"Gerçekten" haber verir 08 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Röportaj

ÖZKAN ERDEM erdemcan84@hotmai

Üstad ‘son dersi’ni verirken ziyaretine gittim, ama dinlemek nasip olmadı

Mustafa Süzen kimdir?

1944 Ayaş (Ankara) doğumlu, evli ve beş kız babasıdır. İktisatçı-İdareci ve Araştırmacı bir kişiliğe sahip. Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi mezunudur (1966). Maliye Bakanlığı Bütçe ve Malî Kontrol Genel Müdürlüğü Raportörü, İller Bankası 7. Bölge (Ankara) Müdür Yardımcılığı, Kosgeb Daire Başkanlığı, Ülker Anadolu Gıda Sanayi A.Ş. Genel Müdür Yardımcılığı ve Ayaş Belediye Başkanlığı (1989-1994) görevlerinde bulundu.

Hayatınızı incelediğimde bürokrasinin birçok yerinde çalıştığınızı görünce, açıkçası küçüklüğünüzü merak etmeye başladım. Küçüklüğünüzden biraz bahseder misiniz?

Ben Ankara’nın Ayaş kazasında 1944’te doğmuşum. Babamın işi icabı 1949 yılında Ankara’ya göçtük. Rahmetli babam, babasının 9 yaşında vefatı ve aileye çobanlık ile de olsa katkı sağlaması mecburiyetinden ve Osmanlının yıkılışı ve Cumhuriyetin kuruluşu yıllarına denk gelen gençliği dolayısıyla herhangi bir eğitim kurumundan istifade edememişti. Ancak erkek çocuklarının eğitimine bilhassa özen gösterirdi. Bizleri, küçüklüğümüzde camiye götürür ve vaizleri dinletirdi. Bunlardan bende derin etki yapan, Ankara Saraçlar çarşısındaki camide, Yuvalı Hoca lâkaplı bir âlim hocamızın hadis sohbetleridir. Hocamız, dinimizi o tatlı üslûbu ile anlatır, yaşantımızda hadis-i şeriflerin ehemmiyetini anlatır, hayattan verdiği örnekleri hadislerle bağdaştırarak bizlere Hz. Peygamberimiz’i ve hadis sevgisini anlatır, aklımıza ve kalbimize nakşederdi. Allah ondan ve pederimden razı olsun.

Ben de onlardan aldığım küçük öğretilerle, daima Kur’ân-ı Kerim’imizin yolumuzu çizdiği, bu yoldan dışarı çıkmamak için de hadis-i şeriflerin daima pusulamız olduğu şuuruna erdim. Daima duâm; “Ya Rabbi, beni Hz. Muhammed’in yolundan ve izinden ayırma, onun huzuruna vardığımda, ona ittibâ dolayısıyla beni mahcup etme, hiçbir zaman sünnet-i seniyyeden ayırma olmuştur.” Gençlik ve zamanın icâbâtı olarak çeşitli fikirlere açık olan gençliğimde bu pusulayı daima elimde tuttum. Bu duâyı hemen her namazın arkasında tekrar ettim.

Röportajımızın asıl konusu olan merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyle alâkalı hatıralarınıza geçmeden evvel, Üstad Hazretlerinden konuyu açmak istiyorum… Üstad Hazretleri ile görüşme imkânınız oldu mu?

Üstadımızın 1959 yılının son günlerinde Ankara’ya gelerek, o zaman Ankara’nın en lüks oteli olan Denizciler Caddesindeki Beyrut Palas’ta kalması ve bütün talebelerini toplayarak onlara son dersini vermesi (Emirdağ Lâhikası-II, son mektup) sırasında, ben de evimize 500 metre uzaklıktaki otele Üstadımızı görmek üzere gittim. Ancak yaşımın küçük olması, otel önünün ana baba günü olması ve otelin kapısına polislerin kimseyi yanaştırmaması sebebiyle bu ziyaret niyetim kuvveden fiile çıkamadı. Ancak öyle sanıyorum ki, Üstadım bu ziyaret ve niyetimi tâ o günlerden kabul buyurmuşlar ki ben bugün dahi hizmetin bir köşesinde kardeşlerimin duâlarıyla bulunuyorum. Bu hâl ve ahvâlimden dolayı, Allah’ıma binler şükrediyorum.

