|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Obama farkı ve riskler |
|
Obama, yaklaşık on yıl önceki Clinton ziyaretini hatırlatan Türkiye gezisinde, tabir yerindeyse, “herkese mavi boncuk” dağıtan mesajlar verdi. Ama aralara, ustaca sıkıştırılmış telkin ve uyarılar da ilâve ederek.
Anıtkabir ziyaretinin ardından Meclis konuşmasına Atatürk’e övgüyle başlayarak Kemalistleri memnun etti, ama bilâhare özellikle Kürt ve Ermeni meselelerinde ve ruhban okulu bahsinde söyledikleriyle, bu sevinci yarım bıraktırdı.
22 Temmuz’dan beri DTP’yi gerekçe göstererek Meclise gelmeyen komutanların boykotunu kırdırdı ve DTP Başkanıyla yaptığı beş dakikalık özel görüşmede “Silâhlı mücadele olmaz” dedi.
Gül’le, birbirlerine ön isimleriyle “Barrack ve Abdullah” diye hitap edecek düzeyde bir samimiyet tesis ederken, Erdoğan’ın liderliğinden “etkilendiğini” birkaç defa tekrarlayıp Başbakanla yanak yanağa tebrikleşme görüntüleri verdi.
Baykal’la görüşmesinden “basın özgürlüğüne verdiği önemi” gösteren bir mesaj çıktı ve böylece son dönemdeki tavırlarıyla basına ağır baskı uyguladığı eleştirilerine hedef olan Erdoğan’a o kanaldan da bir uyarı gelmiş görüntüsü oluştu.
Konuşmalarıyla hassasiyetlerine dokundurmalar yaptığı MHP’nin tavrına, Bahçeli’yle beş dakikalık görüşmesinde doğrudan muhatap oldu.
PKK ve terör meselesinde, Türkiye, Bağdat ve Kuzey Irak yönetimlerini beraber çalışmaya davet eden mâlûm ABD yaklaşımını tekrarladı.
Ermeni meselesindeki soruyu cevaplarken, “Görüşüm değişmedi, ama şimdi odaklanılması gereken yer benim görüşüm değil, Türklerle Ermeniler arasında devam eden müzakerelerdir” diyerek kıvrak bir manevra yaptı ve ayrıca Türkiye’ye özellikle sınırı açma, Ermenistan’a da Karabağ mesajları vermek suretiyle konuyu bağladı.
Böylece “soykırım” demesini bekleyenlerin, umduklarını bulamadıkları, ama çok fazla da kızamayacakları bir üslûpla işin içinden sıyrıldı.
Yeni İsrail hükümetinin “Annapolis zirvesi artık bizi bağlamıyor” dediği bir noktada bu zirveyle canlandırılmak istenen barış sürecine desteğini vurgularken, hem İsrail’in güvenlik kaygılarının meşru olduğunu savundu, hem Filistin devletine destek sözü verdi, hem Suriye ile yapılan barış görüşmelerine olumlu baktığını gösterdi.
İran’a bir kez daha “Tercihini yap” dedi.
Bush’un bıraktığı enkazın en ağırlarından biri olan Afganistan’daki durumdan söz ederken, “El Kaide’yi yenmeliyiz” dedi ve Türkiye’nin bu ülkede üstlendiği role özel bir atıfta bulundu.
ABD’nin hiçbir zaman İslâmla savaşmadığını ve savaşmayacağını, yüzyıllar boyunca İslâm âleminin dünyanın şekillenmesine katkıda bulunduğunu, ABD’yi de Müslüman Amerikalıların zenginleştirdiğini, pek çok Amerikan ailesinde Müslümanların bulunduğunu ve hattâ kendisinin de onlardan biri olduğunu ifade etti.
Ve Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediklerini, reformların devam etmesi gerektiğini, ABD ile Türkiye arasında, halkı Hıristiyan olan bir ülke ile, doğuyu ve batıyı birleştiren bir noktada yer alan ve halkı Müslüman olan bir Batı ülkesinin model ortaklığı anlamında, modern bir uluslararası birliktelik oluşturmak istediklerini söyledi.
Bütün bunları, gezisinin İstanbul ayağında dinî liderlerle görüşmesi, Ayasofya ve Sultanahmet ziyaretleri ve kişisel diyaloglarındaki sıcak jestlerle tamamladı ve sonuçta, 48 saatten az süren gezide, her ayrıntısı incelikle planlanmış bir programı tamamlayarak ülkemizden ayrıldı.
Sonuç: Obama’nın mesajları, genel hatlarıyla “demokrat farkı”nı yansıtıyor. Ama özellikle Irak’tan çekilme ve bilhassa Afganistan başlıklarında, bzimkilerin, daha Obama’nın ağzından çıkmadan havada kapıp olumlu cevap verdiği talepleri, Türkiye için Bush yadigârı ve neocon tezgâhı tuzaklara çekilme risklerini barındırıyor.
Esasen aynı riskler Obama için de geçerli.
“İki Amerika”nın kendi içindeki mücadelesi sürerken, çok dikkatli ve temkinli olunması şart.
