09 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Annem annem güzel annem



Anneler güzeldir... Hiç çirkin anne görmedim.

Anneler güzeldir... Çünkü annelik güzeldir. Bir küçük çekirdek, bir koca ağacı nasıl taşırsa içinde, anne de yavruları taşır içinde. Ve günü geldiğinde bir değil, bin doğurur analar...

Yalnızca anneler düşünür geleceği. Çünkü geleceği çocuklarıyla analar doğurur, analar oluşturur. Hani bir imamın yakasına yapışmış bir gün bir ana, “Niye kadınlardan imam olmuyor?” diye sormuş ya... Hoca Efendi mahcup bir eda ile, “İmamları onlar yetiştiriyor da onun için” demiş. Kadın bin pişman, bin mahcup... Böyledir hep. Dünden bu güne her toplumda, hocalık eder analar... Dünyayı yönetir analar.

O mübarek eller, dünyaya yön verir, o küçük beşiği sallayan eller. Duâya duran o temiz eller... Evrimciler cevap vermeliler; ve nasıl işliyorsa evrim, annelerin neden hâlâ iki elleri var? diye oturup düşünmeliler.

Bir mû'cize arayan gözler, yorulmasın boşuna; bir anne ile çocuğuna baksın yeter. Anne durmuş çocuğuna bakıyor, çocuk durmuş annesine bakıyor. Birbirlerinin düşüncelerini okuyorlar... Kim bilir birbirlerine bakıp da ne hayallere dalıyorlar. Annenin rüyası çocuklarda sürer... Hiç yaşlanmaz analar; evlâtlar onları hayata öyle bir zincirler ki, ne mal, ne mülk, ne de bir dünya zevki değildir bu. Bambaşka bir bağlanıştır. Ana gibi anaca bir şahlanıştır.

Hormonlarla, tıpla açıklanamaz analık. Reçeteler de yok, raflarda ilâcı da yok. Anlatacak kitap da yok. Analık bir başkadır.

Bilmediği bir kaderi, yavrusuyla baş başa yaşamaktır analık.

Ufak tefek, narin bir bedeni vardır çoğu annenin ama sakın ölçmeye kalkmayın, bir değil birçok kişinin, kederinin ve neşesinin yer bulup sığınabileceği kocaman bir yüreği vardır anaların.

Mırıl mırıldır dilleri, hiç bitmeyen duâları vardır anaların. Duâ kitaplarında olmayan, hiçbir yerde bulunmayan, tam da kalbinin ta içinden gözyaşıyla beraber dökülen yağmur gibi, inen rahmet gibi, dillenen duâları vardır annelerin. Islanır çorak topraklar gibi rahmete susayan gönüllerimiz ve bir kış günü hâlâ üşümüyorsa içimiz, anamızın duâlarıdır peşimizden gelen... Geri çevrilmeyen, Rabbimizin yüce katından boş dönmeyen duâlarıdır annelerin biliriz.

“Sen geçen bir ömrü ararsın, ben ise geçen bir günü” derdi bir ana. Ana gibi bir ana. Başka nerede aşk bu kadar saf, bu kadar durudur. Analık yolu, yolların en zorudur. Çıkarın bir hele, yok farz edin bir hele annenizi hayatınızdan; geriye ne kalır, koca bir çöl kalır, ıssızlık kalır.

Sadece sütü, maması değil, annelerimizin ninnisi ve duâsı büyütür bizi. Bir anneden bir çocuğa neler geçer, neler taşınır, biyolojinin konusu.

Bir ömür neden silinmez, neden üzerimizdeki anne kokusu?

Neden bebekler o kadar güzel kokar, neden?

Neden bir annenin göğünde gök kuşağının her rengi bulunur, neden?..

Ah annem, ah anneler, bu bilmeceyi çözmeye ömrünüz yetmez deyin, deyin de kurtarın bizi anneler...

Ah güzel kalpli anneler, ah duâlı diller. Önce kalbinizin çağlayan sevgilerinde hiç kimsenin bilmediği, söylemediği derin bilgileri orada öğrendik...

Sonra okullara gittik. Oralarda senden öğrendiğimizin binde birini öğrenemedik. Ne kutsal bir okulsunuz siz analar. Yaşlandıkça daha iyi anlıyoruz. Ana okulu, okulların anasıymış meğer. Ne kadar da cahilmişiz. Her şeyi bildiğimizi zannettiğimiz günde bile, sana muhtacız anne. Haydi bir daha salla beni anne. Bir daha salla o güzel ninnilerle, ilâhilerle. Ruhuma nakış nakış işle, bir daha işle Allah aşkını, peygamber sevgisini. Bir daha, bir daha, dolu dolu duâlar gönder Allah’a. Ne olur küçüldüm ufaldım yine. Sen neysen biz oyuz anne...

Boşuna söylememiş, boşuna dememiş Hz. Ömer; “İnsanlar, babalarından çok annelerine benzerler” diye...

Biliyorum artık kulağıma eğilip fısıldadığın o sözlerin, aramızda bir sırdı sanki, diyeyim izin ver de duysun birileri.

Anne, ne tatlı bir kelime. Şimdi daha iyi anlıyorum anneciğim, Allah’ın anneleri niye yarattığını. Cenneti dünyada da yaşayabilelim diye, değil mi anneciğim?

Allah, ne kadar büyük, ne kadar rahmetli ve şefkatli anneciğim. Rahmetinin bir damlasını, bir tecellisini sizlerde gösteriyor.

Sonsuz rahmet denizinden bir damladır sizdeki. Senden büyük, senden bilgili ve şefkatli, senden daha güvenli bir öğretmen görmedim. Senden daha yüksek okullarda okumadım.

Mutluluğun tohumlarını vakti vaktine öylesine serptin ki hayatımıza, kalbimiz en yararlı bilgilerle, sönmeyen sevgilerle yeşerdi. Kelimeler bulamıyorum anlatmaya, sözcükler yetersiz kalıyor anneciğim bu derunî beraberliği açıklamaya. Sabrın çeliktendi, kayaları eriten cinstendi. Bağırsanız da, yürek incitmeyen sözleri, umursamaz görünseniz de en halis ve yürek acıtmayan sevgileri sizde tattık.

Ey güzel anneler, yüreğiniz, okulumuz oldu. İlk dersimizi aldığımız dershanemiz oldu. Bakın ne diyor Bediüzzaman Said Nursî: “...insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda kat'î ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.”

...

“Anne,” çocukların dudaklarında ve kalplerinde, Allah’ın yarattığı belki de en güzel bir isimdir. Bir anne mesafe tanımaksızın bilir, Allah’ın ilhamıyla çocuğunun neye ihtiyaç duyduğunu ve ard arda sıraladığı duâlarını:

“Güneş gibi parlayan günlerin olsun evlâdım. Allah, her daim seninle olsun. Allah, imanla göçmeyi nasip etsin. Allah, her şeyin hayırlısını nasip etsin.”

Ve inanın o duâlar, geri dönmeyen duâlar olur, hedefini bir ok gibi bulur. Anaların duâları gökler katından geri dönmez. Bir evlâda annenin en güzel armağanıdır, anaların duâlarıdır. Anne duâsı, anne sevgisi bizledir. Verdikçe çoğalır.

Anaya hakkını ödememek, analara teşekkür etmemek, Allah’a şükretmemektir. Ana hakkı, Allah hakkı demektir.

Mevlânâ;

“Annenin merhameti de Allah’tandır. Ona hizmette bulunmak da hem farzdır, hem de yerli yerinde bir iştir. Annen sana ‘geber’ dese, bil ki, kötü huyunun, kötülüğünün gebermesini ister” der.

Ah analar, duânız olmasaydı ne olurdu halimiz. Katlandığınız dertler, çektiğiniz acılar sizin belki de gıdanızdı. Kim bilir?.. Kim bilebilir, anneliğin nice yüce bir san'at olduğunu Allah’tan başka, kim bilebilir ki?

...

W. Pudolph; “Doktorlar, asla yürüyemeyeceğimi söyledi, ama annem, Allah’ın izniyle yürüyeceğimi söyledi. Ben de Allah’a ve anneme inandım” diyor. İşte en karanlık işlerde ve en karanlık eşiklerde güneş gibi aydınlatan ışık...

...

Victor Hugo, bir annenin, savaş sırasındaki fedakârlığını bir eserinde şöyle anlatır:

“Ekmeği ikiye böldü ve aç çocuklara verdi. Çavuş, ‘kendine hiç ayırmadı’ diye homurdandı. Bir asker, ‘çünkü aç değil’ dedi. Çavuş, ‘hayır, o bir anne’ diye karşılık verdi...”

Sevgili anneler, sizin destanınızı yazmaya kalemler ve kelimeler yetmez...

Adınız yeter her şeyi anlatmaya, Rabbimizin sonsuz rahmetini coşturmaya adınız yeter. Siz anneler iyi ki varsınız. Duâlarınız iyi ki var. Ey başucumuzdaki ışıklar, peşimizde hep koşuşturan aziz varlıklar, bizleri büyütüp kendi kanatlarımızla uçmamızı sağladığınız için binler teşekkürler.

Son sözü Yavuz Bülent Bakiler’in bir ana duâsı, bir ana hatırası olsun İnşaallah:

“Anamın duâları üzerimde olmasa

Yıkılır sırtımı verdiğim duvar

Kopar, elime gelir tutunduğum dal

Kapımı çalmaz bahar.”

...

Not: Tüm annelerin, en içten duygularla, o mübarek gününü kutlar, duâlarını bekleriz.

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Müceddidlik kurumu üzerine



A. Beyaz: “Müceddid nedir? Neleri teyid eder? Geçmiş müceddidlerin fikirlerini mi? Yoksa İslâmiyet’in keşfine muhtaç olan meselelerini mi?”

