H. İbrahim CAN |
|
İnguş Cumhuriyetinde neler oluyor? |
İnguş Cumhuriyeti’nde Devlet Başkanı YunusBek Yevkurov’a suikast girişiminde bulunulması, bu bölgedeki gerginliği gündeme getirdi. Bu saldırı son iki hafta içindeki üçüncü saldırı. Önce 10 Haziranda düzenlenen bir saldırıda İnguşetya yüksek mahkemesi başkan yardımcısı öldürüldü. Üç gün sonra ise eski bir başbakan yardımcısı evinin önünde öldürüldü. Saldırıların ardında Kafkasya Emirliği adıyla Eski Çeçenistan Lideri Dokka Umaov tarafından kurulduğu iddia edilen İslâmî devleti adlı yapının bulunduğu biliniyor. İnguşlar son yüzyılın en talihsiz milletlerinden birisi. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bu ülke halkı aslında Çeçen halkı ile yakın kültürel, tarihî ve dil bağlarına sahip. 19. yüzyıldan bu yana Rusya’nın boyunduruğu altındaki bu ülke, 1936 yılında Çeçen-İnguş Özerk Cumhuriyeti olarak Sovyetler Birliği içinde yer aldı. İnguşlar Moskova’ya sadık kalmalarına rağmen İkinci Dünya Savaşı sonunda Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Orta Asya’ya sürüldü. Bu sürgün 1957 yılına kadar sürdü. 1991 yılında Cehar Dudayev’in Çeçenistan’ın bağımsızlığını ilân etmesine İnguşlar karşı çıktı. İki kardeş millet arasında çıkan çatışmayı ancak Rus birlikleri durdurabildi ve daha sonra kurulan İnguş Cumhuriyeti Moskova’ya bağlı bir özerk devlet oldu. Toplam üçyüz bin resmî nüfusa sahip küçük bir devlettir. İnguşlarla Kuzey Osetler arasında da Prigorodny şehrinin egemenliği konusunda çatışmalar yaşandı. Bu çatışma 1992 yılında bu şehrin İnguşetya’ya bağlanmak istemesi üzerine yeniden yaşandı. Çok sayıda kişinin ölümüne yol açan bu çatışma yine Rusya tarafından bastırıldı ve İnguş nüfus şehirden sürülerek İnguşetya’da mülteci konumuna düştü. Bir başka mülteci akını da 1999 yılında Rus ordusunun Çeçenistan’a saldırması üzerine yaşandı. Özellikle Çeçenistanla bağlantılı şiddet olaylarının yanı sıra ülke yoksulluğun pençesi altında inliyor. Eski devlet başkanı Murad Zyazikov’un geçen yıl görevden alınması üzerine bu göreve atanan Yunusbek Erkurov, Rusya ordusunun eski üst düzey komutanlarından. 2000 yılında Çeçenistan’da Rus ordu birlikleri komutanı olarak mücahitlere karşı kazandığı başarılar sebebiyle Rusya Kahramanı madalyası aldı. Ülkede yolsuzlukları önlemesi ve yoksulluğu yok etmesi beklenirken, bunu başaramadığı gibi Kuzey Osetya ile anlaşmazlıkları da çözemedi. Tıpkı Çeçenistan’daki Kadirov gibi Rusya’nın kukla devlet başkanı olarak bilinen Zyazikov, göreve geldiğinden bu yana sürekli İslâmî grupların saldırılarına hedef oldu. Müslümanlara yönelik şiddet içeren tedbirleri yüzünden karşı gruplar sürekli taraftar kazanmaya devam ediyor. Son yetmiş yılı aşkın süredir huzur yüzü görmeyen İnguşlar, gerginliklerin gittikçe tırmandığı bu bölgede daha uzun süre yoksulluk, çatışma ve yurtsuzluğun çilesini çekmeye devam edecek gibi görünüyor. 24.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Teşekkürler, fakat istemiyorum |
SADECE bir kaç hafta önce Başkan Barack Obama İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Washington’da buluşarak Filistin sorununa iki devletli bir çözüm bulunması için açıkça destek verdiklerini açıkladı. Obama ayrıca Batı Şeria’da Yahudi yerleşimlerini durdurmak için İsrail’den işbirliği talebinde de bulundu. Bunun üzerine, Netanyahu barış müzakerelerine “derhal” başlamaya hazır olduklarını dile getirdi fakat bir Filistin devleti kurulması konusunda biraz temkinli davrandı. Netanyahu, İsrail’in Filistinlilerle “yan yana” yaşamaya hazır olduklarını söyledi, fakat bunun yegâne şartının Filistinlilerin İsrail’i bir “Yahudi devleti” olarak kabul etmesi olduğunu da belirtti. Filistinli müzakereci Saib Erakat, Netanyahu’nun bu ifadelerine tepki gösterdi ve dedi ki: “İşgalcilerin nefesini boynumuzda her an hissettiğimiz bir ortamda biz Filistinliler kendi kendimizi nasıl idare edebiliriz? Onların barikatları şehirlerimizi, kasabalarımızı, köylerimizi ve mülteci kamplarımızı çevrelemişken nasıl yapabiliriz bunu?” Hamas’ın resmî yetkililerinden Musher Al Masri ise Amerikalıların halen İsrail ve Filistin’e karşı tarafsız bir tutum takınmadığından yakındı. Şurası gerçek ki, Obama Netanyahu’yu bir Filistin devletinin kabul etmek yükümlülüğü altında bırakmıştır. Bu haftalarda, daha