08.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Hüseyin Obama’nın gezisinin ardından |
|
ABD Başkanı Barak Obama’nın iki günlük Türkiye ziyareti dünyaca ünlü bir pop yıldızının gezisi gibi ışıltılı ve gürültülü geçti. “Gönülçelen” olarak da nitelenen Obama, hep gülümsedi, dostluk mesajları verdi, bizim gururumuzu okşayacak, bizi mutlu edecek sözler söyledi kameralar önünde. Aslında çok ağır anlamlar içeren Meclisteki sözleri bile bu parlak sözler arasında kolaycacık hazmedildi.
“1915’te yaşanan kötü olayları da gündeme getirmek lâzım. Dürüst, açık ve yapıcı bir şekilde bu süreci ele alın.” “Ermenistan sınırını açın.” “Heybeliada Ruhban okulunu açın” sözleri bile alkışlandı. Daha sonra Cumhurbaşkanı ile yaptığı görüşme sonrası sorulan soykırımı sorusuna “Görüşlerim kayıt altındadır, değişmedi” dedi. Bu da sanki söylememiş gibi farz edildi.
Peki kameralar arkasında ne oldu?
PKK’yı el-Kaide ile aynı kategoride terörist örgütler olarak niteleyen ve Türk’e “silâhlar ve şiddetle bu sorunun çözülemeyeceğini” söyleyen Obama’nın bu konuda Türk Devletine ne söylediğini bilmiyoruz. Daha önce kulislerde söylendiği gibi bir plan önerilmiş midir? Bunlar zamanla ortaya çıkacak.
Ancak bilinen bir konu var ki; o da Türkiye’nin sırtına Afganistan’da büyük bir yük yüklenmek istendiği, bu konunun en öncelikli konular arasında yer aldığıdır. Daha fazla asker gönderin ve mutlaka Taliban ve el-Kaide ile savaşa katılsınlar. Hatta en ön safta yer alsınlar talebi iletilmiş midir? Bu talebe evet denilmesinin getireceği sorunlar, Rasmussen’in bütün direnmelere rağmen NATO genel sekreteri yapılması ve Fransa’nın NATO’nun askerî kanadına dönmesine izin verilmesi karşılığında ne tür bir kazanım sağlanmıştır? Garip bir tecelli ile Türkiye’ye geldiği gece kolu çıkan Genel Sekreter verilen güvencelere rağmen bir özür bile dilemedi.
ABD, Ermenistan konusunda niye bu kadar bastırdı? Peki biz—Azerbaycan gerçeğine, Ermenilerin bu ülkenin topraklarının yüzde 20’sini halen işgal altında tutmasına rağmen—Ermenistan sınırını açabilir miyiz? Ermeni diasporası ‘soykırımı’ kozunu elinden bırakmaya razı olur mu? Tarihçiler bu sorunu—siyasetçilerden çekinmeden—çözebilir mi?
Peki Filistin sorununda iki devletli çözümü desteklediğini söyleyen ABD Başkanı, bu çözümü kendi küçük kardeşi İsrail’e kabul ettirebilmiş midir? Terörün her türlüsünü kınarken, İsrail’in günlerce masumların üstüne bomba yağdırması konusunda tek söz söylemiş midir?
Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediğini açıkladığı gün hem Fransa, hem de Almanya bu konuda farklı görüşte olduklarını açıkça dile getirdiler. Fransa açıkça ‘hayır’ derken, Almanya ‘imtiyazlı ortaklık’ seçeneğini bir kez daha gündeme getirdi. Bu durumda Obama’nın AB konusundaki desteğinin muhtevası ne ola- caktır?
Bütün bu soruların cevabı önümüzdeki günlerde açıklığa kavuşacak.
Bu ziyaretin en büyük özelliği Obama’nın sempatik kişiliği ile İslâm dünyası ile ABD arasındaki buzları eritmeye çalışmasıdır. İslâm dünyasına yönelik olarak verdiği mesajlar, İran’a yönelik sözleri, eğer Amerika’ya döndüğünde unutmazsa, anlamlı ve beklenen mesajlardı. Umarız kapalı kapılar ardında bu güzel mesajların bedeli ağır ödenmemiştir.
Temennimiz bu gezinin Barak’ın gönlündeki ‘Hüseyin’i uyandırmış olması. Biz Hüseyin Obama’ya güle güle diyoruz.
08.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Camideki Obama |
|
ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın Türkiye ziyareti, beklenenin üzerinde bir ilgi ve alâkaya sebep oldu. Yardımcılarının açıklamalarından da anlaşılacağı üzere ziyaretin maksadı, bozulan ABD-Türkiye ilişkilerini normale döndürmeyi hedefliyor. Ziyaretin bu hedefe ne ölçüde ulaştığını ise önümüzdeki aylarda belki de yıllarda görebile- ceğiz.