Müceddid, dini tecdit eden ve yenileyen demektir. Dîni yenilemek, yeni bir din getirmek veya yeni bir hüküm ihdas etmek demek değildir. Çünkü din, Hz. Peygamberle (asm) tamamlanmıştır. Dinin eksik bir ciheti de kalmamıştır. O halde dini yenilemek, aynı dini ve aynı hükümleri yeni bir îzâh tarzı ve yeni bir üslûpla yeniden tebliğ ve teklif etmek demektir. Müceddidler, Allah’ın emriyle ve izniyle, görevlendirildikleri çağın akıl, fikir ve zihin yapısına ve medeniyet anlayışına uygun biçimde Allah’ın dînini tebliğ ederler. Peygamber Efendimiz (asm) kıyamete kadar her yüz yılda bir müceddid-i din geleceğini haber vermiştir.1

Allah’ın dini sabittir. Fakat insanlar ve zaman çabuk değişmektedir. Son Peygamberden (asm) önce değişen ve bozulan anlayışları ve zihniyetleri Cenâb-ı Hak yeni bir peygamberle yeniden tebliğe ve teklife tâbi tutuyordu. Peygamber Efendimiz ile birlikte peygamberlik dönemi kapandıktan sonra ise bozulan fikirleri Cenâb-ı Hak müceddidler ile aydınlattı ve tamir etti. Yani bir bakıma önceki peygamberlerin tebliğ ve teklif görevlerini İslâmiyet döneminde müceddidleri yürüttüler. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “Âlimler peygamberlerin vârisleridirler”2 sözü ile buna işâret buyururlar.

Müceddidin ana görevi, sarsılan Tevhid inancını yeniden onarmaktır. Müceddidlerin hemen hepsinin Tevhid öncelikli vazifelerle geldiklerini görüyoruz. Çünkü Tevhid dini için, Tevhîd esasının ve inancının sağlamlığı önemli bir husûsiyettir. Müceddidler çağlarındaki dinin yıpratılma çabalarının ağırlığına göre bazen kalbî bir yol açarak tasavvuf sâhasında; bazen akıl, ilim ve hikmet yoluyla fıkıh veya kelâm sahasında tecdid ve içtihad vazîfelerini yürütmüşlerdir. Kendilerinden önceki müceddidin fikirlerini tasdik ve teyid etmekle berâber, İslâmiyetin farklı bir yönünü keşfetmişler, Kur’ân’ı ve hadisleri yeni bir anlayışla yorumlamışlardır. Fakat ilginçtir; hemen çoğu kendi devirlerindeki siyasetin ve hükümet erkânının gazabına uğramışlardır. İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’den ve Ahmed b. Hanbel’den Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye müceddidlerin çile doldurdukları hapishaneleri ümmet unutabilir mi?

İslâmiyetin korunması bizzat Cenâb-ı Hakk’ın taahhüt ettiği bir mes’eledir. Cenâb-ı Hak, “Muhakkak Zikr’i biz indirdik; O’nun koruyucusu da elbet biziz”3 buyurarak, Kur’ân’ın ve Kur’ân’dan beslenen Tevhid inancının ve İslâmiyetin bizzat taraf-ı İlâhîce muhafaza altına alındığını beyan buyurmuştur. Öyleyse, Peygamberler dönemi kapandığına göre; Tevhîd İnancının muhafazasının muhakkik âlimler eliyle yapılması adetullaha da uygundur.

Çağımıza geldiğimizde; Batıda felsefenin, önceleri, Hıristiyanlığın ilk ve orta çağlarda inanç diye sunduğu var sayımlar ve hurâfeler yığınını eleştirmesi ve inkâr etmesi gayet tabiî ve eşyanın tabiatına uygun bir gelişme olarak tezâhür etti. Fakat aynı silâh İslâm ülkelerine taşınarak, İslâmiyetin, felsefenin girmeye hiç de ehil olmadığı Allah’a iman, ahiret gününe iman, meleklere îman ve kader, kazâ, hayır ve şer telakkîleri gibi temel inanç dinamikler “fen ve felsefe” silâhıyla vurulmaya kalkışılmamalıydı. Böylesi bir katliâmla Müslüman toplumlar inanç erozyonuna uğratılmış; buna da bilimsel gelişme süsü verilmiştir. Fen ve felsefenin verdiği inkâr veya vesvese ise geleneklere bağlı, taklitle elde edilmiş, teslimle ayakta duran ve marifetle yetinen bir inanç yapılanması temelden sarsıntı geçirmiştir.

İşte son asrın bu haksız ve haddini aşan inanç ve fikir cinayetleri karşısında, Kur’ân’ın en has ve en büyük zâviyede değer verdiği imân esaslarını yeni bir üslûpla asrın nazarına yeniden sunan Bedîüzzaman Saîd Nursî, Müslüman’ın inanç yapısını tasdikten imâna, şehadet ve şuhuddan tahkîke, iz’ândan hakîkate ve burhana kapı açmak suretiyle “takviye için” vazifelendirilmiş bir müceddiddir. Cenâb-ı Hak, onun feyzinden bizi ve dünyamızı mahrum bırakmasın. Âmin.

Dipnotlar:

1. Ebû Dâvûd, Melâhim, 1; 2. Câmiü’s-Sağîr, 1/384; 3. Hicr Sûresi, 15/9.

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

İman kalbe girince



“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.”

Böyle diyor 23. Söz’de Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri.

Bu vecizeyle bütünüyle örtüşen insanlardan biri Hz. Ömer.

O Hazreti Ömer ki Erkam’ın Safa Tepesindeki evinde bulunan Allah Resûlünün (a.s.m.) yanına gidip heybeti karşısında sarsılıp diz çökmüş, “Ben Allah’a, Resûlüne ve onun Allah’tan getirdiklerine iman etmek için geldim” diyerek Müslümanlığını ilân etmiş, Mekke sokakları Sahabenin tekbir sesleriyle inlemişti. Bu sesleri Mescid-i Haram’da bulunanlar bile duymuşlardı.

Dünyada iman ve İslâm kadar büyük bir nimet düşünülemez. Kulun iradesini kullandıktan sonra Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği bu muazzam nimete mazhar olmak şüphesiz büyük bir lütuftur. O ölçüde şükür ister. Daha İslâma girer girmez bu nimetin hazzını tadan, kıymetini anlayan Hz. Ömer, hemen oracıkta bu mazhariyetten dolayı sevincini bir kaside ile dile getirdi. Müslümanlar Hz. Hamza ve Hz. Ömer Müslüman oluncaya kadar müşriklerin şiddetli baskıları altındalardı. Hz. Hamza’yla biraz, Hz. Ömer’in Müslüman oluşuyla daha da bir nefes almışlardı. Onun için Abdullah bin Mes’ud der ki: “Hz. Ömer’in Müslüman oluşu bir fetihti. Hicreti destek, hilâfeti ise rahmet oldu.” O gün Müslümanlar korkusuzca Kâbe’de namaz kılmışlar, müşrikler buna engel olamamışlardı.

Hz. Ömer hakkı bulur bulmaz iman ve İslâmın zevkini tatmaya başlamıştı. Yerinde duramıyordu artık. Elinden gelse bütün kâinata ilân edecekti her türlü güzelliğin, iyiliğin kaynağı olan imanı. “Ey Allah’ın Resûlü! Biz ölü olsak da, diri olsak da hak din üzerinde değil miyiz?” diye sordu. “Evet,” buyurdu Allah Resûlü (a.s.m.), “Allah’a yemin ederim ki siz ölü de olsanız, diri de olsanız hak din üzerindesiniz.”

Heyecanlıydı Hz. Ömer. “O halde ne diye saklanıyoruz? Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin ederim ki hiç çekinmeden, korkmadan İslâmiyeti açıkça ilân etmediğim bir küfür topluluğu kalmayacaktır. Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin ederim ki ortaya çıkıp İslâmiyeti açığa vuralım.”

Her şeyin bir vakt-i merhunu vardı. Üç senedir İslâm hikmet gereği gizli yayılıyordu. Ama Hz. Ömer’in Müslüman oluşuyla işler değişmiş, açığa vurma sırası gelmişti.

Müslümanlar iki saf halinde Erkam’ın evinden çıktılar. Saflardan birinin başında Hz. Hamza, diğerinin başında ise Hz. Ömer vardı.

Sert adımlarla toprağı tozuta tozuta Mescid-i Haram’a girdiler. Müşrikler şaşkın ve ürkek bakışlarla bir Hz. Hamza’ya, bir Hz. Ömer’e bakıyorlardı. Bu olay içlerine oturdu onların. O güne kadar böylesi bir durumla hiç karşılaşmamışlardı. Hayretle, “Ne var arkanda ya Ömer?” diye sordular.

O da, “Lâ ilâhe illallah var” dedi ve ekledi: “Kim kımıldarsa onu kılıncımla yere sererim.” Hadlerine mi düşmüştü kılmıldasınlar. Allah Resûlü (a.s.m.) rahatça Kâbe’yi tavaf etti, öğle vakti gelince de açıktan namaz kıldılar. Sonra da o gün için bir dershane hükmünde olan Erkam’ın evine döndüler. Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) bu hadise üzerine Hz. Ömer’e hakla batılı ayıran anlamında Faruk lâkabını takmıştı.

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Köyde 20 kişiyi katletmek üzereydim



Bundan 35 yıl kadar evvel, aynen Mardin'in bilgesiz Bilge Köyündeki katliâma benzer bir hadise, bizim köyümüzde de yaşanmak üzereydi. Üstelik, katil olacak kişi de bendim.

1974 senesinin Haziran ayıydı. Henüz 15–16 yaşlarındaydım. Risâle–i Nurlardan haberdar olmuş, ancak henüz mahiyetini bilmiş, kavramış değildim. Lise 2. sınıfa gidiyordum. Okullar tatile girmiş, köye yeni dönmüştüm. Tam da ot biçme mevsimiydi.

O tarihten 2–3 sene evvel satın aldığımız, ancak sonradan ihtilâf konusu olmuş bir arazide küçük kardeşlerimle birlikte ot biçiyorduk.

Tam da o esnada bahçe duvarı hizasına kadar gelen yaşlıca bir kadın, öfkeli bir sesle "Burada niçin ot biçiyorsunuz? Yanlış yapıyorsunuz. Bedeli ağır olacak. Bak, karşı taraf haber aldı ve en az 20 adamla üzerinize doğru geliyorlar; haberiniz olsun."

Bir kavga çıksa, bizim tarafta benden başka o anda kavga edecek bir tek erkek hazırda yoktu. Dolayısıyla iş başa düşmüştü.