Obama’nın Müslüman dünyasına seslenmesinin üzerinden pek de fazla geçmemişken, Netanyahu Filistinlilerin İsrail’i bir Yahudi devleti olarak benimsemeleri gerektiğini söylüyor ve bununla da çok açık bir şekilde Filistinli mültecilerin İsrail topraklarına asla dönemeyeceklerinin sinyalini veriyor. Filistin yönetimi, Saib Erakat’ın “Netanyahu’nun konuşması barış müzakerelerinin kapısını kapatmıştır” sözleriyle sözkonusu yeni müzakere senaryolarını red etmiştir. Erakat şöyle devam etti: “Dünyanın Filistin devletinin kurulacağı söylemlerine kanmamasını rica ediyoruz zira bu şartlarda bu durum kabul edilemez. Zira Netanyahu, Kudüs’ü İsrail’in başşehri olarak deklare ediyor, mülteciler hakkında müzakere yapılmayacak diyor ve Yahudi yerleşimlerinin devam edeceğini söylüyor” Gazze’de Hamas sözcüsü Sami Abu Zuhri, Netanyahu’nun sözkonusu konuşmasını “ırkçı” bir konuşma olarak niteledi ve Arap milletini İsrail’e karşı “daha güçlü bir direnişe” çağırdı. Netanyahu’nun konuşması hiç şüphesiz Obama’nın İslâm dünyasına yaptığı tarihî konuşmaya açık bir cevaptı. Netanyahu cevabında, ABD’nin Yahudi yerleşimlerini durdurma çağrısını red etmiştir. Beyaz Saray ise Obama’nın bu konuşmayı “ileriye doğru atılmış önemli bir adım” olarak nitelediğini açıkladı. Washington, İsrail’i iki devletli çözüm fikrini kabul etmeye yaklaştırdığı için durumdan tatmin olmuşa benziyor ve böylece Filistin’in problemlerini çözdüğünü düşünüyor ancak yine elinde boş bir çantayla masadan ayrılan ne yazık ki Filistinliler olacak. “Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.” [Kur’ân 3:64] İsrail bütün bunlar bir yana Filistin devletinin ancak silâhsız ve ordusuz olması durumunda var olabileceğini öne sürüyor. İsrail, Filistinlilerin böylesi bir teklifi asla ve asla kabul etmeyeceğini çok iyi biliyor ve bunu ABD de gayet iyi biliyor. Bir kez daha Netanyahu hükümetinden bir geciktirme ve erteleme taktiğine şahit oluyoruz. Bir kez daha, Netanyahu hükümeti İsrail’i daha güçlü kılacak ve Filistinlileri köleleştirecek ve boyun eğdirecek barış şartları öne sürmeye hazırlanıyor. “Allah, saklı tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı bilir.” [Kur’ân 16: 19] Filistin yönetimi Netanyahu’nun şartlarının kabul edilemez olduğunu söylemekte sonuna kadar haklı. 24.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Müstehcenlik dur! |
Zihnen ekonomik krizle ve ‘darbe belgeleri’yle ilgilenirken en önemli tehlikenin farkına varamıyoruz, ya da ihmal ediyoruz. Farkına varamadığımız tehlike; müstehcenlik. Bu belâ ve musîbet, dört değil belki on dört koldan hareketle başta gençler olmak üzere aileyi ve toplumu tehdit ediyor. Yaz aylarının gelmesiyle birlikte gazete ve televizyonların yayınlarındaki müstehcenlik dozu iyice arttı. TV izlemediğimiz için bilemiyoruz, ama gazeteler ele alınabilecek durumda değil. ‘Çok satan’ çok sayıdaki gazete, maalesef insafsız ve iz’ansız bir şekilde müstehcen yayınlarını arttırarak devam ediyor. Hele hele gazetelerin verdiği ‘ek’ler var ya, inanın onlara ‘gazete’ demek için bir iki şahit bile yetmez! Bu müstehcenlik furyasına, bu çılgınlığa kim dur diyecek? Nasıl bir ülkeyiz ki, kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz? “Aileyi ve gençleri korumak için vazifeli olan kurumlar” bu cinayetlere nasıl sessiz kalabilir? En başta Diyanet İşleri Başkanlığı bu çılgınlığa karşı durmalı ve elinden gelen gayreti göstermelidir. Tabiî bu çağrımız, “Diyanet bu tehlike ile ilgilenmiyor” anlamına gelmez. Mutlaka konu ile ilgili çalışmalar yapılıyor ve zaman zaman da ‘hutbe’ler okunuyor. Ama çok daha fazlasını hep birlikte yapmalıyız. Evet, hep birlikte. Çünkü tehlike çok çok büyük. Bir yandan TV’ler, bir yandan ‘sanal medya’ dediğimiz internet, bir yandan da—maalesef çoğu Müslümanın dahi evine ‘rahatlıkla’ soktuğu—’bilinen’ gazetelerle müstehcenlik teşvik ediliyor. Açık saçıklığın ailemize topyekûn olarak saldırdığı günümüzde, karşı koymayı da topyekûn olarak yapabiliriz. Her imkân ve fırsatta bu tehlike ve tehditin farkında olduğumuzu ortaya koyabilmeliyiz. Müstehcenliğin saldırısı sadece TV, internet ve gazetelerle sınırlı değil. Sokaklardaki dev afişler de müstehcenliğin yayılması için kullanılan vasıtalardan biri. Sokak ve caddeleri ‘kirleten’ müstehcen afişlerle donatılan panolara karşı anlamlı bir imza kampanyası başlatılmış. Açılan bu site aracılığıyla ‘yetkililer’ ciddî olarak ikaz edilecek. 