Ziyaretin Ankara ayağı daha çok resmî-diplomatik görüşmelere sahne olmuş olsa da, İstanbul bölümü bir anlamda ‘tanıtma’ya ayrılmış olduğu görüldü. Ayasofya ve Sultanahmet Camilerini ziyaret eden ABD Başkanı Obama, daha sonra da üniversite öğrencileriyle bir araya geldi. Ziyaretler sonrasında Sultanahmet Camiini ‘güzel’ bulduğunu ifade eden Başkan Obama, Ayasofya için de “Muhteşemdi” demiş.
Tabiî ki Obama’nın Ayasofya’yı ziyaret etmesinin ayrı bir önemi vardır. Bilindiği gibi Ayasofya, başlangıçta Hıristiyanların ibadet yeri olarak, yani ‘kilise’ şeklinde inşa edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed Hanın İstanbul’u fethetmesiyle birlikte bu önemli kilise, Müslümanlarin ibadet yeri olan ‘cami’ye çevrilmiş ve uzun süre bu şekilde kullanılmıştır. Asırlar sonra, (1935 yılında) ise ‘müze’ye çevrilmiştir. Aslında bu durumdan ne İslâm dünyası ve ne de Hıristiyan dünyası memnun değildir. Avrupa’da boş kalan pek çok ‘kilise’nin Müslümanlar tarafından satın alınarak ‘cami’ye çevrildiğini düşünürsek, Ayasofya’nın ‘cami’ olarak kullanılmasına siyasî düşünmeyen Hıristiyanların karşı çıkacağını tahmin etmiyoruz.
ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın babasının Kenyalı bir Müslüman olması, annesinin ve kendisinin ise Hıristiyan olması; bu yönüyle Ayasofya’nın durumuyla örtüşüyor. Obama Ayasofya’yı gezerken belki de bu yönünü de düşünmüştür, kim bilir?
Obama’nın Sultahanmet Camiini huşu içinde ziyaret etmesi ve verilen bilgileri dikkatle dinlemesi de dikkat çekti. İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı ve Sultanahmet Camii imam hatibi Emrullah Hatipoğlu, Obama’ya camiyi gezdirdiler ve minberden mihraba, ‘Sultan mahfili’nden hutbeye kadar her konuda kısa ve anlaşılır bilgiler verdiler. Konuşmaları Obama’ya aktaran bayan ‘mütercim’in uygun şekilde tesettüre bürünmesi ve cami içinde edeple hareketleri takdire şayandı.
Bu ziyaret, her zaman olduğu gibi yine ‘medya’nın dinî konulardaki cehaletini ortaya koydu. Bazı TV kanalları, neredeyse İstanbul Müftüsünün adını bile hatırlayamadılar! Pek çoğu Sultanahmet Camiinin imam hatibini ise ilk defa görmüş olacaklar ki değil ismini, caminin imam hatibi olduğunu bile bilemediler! Canlı yayın sırasında cehaletini ortaya koyan bir TV sunucusu, “Obama sayesinde biz de Sultanahmet Camii hakkında bilgi sahibi olabildik” dedi.
Belki doğru bir tesbit, ama bu aynı zamanda bir medya mensubu için ayıp değil mi? Dinden, İslâmdan, dinî eser ve müesseselerden bu kadar kopuk insanların medya mensubu olması garip ve de çok garip...
Obama’nın Türkiye ziyareti, İnşaallah neticeleri ile hayırlı olur.
08.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Mainz-Gustavsburg Risâle-i Nur hizmetleri |
|
Yine, uzun ve maceralı vize işlemlerinden sonra, 26 Şubat’ta “Risâle-i Nur Okuma Programı” için Almanya/Mainz-Gustavsburg’a uzandık. İki Cumartesi-Pazar’ı tam gün, diğer günlerde akşamları geç vakitlere kadar dolu dolu müzakere ve mütalâalarla geçirmeye çalıştık.
Almanya’nın çalışma şartları ağır olmasına rağmen katılım harikaydı. İlgi ise, binler teşekkürü hak edecek çaptaydı.
Mainz-Gustavsburg, Risâle-i Nur hizmetleri ve neşriyât açısından Almanya’nın hareketli ve bereketli merkezlerinden birisi. Cami derneği başkanı Adnan Karaaslan, senenin 12 ayında imam-hatip bulundurduklarını; çocuk, genç ve ihtiyarlara ayrı ayrı gruplar halinde Kur’ân ve tecvid dersleri verildiğini; Nur sohbetlerinin devam ettirildiğini ifade etti. Ki, bizzat bu faaliyetlerini müşahade ettik.
Aşk, şevk ve fedakârâne hizmet edenler listesinden Adnan, Erol, Mustafa, Ergünal, Hasan, Senol, Mükremin, Kudret, Zafer, Turgay, Özcan, Yüksel, Şaban, Abdurrahman ve isimlerini zikretmeyi unuttuğumuz daha nice ağabey ve kardeşlerimiz, gerçekten de gurbet ellerinde, zor şartlarda hizmetlere koşuyor. Hizmet söz konusu olduğunda kendine düşen vazifeyi yerine getirmeye gayret ediyor. Diğer taraftan hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor. Bu hâlleri, Asr-ı Saadet’teki Sahabe-i Kiramın fedakârlıklarının çağımıza yansıması gibiydi.