Bir hışımla duvardan atladığım gibi, eve doğru koştum. Evde duvarda asılı bulunan av tüfeğini aldım, ağzına da gülle dolu mermiyi dayadım. Yanıma 20–30 kadar mermi daha alarak dışarı çıktım ve şunları söyledim: "Şimdi gelsinler bakalım... Gelsinler de görsünler gününü... Eğer o yirmi kişiden bir tekini sağ bırakırsam, bana da Latif demesinler!"

Beni o halde gören köyün kadınlarından kimi ağlamaya, kimi dövünmeye başladı. Birden etrafımı sarıp kimi ricada bulunarak, kimi de çekiştire çekiştire beni tekrar evin içine doğru götürdüler.

Evin içine atar atmaz, kadınlardan biri içerden, diğeri dışarıdan kapıyı üzerime kilitlediler. Bu duruma isyan ettiğimi ve delirecek gibi olduğumu gören bir kadın da, o anda nasıl akıl ettiyse bana şunları söyledi: "Elindeki tüfeği pencereye doğru uzat ve havaya doğru istediğin kadar ateş et."

Zaten o anda tetiğe basmaya hazır vaziyetteydim. Aynen öyle yaptım. Hayret ki, silâhı ateşledikçe kendim rahatlamaya başladım. Öfkem bir derece dindi.

Bu arada silâh sesini duyan diğer köylüler de bir koşu gelip araya girmişler ve meğerse üzerime doğru gelen kalabalığı bir şekilde durdurmuşlar.

Fitneden kaçtık; hicret ettik

Mardin'deki dehşetli katliâm, bana 35 sene önce başımıza gelen bu hadiseyi tahattur ettirdi. Ne yazık ki, Şarkî Anadolu'daki köylerin çoğunda benzer durumlar var. Basit sebepler yüzünden ölüm kusan silâhlar her an için patlayabiliyor.

İşte, bizim yaşadığımız o vahim gerilim de, çok basit bir arazi anlaşmazlığı yüzündendi. Evimizin çok yakınında bulunan o arazi, tek başına yaşayan hasta ve yaşlı bir köylünündü. Babam orayı satın aldı. Hatta, arazi sahibiyle el sıkıştıklarında ben de oradaydım ve bizzat gidip evden parayı getiren kişiydim.

Aradan birkaç aylık zaman geçince, araziyi satanın yakın akrabalarından şu meâlde itirazlar geldi: "Siz onun mülkiyetini bizim rızamız olmadan alamazsınız. O nasılsa günün birinde ölüp gidecek ve bütün mirası bize kalacak. Dolayısıyla, yapmış olduğunuz alım–satım işini kabul etmiyoruz."

İhtilâf kısa sürede büyüdü ve karşı tarafla mahkemelik olduk. Gariptir ki, arazi satan kişi de karşı tarafa geçti ve mahkemede satışı inkâr etti. "Benden zorla almak istiyorlar" dedi. Neticede, mahkeme de satışı iptal etti.

Bu durumda, köy şartlarında artık ölmek ve öldürmekten başka çare kalmamıştı. Babam, dedem ve amcalarım konuyu görüşüp istişarede bulundular ve sırf "kan dökülmesin" diye köyü terk etmeye karar verdiler.

1977'nin Haziran'ında köydeki gayr–ı memkullerimizi olduğu gibi bırakarak Batman'ın bir Kozluk ilçesine hicret ettik. Buradan iki yıl kadar sonra bu kez terör ve anarşi yüzünden hicret etmek durumunda kaldık.

Tarihin yorumu 9 Mayıs 1978

Aldo Moro, kızıllar ve temiz eller

Kendilerini "militan kominist" olarak tanıtan İtalya'daki Kızıl Tugaylar isimli terör örgütü tarafından kaçırılan eski başbakanlardan Aldo Moro, yol kenarına terk edilmiş bir otomobilin bagajında ölü olarak bulundu. (9 Mayıs 1978)

H. Demokrat Partinin Genel Başkanı olarak 1963–68 ile 1974–76 tarihlerinde Başbakanlık yapan Aldo Moro, sayısız terör eylemlerinde bulunan Kızıl Tuygaylar örgütü tarafından 16 Mart'ta kaçırılmıştı.

Teröristler, isteklerinin yerine getirilmemesi üzerine ise, eski başbakanı öldürmüş ve bu sûretle İtalya'nın yanı sıra dünyayı dehşete düşürecek bir eyleme imza atmışlardı.

Bu hadiseden sonra, diğer Avrupa devletlerinin de yardımıyla daha aktif şekilde harekete geçen İtalya'nın meşrû devlet birimleri, terörün üzerine acımasızca gitmeye başladı.

Bu kararlılık karşısında zayıflamaya ve çözülmeye başlayan Kızıl Tugaylar örgütü, bir taraftan da bölünerek iki fraksiyona ayrıldı.

Terörist eylemlerde bulunmakla bir yere varılamayacağını anlayan örgüt mensuplarının bazıları, bu kez silâh ve eroin ticaretiyle uğraşan mafya örgütleriyle temasa geçti.

İtalya'da bu kez "mafya–siyaset–ticaret" üçgeni güçlenmeye başladı. Bunlara karşı 1982'de yargı yoluyla bir temizleme hareketine girişildi. Ancak, baştaki savcının ailesiyle birlikte öldürülmesi, bu hareketin hızını kesti. Bu şeytanî üçgene karşı 1992'de bu kez Di Petro isimli kahraman bir savcı harekete geçti ve adına "Temiz Eller" denilen bir operasyon başlattı.

Bu son operasyon, İtalya'da büyük başarı sağladığı gibi, dünyanın bir çok ülkesi için de örnek teşkil edecek bir hadise olarak tarihe geçti. Darısı, Türkiye'nin başına...

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

“Aşık oldum, hemen evlenmeliyim!” mi?



Kitle iletişim vasıtalarıyla yabancı kültürün bombardımanına maruz kalan biçare orta dereceli okulların gençleri bile, “Âşık olduk, hemen evlenmeliyiz!” diye çalışmaya fırsat bulamıyor! Bu, topyekûn bir millî fecaattır!

Sevginin kaynama derecesi olan aşk, sihirli bir kelime. İlim adamları, “Aşk hastalık mı, sağlık alâmeti mi?” tartışmaları yapıyor.

Tesbitlere göre aşk, beyindeki muhakeme kabiliyetini çalıştıran bölümü etkisizleştiriyor. Aşkın nörolojik temellerini araştıran nörologlar, sevgi ve arzunun yoğunluğunu ölçtüler. Londra Üniversitesi profesörlerinden Prof. Dr. Semir Zeki, yaptığı araştırmada, önce sevdiği kişinin, ardından da arkadaşlarının fotoğrafları gösterilerek, serebral kan akışları izlendi. Araştırma; aşkın, kişilerdeki ‘’muhakeme yeteneğini yitirdiği’’ni ortaya koydu.

Araştırmaya göre, aşk, beyinde güven, inanç, haz duyma ve ödüllendirme fonksiyonlarını etkinleştiriyor.

***

Aşk, insan beyninde muhakeme ve yargılama yapan bölümleri de etkisiz hale getiriyor. Âşık olan kişiler, sevdiklerine karşı muhakeme yeteneğini kaybediyor. ‘’Âşıkken tamamen kör oluyor’’ ve âşık olunan kişinin olumsuzlukları beynin bu bölgelerinin çalışmaması sebebiyle görülemiyor.

Beynin ‘zihin teorisi’ olarak adlandırılan ve başkalarıyla farklılıklarını ortaya koyan mekanizması da âşık olunca devreden çıkıyor. Bu sebeple kişiler âşık olduklarıyla aralarında bir ayrım yapmıyor ve onu kendisi gibi görüyor.

***

Araştırma, aşkın, insanları nasıl saplantılı hale getirdiğini de açık şekilde ortaya koyuyor. İnsanların beynindeki kimyasallardan serotonin seviyesi âşık olanlar da, saplantılı (obsesif kompülsif bozukluğu) kişilerinkiyle aynı seviyede bulunuyor. Aşk bir yandan kişiye huzur ve güven verirken, diğer yandan ayaklarını yerden kesiyor. Beyindeki ‘medial insula’ bölümü aşkla aktive oluyor.

Agresif davranışlarla ilgili bu bölüm âşık kişilerde çalışıyor ve anlaşmazlıkların üstesinden gelmeye yarıyor. Aşk, duygulanım, dikkat, motivasyon ve hafıza ile ilgili beyin alanlarını aktif hale getiriyor. Bu yapıların aktifleşmesi, stresin azalmasına sebep oluyor.

***

Sinir hücreleri arasında hedeflere uygun bağlantıları etkileyen uyarı maddelerinden sinir büyüme faktörü de (NGF) aşkın süresini biçiyor. Ellerin terlemesine ve heyecanın yükselmesine de sebep olan NGF değeri tutkulu aşkın ilk zamanlarında yükseliyor. Araştırmada insanın fıtratı itibarıyla bu tutkuyu sürdüremediği ortaya çıkıyor ve arzunun şiddetiyle doğru orantılı artan NGF değeri en fazla 3 yıl sonra azalıyor.

Prof. Dr. Semir Zeki, ‘’nöropotik aşk’’ hakkında şunları söyler: ‘’Aşık olan kişinin beyninin depomin içinde yüzüyor. Bu beyindeki motivasyon ve hedefe yönelik konsantrasyonu arttırıyor. Beyindeki bazı kısımların aktivasyonunu yitirmesine neden olan aşk rasyonel (akılcı) değil. Âşık olan kişilerde ‘özgür irade yok oluyor. Aşk bir hastalık. Hayatınız boyu devam etmesini istediğiniz bir hastalık. Arzu edilen bir felâket.”

İlim adamlarının bir hastalık olarak değerlendirdiği “aşk,” hiç şüphesiz mecazî olanıdır.

Aşk nedir, kaç çeşit aşk vardır? Aşk duygusu niçin verilmiştir? Bu soruların cevaplarını da yarın ele almaya çalışalım.

09.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Maddî ve manevî her hastalık; bir ihlâl ya da bir ihmal sonucudur



İhlâl nedir, ihmal nedir?