Üstad Hazretleri ile görüşme teşebbüsünüz, üzerinizde nasıl bir tesir bıraktı?

Bu ziyaret bende Risâle-i Nurlara ulaşmak ve ondan istifade etmek iştiyakı uyandırdı. Normal bir vatandaş için kitaplara ulaşmak hemen hemen gayr-ı mümkündü. Zira gizli dinsizler, Risâle-i Nur eserlerine ulaşmaya ve onunla kucaklaşmaya ellerinden gelen bütün manileri çıkarmaktaydılar. Hatta bir seferinde, yıkılmadan önceki hâlinde sağlı sollu kitapçılarda dolu Hacı Bayram Caddesi’nin soldan ilk girişinde bir apartmanın zemin katındaki Kayserili ‘Kardeşler Kitabevi’ne gitmiş ve “Bana Risâle-i Nur verir misiniz?” dediğimde,—sanıyorum baskı, korku ve takibata uğrama endişesi ile—“Kardeşim, bizde Risâle-i Nur yok” demişlerdi. Ben de ısrarla, “Ben okumak ve ne olduğunu anlamak istiyorum. Polis falan değilim. Okumaya meraklıyım” demiştim. Zira o günlerde Ankara Ticaret Lisesinin kütüphanesinde bütün tarihî eserleri hatmetmiştim. Bu okuma merakım halen de bütün hızı ile berdevamdır. Bu duâ ve arayış içerisinde yıllar geçti.

Öğrencilik yıllarınız nasıl geçiyordu?

Yedek subay öğrenciliğimizin geçtiği Mamak Muhabere Okulunda Ramazan’a denk gelen günlerde, 240 kişilik bölükte 10’u bulmayan sayıda oruç tuttuk. Bu arkadaşlar arasında, mescid olarak kullandığımız odada tanıştığımız Osman ismindeki bir ziraat mühendisi ile birlikte oluyorduk. Benim Kandilli’ye kur’a çektiğimi öğrenen Osman Bey, bana, arkadaşı Malatyalı Ziraat Y. Mühendisi Yusuf Özer Bey’in de Kandilli Piyade Taburuna kur’a çektiğini, onunla tanışmamı salık verdi.

1967 yılının kış günlerinde, Mamak Muhabere okulundan yedek subay olarak kur’a çekip kıt’alarımıza ayrılmak üzere iken bir rüya gördüm. Rüyamda havada kuş olarak uçuyorum. Altımda zümrüt gibi yeşil vadilerden geçtim. Bir yayla düzlüğüne kondum. Bu rüyadan müthiş lezzet aldım. Ve hayır getirmesi dileği ile kur’a torbasından besmele ile kur’amı çektim. Çektiğim pusulada, ‘6. Zırhlı Tugay Muhabere Bölüğü- Kandilli’ yazıyordu. Arkadaşlarla şakalaştık. “Tam boğaza gidiyorsun” dediler. Bir kısmı ise Kandilli’nin Zonguldak olduğunu ve kur’amın oraya ait olduğunu söylediler. Neticede Kandilli’nin, Aşkale’nin bir mezrası olduğu ve zırhlı tugayın da orada bulunduğu, yani benim Erzurum Aşkale’ye kur’a çektiğim anlaşıldı.

Erzurum’da günleriniz nasıl geçti?

Kandilli’ye kucağımızda 6 aylık kızımız Sabire Esmâ ile birlikte vasıl olup kerpiçten bir lojmana yerleşmemizi müteâkip komşu piyade taburundaki Asteğmen Yusuf Beyi buldum. Onun imalı yollardan bana anlattığı, Peygamberimizin (asm) savaşta zırhını çıkardığı ve zırh mânâsına gelen ‘Cevşen’ duâsını okuduğu gibi özendirici güzel sözlerle, cevşen duâsını edinmek istediğimi söyledim. O da ancak onu Erzurum’da Karanlık Kümbet tabir edilen bir yerde bulabileceğimi ifade etti. Karanlık Kümbet’e ben, hep resmî kıyafetimle gittim. Orada muhterem hocam Mehmed Kırkıncı ile görüşüp tanıştım. Kendisi bana çeşitli zamanlarda birçok Risâle-i Nur dersi yaptı. Çok hoşuma giderdi. Üstadı tanımak istediğimi, hayatı ile ilgili eseri almak istediğimi söylediğimde, “Sen önce Mektubat ve Mesnevî-i Nuriye’yi oku, daha sonra onu veririz” dedi. Onları okuduktan sonra, Şuâlar’ı bedeli mukabili verdiler.