Peygamberimiz (asm), irtihal eyledikten sonra, birçok sahabi, dünyanın muhtelif yerlerine dağılarak İlâhî son mesajı insanlığa ulaştırdıkları gibi, onlar da Almanya’da İslâm’ı anlama, özümseme, benimseme; anlatma, yaşatma şuuruyla çalışıyor.
Bu okuma programında da Türkiye, Almanya ve dünya gündemindeki önemli meseleleri müzakere ettik, Risâle-i Nur’un perspektifinde değerlendirmeye çalıştık. Bunlar arasında, Müslümanların temel problemleri ve hâl çareleri, iman esaslarındaki zaafın nasıl giderileceği, Avrupa’nın maddî gelişmesinin psiko-sosyal sebepleri, mezheplere göre seferilikte/yolculukta namazın durumu, Bediüzzamanın siyasî ve içtimâî görüşleri ışığında bugünkü siyaset, listenin ilk sıralarında yer aldı.
Fırsat buldukça, çok güzel olan ve imar edilen civar şehir ve kasabaları gezdik. Kostheım (Türkler ‘köy’ diyorlar), ıslâh edilen Maın Nehri, turistik şehir Rüdesheim, Frankfurt ve küçük İstanbul’un bulunduğu Wiesbaden...
Daha önce İsviçre, Avusturya, Almanya olmak üzere kısa metrajlı Avrupa seyahatleri yapmıştık. Ne var ki, gerek coğrafî, gerek sosyal, gerekse teknolojik hayatını detaylı inceleme fırsatı bulamamıştık. Bu sefer, Avrupa enhârının (nehir, ırmak ve çaylarının) meyillerinin çok düşük ve geniş olmasının, tabiî nakil vasıtalarına ve Avrupa’nın maddî gelişmesine nasıl katkı sağladığını kısmen gözlemleme ve tetkik etme imkânı bulduk.
Maın ve Ren Nehirleri boyunca yürüdük. İstanbul Boğazı gibi yoğun bir trafiğe sahip olduğunu gördük. Yolcu ve yük gemileri durmadan işliyordu. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de yalnızca Manavgat Çayında küçük yolcu motorları var.
Ne var ki, Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili olduğu halde, gerektiği kadar istifade edemedik, gelişmemize basamak yapamadık. Bunun da sebebi, her halde Türkiye’nin çarpık ve müstebit yapılanmasıdır. Zira, hak ve hürriyetler, demokrasi kemâliyle işlemeyince, maddî gelişmeler de sağlanamıyor. Her halde Bediüzzaman, bu hakikati de kast ederek, “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” demiştir. Evet, nerede hürriyet ve tam demokrasi varsa, orada ilerlemek, zenginlik vardır. Çünkü, hürriyet ekmeği de, zenginliği de getirir…
Nehir denince de, Bediüzzaman’ın, Sünûhat isimli eserinde Avrupa’nın maddî kalkınmasının sebeplerinden birisini “tabiî nakil vasıtası nehirler” şeklinde tesbit etmesini hatırladık ve birlikte gözlemleyerek ders yaptık. Ve nehirleri öylesine imar ve ıslâh edilmiş ki, (havuz sistemiyle), bir gemi, Avrupa’yı dolaşırken 270 küsûr metre yükseğe kadar çıkarılabilmiş…
Almanya notlarımızı sizlere aktarmaya birkaç gün daha devam edeceğiz inşaallah.
08.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsanlığın kurtuluş reçetesi |
|
Kur’ân bütün insanlığa gönderilmiştir ve bütün asırların kitabıdır. Maddî ve mânevî her derdin reçetesini içinde bulundurur.
Asırlardır insanlığı maddeten ve mânen problemlerden kurtaran, onlara mutluluk ve huzur yollarını gösteren Kur’ân’ın asrımızın hastalıklarına tedavî sunmaması da mümkün değildir.
Dünyanın içinde kıvrandığı, dev gibi kuruluşların battığı günümüzde en büyük sıkıntılardan biri mâlî kriz olmuştur. Sebebi de yine insanlığın bizzat kendisidir. İnsanlar kendi kendilerine bu felâketi hazırlamışlardır. Nitekim Kur’ân bu gerçeği “İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden karada ve denizde fesat meydana çıkmıştır”1 diye anlatır. Bütün bu kötülükler insanların kendi elleriyle işledikleri yüzündendir.2 Hataları sebebiyle musibetlere uğrayabilirler insanlar.3
İşte yaşanan ve dünyayı sarsan bu mâlî krizin temelinde dünya misafirhanesinin sahibinin koyduğu kanunlara uymama yatar ve insanlar bu felâketi kendi elleriyle hazırlarlar. Bu da yeryüzünde hâkim olan yardımlaşma kanununu hiçe saymak, durumu iyi olanların fakirlerin elinden tutup duâlarını alacakları yerde “Ben tok olayım da başkası açlıktan ölürse ölsün bana ne!” gibi bencillik kokan cümlelerle onları ezmeleri, sömürmeleri, kin ve nefretlerine hedef olmalarıdır. Bu da toplumun âhengini bozmaya, huzurunu kaçırmaya yetmiştir. Öte yandan, “Sen çalış ben yiyeyim” anlayışıyla yine bir kesimi ezmeyi hedefleyen böylesi bencil insanlar toplumda karışıklık ve ihtilâl havalarının esmelerine sebep olmuşlardır.
Büyük Kur’ân müfessiri Bediüzzaman’ın eserlerinde dikkat çektiği gibi İslâm bu karışıklık ve huzursuzluğu bütünüyle ortadan kaldırmış; birinci cümleyi zekâtı emrederek zenginlerle fakirler arasında köprü kurmakla, ikinci cümleyi de faizi yasaklayarak çözmüş, toplumu huzur ve saadete ulaştırmıştır.
İslâm sadece ahireti değil dünyayı da bir nev’î Cennete çevirmek için geldiğinden koyduğu kanun ve kurallarla toplumdaki her türlü, fesat, karışıklık ve huzursuzluğu kökünden söküp atmış, fertleri kaynaştırmış, birbirlerinin acı ve mutluluklarını paylaşır bir hâle getirmiştir.
Kâinatı ifrat ve tefritten uzak adalet ve iktisat kanunlarıyla ayakta tutan Yaratıcı, insanlara da adalet ve iktisadı emrederek dengeli bir hayat yaşamalarını sağlamış, hayatı kendi elleriyle zindana çevirtmekten kurtarmıştır.
İslâm bunun için iktisatsızlığı, hırsı yasaklar, kanaat ve tevekkülü emreder. Kanaat ve tevekkül ise huzur ve mutluluğun temel taşıdır. Bugün malî krizin önemli bir sebebi de hırsa bürünmek; tevekkül, şükür ve kanaati unutmaktır.
İşte Pazar günkü Yeni Asya Adana Temsilciliği’nce Adana Seyhan Belediyesi Mehmet Akif Kültür Salonunda verdiğimiz konferansın ana konusu insanların iktisat ve kanaati unutup dünyalarını kendi elleriyle kendi başlarına yıkmalarıydı. Kurtuluş ise dünya ve ahiret saadetinin temel taşı olan Kâinatın Sahibinin koyduğu zekât, kanaat, şükür gibi kanunlara uymak, faiz, hırs gibi insanlığı yiyip bitiren felâketlerden uzaklaşmaktır.
Dipnotlar:
1- Rum Sûresi: 41.
2- Rum Sûresi: 36.
3- A’raf Sûresi: 100.
08.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Bursa’da Bediüzzaman coşkusu |
|
Osmanlı Devletine ilk zamanlar başşehirlik yapan Bursa, tarihî doku bakımından çok zengin bir ilimiz.
Üç otobüsle Pazar sabahı ulaştığımız Bursa Ulu Camii’nde sabah namazını edâ ettik. Caminin lâhutî bir havası vardı ve yarısına yakını dolmuştu. Türkiye’nin dört bir tarafından gelen Nur Talebeleri camiyi şenlendirmişti. Meşveret zeminlerinde yapılan plânlama ve iş bölümü gereği, vazifeli rehber arkadaşlar her bir gruba Ulu Cami hakkında bilgi verdiler.
Yıldırım Beyazıt Han, Niğbolu Savaşı öncesi yaptığı duâda “Ya Rabbi! Şayet bu savaşı kazanırsam, Senin rızan için yirmi cami yaptıracağım” diye vaatte bulunur. Zaferden sonra bu mesele istişâre edilir. Sonuç olarak yirmi küçük cami yerine, yirmi kubbeli muhteşem bir cami yapılmasına karar verilir. Yedi yılda tamamlanan camide ilk vaazı veren ve Cuma namazını kıldıran kişi, kendini saklayan fakat büyük bir veli olan ve Somuncu Baba olarak bilinen Hamidî Aksarayî Hazretleridir. Vaazında yedi farklı açıdan Fatiha Sûresini tefsir eder. Molla Fenarî Hazretleri de içinden çıkamadığı bir konuyu bu vesileyle ondan öğrenir.
Kâbe-i Muazzama, Ravzâ-i Mutahhara, Mes- cid-i Aksa ve Şam’daki Emevî Camii’nden sonra, beşinci en makbûl mâbed olarak kabul edilen Bursa Ulu Camii’nde, Osmanlı hat san’atının en güzel örnekleri duvarlara nakşedilmiş. Gerçekten görülmeye değer ulu bir mâbed.
Mevlid saatine kadar rehber arkadaşlar ziyaret edilecek yerleri gezdirdiler. İlk ziyaretgâhımız, Osmanlı Devletini kuran ve adını ondan alan Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi idi. Tophane denilen yüksek tepede, ulu çınarların altında haşir sabahını bekleyen bu iki kahraman insanın rûhuna Fâtihalar okuduk. Altı Osmanlı padişahının medfun bulunduğu Bursa’yı bu yüksek tepeden temâşa ettik.