İhlâller, duyguları aşırı kullanmadaki ifratlar; ihmaller ise, verilen duyguları hiç kullanmama sonucu ortaya çıkan tefritlerdir. Vasat olarak ifade edilen normal değerler, yani sırat-ı müstakim, maddî ve manevî sağlıklılık halidir. Bu değerden uzaklaşma, maddî ve manevî bozulma ve hastalanmadır.

Akıl, gadap ve şehvet kuvvetinin insan hayatı için en faydalı aşaması, aklı hikmette, gadabı şecaatte ve şehveti (iştiha) iffette kullanmaktır. Bozulmalar, bu üç kuvvenin, dinin koyduğu sınırın ihlâlinden veya ihmalinden çıkmaktadır.

İnsandaki bu güç odakları, ancak din ile (şeriat) dizginlenir, vasata çekilir. Nitekim ibadetler, insandaki kuvveleri geliştiren ve teali ettiren dinin evamiri içerisindeki esaslardır. İnsandaki vicdan harekete geçirilmezse, başka hiçbir güç insanın bu duygularını tatminde ihlâl ve ihmaline engel olamayacaktır. Hatta güvenlik sağlasın diye eline güç unsuru verilen insan, eğer bu ihlâl ve ihmal aşamalarını vicdanî olarak dinen belirlemezse, bu insan kendisi için de cemiyet için de büyük bir tehlike haline gelebilecektir.

İhlâl ve ihmalleri, bireysel hayatın, aile hayatının ve cemiyet hayatının hemen her aşamasında görmek mümkündür. İdeal hayat çizgisi olan sünnet-i seniyye, maddî ve manevî sağlıklılık halidir. Sünnetten uzaklaşma, ifrat ve tefritlere (uçlara) düşme halidir. Kural ihlâli veya kural ihmali maddî ve manevî zulümleri netice verir. Kırmızı ışıkta geçmek kural ihlâli olarak kazalara sebebiyet vereceği gibi, yeşil ışıkta geçmemek de yine kazalara, kargaşaya sebebiyet verecektir. İkisi de normal değildir. Normal, dinin çizgisidir.

Tahlillerdeki alt-üst değerler tehlike sinyalleridir. Oysaki normal değerler, sağlıklı hayatın belirlenen limitidir. Tahliller, normalden (sünnet) uzaklaşmayı gösteriyorsa, maddî ve manevî hastalıklar, bozulmalar başlıyor demektir.

Neticede, Allah, insanı diğer hiçbir mahlûkta olmayacak kadar türlü türlü istidatlarla yaratmış, bu istidatların terbiyesini de cüz’î iradesine vermiş, cüz’î iradenin yularını da şeraite ve Sünnet-i seniyyeye bağlamıştır. İşte insanın ahsen-i takvimle esfel-i safilin arasındaki hadsiz derece ve derekâtı, bu istidatları ya Şeriat ve sünnet-i seniyyede kullanması ile ya da nefis ve şeytanın eline vermesiyle oluşur. Şeriat ve sünnetten beslenen insan ala-yi illiyyine (maddî ve manevî sağlıklılık hali), nefis ve şeytanın emrine giren insan ise, esfel-i safiline (manen ölüm hali) yuvarlanır.

Manevî hastalıklar da

maddî hastalıklar gibidir

Manevî hastalanma, maddî hastalanma gibidir. Maddî küçük bir kural ihlâli, tedbiri alınmaz ve tedavisi için adım atılmazsa, büyük sorunlara, hatta sonu ölümle biten ihlâller olabilmektedir. Aynen bunun gibi, insanın manevî dünyasındaki küçük bir ihlâli; aklî, kalbî ve nefsî rahatsızlanmalara sebebiyet verebilir. Hatta sonu küfürle biten, manen ölüm hali gerçekleşebilir.

O zaman, manevî sağlıklılık hali, insana verilen cihazatın ve lâtifelerin veriliş amacı çerçevesinde ve kullanılmasıyla ortaya çıkacaktır.

Manevî hastalanmaların oluştuğu çizgi, imandan küfre doğru oluşan düşüşlerin her aşamasındaki bozulmalardır. Nitekim imanlı olma halinin de, sürekli bir muhafazası ve tecdidi gerekmektedir. Aksi halde, imanlı, ibadetli gözüktüğü halde, hayata yön veremeyen, duygulara yol göstermeyen, kuvve-i akliye, gadabiye ve şeheviyeyi vasata çekemeyen bir iman ve ibadet hali ile kişi, kendisine de çevresine de faydası olmayacak bir taklidi imanı yaşıyor olacaktır. Dinin emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı netice vermeyen bir iman, pek de iman olmasa gerektir. Böyle bir insandan dinin koyduğu sınırları çiğneyen her tülü zarar, zulüm görülebilecektir.

Manevî hastalıklar ve

tedavi teklifleri nelerdir?

Aile okulumuz olarak, bu yıl ki çalışma konumuzu, “Risâle-i Nur’da Manevî Hastalıklar ve Tedavi Önerileri” olarak seçtik. Ve ilk seminerimizi de Risâle-i Nur Enstitümüzde verdik. Doğrusu konunun içine girildiğinde, ciltlerle ifade edilebilecek eser çalışmalarının kapsamında olduğu anlaşılıyor. Bu konuda duâlarınızı bekliyoruz. Çünkü manevî hastalıkları bir ‘afet’ olarak değerlendiren İman-ı Gazali, bu hastalıkların mahiyeti, sebepleri ve tedavi teklifleri ile ilgili çalışmalar yapmayı ve uygulamayı, her iman edenin üzerine düşen bir farz-ı ayn olarak değerlendirmektedir. Nitekim asrımızda başlı başına Risâle-i Nur hizmeti böyle bir sorumluluğu taşıyor diyebiliriz.

Manevî hastalıklar, asrın en büyük yıkımlarını oluşturuyor. Bütün maddî yıkımlar önce manevî yıkımların sonucu olarak yaşanıyor. İhmal edilmiş insanlar, terörü, anarşiyi netice veriyor. Yine manen ihmal edilmiş insanlar, kuvve-i gadabiyesinin esiri olarak, öfkesine yenik düşüp, beş dakikalık intikam lezzetiyle onlarca insanın hayatına kastediyor ve onlarca ocağı söndürüyor.

Önce bu hastalanmanın önüne geçecek adımların atılması gerekiyor. Akla, kalbe hastalık bulaştıktan sonra onu oradan temizlemek zorlaşıyor. Hatta kalbe giren bir günah, hemen tevbe ve istiğfar ile temizlenmezse, o günah kalbi siyahlandıra siyahlandıra iman nurunu o kalpten çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Haliyle böyle bir kalpten de her türlü zulüm, işkence ve vahşetler ortaya çıkıyor.

Her asrın hastalıkları da

tedavi teklifleri de farklıdır

Her asrın maddî-manevî hastalıkları ve bu hastalıklara dönük tedavi teklifleri farklıdır. Asırların manevî imdadına gönderilen peygamber varisleri mücedditler, asırda yaşanan hastalıkları teşhis etmiş ve o hastalıkların tedavilerine dönük, Kur’ân’dan reçeteler sunmuştur.

Türkiye, asrın maneviyat doktorunun, yüz yıl önce koymuş olduğu teşhisi uygulamamakta direniyor. Tabiî maddî ve manevî kan kaybediyor.

Asırların maneviyat doktorları da, asırlardaki hastalıklar da, tedavi usulleri de farklı farklıdır. Kur’ân’ın bu asrın manevî hastalıklarına sunduğu reçete ise, Risâle-i Nur olarak tanımlanmıştır. Bu asır, kıyamet asrı olması hasebiyle, diğer bütün asırlardaki yaşanan hastalıklar adeta bu asırda teraküm etmiş vaziyettedir. Onun için, asrın, kendine mahsus özellikleri dikkate alınarak, çok tesirli, kısa zamanda, çok kolay iyileştiren ve çok da güvenilir bir tedavi şekli olan, bu tedavi usulünün adı; acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür. Tabi bu tedavi usulünün nefis terbiye metodu da diğer asırlardan farklı olarak Kur’ân’ın dört âyetiyle yapılmaktadır.

Böyle bir manevî tedavi uygulanan insan, ne kadar ağır imtihanlar içerisinde olursa olsun, mücerreb ilâçlar hükmünde, kafasındaki, kalbindeki manevî yaralardan kurtulacak ve iki dünya saadetine ulaşacaktır.

Asrın manevî doktoru, asrın en büyük hastalığını iman zaafı olarak teşhis etmiş ve buna çare olarak da, bütün mesaisini iman üzerine teksif ederek, Risâle-i Nur eserleriyle her şartta, her yerde ve her zaman tedavi olunabilen bir iman hareketi başlatmıştır. Öyle ki onlarca insanı katletmiş canavar bir insanı, tahta bitini bile öldürmenin caiz olup olmayacağını sorar hale getirmiştir.

Yine Risâle-i Nur, ihtiyac-ı zamana göre her sınıf erbab-ı din ve hatta, münferit muannid olmamak şartıyla, dinsizleri bile ilzam ve ikna edecek derecededir. Onun için bu asrın manevî imdadına gönderilen bu eserler, mücerreb ilâçlar hükmündedir. Onun için, asrın manevî tedavisini uygulayan Risâle-i Nurların sohbet mahalleri, birer manevî terapi merkezleri olarak varlıklarını, tedavilerini devam ettirmektedirler.

Aksi halde, suç işleyenleri sadece hapishanelere doldurmak, ruhunu işlemedikten, yani hastalığını teşhis edip, tedavi etmedikten sonra bir sonuç getirmeyecektir, zaten de getirmemektedir.

Manevî hastalıklar

neden ciddiye alınmıyor?

Manevî hastalığın en dehşetlisi de, manevî hastalanmanın, yani imandan uzaklaşmanın hastalık olarak görülmemesidir. Birey de, devlet de bu manevî yaralanmayı ve hastalanmayı ciddî olarak ele almamaktadır.

Bu gün hangi hastanemizde, ‘Doktor bey, yalancılık hastalığım var?’’ın özel bir tedavi birimi vardır? Acı ki, bütün hastaneler insanın maddî dünyasının hastalıklarıyla meşguldür. Oysa insan, madde ve mânâsıyla bir bütündür. Ve gün geçtikçe, insanın ihmal edilen manevî yönünün ağır imtihanlarıyla karşılaşıyoruz.