22 Haziran 2009 tarihli Yeni Asya’da da yer alan habere göre, protesto imzaları belli bir sayıya ulaştığında “Türkiye’yi idare edenler”in önüne konulacak ve “gereğini yapın, müstehcenliğe dur deyin” denilecek. (İmza kampanyası şu adreste: www.reklampanolariniprotestoediyorum.com) “Krize çare arıyoruz” diyenler, asıl bu krize çare aramalı. Aileyi ve gençleri tahrip eden bu ‘atom bombaları’na karşı sessiz kalmak telâfisi mümkün olmayan yaralara sebebiyet verir. Yeri gelmişken, ‘dindar’ bilinen bazı firmaların da bu müstehcenlik tuzağına düştüğünü gördüğümüzü üzülerek ifade etmek durumundayız. Gerek TV, gerek gazete ve gerekse başka şekilte ticarî faaliyet gösteren ‘dindar firma’lar; ürünlerini tanıtırken müstehcenliğin dik âlâsına âlet oluyorlar! Hiç kusura bakmasınlar, ama “Bu işi yapmak için başka çare yok” diyerek bizi kandırmaya çalışanlar, acaba Yaratıcıyı da kandırabileceklerini mi düşünüyorlar? İğneden ipliğe hangi ürünü imal ediyorsak, tanıtımı da, reklâmı da, inancımıza uygun olmalı. Ne kendimizi ne de başkalarını kandırmayalım... Yaratıcıyı kandırma imkânı zaten yok. El birliğiyle müstehcenlik âfetine, tâununa, tufanına ‘dur’ diyelim. 24.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Ankara’nın demokratikleşme tezadı |
AB ülkeleri büyükelçilerine konuşan Başbakan Erdoğan, “kirli senaryolarla dolu belge”nin Türkiye’yi AB yolundan ve demokrasiden döndürmeyeceğini belirtiyor. “Gizli belge”nin açığa çıkışından bu yana, karanlık mafyatik ilişkilerin siyasette kendisine zemin bulamayacağını ve demokrasinin kalitesini arttırma gayreti içinde olduklarını söyleyen Başbakan, her defasında TBMM’yi millet irâdesinin dışında hiçbir gücün yönlendiremeyeceğini ifâde ediyor. İlginçtir; Erdoğan’ın bütün bunları söylediği ve gündemin “belge” gürültüsüne getirildiği günde, hâlâ “gerekçesi” anlaşılmayan ve kendisinin grup toplantılarında, kapalı kapılar ardında milletvekillerini mutlaka çıkarmaları gerektiğine “ikna” ettiği, mayından temizlenmiş toprakların 44 yıla kadar yabancı firmalar tarafından kullanılmasını da içine alan iktidarın ısrarla Meclis’ten geçirdiği “mayın yasası” Çankaya’da imzalanıp Resmî Gazete’de yayınlanmaktaydı. Başbakan şimdi de partisinin basına kapalı toplantılarında, “Meclis’in gündemindeki yasalar çıkana kadar tatil size haram” deyip milletvekillerini hükûmetin Meclis’e sevkettiği tasarıları çıkarmaya zorluyor. Günlük yoklama raporlarının kendisine geldiğini belirtip, “Sizi zorla mı milletvekili yaptık, işiniz bu değil mi?” fırçasını atıyor; “geçenlerde söyledim, bir kez daha söylüyorum” diye uyarıyor…
MECLİS GÜNDEMİ, MİLLTTEN KOPUK… Belli ki Başbakan’ın sık sık azarlamalarla dikkat çektiği yasalar, Meclis gündeminde bulunan ve “teğet geçtiğini” iddia ettiği çoğu ekonomik krizle ilgili tasarılar. Bunun dışında, başta “yeni anayasa” ve anayasal düzenlemeler olmak üzere, özellikle AB’ye taahhüd edilen “demokratikleşme”, “yargı reformu”, siyasî partiler ve seçim yasası benzeri hükûmetin hazırlığı bulunmuyor. Meclis’te görüşülen yasalar elbette gerekli. Bunların süreç içerisinde çıkarılmasında kimsenin itirazı yok. Ancak, son haftaların Meclis gündemine bakıldığında hükûmetin gündeminde ve iktidarın yasa çıkarma önceliğinde bir tuhaflık göze çarpıyor. Bir taftan “kirli mafayalar”dan, “demokrasi dışı dayatmalar”dan, “andıçlar”dan, “gizli senaryolar”dan ve “mâlum belgeler”den yakınıp, diğer taraftan bunları deşifre edip cezâlandıracak hiçbir çaba gösterilmeyip, ülkenin birinci sorunu dediği “demokrasiye müdahâle teşebbüsleri”ne karşı hiçbir şey yapılmaması, Meclis’in yoğun mesâiyle üçüncü, dördüncü derecedeki “işler”e yönlendirilmesi, çelişkisi ortada. Görünen o ki son haftaların Genel Kurul gündeminde bâriz bir biçimde sırıtıyor. Nutuklar, halka karşı sarfedilen sözler, miting meydanlarında, parti kongrelerinde, basına açık grup toplantılarındaki demokrasi demeçleri, lâfta kalıyor. Meclis gündemi milletin gündeminden kopuk. Meclis’in gece gündüz çıkarmaya çalıştığı ve Başbakan’ın milletvekillerine “tembellik yapma” fırçasını atıp âcilen geçirilmesini istediği tasarılar, aslında AKP siyasî iktidarının önceliğini ele veriyor.