Yani, Nurlarla tanışmanıza Kırkıncı Hoca mı vesile oldu?

Evet, Nurlarla bilfiil tanışmama Yusuf Özer Bey ve Kırkıncı Hocam vesile oldular. Erzurum cemaati ile tanıştık, her Erzurum’a inişimde mutlaka Karanlık Kümbetteki derslere resmî kıyafetle katılırdım. O zamanki Genel Kurmay Başkanı Cemal Tural, 3. Ordu Kumandanı ise Refet Ülgenalp, çok aşırı Kemalist bir paşa idi. Kemalizmin esas umdelerinin, subay-astsubay bizlerin ceplerinde yazılı olarak bulunmasını tamim etmişti. Denetlemelerde ilk önce sorduğu, ceplerimizdeki bu pusulalardı ve bunların bizlerce ezberden tekrarı idi. Bilhassa Risâle-i Nurların ordu mensuplarınca okunmasına şiddetli takiplerle mümanaat ediyordu. Cenâb-ı Allah Hafiz’imiz olduktan sonra kimse bize bir zarar veremez.

O zamanlar, Kırkıncı Hoca vesilesiyle bayağı çevre edinmişsinizdir Erzurum’da…

Kandilli, küçücük bir yer. Çarşısı sadece yolun kuzeyinde 50 metreden ibaret. Birkaç dükkân, bir fotoğraf ve bakkal dükkânı ile kasap ve fırından ibaret bir yerdi. Mesai dışında buraya çıkar, nöbetleri haricinde Ordonat astsubaylar Ali Bilginer ve Durmuş Olgun Ağabeylerle beraber olmayı büyük bir iştiyakla beklerdik. Bazen de bize tugay muhasebesinde memur Sabri Amca, Şemsettin Türkan’ın babası ve Kasım Bey ismindeki Muşlu memur eşlik ederlerdi. Durmuş Olgun Ağabey küçücük çarşısı olan Kandilli’de, sivil veya resmî kıyafetle olsun, ceplerinde yaklaşık 10x15 ebadında en az 3-4 adet içleri sadece Risâle-i Nurlardan çeşitli konuların yazılı bulunduğu defterden her ortamda dersler yapardı. Allah ondan da razı olsun, hizmet dediğin böyle olur. Benim ve bizlerin Risâle-i Nurları okumak ve anlamak vadisinde imanlarımızın kuvvetlenmesine ve kurtulmasına direkt hizmeti oldu.

Saff-ı evvel dediğimiz sair ağabeylerle tanışmanız nasıl oldu?

İzinli olarak Ankara’ya geldiğimde (1967 yazı) bir gün Hacı Bayram Camii’nde namaz sonrası tevafuken Kırkıncı Hocam ile karşılaştım. O beni Hacı Bayram civarındaki Said Özdemir Ağabeyin dershanesine götürdü ve Said Ağabey ile tanıştırdı. Birkaç derse iştirak ettim. Orada Bayram Ağabeyi tanıdım. Bundan sonra da hamdolsun Bayram Ağabeyden hiç ayrılmadım.

Şahsî işlerinizde Bayram Ağabey ile istişare ettiğiniz oluyor muydu?

1968’in güz günlerinde terhis oldum. Erzurum’dan gelirken Batman’a uğradım. Oradaki ağabeyler ile görüşüp iş teklifi aldım. O güne göre oldukça iyi bir ücret teklif ettiler. Yine Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanları Kurulu bürosunda memur olarak çalışırken beni yakından tanıyan Tepe grubunun ceo’su Nevzat Bey, bana o günün şartlarında subaylıkta aldığım yüksek maaşın iki misli bir ücretle yapım halindeki Hacettepe hastane inşaatı şantiyesinde muhasebecilik teklif etti. Yine kalorifer kazanı imal eden bir firmadan ona yakın bir ücret teklifi aldım. Son olarak da Ticaret Lisesi menşe’li ve Akademi mezunu olduğum için o günlerde bizleri direkt olarak Ticaret Liselerine öğretmen olarak tayin ediyorlardı. Yine Maarif Bakanlığı beni Konya Kulu Ticaret Lisesine meslek dersleri öğretmeni tayin etti. Bu arada Ankara Samanpazarı’ndaki baba evinden Hacı Bayram’a, 27’nin karşısındaki tamamı 30 metrekareyi bulmayan eve, sırf Bayram Ağabey’e ve 27’ye komşu olmak için taşındık. Yukarıdaki iş tekliflerimi Bayram Ağabeye her ilettiğimde bana “Kardeşim, hizmeti esas tut, ehl-i dünya dünyalığı çok pahalı satıyor. Karşılığında insanın mukaddesâtını satın alıyorlar” şeklinde verdiği öğütlerini tutarak bu teklifleri kabul etmedim.