Dünyanın geldiği nokta şu ki, imanın, büyük yatırımlar yapılarak oluşturulan hastanelerde, –bırakın öylesine bir merdiven altında bir mescitle manevî ihtiyacı karşılamayı- her manevî hastalık için, özel birimler kurularak, her manevî hastalık üzerinde, çalışmış uzmanlar ve inanç tedavi merkezleri aşamasına gelinmiştir. Artık, “Doktor bey, öfkeme (gadap) hakim olamıyorum.” diyen bir manevî hastaya, dinden beslenmiş fen bilgisiyle donatılmış doktorlar mukni cevaplar verebileceklerdir.

Manevî hastalıklar

hastanesine hoş geldiniz

Manevî Hastalıklar Hastanesi’nde, ‘Öfke’ Hastalıkları Merkezi v.b. konularda uzmanlık yapmış, manevî hastalığın mahiyetini, sebeplerini, sonuçlarını ve tedavi tekliflerini çalışmış ve maddî hastalıklarda olduğu kadar, manevî hastalıklarda da hekim olmuş, asır doktorlarına ihtiyaç vardır. Yoksa sadece fen bilimiyle doktor olmak, yarım hekim olmak demektir. İnsanın maddî bedeni kadar, manevî bedeninin de ihmal edilmemesi gerekmektedir. Aksi halde, bedenen sağlıklı, ama ruhen çürümüş, kendisine bile faydası olmayan insanlarla çokça karşılaşmak zorunda kalacağız.

Bu asrın insanlarının, mesleği ne olursa olsun, Kur’ân’ın elmas bir kılıncı olan, maneviyat doktoru, Risâle-i Nurlara zaruretle ihtiyacı bulunmaktadır.

İnsanlar manen hastalanmayı her ne kadar ciddiye almasalar da, hayat, manen hastalanmayı ciddiye aldıracak ve üzerinde çalıştıracak kadar ciddî sorunlarla karşımıza çıkıyor.

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Niyet, ihlâs ve sabır



Kendine ve yaptığı işlere inanmayan, nefsi, enfüsi dairelerde üful eden, batan ve kaybolan insanoğlu… Ve insanlık âleminde “ben ben” di-yerek tebarüz edip kabararak kaybolan su kabarcığı insanlar… “Ben” diye diye “Bizim” bulutlarına hatta gölgelerine bile razı olamayan, kabullenemeyen nefisler…

Kör kuyu derler susuz kalmışların kaynaklarına, ulaşabilecekleri halaskârlarına… Şimdilerde ise İslâm âlemi kör noktaların esiri olmuş… Enaniyetlerin, gururların ve nefisperestliklerin koyu karanlık kör noktaları olarak…

Ne biliyoruz ki?... Çalışmak yok, sebat ve devam yok… Başarı, bizim kapıyı bırakın, bizim sokağı da… Bizim mahallelere, şehirlere neden uğrasın ki!...

Hep afakî âlemlerin, bulutlar ve ufuklar ötesindeki hayallerinde dolaşan insan nedense enfüsi daireye/ kendisine bir türlü inemiyor. Ve bunun mesullerini de yine başka ellerde başka yellerde ve başka nefislerde arıyor, yakıştırıyor ve konuşuyor…

Nefsin burnunu sürterek çalışmayı sırtlayıp, sabır bineğine binmekte nedense hep geç kalıyor bu ahir zamanın insanları…

Bize yakıştırılan tembellik, hımbıllık ve mollalıkta gözü hep… Bırakalım bunları, arkamıza dönelim, mazi kıt'asına atalım… Ve ümitle, çalışarak, koşarak, coşarak, istikbale nazarlarımızı çevirerek en iyiyi, en güzeli, en başarılıyı yakalamaya, tutmaya ve baş üstüne koymaya bakalım… Bunun fiiliyatına, ameline girişelim…

İyileri, güzelleri, daneleri kucaklamak sahip çıkmak fiillerini gerçekleştirelim… İnsanın nefsinden ve şeytanından, gururundan ve kendini beğenmişliğinden daha kötü ve kaçınılacak bir kavram, anlayış ve düşünce olamaz zaten… Küfre, dalâlete yol veren bunlara kapılarını açan her düşünce, her fikirde bu minval üzeredir. …Elbette ki hepsinden kaçmalı ve kaçınılmalıyız…

Devenin eğriliğini kafasından silmemek, elifin doğruluğunu inkâra kadar götürür. Müslümanım diyenleri duâ ve niyet başlangıç olmak üzere; sabır ve çalışma İnşallah muvaffakiyete, başarıya ve zirvelere taşıyacaktır.

Yeter ki halis niyet, ihlâslı amel ve hizmette devama sabır beraber olsun.

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Doğruyu söyledi, kovalım!



Sadece ‘işsizlik ligi’nde değil, ‘çelişkiler ligi’nde de üst sıralarda ve hatta birinci olduğumuzu gösteren çok sayıda hadise yaşıyoruz. Tecrübelerle sabit olan gerçekleri inkâr etmekte de, aksini yapmakta da kimse bizimle yarışamaz!

Bakınız; bütün Türkiye’yi yasa boğan Mardin ili, Mazıdağı ilçesi, Bilge Köyündeki vahşet sonrası hemen herkes ‘çare’ arayışına girdi. 44 kişinin ölümüyle neticelenen ‘cinnet hâli’ anlaşılmaya, çözülmeye çalışılıyor. Sebep ve sonuçlarıyla pek çok ilki barındıran bu ‘cehalet vahşeti,’ sosyologları da, siyasetçileri de derin düşüncelere sevk etti. Gerçekten de Türkiye, bu çirkin cinayeti izah etmekte zorlanıyor.

Bu tartışmalar arasında bir değerlendirme yapan Mardin Valisi Hasan Duruer; aklın, mantığın, tarihî gerçeklerin ve sosyal realitenin gereğini seslendirip şöyle demiş: “Okul öncesi eğitim, kızların, kadınların eğitimi konusunda çok ciddî çalışmalar yapmamız gerekiyor. Buradaki aşiret yapısının, töre düzeninin, insanların yapısının iyi analiz edilmesi gerekiyor. Yörenin inançları gereği, kız çocuklarının ayrı okullarda okumasının faydalı olacağını düşünüyorum. Erkeklerle aynı okullarda okumaları istenmiyor. Bu çocukları eve mahkûm etmemek için, çok sayıda kız okullarına, yurtlarına ihtiyacımız olacaktır.” (HaberTurk Gzt., 7 Mayıs 2009)

“Vay efendim, bir vali bunu nasıl söyler!” diye itiraz edenler var. Niçin söylemesin ki? Bal gibi söyler ve söylemesi gerekir. Hatta ve hatta, sadece Mardin Valisi değil, gönül arzu ediyor ki doğudan batıya bütün valiler bu hakikatleri söylesin, dile getirsin! Söylenen, dillendirilen, gündeme taşınan teklif yanlış mı? Erkek ve kızların aynı okullarda, aynı sınıflarda ve aynı sıralarda okuması gerektiğini kim dikte ediyor? Böyle bir şart var mı? Var olduğu ileri sürülse bile, bu kabul; Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşüyor mu? Kızlar ve erkekler ayrı ayrı sınıflarda, ayrı okullarda okusa kıyamet mi kopar? Eğitimin kalitesi mi düşer? Çocuklarımız matematiği, tarihi, fiziği, sosyal bilgileri daha az mı öğrenir?

Tam aksine, böyle bir uygulama ilmen ve tıbben daha faydalı ve insan yaratılışına uygundur. Nitekim, başta İngiltere olmak üzere Amerika ve başka ülkelerde bu yöne doğru bir yöneliş var. Bazı okullarda kızlar için ayrı, erkekler için ayrı sınıflar açılıyor. Bugün için bu okulların sayısı az olsa bile, dünyanın gittiği ve gitmek istediği yön de burasıdır. Kızların ve erkeklerin ayrı mekânlarda eğitim alması eğitim kalitesini kat be kat arttırır. Bunu ehil olan uzmanlar da ifade ediyor, ama maalesef bugün için bu uzmanları dinleyen yok!

Bu vesile ile hakikati dile getiren, bir anlamda da ‘kral çıplak’ diyen Mardin Valisini tebrik ediyor ve cesaretinden dolayı kutluyoruz. Türkiye’yi idare edenler, doğruları dile getirenlere kızmak yerine bunların gereğini yerine getirmek durumundadır.

Araştırılacak olursa görülecek ki milletin talebi de bu yöndedir. Böyle olup olmadığını öğrenmek isteyenler için sokaklar araştırmacı ve ‘anket’çileri bekliyor. Böyle bir anket için görüşümü hemen ifade edebilirim: Ben kızların ve erkeklerin ayrı okullarda okumasından yanayım, bunu şiddetle talep ediyorum.

Doğru yolu gösterenlere sahip çıkalım, gereğini yapalım!

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



Zafer AKGÜL

Sadece ağalık töresi mi?



Mardin’deki katliâm herkesi şok etti. Merak etmeyin birkaç gün içinde unutulur. Bu, bizde hep böyle olmuştur. Bir süre ah-vah ettikten sonra olay gazetelerin arşivlerinde kalır. İade gazetelerin fırınlarda ekmeğe, bakkallarda peynire sarıldığı parçalarında belki birkaç ay içinde rastladığımız da olacaktır. Kimimiz ”Vahşi katliâm…Töre terörü…İnanılmaz vahşet…vs.” manşetleri ve kenarında, köşesinde utanç verici katliâm resimlerinden bir kesit göreceğiz, belki de ekmek aldığımız zaman. Yine bir iç geçirip kanlı haberli gazete parçasına sarılı ekmek elimizde hayat yoluna devam edeceğiz.

Hani şu Doğu’da, Güneydoğu’da şehit edilen askerlerimizin şehadet haberleri gibi. ”Kanları yerde kalmayacak. Acımız büyük. Ciğerlerimiz yanıyor. Kahrolsun PKK!” haberleri gibi. Bir kaç gün sonra hiçbir şey olmamış gibi herkes işinin başına geçecek.