“DARBE ANAYASASI” DURUYOR! Mesela siyasî iktidarın Meclis gündemine bakıldığında, Kredi Garanti Fonuna Hazine desteği sağlanmasını öngören, kredi garanti kurumlarına, 1 milyar liraya kadar nakit kaynak ile özel tertip devlet iç borçlanma senedi aktarılmasına dair “Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasını Öngören Yasa Tasarısı”, buna bir örnek… Keza Plân ve Bütçe Komisyonundaki, kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri ile turizm bölgelerinin niteliği dikkate alınarak, bu alanlarda her ölçekte planlar konusunda Kültür ve Turizm Bakanlığına yetki verilmesine dair teklif bir diğer örnek…. Kısacası, Başbakan’ın AB büyükelçilerine sözünü ettiği, “Türkiye’nin demokrasi standartlarını yüksetilmesi” ve “demokrasi dışı, hukuk dışı ve demokrasi dışı çete ve mafyalaşmaya” karşı hiçbir anayasal ve yasal altyapı çalışmasının yapılmadığı ortada. AB müzâkere sürecindeki Türkiye’de hâlâ “şahıs ideolojisi” üzerine bina eden, “kayıtsız ve şartsız milletin olduğu” belirtilen milletin egemenliğini kullanma hakkını Meclis ve millet irâdesi dışı “organlar”la paylaştıran becileri koruyup kollayan, darbe dönemi tasarrufların her türlü yargılanmasını yasaklayan bir “darbe anayasası” duruyor. Hâlâ her fırsatta demokrasiye müdahâlelere “gerekçe” edilen , “Cumhuriyeti koruma ve kollama”ya dayandıran yasa maddeleri yürürlükte. Bizzat Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsünün itirafıyla “yeni anayasa”yı rafa kaldıran iktidarın, Türkiye’nin AB demokratik standartlarına ulaştırılması için çalışmayıp, her defasında Başbakan’ın “Demokraside AB standartlarını hedefliyoruz” demesi, Ankara’nın derin tezâdı… Ankara biran önce bu tezâttan çıkmalı… 24.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Anonim ya da net olmak |
Ülkemizde bin seneden beri hizmet veren İslâmî cemaat ve tarikatlar vardır. Her birisi kendine has usûl ve metotlarla dine hizmet eden bu gruplardan Allah ebediyen râzı olsun. Zira, Üstadın İhlâs Risâlesi’nde ifâde ettiği gibi “Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak gibidir. O defineyi omzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar.” (Lem’alar, s. 387) Milletin taklidî olan imanlarını tahkik mertebesine çıkartmaya hayatını vakfeden Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur Hareketiyle Sahabe mesleğinin bir cilvesini asrımıza taşımıştır. Diğer hizmet modellerinden farklı, tefâni sırrına dayalı ve meşveret sistemi üzerine bina edilen bu hareketin mensupları, başka usûllerle ve müsbet bir tarzda dine hizmet eden herkesin faaliyetlerini tebrik eder, onların muvaffakiyetlerine duâcı ve taraftar olur. Onların aleyhinde olmak ve hatâlarını ortaya çıkarmak gibi yanlışlara düşmez. Genel prensip budur. Kur’ân ve sünnet referanslı bir mesleğe sahip olan Bediüzzaman, kendi mesleğinden hiçbir zaman tâviz vermemiş ve net bir duruş sergileyerek hayatı boyunca bir istikamet çizgisi tâkip etmiştir. Âsâyiş ve hürriyet taraftarı olmak ve başkalarını kötüleyerek kendisine kıymet verdirmek fikrinde olmamak şartıyla, bütün dînî cemaatlarla maksatta ittifak etmeye hazır olduğunu beyan ederken; kendi kimliğinden, tarzından ve hizmet metodundan tâviz vermeyi aklından bile geçirmemiştir. En büyük hileyi hilesizlikte, doğrulukta ve mertlikte bilen o büyük insan, her zaman ve zeminde açık, net ve şeffaf olmayı tercih ederek olduğu gibi görünmüş, idamla yargılandığı mahkemelerde bile doğruluktan ve net olmaktan vazgeçmemiştir. Onun takiyyesiz ve gizli ajandası olmayan net duruşu ve samimiyetidir ki, ehl-i vukuf olanları ve hakimleri de etkilemiş, idamı istenirken en dehşetli mahkemelerden berat alarak tahliye edilmiştir. Onun bu net tavrı ve hakkın arkasındaki dik duruşu, aslında Kâinatın Efendisinin (asm) tavrıydı ve onu takip ediyordu. Sevgili Peygamberimizin (asm) samimiyeti, dürüstlüğü, doğru sözlü oluşu ve sâir güzel ahlâkları vardı ve sırf Allah rızâsı için çalışıyordu ki, Cenâb-ı Hak onu muvaffak etmiş ve doğudan batıya uzanan geniş bir dünya coğrafyasında İslâm dini kabul görmüştür. Bediüzzaman, mesleğinin içtimâî ve siyasî alana taallûk eden kısmında da net bir duruş sergilemiştir. Eserlerindeki iman hakikatlerine her taifede muhtaç olanlar vardır düşüncesiyle herkese şirin görünmeye çalışmamıştır. Eski Said döneminden arkadaşları olan Eşref Edip gibi zatlar ve Sebilürreşâd ve Büyük Doğu mecmuâlarını çıkaran dostları için “Onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil” deme netliğini göstermiştir. Daha ötesinde, kıyamete kadar okunacak Nur Risâlelerinde, İslâmiyet, Kur’ân ve bu vatan maslahatına, gerekçelerini söylediği ve sahip çıkılmasını istediği “Demokrat düşünceyi” açıkça yazmaktan çekinmemiştir. Bediüzzaman’da eğilmek, bükülmek ve tâviz vermek gibi zaaflar görülemez. Böylesine açık, net, şeffaf, tâvizsiz, takiyyesiz; aynı zamanda ne kadrolaşarak uzun vâdede, ne de siyaset yoluyla din adına devlet yönetimine talip olmak gibi usûllere meslek itibâriyle sahip olmayan Bediüzzaman’ın Nur Mesleğine mensup olanlar, anonim meşrep olmak gibi zaaflara düşmezler ve tenezzül etmezler. Kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek onlara kâfîdir. Kendi cemaat kimlikleri onlar için yeterlidir. Diğer cemaatlarla maksatta ittifak etmek başka, ihtilâf etmemek başka, organize hareketlerin parçası olmak başkadır. Anonim meşreplik, mesleksizliktir. Mesleksizlik ise, sevilmez. Öyle olanlar, ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranabilirler. Kimsenin de güvenini kazanamazlar. Umuma faydalı olmak isteyenler fayda veremediği gibi, kendileri zarara uğrarlar. Hülâsa; Nur Talebeleri anonim meşrep değil, mesleğinin muhabbetiyle hareket eden, başkalarının hizmetlerini tebrik eden, kendi dâvâsının kara sevdalısı, tâvizsiz, açık ve net bir duruşa sahip kahraman iman fedâileridir. 24.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Nun dili |