İkinci ziyaret yerimiz Emir Sultan’dı. Sevgili Peygamberimizin (asm) nesl-i pâkinden gelen bu büyük evliya, ceddinden aldığı mânevî bir işâretle Bursa’ya kadar gelmiş ve oraya yerleşmiş. Yine mânevî bir işâretle Yıldırım Beyazıt’ın kızı Hundî Fatıma Hatunla evlenmiş ve Ulu Cami’nin açılışını birlikte yapmışlar. Ona da Fâtihalar okuduk.
Üçüncü ziyaret ettiğimiz zat Üftâde Hazretleriydi. Ulu Cami’de uzun yıllar fahrî müezzinlik yapan ve ezan okurken omuzuna ve kollarına kuşlar konarak onu dinleyen bu Allah dostu, diğer cami görevlileri ile birlikte maaş almaya başlayınca kuşlar bir daha gelmez olmuş. “Ben üftâde oldum. Ben üftâde oldum!”, yani “Ben mânevî makamımdan düştüm” diyerek vazifeyi bırakmış ve kendini tamamen tasavvufa vermiş. Cami ve tekkesinin bulunduğu şimdiki mekânında çalışarak yine eski makamına kavuşmuş. Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri gibi nice mâneviyat büyüklerinin yetişmesine vesile olmuş.
Dördüncü gittiğimiz yer, Yıldırım Beyazıt’ın Timurlenk’le yaptığı Çubuk Savaşı’nda yenilip esir düşmesi üzerine girilen Fetret Döneminden çıkılmasına ve Osmanlı Devletinin yeniden kurulmasına vesile olan Çelebi Mehmet Han’ın Yeşil Türbesi ve Yeşil Camisiydi. Çok ziyaret edilen yerlerden birisi de burasıdır. Tadilât dolayısıyla kapalı olan ve bu yüzden uzaktan Fâtihalar gönderdiğimiz bu mübarek zat da yakınlarıyla birlikte yeniden diriliş sabahını bekliyor. Daha gezilecek çok mekânlar olmasına rağmen gidemedik. Çünkü, mevlid vakti gelmişti.
Ulu Cami’ye döndüğümüzde mahşerî bir kalabalık vardı. Yedi bin kişilik kapasitesi bulunan caminin içi dışı doluydu. Namaz vakti camiye giremeyenler, yakındaki camiyi de doldurmuşlardı. Namazdan sonra, Yahya Alkın Hocanın verdiği vaaz çok anlamlıydı. Güzel sesli hafızların okuduğu mevlid bahirleri de dinleyenleri coşturmuştu. Merhum Süleyman Çelebi, mevlid kitabını bu camide vazife yaptığı sıralarda yazmış. Üç yüzden fazla okunan hatimlerin ve binlerce Yasin ve Kelime-i Tevhidlerin duâsını yapan hoca efendi gerçekten çok duygulu bir hatim duâsı yaptı. Zaman zaman kendisini tutamıyor, o da ağlıyordu.
Mehmet Kutlular Ağabeyin de katıldığı bu mevlid programında yüzlerce gönül dostlarımızla kucaklaşmanın hazzını yaşadık. Doğulusu batılısı, kuzeylisi ve güneylisiyle, etnik kökeni ne olursa olsun aynı dâvâya gönül vermiş bu kahraman insanların muhabbet seli görülmeye değerdi. Türkiye’nin birlik ve beraberliğinin sağlanması için ne yapacağını bilemeyen ve şaşkınlık içinde olan etkili ve yetkili çevreler bu tabloya baksınlar. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin insanları nasıl birleştirdiğini görsünler, ibret alsınlar ve bu iman kardeşliğini hayata geçirsinler. Artık diğer formüllerin de iflâs ettiğini kabul etsinler.
Bu vesileyle, meşveret zeminlerinde iş bölümü yaparak mükemmel bir ev sahipliği yapan, misafirlerinin maddî ve mânevî doymasını sağlayan Bursalı gönül dostlarımızı candan tebrik ediyoruz. İlk defa yapıldığı halde bu mevlid başarılı bir şekilde gerçekleştirildi. Emeği geçen herkesten Allah râzı olsun. Bursa Bediüzzaman Mevlidlerinin bundan sonra da bir gelenek haline gelmesini temenni ediyor ve Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.
08.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
İnanmak büyüklüktür |
|
Şüphesiz Allah’ın varlığına inanıp kulluk yolunu seçenler bu dünyada inançlarının gereğini tam olarak yerine getirmiş olsalardı, maddî bakımdan da küfür bataklığı içinde olanlara galip gelebilirlerdi. Eksiklik, iman gibi bir nimetin değerini tam olarak anlamamak ve o imanı hayata tam olarak geçirmemektir.
İnkâr edemeyiz ki, nefislerimizin oyununa gelerek uymaktan kaçındığımız bazı gerekli kurallar vardır. Bu dünyada hem maddeten hem de mânen Allah’ın habis mâhluklarına üstün gelmenin yolları mutlaka bulunmaktadır. Peygamber-i İ’zâmın hayatlarına baktığımız zaman, dünyada her cihette üstün gelmenin yolunun, dünyanın fani değerlerini kalben terk etmekten geçtiğini görebiliriz. Bu dünyanın debdebesine talip olursak, bütün lezzetlerinden istifade etmeyi kendimize hedef seçersek, elbette özlediğimiz maddî-mânevî üstünlüğe kavuşmamız zor olacaktır.