Öyleyse, eski işinize devam mı ettiniz?

Yarı maaşla Maliye Bakanlığındaki memuriyetime devam ettim. “Hiçbir maddî ve dünyevî şey karşılıksız yapılamaz” kaidesince, bizler bir misli aylık gelire mukabil, Asr-ı Saadet gibi bir manevi ortam içinde eşim ve çocuklarımla birlikte bereket ve hıfz-ı İlâhî ile yaşamayı tercih ettik. Bu bizi ziyadesiyle nefsen, kalben ve mânen tatmin ediyordu. Hatta hanımım Cahide, hâlâ 32 metrekarelik evde 3 çocukla Risâle-i Nurlara ve bazen de ağabeylere yaptığı ihlâslı hizmetlerin hazzını anlatır ve ‘O günler keşke geçmeseydi’ diye hayıflanır. Tabii bu arada hanımla birlikte hemen bütün günümüz hizmette geçiyordu. Öğle vakti Ulus’taki memuriyetten yemek için eve geliyor, namazı 27 numaradaki dershanede kılıyor, Bayram Ağabeyi ve Anadolu’dan gelenleri görüyor, onlarla tanışıyor, akşam üzeri de daireden çıktığımda doğruca yine dershaneye, Bayram Ağabeyin yanına geliyordum. Akşamları da tabiî derslere gidiliyordu. O zaman Ankara’da Cebeci Kutlu gün sokakta çatı katında bir tane talebe dershanesi vardı. İkincisi, Cebeci Site Yurdunun bitişiğinde Fevzi Allahverdi’nin kaldığı dershane açıldı. Haftada bir gün Risâle-i Nur dersi yapılıyordu. Hiç unutmam, tertibim olan Fevzi Allahverdi terhisini müteakip Ankara’ya hizmete geldiğinde, “Haftada bir günle nurculuk olmaz!” dedi. Bizler de “Nasıl olacak?” dediğimizde, “Dersi haftada iki güne çıkaracağız” teklifi ile karşılaştık. Dersler Bayram Yüksel Ağabeyin himmeti ve organizesiyle 2 iken 3’e, 4’e ve haftanın her gününe çıktı. Bu günlerde ise hemen her semtte her gün dersler yapılır hâle geldi. Hâzâ min fadlı Rabbî.

Gazetemi yanımdan hiç ayırmadım

nYeni Asya gazetesini ne zaman,

nasıl tanıdınız?

eni Asya’yı 1972 yılının başlarında tanıdım. Beraber çalıştığımız işyerinde Muzaffer Şen diye bir ağabeyimiz vardı, biz onlarla birlikte rahmetli Bursa Müftüsü Nail Papatya ağabeyimiz ve Bursa Merkez vaizi Mustafa Kalfaoğlu ile birlikte akşam namazından sonra Ulu Cami önünde buluşur, Allah rahmet eylesin müteşebbis bir iş adamı ve dâvâ adamı olan Ruşen Gümüş Ağabeyin maddî masrafını karşıladığı minibüse biner ve köylere gider, yatsı namazını beraber kılıp, daha sonra cemaatin gösterdiği bir kahvede Papatya ve Kalfaoğlu hocamız konferans verir, bizler de cemaatle birlikte dinler, istifade ederdik. O vesileyle Risale-i Nurları tanıdım.

Bir gün Süleyman Ağabey “Gel seni İstanbul’a götüreyim, oralardaki dershaneleri de gör” dedi. Bursa’da bir yıl önce baskın olmuştu. Tarih: 1971. Kayınpederimin de içinde olduğu bir grup Nur Talebesi (Ali Çakmak, Sami Pala, Fevzi Allahverdi, Rıfat Özkul, Ahmet Arkın, İbrahim Akpınar, rahmetli Emir Gültekin) hapse girmişti. Bir müddet sonra çıktılar ama bu durum o günlerde korku meydana getirmişti. İnsanlar dershaneye gitmeye çekiniyordu. Bana şevk olsun diye İstanbul’a götürmek istiyordu.