Fatiha-i Şerife’nin tefsirinde Beşinci Kelime’de ‘nun’ harfinin bir mu’cizesini bildirmek için Üstadın kalbine bir suâl gelir: “Neden ‘E’abüdu... Estaiynü’ yani ‘Ben ibadet ve istiâne ederim’ denilmedi, nun-u mütekellim-i maalgayr ile, yani ‘Biz Sana ibadet ve istiane ederiz’ denilmiş?” Yani ‘nun’ harfinin getirilmesiyle birinci çoğul şahıs zamiri kullanılarak, ‘ben’ değil de ‘biz’ hâlini alıyor. Bunda elbette çok hikmetler vardır. Üstad Hazretleri de bu sırlı nun kapısından girerek, hayâlî bir yolculuğa çıkar. Bayezid Camii’nde namaz kılarken nun harfinin birbiri içinde perdeleri açılır kendisine. Birinci perdede “ihdinâ” yani “Bizi doğru yola ilet” dediği vakit oradaki herkesin bu duâya iştirak ederek aynı dâvâyı tasdik ettiklerine şahit olur. Tam o sırada ikinci bir perde açılır. İstanbul’un bütün camileri büyük bir Bayezid hükmüne geçer. Burada da nun sırrı ile her ferdin aynı dâvâya imza basması ve âmin demesi, her ferdin o şahs-ı mânevîye dâhil olarak ibadetini sunması ve bir şefaatçi sûretini alması üçüncü bir perdeyi açar. Bu perde ile İslâm âleminin büyük bir mescit hâline geldiğini görür. Bütün namaz kılan Müslümanların safları dairevî bir tarzda Kâbe’nin etrafındadır. Nun sırrı ile birbiri namına hem duâ ederler, hem birbirlerini tasdik ederler, hem birbirlerine şefaatçi olurlar. “Bu kadar azim bir cemaatin yolu, dâvâsı yanlış olamaz ve duâsı reddedilmez; şeytanî vesveseleri tart eder” diye düşünürken bir perde daha açılır. Bu perdede kâinat büyük bir cami, bütün mahlûkat ise büyük bir namazdadır. Her biri kendine mahsus dili ve ibadetiyle Cenâb-ı Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik eder, hem de birbirlerinin şehadetini desteklerler. Buradan da bir perde açılır. Büyük bir insan olan kâinat, içindeki mevcudatıyla, hâl ve kal lisanı ile Cenâb-ı Allah’ın rububiyetine karşı ubudiyetini gösterdiği gibi; küçük kâinat olan insanların vücudundaki zerreler, kuvveler, duygular dahi Hâlık’ının rububiyetine karşı nun harfinin sırrı ile çoğul olarak duâ ederler. “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz” (Fatiha Sûresi: 5) derler. Anlıyoruz ki, mevcudatın ortak dili “nun dili”dir. Yani hiçbir varlık “ben” demiyor, “biz” diyor. Umum nâmına hareket ediyor. Böylece kâinatta hiçbir karışıklık meydana gelmiyor. Hiçbir varlık ben dili ile hareket ederek diğerinin önüne geçmiyor, sınırlarını aşmıyor. Nun dilinde saygı var, tevazû var. Nezaket var, zerafet var, ölçü var. Nun dilinde bir buz parçası olan enâniyetini o büyük havuza atıp eriterek havuza dâhil olmak var. Ortak hareket etmek, bütünlük arz etmek var. Nun dili; dahil olmak, katılmak, şahit olmak demek. Desteklemek, kuvvetlendirmek, ispat etmek demek. Bu bir tek harfin ne kadar derin mânâlar ve sayısız sırlar taşıdığını, biz ancak doğrudan Kur’ân’dan süzülen Risâle-i Nur gibi mu’cizevî bir tefsirden öğrenebiliyoruz. Biz de hayalen Üstad Hazretleri ile birlikte nun kapısından girerek bir yolculuğa çıkabilsek kimbilir ne fikirler, ne sırlarla karşılaşacağız. 24.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Bir şeye karar verdiğinde |
Kâinatın Efendisi (asm), “Bir işe niyetlendiğinde hayırlıysa yap, yoksa terk et” buyururlar. Kur’ân da, “İstişare ile karar verip azmettiğinde ise Allah’a güven ve Ona tevekkül et”1 buyurur. Hep böyle davranmaz mıyız? Ömür boyu hayırlı işlerin peşinde koşar, kötü ve zararlı işlerden sakınır, sonra da istişare edip kararlaştırdığımız meselenin üzerine bütün gücümüzle eğilir, sebeplere sarılıp sonucu Allah’a bırakırız. Tevekkülün gereği de budur. Geçen Cumartesi günü Nevşehir Kozaklı’da gazetemizin seksen kadar temsilcisiyle yaptığımız yeni hamlemiz için de aynı durum geçerliydi. İstişareler yapılmış, Ramazan’da çok güzel üç kitabın gazetemizle birlikte okuyucuya ulaştırılması kararlaştırılmıştı. Ramazan İktisad Şükür Risâlesi, Yüz Soruda Oruç, Yüz Soruda Zekât isimli herkese faydalı bu üç kitabın yüz binlerce eve girmesi düşünülmüş, bu iş için kolların sıvanması istenmişti. Gazetemiz genel müdürü ile birlikte birim müdürleri ve temsilcilerimizin katıldığı toplantıda bu hususta neler yapabileceğimiz üzerinde duruldu. Şevk ve heyecandan yerlerinde duramayan arkadaşlarımız büyük bir aşk ve şevkle hem kitapların, hem de gazetemizin yüz binlere ulaştırılması konusunda neler yapabileceklerini bir bir anlattılar. Herkesin hemfikir olduğu husus bu ürünlerin ulaşılabilecek kadar çok insana ulaştırılmasıydı. Arkadaşlar binler, on binler taahhüdlerde bulundular. İlk etapta toplam taahhüdler 200 binleri aştı. Hedef 300-500 binlerdi. Arkadaşlarımız bunları yapabilecek güçtelerdi. Gider gitmez kolları sıvayacakları, sevindirici sonuçlar alacakları ümidiyle yollara koyuldular. İnsan yeter ki inansın ve çalışsın, neler yapamazdı ki? “Kim ciddiyetle birşeyi isterse ona ulaşır” denilmemiş miydi? Alınan en önemli kararlardan biri de bu atılımın sürekli ve kalıcı olmasıydı. Zikzaklar çizmek, bir anda parlayıp sönmek, koşup sonra da yerinde saymak, hatta gerilemek yanlıştı, mü’mine yakışmazdı. Allah Resûlü (asm) ne güzel buyurmuşlardı: “Hayırlı işlerde cevvâliyet, ümmetimin mümtaz olanlarında bulunan bir özelliktir.”2 Öyleyse mümtaz insanlara yaraşan; atalet, yerinde sayma değil, daima atılım, daima ilerleme, daima inkişaf, daima tekâmül etmekti. Zerreden kürelere kadar herşeyin tekâmül ettiği kâinatta ihsan-ı İlâhî tarafından omuzlarımıza konulan bu kudsî hizmet ve hayırlı işlerde de mutlaka daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele varmanın yollarını aramaktı. Madem bu iş için istişare edilmiş, böylesi bir karar alınmıştı. Mutlaka gereği yapılmalıydı. Sonra mü’minin diğer önemli bir vasfı da karar alınan o meselede gerekli gayreti göstermekti. Çünkü Allah Resûlü (asm), “Mü’mini gücü yettiği şeyde gayretli, gücü yetmediği şeyde ise ‘Yapamadım!’ diye hasret çeken kimse olarak görürsün”3 buyuruyor. Geçmişte bir meseleyi omuzladığımızda çok güzel sonuçlar alabileceğimizi göstermişiz. Bundan sonra benzerleri ve daha güzellerini niçin gerçekleştirmeyelim? Çalışma bizden, tevfik Allah’tan.
