmayabilir. Ama Allah Resûlü’nün (asm) böylesine cevher ruhlu insanlara kıymet verdiğini biliyoruz. Allah Resûlü’nün (asm) mânevî varisi Hz. Ömer de (ra) öyleydi. Onun o Yüce Rehberi’nden (asm) aldığı ders ve ölçüyle nasıl bir insan sarrafı olduğunu görüyoruz. O, bir kısım özelliklerini öğrendiği Peygamber âşığı Hz. Üveys’e, yani Veysel Karanî’ye büyük bir değer vermişti. Bir defasında Medine’ye gelmişti de onunla özel ilgilenmişti. Karşılıklı konuşmalar oldu aralarında. Ona nereye gideceğini sordu. O da, “Kufe’ye” cevabını verince, “Sana yardımda bulunması için Kufe valisine birşey yazayım mı?” “Hayır!” dedi Hz. Üveys. Fakirler arasında bulunmayı arzu ettiğini söyledi. Sonra da ayrıldı. Ertesi sene hac mevsimi geldiğinde Hz. Ömer (ra), Karenlilerden birine onun durumunu sordu. Perişan ve muhtaç bir halde olduğunu, buna rağmen kimseye ihtiyacını arz etmediğini öğrendi. Hz. Ömer (ra), o kişiye Resûlullah’ın duâsının makbul oluşu ve duâ etmesini istemesiyle ilgili hadisini hatırlattı. O da memleketine dönünce Hz. Üves’e bunu aktardı. O ise şu karşılığı verdi: “Sen hayırlı bir yoldan döndün. Dönüşün benden daha yeni. Sen benim için Allah’tan af dile!” Duâya bir türlü yanaşmamıştı Hz. Üveys. Ancak Hz. Ömer’le karşılaşıp karşılaşmadığını sormuş, karşılaştığını öğrenince de duâ etmişti. Bu olay, Hz. Üveys’i insanların gözünde daha da büyülttü. Ona karşı hürmetlerini daha da arttırdılar. 02.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Receb, Şaban ve Ramazan kardeşler, hoş geldiniz! |
Daha dün gibiydi, geçen sene bu günlerde yazdığımız “şuhuru selâse” yazısı. Bir sene çabucak geçiverdi ve yine, yeniden şuhuru selâse mevsimine, üç ayların çok kârlı ve bereketli çarşısına geliverdik elhamdülillah. Bugüne kavuşamayanlar da var. Beni müteessir eden de, on sene karşılıklı oturduğumuz kapı komşum, muttakî insan, ehli hizmet Naci Çelik kardeşimin bir gün önce ahiret yurduna göçüvermiş olmasıydı. Receb, Şaban ve Ramazan. Bizim kültürümüzde, milletimizin arasında kıymet ve hürmeti çok aylardır. Ondandır belki de, İslâm dünyasında, bu ayda doğan çocuklarını o ayın ismiyle müsemma kılan bir milletiz. Rabbimizin ayı olan Receb’de, çok rağbet edilen gece mânâsındaki Regaib’le, en büyük mu'cizei peygamberînin gerçekleştiği Mi’rac Gecesi vardır. Kâinatın Efendisi’nin (asm) kendisinin olduğunu söylediği Şaban ayında da, kıyamette şefaat edeceği ümmetinin beratına, kurtuluşuna sebeb olan af gecesi vardır. Ümmetin ayı olan ve bir haseneye karşılık binlerle ifade edilen sevapları içine alan ibadetlerin saklandığı, aziz milletimizin de kadrini, kıymetini çok iyi bildiği Kadir gecesinin bulunduğu Ramazan ayı ise, başlı başına nimetler, bereketler, feyizler ve sayamayacağımız kadar güzelliklerle, ihsanlarla dolu bir aydır. Rabbimiz, İnşaallah o aya da kavuşturur bizleri. Yani; dünyanın oyun ve oyuncaklarına, nefsin tuzak ve hilelerine aldanmadan bu mübarek ayları, yaz gününün rehavet ve günahlarına karşı