İstanbul’a gittik, hakikaten o seyahatimde Cağaloğlu’ndaki Yeni Asya gazetesini ve dershaneleri ziyaretimiz bana çok şevk verdi. Orada o zamanlar talebe olan Necmeddin Şahiner, Bahri Dayıoğlu, İhsan Atasoy, Cemal Uşak, Bünyamin Ateş, Recep Sezer ve daha bir çok Nur talebesi ağabey ve kardeş vardı. Şevkle hizmet ediyorlardı. Onların o hâli bana müthiş bir şevk ve heyecan verdi. Böyle büyük ve aydın bir cemaate ve Yeni Asya gazetesine mensup olmak beni çok mutlu etti, kısa süre sonra başlayacak medrese-i Yusufiye serencamımda bana gayret ve kuvvet verdi.

nSizi Yeni Asya gazetesine

bağlayan sâikler neler?

Demokrat ve istikrar çizgisindeki hizmetleri ve dahası Risâle-i Nurların yayılması ve intişarı için sarfettiği çaba ve gayret. Tabii ki bu çabaları yeterli bulmuyorum, daha fazla ve daha geniş kitlelere ulaşmak için geniş dairedeki hizmetlere (radyo, tv gibi) el atarak açılımlar yakalamak, akademisyenlerden daha fazla istifade etmek lâzım. Dâvâmızı cihanşümul hâle getirmek için Risâle-i Nur’u gaye-i hayat eden cemaatimizle birlikte sempozyumlar düzenlemek ve bu çalışmaları Anadolu’ya yaymak lâzım.

nYeni Asya’nın size ve ailenize kazandırdığı en önemli değerler neler oldu?

Gazetemizi hem işyerine, hem de evime getirtiyorum. Ayrıca çocuklarımın evlerine de gidiyor. Bu sayede istikamet ve istikrar çizgisinde beraber yürüyoruz. Ailemin, çocuklarımın gazete ve Risâle-i Nurları rehber ettiklerini bildikçe, bir baba olarak rahat ediyorum. Çobanlığımı tam yaptığıma kani oluyorum. Tabi ki iş sadece gazete ile bitmiyor, onun yanında günlük hâdiseleri değerlendiren ve onlara rehber olan dergilerimiz de mevcut. Genç Yaklaşım, Bizim Aile, Cankardeş, Köprü dergilerimiz de evimize girer.

nBu kadar zaman içinde Yeni Asya gazetesiyle ilgili yaşadığınız ilginç hatıralarınız var mı?

Tabii, çok var, hangi birini anlatsam... İhtilâl olmuş, sıkıyönetim vardı, Bursa’da bir gün baskın oldu. Bizi aldılar Muradiye karakoluna götürdüler, tek kişilik nezarethaneye 9 kişiyi koydular. Daha önceden de bir kişi içeride varmış, 10 kişi olduk. (Tabi o kişi kendi adamları da olabilirdi, bizden bir şeyler öğrenmek için.) Sıkış tepiş olduk, sabah namazı oldu, namaz kılacağız, abdest almaya izin vermiyorlar. Biz de duvarlarda teyemmüm edip, ceketimizi yere serip, diğer dokuz kişi duvara mıhlanıp zar zor sırayla namazlarımızı edâ ettik. Cumartesi-Pazar nezarette kaldık, hatta Pazartesi de geç vakte kadar nezarette tuttular. “Artık buradan gidelim de nereye gidersek gidelim, yeter ki bir uyuyacak yer bulalım” der hâle geldik. Bizi akşamüstü emniyet müdürlüğüne götürdüler, orada gazeteciler resimlerimizi toplu halde çekti. Ertesi günü Hâkimiyet gazetesi “Nurcular yakalandı” diye manşet attı ve bizi akşamüstü mahkûm edecek nöbetçi savcıya çıkardılar. Savcı da sorgu-suâlden sonra “Hepinizi tevkif ettim” dedi ve bizi alıp, şimdi Adliye Sarayı olan Bursa Cezaevine koydular. Tutuklananların isimleri şöyleydi: Süleyman Fethi Yücedağ, Hıfzullah Kahraman, Rıdvan Ercan, Selâhaddin Vatansever, Üzeyir Küçük, Emir Gültekin, Halil İbrahim Tan, Eyüp Otman, Nuri Otman.