Hani şu Ergenekon meselesi gibi…Topraktan silâh fışkırıyor, orada burada ihtilâl hazırlıkları, şu veya bu yetkiliye suikast planları ele geçiriliyor. Kuyular, çukurlar, işkencehaneler, gizli toplantılar, sabotajlar... Zanlıların, tutukluların hasta denilip turp gibi caddelerde gezinmeleri. Ani kalp spazmları, acile kaldırılmalar, vs. gibi. Ne oluyor zamanla, law silâhlarının boş namluları, çata pata eğlenceleri.. Savcı Fethullahçıymış... Zanlılar Atatürkçüymüş... Olayı şucu-bucuya getirip basite indiririz. Hani şu bizim 12 Mart dönemindeki solcu teröristlerin banka soygunları, adam kaçırmaları ve sol-sağ kavgaları sırasında kullanılan silâhların, sıkılan kurşunların “Canım gençler çatapat eğlencesi yapıyorlarmış!” diye küçümsenerek örtbas edilmesi gibi. Biz böyleyiz işte... Bir-iki toplantı, bir iki basın açıklaması yapılır. Bir-iki bilim adamı sosyolojik araştırma yapılsın der. Bir kaçımız da kendine göre olayı bir güzel eğer büker devlet tedbir alsın deriz. Ondan sonra her şey derin bir sessizliğe bürünür.

Biz aslında olanı değil olmasını istediğimizi görürüz. Yani ön yargılarımız, ideolojik saplantılarımız olaylara yaklaşım biçimimizi büyük çapta etkiler... Meselâ birimiz şöyle yazarız: Doğu ve Güneydoğu’daki bu ağalık sistemi değişmeli. Bu yanlışların kökeninde hep ağalık töresi anlayışı vardır. Bunun yerine devlete sığınmak ve devlete dayanmak lâzımdır, vb., vb. Oysa ki devletin de kendi yörünge alanında bir “devlet ağa, devlet baba” töresi, en az ağalık kurumu kadar hegemonyası vardır ve devletler adına geçmişte işlenen cinayetlerin, katliâmların da haddi hesabı yoktur. Bir cani yüzünden bir köy ahalisinin cezalandırılması ve ekinlerin yakılması, hayvanların telef edilmesi; evlere, ahırlara varıncaya kadar bombalanması tarihte çok görülmüştür. Ama bu yanlışları değerlendirirken ağalık töresi ve namus gerekçesi yerine, devletin geleneği ve devleti koruma-kollama namusu yani kanunları gerekçe olarak gösterilir. Birinde katliâmın adı vahşet ve dehşet iken öbüründe vatan sevgisi, vatan savunması olarak geçmektedir.

Hoş ”Her devlet kuruluş felsefesinden dolayı şunu şunu yapabilir” diye fetva veren bilim ve düşün (!) adamlarımız da vardır yeteri kadar. Halbuki bütün bunları bir insan hak ve hukuku, evrensel hukuk, adalet anlayışı içinde ele almak gerekir. Bir kişinin hatası yüzünden başkalarını cezalandırmak adalet değildir. Bir katili cezalandırırken onlarca, yüzlerce masumu arada yakmak, telef etmek adalet değil zulümdür. Bir kişiyi iyi veya kötü diye nitelerken on tane iyi, iki tane kötü hasleti yüzünden o kişiyi kötülemek de adalet değildir ve bir yerde zulümdür. Bunu aşiret, kabile, devlet perspektifinden ele alırken şahıs perspektifinden de ele almamız gerekmez mi? Hani bir uzvumuzun hastalanması ya da görevini yapamaz olması sebebiyle bütün vücudumuzu ölmüş bitmiş saymayışımız gibi bir şey. Yani makro ve mikro, toplum ve fert açısından adaleti uygulamak esas olmalı değil mi?

Netice evimizdeki, içimizdeki, dışımızdaki ağalık törelerini kaldırmadan falanca bölgenin, fişmekânca mıntıkanın ağalığını konuşmak beyhude yorulmaktan öte bir şey değildir. Tarihin tekerrürü bu yüzden devam eder zaten..

Not: Kâzım Güleçyüz Ağabeyime taziyetlerimi sunuyor, merhume annemize Allahtan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum. Nur içinde yatsın..

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Reformları gerçekleştirmeden AB’ye üye olamayız



Yeni Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu, bazı Avrupalı liderlerin Türkiye için sürekli gündeme getirdiği ‘Avrupa Birliği’ne imtiyazlı ortaklık’ tekliflerini kesin bir dille reddettiğini açıkladı. Davutoğlu, “Türkiye için tam üyelik hedefi, herhangi bir alternatif söz konusu olmaksızın sürecektir” dedi.

Davutoğlu bakan olduktan sonraki ilk yabancı misafirini dün ağırladı. Davutoğlu’nun bu ilk konuğu Finlandiya Dışişleri Bakanı Alexander Stubb idi. Stubb da Türkiye’nin tam üyeliğine tam destek verdiklerini belirterek, AB’yi taahhütlerine bağlı kalmaya çağırdı ve “Üye olmamanın bir imtiyaz oluşturacağını sanmıyorum” sözleriyle tepkisini gösterdi.

En son Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin gündeme getirdiği ‘imtiyazlı ortaklık’ tekliflerini ciddîye almamak gerekiyor. Nitekim Dışişleri Bakanımız da, “Baştan beri Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde tek bir hedefi vardır; bu da tam üyeliktir. Türkiye için tam üyelik hedefi herhangi bir alternatif söz konusu olmaksızın sürecektir ve zaten müzakerelere başlamış hiçbir üye yok ki müzakeresi yarım kalmış veya kendisine alternatif bir üyelik teklif edilmiş olsun. Türkiye daha önceki üyelik müzakereleri nasıl yürümüşse aynı şekilde, hiçbir ayrıcalığa sahip olmadan ama hiçbir ikinci sınıf tutuma da muhatap olmadan sürdürmek niyetindedir. Ve ümit ediyoruz ki bu rüya, tam entegrasyona yönelik hedef, en kısa zamanda gerçekleşecektir.” sözleriyle hedeflerinin tam üyelik olduğunu net bir şekilde açıkladı.

Türkiye’nin tam üyeliği ile ilgili sürece bazen Fransa bazen Almanya bazen de Avusturya gibi ülkelerden “imtiyazlı ortaklık” teklifleriyle gölge düşse de, Avrupa Birliği’nin bir çok ülkesi aslında tam destek veriyor. Meselâ AB dönem başkanlığını 1 Temmuz’da Çek Cumhuriyetinden devralacak olan İsveç, Türkiye’nin AB müzakere sürecine verdiği tam destekle biliniyor. Dolayısıyla Türkiye’nin altı aylık İsveç dönem başkanlığından beklentisinin yüksek olacağı söyleniyor. İsveç’in AB dönem başkanlığının önceliklerini anlatan bu ülkenin AB İşleri Bakanlığı Müsteşarı Maria Asenius, ülkesini “genişleme yanlısı ülkelerden biri” olarak tanımlıyor. Ancak Asenius’un dikkati çektiği çok önemli bir nokta var ki, asla gözden kaçırılmaması gerekir. Türkiye’nin müzakere sürecine değinen Asenius, bu süreçte reformların yavaş ilerlediğini kaydediyor. İsveçli yetkili, Türkiye’nin AB açısından stratejik önemini vurgulayarak, “Ancak Türkiye’nin AB için önemli olması, kriterleri yerine getirmeden ve reformları uygulamadan Türkiye’ye fazladan kredi vereceğimiz anlamına gelmiyor. Türkiye bir futbol takımına katılmıyor. Reformların uygulanması çok önemli” diyor.

2001 yılında AB dönem başkanlığı görevini yürüten, bu görevi ikinci kez yapacak olan 9 milyon nüfuslu bu kuzey Avrupa ülkesinin parlamentosundaki bütün siyasî partiler de Kopenhag kriterlerinin karşılanması durumunda Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini destekliyor. İsveçli parlamenter ve parlamentodaki AB İşleri Komitesinin Başkanı Anna Kinberg Batra da geçtiğimiz gün Türk gazetecilere, Türkiye’nin özellikle müzakere sürecinde “iyi sinyaller vermesinin ve ilerlemesinin zamanının geldiğini” belirtti. Batra, “Bize artık güzel haberler ve iyi sinyaller gönderin” dedi ve Ankara protokolünün yanı sıra reformların uygulanmasının önemine işaret etti.

Demek ki, Türkiye’nin yapması gereken, AB reformlarına kilitlenmektir. Şimdiki mesele, sürecin nasıl sonuçlanacağı değil, sürecin nasıl ilerletileceği meselesidir. Son bir kaç yıldır adeta duran ve bir türlü ilerlemeyen AB sürecinin yeni kabineyle birlikte ateşlenmesi gerekmektedir. Eğer AKP hükümeti bu ilerlemeyi ve canlanmayı sağlayamazsa kabinede yaptığı değişikliklerin bir anlamı olmadığı ve sadece bir makyajdan ibaret olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Daha da vahimi bir zamanlar “50 yılda yapılamayacak reformları 4 yılda yaptıkları için” övünen ve bunu her fırsatta propaganda malzemesi yapan hükümetin artık bu konuda kendini savunmaya hakkı olmaz. Zira burada önemli olan süreci baştan sona aynı istikrarda ve azimde götürebilmektir. AB müzakereleri bir çok başlıkta ve çok geniş kapsamlı konularda devam etmektedir. Ayrıca önümüzde Kıbrıs meselesi gibi de engel teşkil eden önemli bir mesele de olduğu gibi beklemektedir. Bütün bunlar olurken boş oturmak, sadece yolumuza taş koymaya çalışanlara sövmek ve çalışmak yerine sadece yakınmak kime ne fayda getirebilir ki? Hasılı kelâm, zaman reform zamanı, netice ise sonradan gelecektir.

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Türkiye, Ermenistan-Azerbaycan görüşmeleri sürecinin neresinde?



Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ile Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın Prag’taki görüşmelerinde ilerleme kaydedildiği açıklandı. Ancak her iki cumhurbaşkanı da bu konuda bir açıklama yapmadı. Onların yerine Minsk Grubu eş başkanı ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının Yardımcısı Matthew Bryza kısacık bir açıklama ile yetindi.