mukavemet ederek ihyâ etmeliyiz ki, yarın bizler de kabrimizde nurânî hayat bulup, berzah âleminde bahtiyar olalım. Çok ibadet etmeli ve oruç da tutmalıyız. Hz. Ali’ye (ra) sormuşlar: “En çok neyi seversin?” “Yazın sıcak günlerinde oruç tutmayı” demiş. Nefse, özellikle de bu sıcak günlerde zor gelen oruç ibadeti, ihlâsla olduğu zaman inanın ki çok kolaydır. Öte yandan Kur’ân ve onun tefsiri olan Risâle-i Nurları bolca okumalıyız. Namazlarımıza ayrı bir dikkat göstermeliyiz. Dünyanın bittiği yerde ahiretin başlayacağını unutmayarak, namazı ilk vaktinde kılmaya özen göstermeliyiz. “Şu işim de hele bir bitsin, namazı öyle kılarım” dememeliyiz. Kabirde sorgu suâle; önce iman, sonra namazdan başlanacak. Receb, Şaban ve Ramazan aylarınızı; kısaca şuhuru selâse denilen üç aylarınızı tebrik ederiz. 02.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
“Sanki yedim”i düstur etmek |
Muharrem Okur: “Hacca bir defa gitmek farz olduğu halde, farz olarak hacca gidenlerin daha sonra yeniden mükerrer hacca veya umreye gittiklerine çok şahit olmaktayız. Bunun dinimizdeki yeri nedir? Daha önemli sarf veya tasadduk yerleri varken, birikimini mükerrer hacca veya umreye kullanmak ne derece doğrudur?”
ıslâmıyet ölçü ve denge dinidir. Aşırılıklardan uzaktır ve ibadette, taatte, zikirde, evradda, amelde ve davranışların tamamında itidalde olmayı ve itidalde kalmayı emreder. Peygamber Efendimiz’in (asm) gecenin üçte ikisi geçince kalkıp teheccüt namazı kılmasını, Ramazan ayı dışında bazen oruç tutup bazen tutmamasını ve gecenin bir miktarını ezvâc-ı tâhirâta ve hâne-i mübareğine ayırmasını az bularak: “O Peygamberdir. Bizim gibi günahkâr değildir. Ben geceleri hep namaz kılacağım ve hiç uyumayacağım” diyen; “Ben bayram günlerinden başka bütün seneyi oruçlu geçireceğim ve hiç ara vermeyeceğim” diyen ve “Ben kadınlardan ayrı bir mağaraya çekileceğim ve hiç evlenmeyeceğim” diyen sahabelerini tek tek çağırıp karşısına alarak şöyle buyurması hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır: “Allah’a and olsun ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınızım ve en takvalı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutar, bazen ara veririm. Geceleri namaz da kılarım, istirahat için uyurum da. Kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetim budur. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” 1 Kezâ Peygamber Efendimiz (asm) yine bir gün mescide girdiğinde iki direk arasında gerilmiş bir ip gördü. “Bu ip nedir?” diye sordu. Ashab-ı Kiram: “O ip, Zeynep bint-i Cahş’ındır ya Resûlallah. Yorulduğu zaman ona tutunur” dediler. Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm): “Onu çözünüz. Namazı zevkle kılınız. Yorulduğunuz zaman da yatıp uyuyunuz” buyurdu. 2 Keza Hazret-i Aişe Validemiz (ra) anlatıyor: Yanımda sohbet ettiğim bir kadın vardı. Resûlullah (asm) odama girince; “Bu kimdir?” buyurdu. Ben: “Falan kadındır” dedim ve kadının namazlarından överek bahsetmeye başladım. Nihayet Resûl-i Ekrem (asm): “Yeter!” dedi. “Güç yetirebildiğiniz kadar yapın. Allah’a and olsun ki, Cenâb-ı Hak sevap vermekten usanmaz; ama siz usanırsınız.” 