Dipnotlar: 1- Âl-i İmran Sûresi: 159. 2- Feyzü’l-Kadir, 3: 250. 3- A.g.e., 30229. 24.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Zıtlaşma başlıyor |
–Dünden devam–
Tarihen sabittir ki, büyük Fransız İhtilâli'nden sonra Batı ve Orta Avrupa'ya, oradan Balkanlar'a, oradan da Türkiye ve Anadolu coğrafyasına sirayet eden ırkçılık mânâsındaki milliyetçilik cereyanı, bizde Meşrûtiyetin ikinci senesinde ve öncelikle Türkçülük hareketini tetikleyerek tezahür etmiştir. Bunun zıt paralelindeki Kürtçülük hareketi ise, ondan ancak 9–10 yıl kadar sonra (1918), işgal altındaki İstanbul'da hayat bulabilmiştir. Burada şunu da hatırlatalım ki, sonradan Kürtçü olanlar, özellikle de Bedirhaniler, başlangıçta Jön Türklerin menfi ve komitacı grubu ile birlikte hareket ediyorlardı. Sultan II. Abdülhamid'in devrilmesinden sonra ise, bu kez ayrılıp birbirlerine düştüler. Evet, 1800'lü yılların sonlarında ortaya çıkan Jön Türklerin bir kolu hürriyetçi iken, bir diğer kolu Türkçü idi; yahut zamanla öyle oldu. Bu Türkçü kanat, daha sonraları ön plana çıkan ve 1908'den itibaren on yıl müddetle ülkenin mukadderatına hükmeden İttihat–Terakki Fırkası'na hakim oldu. Fırka, yönetim kademelerini tümüyle eline geçirdikten sonra, ülke genelinde bir Türkleştirme politikası gütmeye başladı. Esasında, Ermeni, Arap ve Kürt gruplar başta olmak üzere, gayr–i Türk pek çok unsurun örgütlenmesi, hatta şiddetli tahrik ile Türk milletinin aleyhine geçmesi, yine bu (Kürt Aşairi İskânı ve Ermeni tehciri gibi) Türkçü politikaların hayata geçirilmesinden sonra kuvvet bularak ivme kazanmıştır.
Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e milletçiliğin yatay geçişi
Burada şunu da bilhassa nazara vermek gerekir ki, İttihatçıların tahrikkâr Türkçülük politikaları, yeni kurulan Cumhuriyet hükümetlerinde, özellikle tek parti iktidarları zamanında da bütün katılığıyla aynen devam etmiştir. Dolayısıyla, Cumhuriyet tarihi içinde değişik zaman, zemin ve şekillerde ortaya çıkan Kürtçülük hareketlerini de, yine aynı ırkçı politikaların alerjik bir yan ürünü olarak görülebilir.. Can alıcı sorulardan biri şudur: Menfi milliyet, yani ırkçılık fikri bizde ne zaman başladı ve nasıl filizlendi? Bu soruya cevap teşkil edecek ve bu karanlık noktayı aydınlatacak önümüzde çok çarpıcı misâller bulunmaktadır. Bunlardan iki tanesini zikrederek konuya açıklık getirmeye çalışalım.. İkisinin de anahtar kelimesi "aksülamel" olan bu misâllerin birincisi, Kürt–Teali Cemiyetinin aktif üyelerinden Celadet Bedirhan'ın bizzat görüp yaşadıkları ve kendisini bu yola sevk eden sebeplerin en tesirlisinin hangisi olduğuyla alâkalı. İkinci misâl ise, Bediüzzaman Said Nursî'nin Kürt–Teali Cemiyetinin tuzağına düşen bir talebesini nasıl kurtarmaya çalıştığıyla ilgili. Şimdi, bu misâllerin detayına geçelim....