Minsk Grubu, şimdiki adıyla Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı (AGİT) tarafından 1992 yılında Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorununun çözümü amacıyla kuruldu. Eşbaşkanlığını Fransa, Rusya ve ABD’nin yaptığı grupta Türkiye de katılımcı olarak yer alıyor.

İki lider bu yıl ilk olarak Ocak ayında İsviçre’nin arabuluculuk çabaları çerçevesinde İsviçre’de bir araya geldi. Obama, Türkiye’nin bu sorun çözülmeden Ermenistan sınır kapısının açılmasının zor olacağı mesajı çerçevesinde iki lideri Washington’a çağırdı. Bu arada Obama ve Clinton, “Karabağ barış sürecinde bir çığır açmak istediklerini” ilân ettiler. 4-5 Mayıs tarihlerinde Dışişleri Bakanı Clinton her iki liderle görüştü. Peşinden de Prag toplantısı geldi. Bir sonraki toplantı ise gelecek ay Rusya’da yapılacak. Bu görüşmenin Başbakan Erdoğan’ın Azerbaycan ve Rusya ziyaretlerinin ardından yapılacak olması önemli.

Bütün bu çabaların AGİT’in Kasım 2007’de Madrid’te yaptığı bakanlar toplantısında kabul edilen Madrid prensipleri çerçevesinde yürütüldüğü biliniyor. Bu prensipler kamuya açıklanmadı. Ancak Ermeni ordusunun Azerbaycan’ın yedi bölgesinden çekilmesi, Karabağ ile Ermenistan arasında güvenliği sağlayacak bir uluslar arası gücün konuşlandırılması, çatışma sonrası yeniden yapılanma ve sonraki aşamada Dağlık Karabağ’da bölgenin geleceğini belirleyecek bir referandum yapılmasının bu prensipler içinde yer aldığı biliniyor.

Bütün bu gelişmeler umut verici. Ancak süreçte kafaları karıştıran bazı hususlar var. İlk soru; Dağlık Karabağ sorununu Azerbaycan ve Ermenistan ikilisi –Rusya’nın onayı olmadan- kendi aralarında çözebilir mi? Minsk Grubu gibi kalabalık bir müdahale grubunun işe karışması işi kolaylaştırır mı yoksa güçleştirir mi? Türkiye bu sürecin neresinde yer alıyor? Önceden söylenenlerin aksine Cumhurbaşkan’ı Gül’ün Prag’taki bu buluşmayı organize eden makam olmaması, tarafların istememesinden mi kaynaklanıyor? Rusya kendi himayesindeki Ermenistan ve “stratejik ortağı” Azerbaycan’ı daha kolay ikna edemez mi? Edebiliyorsa neden etmiyor?

Türkiye’nin bundan sonraki konumunu, Başbakanımızın Azerbaycan ve Rusya ziyaretleri belirleyecek. Özellikle uzun süredir Türk dış politikasını zaten yönlendirdiği bilinen yeni Dışişleri Bakanı ile birlikte Türkiye bu sürece daha fazla müdahil hâle gelebilir. Zaten Obama’nın bir an önce sınırın açılması baskısına cevap verebilmek için, bu süreçte ilerleme sağlanması ve Azerbaycan’ın da sınır kapısı açılmasını desteklediğini açıklaması gerekiyor.

Ülkemizin önemli bir bölgesel güç olma gayretinde bu süreçteki başarısı büyük önem taşıyor.

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

5 mi, 7 mi?



Ankara yeni bir tartışmanın içine girdi. Tartışmalar önümüzdeki günlerde daha da büyüyecek gibi görünüyor. Bu tartışma cumhurbaşkanı ile milletvekilli seçim süreleri. İktidar parlamento seçimlerinin 4, cumhurbaşkanlı seçiminin 7 olduğunu söylerken, muhalefet cumhurbaşkanı görev süresinin 5, parlamento seçimlerinin ise 4 yıl olduğunu söylüyor.

Peki bu tartışmaya nereden gelindi? Kısa bir tarihi bilgi aktaralım:

Hatırlayacağınız gibi cumhurbaşkanlığı seçim süreci sancılı geçmişti. 24 Nisan 2007 tarihinde Cumhurbaşkanlığına aday olan Abdullah Gül, seçim sürecinin yarıda kalması ve TBMM’nin erken seçim kararı alması üzerine 22 Temmuz 2007’de Kayseri milletvekili seçilmiş, yeni Meclis’in önündeki ilk gündem maddesi olan Cumhurbaşkanlığı seçimi için tekrar aday olmuş ve 28 Ağustos 2007 tarihinde 11. cumhurbaşkanı olarak seçilmişti.

Hemen ardından Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini de öngören anayasa değişikliği paketinin halkoyuna sunulmasıyla, 21 Ekim 2007 tarihinde bir referandum yapılmıştı. Referandum sonucunda Cumhurbaşkanı seçme yetkisi Meclis’ten alınarak halka verilmiş, aynı kişinin iki defa Cumhurbaşkanı seçilebileceği ve görev süresi 7 yıldan 5 yıla indirilmişti. Ayrıca milletvekili genel seçimleri de beş yıldan dört yıla inmişti.

Referandumun kabul edilmesinin üzerinden bir hafta geçmesinin ardından bu tartışma yapılmış ancak bir süre sonra tartışma zamana bırakılmıştı. İşte bu tartışma şimdi tekrar alevlenmeye başladı. 28 Ekim 2007 tarihinde “Yeni tartışma: 7 mi 5 mi?” başlıklı yazımızda hükümetin referandum konusunu aceleye getirdiğini, son dakikada yaptığı geçici iki maddenin paketten çıkarılması ile eksiklikler doğduğunun ortaya çıktığını yazmıştık. Peşinden de “Bu kanun 12. cumhurbaşkanı için geçerlidir” gibi geçici bir madde getirilmesi ile meselenin çözülebiceğini, ama bunun yapılmadığını vurgulamıştık. Yazımızda bu tartışmanın 5 yıl sonra tekrar yapılacağını söylemiştik. Ancak hükümetin anayasa değişikliğini gündeme getirirken bu konuyu da araya sıkıştırması tartışmayı 3 yıl önce başlattı.

***

TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresinin 5 yıl olduğu yönündeki değerlendirmesi üzerine, Gül’ün görev süresi tartışılmaya başlandı. Hükümet kanadında bile bu konuda bir netlik yok. TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, Gül’ün görev süresinin yedi yıl olduğunu bunun için de yasal düzenlemeye ihtiyaç olmadığını söylese de Cumhurbaşkanı Gül, görev süresiyle ilgili sorulara karşılık “Çıkacak kanunu bekleyin” diyerek bir kanun çıkması gerektiğini söylemiş oluyor. AKP grup başkanvekillerinden bazıları bu konuda bir yasa ya da anayasa değişikliği yapılarak konunun netleşmesi gerektiğini söylerken, bir kısmı ise Gül’ün görev süresinin 7 yıl olduğunda ısrar ediyor ve kanun ya da anayasa değişikliğine ihtiyaç olmadığını söylüyor.

Yani şu anda muhalefetin yanı sıra AKP içinde de Gül’ün beş mi yoksa yedi yıl mı görevde kalacağı konusunda farklı görüşler mevcut…

Muhalefet de ikiye bölünmüş durumda. Gül’ün görev süresini CHP ve MHP 5 yıl derken, DTP 7 yıl olduğunu söylüyor. Bahçeli, Cumhurbaşkanının görev süresinin 5, Parlamento’nun ise 4 yıl olduğunu söylerken “Türkiye’yi bu defa da 5’le 7’ye mi böleceğiz!” diyerek uyarıda da bulunuyor.

AKP tarafından hazırlanan ve anayasada yapılacak değişiklikler arasında 20 madde içinde olduğu söylenen “süre” konusunun bu tartışmalardan sonra paketten çıkarıldığı söyleniyor. AKP’nin getireceği değişiklik teklifi ile Cumhurbaşkanının görev süresini 7, milletvekillerinin görev süresini 5 yıl olarak düzenleyen ve anayasaya geçici madde olarak eklenmesi planlandığı söylenmişti. Şimdi ise Gül’ün de isteği ile bundan vazgeçildiği söyleniyorsa da ortada net bir değişiklik teklifi yok.

***

Alın size nur topu gibi bir tartışma: Gül’ün görev süresi 5 yıl mı, 7 yıl mı?

Bu tartışma uzunca bir süre devam edecek gibi görünüyor. Anayasa değişikliğini tartışırken bu konunun gündeme getirilmesinin değişikliğe de zarar vereceğini daha önce söylemiştik. Maalesef onda da haklı çıktık. Alın size dört seçenekli KPSS sorusu: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, yedi yıllığına mı seçildi, bu süre dolunca tekrar aday olamaz mı? Yedi yıllığına seçilmesine rağmen referandum seçimden sonra yapıldığı için görevi beş yılda mı dolar, yedi yılda mı? Bu durumda tekrar aday olabilir mi? Görevi 5 yılda biterse ikinci defa aday olabilir mi? Ya da “Hiçbiri mi?” diyorsunuz. Ancak gündeme gelen bu konu şimdiden halledilemezse de, 3.5 yıl sonra “insin-inmesin” tartışmaları yapılacağı kesin…

Çıkın bakalım bu işin içinden 5 mi, 7 mi?

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Terörden tefrikaya…



Türkiye’nin hiçbir “töre” ve “şiddet” târifine sığmayan başta Mazıdağı’nın bir köyündeki vahşet olmak üzere bir yığın iç gündemi var. Baharla birlikte terörün azması, ABD’nin “işi biten” ve “miâdı dolan” PKK terör örgütünün tasfiyesinin de “pazarlık” konusu edildiği anlaşılıyor. Lice’de dokuz askerin şehid edildiği mayın patlamasının ardından şehirlerde artan eylemler ve kırsaldaki olaylar, şehid cenâzelerinin peşpeşe gelmesi, örgütün yoğun bir psikolojik darbe vurma çabasında olduğunun belirtileri.

Belli ki Amerikan işgal askerlerinin Irak’tan çıkması ve Kuzey Irak’ta düzenlenmesi beklenen “Kürt konferansı” öncesi, terör örgütü yine işgalci güçlerin ve ecnebi servislerin hegemonya ve çıkarlarınca sonuna kadar istimal edilmekte.