Evet, Allah bu dünyada kendisine inananlara hem dünyanın gayr-ı meşrû lezzetlerini, hem de ahireti birlikte vermez elbette. Bizler bunu Allah’ın Habibinin (asm) hadislerinden öğreniyoruz. Çünkü o yüce Nebî, Allah’ın, dünyayı isteyenlere ahireti vermeyeceğini buyurmaktadır. Ayrıca kendi mübarek yaşantısıyla da bize bu gerçekleri hatırlatmaktadır. Mübarek hayatının bütün safhalarında bu konu ile ilgili ibretli vakıalar yaşanmıştır. Bunlardan sadece bir tanesini örnek vermeye çalışalım isterseniz:
Bir gün Hz. Ömer, o Nebiyy-i Zişan’ın hânesine gitmektedir. Bakıyor ki, kâinatın onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığı o Yüce Zât bir hasır üzerinde uzanmıştır. Hasırın sertliği onun mübarek vücudunun azaları üzerinde iz yapmıştır. Hz. Ömer “Anam babam sana feda olsun Ey Allah’ın Resulü, Rumların, Sasanilerin kralları büyük bir debdebe içinde yumuşak sergiler üzerinde yatmakta, dünyanın bütün nimetlerinden istifade etmektedirler. Sen niye bu şekilde yaşıyorsun?” diyerek üzüntüsünü belirtmektedir. O Yüce Resûl, “Ey Ömer sen dünyanın zevklerinin onlara, Cennetin de bize olmasını istemez misin?” diye Hz. Ömer’e bizlerin de ders alacağı önemli bir hatırlatmada bulunmuştur.
İşte ümmeti olmakla şereflendiğimiz Peygamberimiz (asm) ve onun yolundan giden sahabisi dünyanın fena ve fani yönlerine talip olmadıkları için Allah onları dünyanın zilletlerinden muhafaza etmiştir. Onlar hem maddeten hem de mânen bu dünyada izzetle yaşamışlar ve her zaman düşmanlarını zelil etmişlerdir. Onlar dünyanın zehirli bal hükmündeki makam ve mevkilerini önemsememiş, şeytanın silâhı olan gurur ve kibir tuzaklarına düşmemişlerdir. Onlar dünyanın geçici zevklerine beş para ehemmiyet vermemişlerdir.
Asr-ı Saadet ve Hulefai Râşidîn döneminde İslâm’ın mücahitleri, sadece ahireti hedef aldıkları için hep Allah’ın düşmanlarını zelil bir duruma düşürmüşlerdir. Ondan sonraki dönemlerdeki mağlûbiyetler dünyanın fena ve fani değerlerine önem verildiği ölçüde meydana gelmiştir. Bugün bizlerin durumu da böyle değil midir? Bize yirminci asrın karanlıkları içinde Kur’ân nurlarını gösteren büyük İslâm âlimi Bediüzzaman da, dünyaya önem vermediği ölçüde yükselmiş değil midir?
Unutmayalım ki, bizler dünyanın makam ve mevkilerini, lezzet ve şöhretini birinci sıraya koyduğumuz sürece bu dünyada yüzümüz gülmeyecektir. Tek çıkar yolumuz, Allah’ın rızasını her şeyden üstün tutmamızdır. Bizler O’na kul olmayı dünyanın bütün makam ve mevkilerinden üstün tuttuğumuz ölçüde yükseleceğiz. O zaman mânen yükseleceğimiz gibi, maddî setlerin tamamı da karşımızda yıkılıp yerle bir olacaktır...
08.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Tezatlı "mesajlar" |
|
Obama’nın Ankara’da verdiği mesajların satır aralarında önemli hususlar var. Meclis’e hitaben yaptığı konuşmada Bush’un “stratejik ortaklığı”nı “model ortaklığa” çevirmesi, en başta dikkat çeken tâbir.
Doğrusu da bu idi. Zira “stratejik müttefikler”in çıkar ve politikalarının bütünüyle uyuşmasını, millî menfaatlerinin birbirine aykırı olmamasını gerektirir. Oysa en son Amerika’nın Ortadoğu uzmanı ve CIA’nın Türkiye İstasyon Şefi Grahham Fuller’in tesbitiyle, ABD ile Türkiye’nin millî menfaatleri birbirine bütünüyle aykırı…
Çünkü ABD’nin en yakın işgal ve savaş müttefiki İngiltere ile hâlen devam eden ve iki milyon insanın katlettiği Müslüman komşusu Irak’ı işgal edip bölünüp parçalanmasına çalışması, Afganistan’da “terör “ bahanesiyle yıllardır sürdürdüğü savaşta yüzbinlerce mâsum insanı öldürmesi, Türkiye’nin temel tezleriyle taban tabana zıt…
Keza çeşitli bahanelerle İran’ın nükleer enerji hakkına karşı çıkması, Suriye’ye yaptırımlarda bulunması; İsrail’in Suriye’nin Golan tepelerini işgalle yetinmeyip sık sık Şam’daki tesisleri bombalamasını, Lübnan’a savaş açıp binlerce sivili katletmesi ve İsrail’in Filistin topraklarının yüzde 70’ini işgal edip en son Gazze’de olduğu gibi binlerce sivili katletmesini onaylaması, Ankara ile Washington arasındaki diğer tezatlardan…
Buna göre ABD’nin bölgedeki tek gerçek “stratejik müttefiki” bir tek İsrail olarak görülüyor…
BUSH’TAN KALMA POLİTİKALAR…
Yeni Amerikan yönetiminin, Obama’nın ana unsurlarıyla değindiği ve “semboller” üzerinde yaptığı değerlendirmelerin altını ne derece dolduracağının, beklentileri ne kadar karşılayacağının tesbiti için henüz çok erken.