3 Sünnet olan; hayatta her şeyde olduğu gibi, ibadette de itidal içinde olmak ve aşırılıklardan uzak durmaktır. Hac ve umre hususunda da durum böyledir. Farz olan, gidip gelebilecek yol ve imkân bulanlar için ömürde bir hactır. İki değildir. Nitekim Resûlullah Efendimiz (asm) sahabelerine: “Allah, size haccı farz kıldı” buyurunca, Ashab-ı Kiramdan birisi: “Her sene mi ya Resûlallah?” diye sordu. Resûlullah (asm) cevap vermedi. Adam tekrar sordu. Resûlullah (asm) yine cevap vermedi. Adam sorusunu üçüncü defa tekrar edince, Peygamber Efendimiz (asm): “Eğer ‘evet!’ deseydim hac her sene farz olurdu. Her sene farz olsaydı, siz onu yapamazdınız. Söylediğim gibi bırakın. Çünkü sizden öncekiler peygamberlerine çok soru sordukları ve onlar üzerine ihtilâfa düştükleri için helâk oldular. Size emrettiğim şeyi gücünüz yettiği kadar yapınız. Bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan kaçınınız. Farz olan hac bir defadır” buyurdu. 4 Şüphesiz diğer ibadetlerde olduğu gibi, hac ve umre ibadetinde de doyulmaz bir lezzet vardır ve o mukaddes topraklar oraya giden / gitmeyen insanın gözünde tüter durur. Fakat biz zayıf omuzlarımızdaki iman hizmetini daha sıhhatli kaldırabilmek için gerekirse maddî ve manevî lezzetlerimizden, şahsî kemâlâtımızdan ferâgat etmekle yükümlü olduğumuzu unutmamalıyız. Farz haccımızı ve umremizi yaptıktan sonra, daha sonraki yıllarda içimizde tütüp durduğu halde, artık sünnet mesabesinde bulunan bir hac veya umre ibadeti yerine aynı para ile iman hizmetinin bir büyük eksiğini giderebilir, birkaç öğrenciye burs verebilir, iman hizmeti için oluşturulan şahs-ı mânevî havuzuna daha güçlü katkılar sağlayabiliriz. Ki, böylece paramızı vacip mesabesinde değerlendirmiş ve daha çok sevaba çevirmiş oluruz. Mukaddes topraklar gözümüzde tüttükçe de “Sanki gittim!” dememiz yeterli olur. Nasıl ki, eskiden İstanbul’da bir adam, canı bir şey yemek istediğinde yemeyip “sanki yedim” der ve parayı biriktirirmiş. Böylece hevesinden kurtardığı paralarla, kıyamete kadar içinde namaz kılınacak bir mescit yaptırmış. Bediüzzaman Hazretleri bu adamı takdir eder ve der ki: “Lezâiz çağırdıkça, ‘sanki yedim’ demeli. ‘Sanki yedim’i düstur eden, bir mescidi yemedi.” 5 Kim bilir bu usûlle kaç kişi, mukaddes topraklar gözünde tüttükçe “sanki gittim” diyerek, orada harcayacağı para ile iman hizmetinin bir büyük açığını kapasa ve eksiğini tamamlasa, kıyamete kadar baki olacak nice hizmetlerin de temeline harç koymuş olacaktır. Böylece parasını da sünnet olarak değil; farz veya vacip mesabesinde değerlendirmiş olacaktır.
Dipnotlar: 1- Nevevî, R. Sâlihîn, 143; 2- Nevevî, R. Sâlihîn, 146. 3- Nevevî, R. Sâlihîn, 142. 4- Nesâî, Hac, 1 5- Sözler, s. 633; Mektubat, s. 461; Hutbe-i Şamiye, s. 133. 02.07.2009 E-Posta: [email protected] |