ABD ve İsrail’in başını çektiği devletlerin hertürlü silâh, eğitim, malî yardım yapılan ve işgalcilerin himâyesi ve lojistik desteğiyle şımartılan terör örgütü üzerinden Türkiye ve bölge ülkelerinin etnik ayırımcılık ve mezhebî farklılıklarla bölünüp parçalanması projesi yürütülmekte…

TÜRKİYE ATEŞİN İÇİNE ÇEKİLİYOR…

Gerçek şu ki emperyal güçlerin hegemonya ve çıkarları hesâbına “demokrasi”, “özgürleştirme” ve “barış projesi” diye el attığı hiçbir yerde demokrasi ve barış sağlanmıyor. Halklar “özgürleşme” yerine vâhim bir kargaşa ve kaosla kavga ve bölünmenin içine itiliyor. Bush’un “özgürleştirme” iddiasıyla altı yıldır Irak’ta sürdürdüğü işgal ve operasyon bunun en bâriz örneği.

Gelinen noktada parçalanmanın eşiğine gelen ve hergün onlarca, bazen yüzlerce mâsum insanın katledildiği ülke, parçalanmasın eşiğinde. İşgalcilerin Türkiye’ye yönelik samîmiyetsiz terörü durdurma politikaları da daha baştan başarısız. Bush’tan sonra Obama da istediği kadar “PKK ortak düşmanımız” desin; Talabani’nin, “PKK Irak’ı terk etsin demedim” çarkından sonra, örgütün başındaki Karayılan’ın son demde, “PKK silâh bıraksın’ söylemi havaya atılmış bir kurşundur” çıkışı, bunun ifâdesi.

Bir yandan İmralı’daki örgüt elebaşısının “bağımsız bir Kürt devleti” kurmasından vazgeçtiği ve hatta ‘üniter devlet’i istediği propagandası yapılırken, diğer yandan DTP’nin tıpkı Irak’takine benzer sonu parçalanmaya varan “özerklik” ve “federasyon” raporları, oynanan oyundaki şaşırtmayı su yüzüne çıkarıyor.

Bu arada Irak’ta çıkmaza giren ABD, aynı oyunu Afganistan’da devam ettirmek peşinde. Hâlâ İsrail’in Gazze soykırımını tek kelimeyle kınamayan Obama da Bush gibi “terörle mücadele” gerekçesiyle Afganistan’a ek asker talebini dayatıyor.

İngilizler ve Ruslar dahil ülkeyi işgal ve istila eden hiçbir yabancı gücün Afganistan’da tutunamadığı bile bile, Türkiye’yi egemenlik ve enerji çıkarları hatırına ateşin içine çekiyor. Türkiye’ye ABD’nin “ileri karakolu” komplosu kuruluyor.

Kendi eseri NATO şemsiyesi alında “Taliban”la savaşmak için daha fazla Mehmetçiğin bölgede konuşlanmasını “model ortaklığın gereği” olarak Ankara’nın önüne koyuyor. Bunun içindir ki Amerikan Dışişleri Bakanı H. Clinton ve Obama’nın ardından Ankara’ya gelen ve üç saat Genelkurmay Başkanı Başbuğ’la başbaşa kalan ABD Genelkurmay Başkanı Muller, plânın detaylarını görüşüyor. Afganistan’dan sonra gittikçe karışan Pakistan’da “işbirliği” öneriyor.

RASMUSSEN'E RÂZI OLMAK

Türkiye göz göre göre “ikinci Vietnam” olmaya sürüklenen bölgedeki terör ve fitnenin içine çekiliyor. Dışişleri eski Bakanı Babacan ve AKP’li Mercan’ın ifâdeleriyle siyasî iktidarın buna teşne olduğu, yalnız “muharip” kelimesini değiştirmek istedikleri anlaşılıyor.

Ve ne yazık ki “ılımlı İslâm” yerine ABD’nin tercihiyle ikame edilen “yeni Osmancılık” benzeri politikalarla Türkiye’nin dış politika ajandası bütünüyle ABD’nin inisiyatifinde. Bu yüzden Kıbrıs’ta, Ortadoğu’da, Kafkaslarda tökezleniyor. AB’de de “karanlık bir tünel”de tıkanmış. Müzâkere süreci tamamen durmuş; hiçbir fasıl açılmıyor.

“Rasmussen krizi” iyi yönetilemedi. NATO Genel Sekreterliğine getirilen Danimarka Başbakanı Rasmussen, İslâm dünyasından özür dilemediği gibi Roj tv’yi de kapatmadı ve söz verdiği “Türk yardımcı” yerine kendisi gibi bir Danimarkalıyı atadı.

Aslında Cumhurbaşkanı Gül’ün, “ABD Başkanı Obama’nın Avrupa diplomasisi ile ilgili ilk büyük sınavında başarısızlığa uğramaması—başarısı—için Rasmussen’e itiraz etmedik” sözü, AKP siyasî iktidarı döneminde Ankara’nın AB’den uzaklaşan ABD eksenli derin kırılmasının içyüzünü açıklıyor…

Yabancı bir devletin başkanının “başarısı” adına ülkesinin menfaatlerinden vazgeçmek, tâviz vermek.

Nasıl bir millî “dış politika”ysa…

09.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Üç kritik gündem



Başbakan, yeni anayasa çağrısının bir kez daha tekrarlandığı TOBB Genel Kurulundaki konuşmasında, “Anayasa değişikliklerini yapmazsak hem halkın beklentilerine cevap vermemiş, hem de gelecek kuşaklara karşı görevimizi yapmamış oluruz” demişti.

Gerçi Hisarcıklıoğlu’nun kastı topyekûn bir anayasa yenilenmesi iken Erdoğan muhtevası henüz netleşmemiş bir mini paket için bunları söylemişti. Ve paketin son halinin ne olacağı da, çıkıp çıkmayacağı da hâlâ belirsizliğini koruyor.

Meclis içi muhalefet partilerinin, 29 Mart’taki birer-ikişer puanlık oy artışından da güç alarak topu birbirlerine atan tavrı, pek ümit vermiyor.

Bu sebeple mini paket dahi akim kalırsa AKP haklı olarak muhalefeti suçlayıp halka şikâyet edecek. Ama sonuç, onu da ilzam edip elini kolunu bağlayan tıkanıklığın aşılamaması olacak.

Ve anayasa ülkeyi kilitlemeye devam edecek.

Bu durumun ortaya çıkaracağı yeni sıkıntı ve sorunların faturası ise 22 Temmuz aktörleri olarak hem AKP’ye, hem de muhalefet partilerine çıkacak ve alternatif arayışları yoğunlaşacak.

Yeni kabinenin diğer gündemlerine gelince:

Bunların en önemlilerinden biri, kriz sürecinin ağırlaşarak devam ettiği ekonomi. Erdoğan “Teğet geçecek” söylemindeki kastını ve ısrarının gerekçesini “Hamd olsun, batan bankalarımız yok, marka firmalarımız yok” diye açıkladı; ama büyük sıkıntı içindeki küçük ve orta boy işletmelerden, esnaftan, çiftçiden hiç söz etmedi.

Ve çığ gibi büyüyen işsizler ordusundan...

Başbakan ekonomiye sadece bankalar ve marka firmalar ölçeğinden mi bakmaya başladı?

Bakalım, AB Başmüzakereciliği uhdesinden alındıktan sonra, iki yıla yakın Dışişleri Bakanlığında da bekleneni pek veremediği eleştirilerine hedef olan Ali Babacan’ın, reel sektörün içinden gelen bir isim olarak yeniden ekonominin patronluğuna getirilmesi, giderek daha da zorlaşan krizle mücadeledeki gecikme ve eksikleri telâfi edip, umulan başarılı sonuçları verebilecek mi?

Peki, 22 Temmuz sonrasında aynı koltuğa oturtulan Prof. Dr. Nazım Ekren’in şimdi kabine dışı bırakılmasında, IMF ile tartışma konusu olan 2009 büyüme hedefi konusunda “IMF bize uysun” çıkışının da bir etkisi olmuş olabilir mi?

Merak edilen bir diğer nokta, Başbakanın sağlık durumunu da gerekçe gösterdiği, ama kendisi “Sapasağlamım” diyen Kemal Unakıtan’ın koltuğuna oturtulan Mehmet Şimşek’in, Maliye Bakanlığında nasıl bir performans göstereceği.

Ve iç içe geçen tuzaklarla dolu, sıkıntılı bir alan: dış politika. Altı buçuk yıldır perde gerisindeki etkinliğiyle çok konuşulan Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun bakanlık koltuğuna oturması ne gibi sonuçlar verecek? Derinliği ve birikimi herkesçe müsellem olan Davudoğlu’nun, dış politikayı kilitleyen bazı “kırmızı çizgiler”in aşılmasında önemli açılımlara imza attığı bilinmekte.

Suriye'yle, Hamas’la, Irak Şiîleriyle, Kuzey Irak yönetimiyle kurulan sıcak diyaloglar ve kesintisiz bir süreçle götürülen Afrika açılımı gibi.

Söz konusu açılımların, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya gibi, sürekli irtibat halinde olduğumuz veya olmamız gereken diğer alanlarda fazla öne çıkmıyor olması ise önemli bir eksiklik.

Stratejik derinlik kavramıyla anılan ve “komşularla sıfır problem”i şiar edinen Davudoğlu’nun Türkiye’yi “merkez ülke” olarak niteleyen konseptinde AB’nin yeri de biraz muğlâk.

Buna mukabil, özellikle Obama yönetimiyle çok yakın bir işbirliği içinde olma eğiliminin açığa vurulduğu görülüyor. O kadar ki, Türkiye adına Rasmussen’e yapılan itirazın “Obama güvencesi”yle kaldırılması, Gül tarafından, “Obama’nın ilk Avrupa gezisinde başarısız olması birçok çabayı gölgeleyecekti” gerekçesiyle açıklanıyor.

Obama’nın ülkesini dünya ve İslâm âlemiyle barıştırma çabasını desteklemek anlaşılır bir gerekçe. Ama bunun için kendi tezlerinden vazgeçip AB’yi de boşlamanın makul bir izahı yok.

09.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis