Medeniyetler’in “ittifakı” üzerine “bir kaç” söz
Medeniyet, sözlükte; her yönüyle ve de bütün vecheleriyle, maddî-mânevî bir ilerlemeyi, bir kalkınmayı, hem de bir gelişmeyi ifade eder; iktisadî, ticarî, teknolojik, kültürel, siyasî, edebî, mimarî, hukûkî.. ve gerçekte de ona karşılık gelir.
Eski Medeniyetler Tarihi de, kronoloji itibariyle; Mezopotamya-Sümerler, Eski Mısır, Hint, Çin, İran, Roma, Yunan ve de son olarak İslâm Medeniyeti şeklinde tasnif edilebilir.
Bugünlerde çok “popüler” bir kavram olarak kullanılan “Medeniyetler İttifakı” acaba neye tekabül ederdi, yukarıdaki verilen tanım veyahut târif sadedinde?
Ve, biz hangi “medeniyeti” temsil ediyorduk, ya da ederdik bu anlamda; Türk mü, Türk-İslâm mı, Asya mı, yoksa salt İslâm Medeniyetini mi, “Batı Medeniyeti” denen kavram karşısında?
Ve, hangi “Batı” karşısında?..
Eğer mümkünse bu, her şeyden evvel şu soruyu sormamız gerekmez miydi: Acaba biz bu temsil yetkisini kimden ya da nereden almıştık ve ne zaman almıştık?
Yoksa, içi boşaltılmış, ama dışı mutantan, yani parlak, süslü ve de gösterişli kelimeler, en az, bu “temsil” yetkisi kadar insanın hoşuna mı giderdi?..
Eğer biz, salt anlamdaki Türk Medeniyetini kastediyorsak bu kelimeden, yukarıdaki tanımı dikkate aldığımızda, bu anlamda bir Türk Medeniyetinden söz edebilir miydik acaba İslâmiyet öncesine âit?
Belki, siz “biraz” farklı düşünebilir, katılmayabilirsiniz, ama bence, pek çok, güçlü ordulara ve geniş topraklara sahip “devlet” kurmuş olmak da bir “medeniyet” kavramı için “yeter şart” değildir. Ve, İslâmiyet öncesi, böyle bir “terminolojik” anlamda bir Türk “medeniyeti”nden söz edilemez, kanaatimce..
“Yok, biz, Asya Medeniyetini temsil ediyoruz!” diyorsanız, bu “temsil yetkisini” kimden veya kimlerden aldınız; Eski Mısır mı, Hint mi, Çin mi, yoksa İran mı; 1893’te Danimarkalı bir bilim adamı tarafından ancak okunabilen ve 716-735’li yıllara tarihlenen Orhun Âbideleri’yle “ilk kez” yazıyı keşfetmiş, daha eski tarihine âit “ilk” kaynak bilgilerini de Eski Çin Medeniyetinin “yazılı” kaynaklarından “zorlukla” elde edebilmiş bir millet olarak?
“Yok; siz yanlışsınız, biz, asıl Türk-İslâm Medeniyetini temsil ediyoruz!” derseniz; işte Türk-İslâm Medeniyeti ortada.. bütün tarihsel arka plânıyla..
Yolcuların, kervanların barınmaları için yapılan kervansaraylardan, kuşların sığınmaları için yapılan evlerden tutun da, çırakların, kazara kırdıkları malzemelerin tazmin edildiği vakıflara kadar derin ve ince bir düşünce..
“İnsan” başta olmak üzere bütün mahlûkatın hakkına “en büyük” bir saygı..
Birisi çıkıp, size: “Siz, bunların ne kadarını ya da kaçını “temsil” ediyorsunuz?” diye, “densiz” bir soru soracak olursa, cevabınız var mıdır; veya nedir?
Sizi bilmem ama, yalnız, benim bir “cevabım” var bu soruya..
YÖK, Kur’ân kursları yaş haddi, imam hatipler ve diğerleri.. hepsini göz ardı edin..
Diğer üniversiteler de, hadi diyelim; “yeterince” göz önünde değildir; belki göremiyorsunuz.. bir ara düşerse eğer yolunuz, İstanbul Üniversitesi ya da M. Ü. Haydarpaşa Kampüsündeki girişe “azıcık” bir göz atın, bir bakın; nasıl, ne kadar rahat, ayan beyan, kendi gözlerinizle göreceksiniz; başörtülü kızlarımızın o giriş-çıkışlarda, ne kadar o söz konusu, o çokça “övündüğümüz” Türk-İslâm Medeniyetine “yakışır” hem insanî, hem de “İslâmî” muameleye muhatap olup maruz kaldıklarını…
Ve bu “yakışıklı” muamelede, sayın “temsil” konumunda olan, söz konusu seçilmiş “siyasîler heyeti”nin hiç mi hiç sorumluluğu ya da herhangi bir ihmâli de “kesinlikle” söz konusu değildir; onlar “ellerinden gelen” her şeyi yapmışlardır.. Bunu da böylece “kesinlikle” bilesiniz..
“Yok; hiçbirisi değil bizimkisi, bu saydıklarınızın.. Biz sadece ve sadece İslâm Medeniyetini temsil ediyoruz!” derseniz..
Birileri çıkıp, size: “Biz, Cumhûriyet’le birlikte söküp attık o temsil yetkisini, yırttık o gömleği, değiştik, değiştirdik o misyonu Lozan’da, ve “yeni”, evet evet, “yepyeni” devrimler yaptık, asıl ondan sonra!” derse.. ne cevap verirsiniz?..
Ve, son olarak: Ben iki türlü “Me-deniyet” mefhûmu biliyorum; birisi “mim’li”, diğeri “mim’siz”; acaba siz hangisindendiniz?
|
ORHAN ALİ YILMAZ
08.04.2009
|
|
Bursa Mevlidi münasebetiyle
Gazetemİzde, Bursa Ulu Cami’de Bediüzzaman Mevlidi yapılacağı ilânını görür görmez büyük bir iştiyak ve sevinçle gideceğim günü bekledim. İstanbul, Kasımpaşa’daki arkadaşlarımızın birlikte mevlide gideceklerini öğrenince de, ben de onlara katılmaya karar verdim.
Yıllar önce Ankara-Kocatepe Camiinde yapılan mevlidlerden birine de yine bu arkadaşlarımızla beraber gitmiştik. Bu vesileyle de bir nostalji yaşamış olduk.
5 Nisan 2009 Pazar sabahı güneşli ve güzel bir günde yolculuğumuz başladı. Arkadaşlar, kararlaştırılan buluşma noktalarına zamanında ve heyecanla gelmişlerdi. Herkes tamam olunca, minibüsümüz de yola çıktı. Yol boyunca Risâle-i Nur dersiyle mevlidin manevî havasına iyice hazırlandık. Bursa Ulu Cami’ye vardığımızda bizi, önce mevlidi duyuran pankart ve sonrasında nurlu, güzel yüzlü, her yaştan simalar karşıladı. Hanım kardeşlerimiz gıda ve giyim kermesi hazırlamışlardı. Yeni Asya görevlileri de yaka kartları ve tertipli kıyafetleri ve güleryüzleriyle her yerde göze çarpıyordu. Herkes, her an uzun süredir görmediği bir tanıdığını arada görerek hasret gideriyordu. Gerçi tanımadık simalar bile yıllardır tanışıkmışız gibi aşina geliyordu gözümüze...
Bilâhare öğle ezanı ile cami içine girerek yerimizi aldık. Ulu Cami’nin her yeri dolup taşmıştı. Namaz ve sonrasında mevlid programını huşu içinde gerekleştirdik. Mevlide katılanlara Bursa şekeri ile Uhuvvet Risâlesi ikram edilmesi de çok muvafık olmuştu bana göre...
Geri dönüşte yine Risâle okumalarımız devam etti. Ancak ilâhî okumalarımızda biraz hafızamızın paslandığını fark ettik. Bunu da böyle güzel programlar vesilesiyle aşacağımıza inanıyoruz.
Emeği geçenlere teşekkür ederiz.
|
DR. HAKAN KEKÜLLÜOĞLU
/ İSTANBUL
08.04.2009
|