Birinci misâl: Bu misâl, önce Türkçülüğün (1909) ve onun ardından Kürtçülüğün (1918) boy göstermeye başladığı Meşrutiyet yıllarında yaşanan bir hadiseyle bağlantılıdır. Doz Yayınları arasında çıkan ve "Bir Kürt Aydınından Mustafa Kemal'e Mektup" isimli kitap, babası Kürt–Teali Cemiyetinin (1918) en aktif lider kadrosu içinde olan Celadet Ali Bedirhan'ın 1933'te Suriye'den Mustafa Kemal'e gönderdiği mektubu ihtiva etmektedir. 1922'den sonra vatan haini listesine dahil edildiği için, babası ve kardeşleriyle birlikte yurt dışına kaçan Celadet Bey, bu uzun mektubu Cumhuriyet'in 10. yılı münasebetiyle çıkarılacağı söylenen ve kendisine de haberi verilen "umumi af" vesilesiyle kaleme almış. Sonradan kitaplaşan bu mektup, hayret ve ibret yüklü ifadeler ve itiraflarla doludur. Kitabın takdim bölümünde yer alan şu ifadeler son derece dikkat çekicidir. "Doğduğu günden itibaren siyasetle iç içe yaşayan Celadet Bey'in siyasî kişiliğinin şekillenmesinde İttihat–Terakki hareketinin önemli bir yeri olmuştur. Geleneksel yönetim ve kültür anlayışlarına karşı (zıt) bir tutumla ortaya çıkan İttihatçı Hareketi, çeşitli milliyetlerden aydınların oluşturduğu renkli bir yapıya sahipti. Osmanlıcılık kavramında ifadesini bulan bu anlayış, daha sonra (1909'dan sonra) yerini giderek Türk milliyetçiliğine bırakmaya başladı. Bu da diğer milliyetlere mensup aydınların, bu hareketten uzaklaşmasına yol açtı. Osmanlıcılığın yerine Türk milliyetçiliğinin ikame edilmesi, diğer milliyetçilikleri de doğal olarak doğuruyordu. İşte, Kürt milliyetçiliğinin gelişimi de, bu tarihsel dönüşüme tekabül etmektedir. İttihat ve Terakki ile temeli atılan Türk milliyetçiliği, Kemalizm'de kurumlaşarak devletin resmî politikasına damgasını vurdu. Elinizdeki kitapta, Türk–İslâm sentezi görüşünün babalarından sayılan Gaspıralı İsmail'in bir konferansı ile ilgili Celadet Beyin bir hatırası, Türk milliyetçiliğinin bu dışlayıcı anlayışına ilginç bir örnek oluşturmaktadır."
(Yarın: Birinci misâlin devamı ile ikinci misâlin tamamı.) 24.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İnsanın psikolojik hâliyle ilgili olan melekler |
Bunların başında Cebrail (as) gelir. Vazifesi İlâhî mesajları peygamberlere ulaştırmaktır. Buna “Vahiy Meleği, Ruh’ül-Kudüs, Ruhu’l-Emîn” de denir. “Ve hak ile batılı ayıranlara ve tövbe edenler için bir özür, inkâr edenler için bir tehdit olmak üzere peygamberlere vahiy getirenlere...”1 Evet, bu gruba giren meleklerin diğer kısmının bir görevi de, Allah’ın peygamberlerine ve kuvvetli iman sahibi olan zatlara kuvvet vermek, sıkıntı ve üzüntülü anlarında onları teskin etmek, maneviyâtlarını yükseltmek, bütün insanların doğru yola gitmesi, istikamet dairesinde hareket etmesi için onlara duâ etmektir. Ve gerektiğinde mücâzât vermektir... “O zaman Rabbin meleklere, ‘Muhakkak Ben sizinle beraberim; siz de iman edenleri takviye edin’ diye vahyetti. ‘Kâfirlerin ise kalplerine korku salacağım... Vurun boyunlarına, doğrayın parmaklarını!’”2 “O zaman sen mü’minlere, ‘Rabbinizin gökten indirdiği üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?’ diyordun. Evet, eğer siz sabrederseniz ve Allah’ın emirlerine karşı gelmekten kaçınırsanız, düşmanlarınız şu anda üzerinize gelecek olsalar bile Rabbiniz size nişanlı ve alâmetli beş bin melekle imdat edecektir.”3 Evet, çoğu zaman şunu söyleriz: “İçimde bir ümit, bir sevinç ve ferah var” veya “İçimde bir sıkıntı, bir daralma var!” İşte, farkına varamadığımız bu hâllerin olumlu/ulvî yönü melekler tarafından “ilham”, olumsuz/süflî vesveseleri/sıkıntıları habis ruhlarca “vesvese” şeklinde verilir. Özel görevli melekler Bir de meleklerden bir kısmı özel olarak görevlendirilmişlerdir. Bunlar da birkaç kısımdır: 1- Hafaza melekleri: Her insanda bulunan iki muhafız melek. 2- Kirâmen Kâtibîn: Bunlar insanın her türlü söz ve fiilini yazarlar. “İki melek, insanın sağında ve solunda oturarak, yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın...”4 Nasıl ki, polis teşkilâtı ve sair teşkilâtlarda kameralar, bilgisayarlar, teypler vardır; aynen öyle de, bu meleklerde İlâhî kameralar mevcuttur... 2- Münker ve Nekir ismi verilen meleklerin görevi, insanlar öldükten sonra kabirde suâl sormaktır. Meleklerin diğer genel görevlerine gelince, onları da şöyle maddeleştirebiliriz: • Melekler, Allah izin verirse şefaat ederler: “O’nun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte, O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O’na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?”5 • Melekler savaşta mü’minlere yardım ederler: “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peş peşe gelen bin melekle size yardım edeceğim, diyerek duânızı kabul buyurdu.”6 • Melekler her an bizimle ilgilidirler. Hatta sadece insanlarla değil, kâinatla da alâkadar, O’nun tedbir ve terbiyesinde, tefekkür ile dellâllığında vazifelendirilmişlerdir. • Melekler bizimle irtibat kurarlar. Dolayısıyla, iyi, güzel hayırlı işler/ameller yapanlara da “ilham” getirirler. • İyilikleri yazar, iyi işler yapanları alkışlarlar. Kur’ân’da dört büyük meleğin adı verilir ve vazifeleri şöyle anlatılır: • Cebrail (as): Vahiy (haber) meleği. • Mikâil (as): Görevi, rızıkları dağıtmak ve Allah’ın iradesine göre tabiat kanunlarını yürütmek. • Azrail (as): Eceli gelen insanların ruhlarını alır. * İsrafil (as): Kıyamet günü sur’a üflemekle görevli.
Dipnotlar: 1- Mürselât Sûresi: 4-6. 2- Enfâl Sûresi: 12. 3- Al-i İmrân Sûresi: 124-125. 4- Kaf Sûresi: 17-18. 5- Yûnûs Sûresi: 3. 6- Enfâl Sûresi: 9. 24.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hoş gelen aylar: Üç aylar |
Farklı ve şok etkili ibadetleri bulunan günlere, aylara, yani Üç Aylara bugün girdik. İçinde mübarek geceler var, mübarek günler var, farz, vacip, sünnet farklı hükümlerde ve farklı şekillerde ibadetler var. Gündüzleri oruçla, geceleri namazla, zikirle, duâ ile ve niyazla geçirebileceğimiz bereketli ve feyizli zaman dilimleri var. Bu bereketli zaman dilimlerinde, diğer günlerde olduğu gibi, kalbimiz tek bir makama yönelecek, tek bir makamdan imdat isteyecek, tek bir makama arz-ı hâcet edecek, tek bir makamı zikredecek. Ahlâkımızı tek bir makamla olan ilişkilerimiz yönlendirecek. Kalbimiz hastalıklarına şifa kaynağı olarak yalnız Allah’ı bilecek. Bazı topraklar ve bazı mevsimler, diğer bazı örneklerine göre bir bereket fırtınası yaşarlar. Kimi topraklara kimi mevsimlerde ne ekseniz, hemen çimlenir, hemen yetişir ve hemen elinizden tutar. Bir verirsiniz, en az on katıyla hemen alırsınız. Bazen yüksek derecelere doğru katlanır bu verimlilik, yükselir. Bazen bire yüz, bire bin aldığınız olur. Kıraç ve verimsiz topraklara, bir de mevsiminin dışında bir şey ekmeye kalksanız, bir şey alamazsınız. Ne var ki, maneviyâtta merhamet daha yüksektir. Maneviyâtta toprağın verimsizini, kıracını, mevsimin olumsuzunu tamamen bizim iç dünyamız, yönelişimiz ve Allah’ın hadsiz rahmeti belirliyor. Hele biz bir yönelelim. Nerede, ne zaman, nasıl yönelmiş olursak olalım; Allah “onca fırsatları kaçırdın da, gelmedin” demiyor; bize rahmetiyle, merhametiyle, affıyla, mağfiretiyle, şefkatiyle mukabele ediyor. Biz O’na doğru yürürsek, O bize doğru koşuyor! Yani ezelî lütuflarını seferber ediyor, elimizden tutuyor, imdat çığlıklarımıza muhatap oluyor, cevap veriyor, bize yardım ediyor. Çünkü Yaratıcımız, bize çok merhametli. Bizim mutluluğumuz için hayrı da, şerri de sebep kılıyor. Hayır veriyor, şükredeni mükâfatlandırıyor. Şer veriyor, sabredeni mükâfatlandırıyor. Kur’ân bunu, “Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır”1 âyetiyle ilân ediyor. Bu üç aylarda ve üç ayların içinde bulunan muhtelif gün ve gecelerde rahmet-i Rahman’ın daha coşkulu bir rahmet ve daha büyük bir şefkatle bizi sardığı, bize yöneldiği, bu gün ve gecelerin mânevî yükselişimiz için, günahlarımızdan arınmamız için, tövbe ve istiğfar etmemiz için ve makbul bir kul olmamız için daha münbit ve daha verimli bir zemin teşkil ettiği konusunda çok sayıda haber mevcut. Başka zamanda bire on sevap getiren ibâdetler, bu aylarda, bu gün ve gecelerde bire yüz, bire yedi yüz, bire bin, bire on bin, bire yirmi bin, bire otuz bin mânevî kazanca vesîle olabilmektedir. Duâlar daha çok müstecâb olmakta, niyazlar reddedilmemektedir. Şimdi bu mesaj ve haberlerden bir demet sunalım: Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm buyurdu ki: “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan ise ümmetimin ayıdır.”2 “Bu aya Recep denmiştir. Çünkü bu ayda Şaban ve Ramazan hürmetine büyük hayır ve hürmet lütfedilmiştir.”3 “Beş gece vardır ki, onlarda yapılan duâ geri çevrilmez. Bunlar: 1- Receb ayının ilk Cuma gecesi olan Regâib Gecesi, 2- Şaban ayının on beşinci gecesi olan Berat Kandili, 3- Cuma Gecesi, 4- Ramazan Bayramı gecesi, 5- Kurban Bayramı Gecesi.”4 “Şaban ayı, Receple Ramazan ayı arasında bulunan, insanların çoğunun değerini bilmediği bir aydır. Onda kulların amelleri Allah’a arz edilir. Ben amelimin ancak oruçlu iken Allah’a arz edilmesini isterim.”5 “Şaban ayına bu ismin verilmesinin sebebi, bol ve bereketli hayırlar, onda oruç tutan kimse Cennete girinceye kadar dallanıp budaklandığı içindir.”6 “Şaban ayının yarısı geldi mi, o geceyi ibadetle ihyâ edin, gündüzün de oruç tutun. Çünkü Allah Teâlâ o akşam güneş battıktan sonra dünya semasına tecelli eder ve der: ‘İstiğfar eden yok mu, affedeyim. Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim. Hastalığa uğramış olan yok mu, afiyet vereyim! Keza, duâ eden yok mu, kabul edeyim!’ Bu böyle sabaha kadar devam eder.”7 “Ramazan ayına bu ismin verilmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.”8 “Ramazan ayının başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise Cehennem ateşinden kurtuluştur.”9 Üç Ayların İslâm âlemi için ve bütün Müslümanlar için hayırlara ve bereketlere vesile olmasını Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak’tan niyaz ederim.
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 216. 2- Câmiü’s-Sahîh, 3/1034. 3- Câmiü’s-Sahîh, 3/1075. 4- Câmiü’s-Sahîh, 3/953. 5- Câmiü’s-Sahîh, 3/1107. 6- Câmiü’s-Sahîh, 2/672. 7- Taç, 2/168. 8- Câmiü’s-Sahîh, 2/671. 9- Câmiü’s-Sahîh, 3/719. 24.06.2009 E-Posta: [email protected] |