Ne var ki Obama’nın özellikle “kendisinin de geçmişte Müslüman üyelerin bulunduğu bir Amerikan âilesine mensup” olduğu “sevimli” ifâdelerinin arasında sırıtan Bush döneminden kalma “cebbar ve işgalci” fiilî Amerikan politikaları saklanamadı…
Obama’nın “terörle mücadele işbirliği”ni nazara verirken, Washington’un Ankara’dan Afganistan’a ek muharip asker göndermesi talebini yinelediği, her halinden anlaşılıyor. Bush döneminden kalan bu talep, Afganistan’da bulunan 750 kişilik Türk askerî birliğine ilâveten, Mehmetçiğin tamamen Taliban’ın hâkim olduğu Kabil’in dışına savaşması anlamına geliyor.
Ancak ABD’nin bir taraftan başta Türkiye olmak üzere NATO üyelerinden asker isterken diğer taraftan yıllardır kullandığı kuklası Karzai’yi bile yüzüstü bırakıp “Taliban’la işbirliği görüşmesi” yapması, emperyal politikaların ikiyüzlülüğü olarak karşımıza çıkıyor.
“PKK’yi düşman görme ve ortak mücadele” sözü de, terör örgütünün “silâhları bırakma” karşılığı sayıları beş bini bulan Kuzey Irak’taki terör örgütüne “genel af çıkarma projesi”yle çelişkili. İçinde çocuk, kadın ve yaşlıların büyük bir yekûn tuttuğu 40 bin insanın katledilmesi emrini veren -Türkiye’nin bütün taleplerine rağmen Bush yönetiminin bir tekini dahi teslim etmediği- yüzlerce terörist elebaşının Avrupa’ya gönderilip âdeta ödüllendirilmesi isteğiyle büyük tezat teşkil ediyor.
Yine Obama’nın “İran çok büyük bir medeniyettir” deyip bu ülkeye barış güvercinleri uçururken, peşinden aynen Bush gibi “İran’ın bölgenin güvenliği için nükleer silâhlardan arındırılması”nı şart koşması, ABD’nin Neoconların belirlediği politikalardan çıkmadığını ele veriyor.
Bölgenin barışı için bir tek BM’nin ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun bütün denetlemelerine rağmen “barışçıl” bulduğu İran’ın nükleer enerjiye sahip olmasını “tehlikeli” bulması, Obama’nın İslâm dünyasına verdiği “ılımlı” mesajlarla uyuşmuyor.
OBAMA’NIN NEFESİ YETECEK Mİ?
Diğer yandan yarım asrı aşkındır devam eden işgal ve soykırıma karşı yüzlerce BM kararını çiğneyen, daha iki ay önce Gazze’yi işgal edip fosfor bombalarıyla evleri, okulları, hastaneleri, camileri bombalayıp çoğu çocuk ve kadın binbeşyüz sivili katledip beşbinden fazla yaralayan, bölgeyi kan gölüne çeviren İsrail’in nükleer silâhlara, yüzlerce nükleer başlıklı füzeye sahip olmasını “görmezden” gelmesi, sırıtan tezatlardan…
Gerçek şu ki Birinci Körfez Savaşıyla Irak’a saldırıp bölgede fitili ateşleyen ve ülkenin kuzeyini Irak’tan koparıp bölüp parçalama plânını devreye sokan Baba Bush’la başlayan ve oğul George W. Bush’la daha da şiddetlenerek devam eden sözkonusu hegemonyacı Amerikan politikaları hâlen devam ediyor. Yapılan “makyaj” bunu gizlemeye yetmiyor.
Belli ki ABD Obama’yla yeni bir başlangıç yapmak istiyor. “Afrika kökenli bir zenci Başkan” olarak kamuoyunun özellikle bölgedeki işgal ve katliamlarla geçmişin “Amerika’ya nefreti”ni “sempati”ye çevirme peşinde.
Ne var ki hâlâ “eski”nin temel argümanlarıyla eski politikalar devam ediyor. Obama’nın nefesi, ne yazık ki lobilerin yönlendirdiği kaos ve savaşların plânlayıcısı Kissinger’in çizdiği ABD’nin “egemenlik ve çıkar projeleri”ni engelleyemiyor…
08.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|