Rahmetli Bekir Berk Ağabey vekâletimizi almak üzere cezaevine gelmişti. Bekir Ağabey, “Şu şöyle olsun, bu böyle olsun” derken, Üzeyir Ağabey “Bir dahaki sefere ağabey” dedi. Bekir Ağabey de: “Keçeli, hapis bir musibettir, istenilmez, ama gelirse baş göz üstüne” demişti. O zamanlar yürürlükte olan 163. Madde’ye göre yargılanıyorduk ve Bursa’daki sivil mahkeme “Bu suç sıkıyönetimi gerektiren bir suç” dediği için bizi 2 ay 7 gün sonra İstanbul Sıkıyönetim mahkemelerine, ellerimizi zincirle kelepçeledikten sonra, şehirlerarası otobüse herhangi bir yolcu gibi yolcuların arasına bindirip (şimdiki gibi özel cezaevi arabaları yok) götürdüler. Selimiye kışlasında muhakememiz görülecekti, bu nedenle otobüs kışlanın kapısı önünde bizi indirip gitti. Biz orada beklerken garip bir hareketlenme oldu. “Paşa geliyor” dediler. O zaman Faik Türün Paşa 1. Ordu ve sıkıyönetim komutanı idi. Bizi görünce: “Bu çocukları Bursa Savcılığı mı gönderdi?” diye sordu. (Biz Bursa’dan hareket etmeden önce—sanki bavulumuzun kapağı kapanmıyormuş gibi—Yeni Asya gazetesini bavulun üstüne koymuş, okunması için de logosunu dışarıda bırakacak şekilde iple bağlamıştık.) Askerler: “Evet, efendim” dediler. Paşa döndü, bu cevabı aldıktan sonra içeriye girdi. Daha sonra bize bir araba tahsis ettiler, Maltepe Askeri Cezaevine götürdüler. Kardeşimle bizi aynı koğuşa, daha önceden tutuklanmış sol siyasî suçluların içine koydular, diğer ağabeyleri de başka koğuşlara dağıttılar. Bursa’daki koğuşlarımızda birbirimize gidebiliyorduk, aynı bahçeye çıkıp volta atıyor, gökyüzünü temâşâ edebiliyorduk. Ama burası çok farklı idi. Penceresi yok, üstteki küçücük aydınlatmada dahi demir parmaklıklar vardı. Sıkı korunan bir cezaeviydi. Ama enteresandır, böyle sıkı korunan bir askerî cezaevinden 1971’de Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Mahir Çayan’lar firar etmişlerdi veya ettirilmişlerdi. Her neyse sadet harici...

Üç gün sonra mahkemeye çıkmak üzere kelepçeleyerek koğuşumuzdan aldılar, her tarafı kapalı askeri bir kamyona bindirdiler ve Selimiye kışlasına götürdüler. Askerî mahkeme salonuna alındık, Av. Bekir Berk Ağabey de yerini almıştı. Daha sonra mahkeme heyeti de yerini aldı, sorgulama başladı. Savcının sorularına karşı Bekir Ağabey veciz ve muknî bir savunma yaptı. Bunun üzerine hâkim şu kararı okudu: “Uyuşmazlık mahkemesine dosyanın sevkine ve tutukluların da tahliyesine karar verilmiştir.”

Bizi duruşma salonundan çıkarıp her tarafı kapalı o kamyona tekrar bindirdiler. Saatlerce o kapalı kasa içerisinde, Ağustos sıcağının bunaltıcı havasında mahkemeden gelecek dosyayı bekledik. Bekleme uzayınca, kızan kasa sacının verdiği sıcaklığın da etkisi ile iç çamaşırlarımıza kadar terledik. Hatta kravatları, ceketleri, gömlekleri ve fanilaları çıkarıp suyunu sıkıp tekrar giyiyorduk. Daha sonra dosyaları alıp gelen üsteğmen kapıyı açınca, şaşkına döndü ve askerlere kızdı: “Adamları diri diri öldürecek misiniz?” diye bağırdı. Tekrar cezaevine dönüp çıkış muâmelelerimiz yapıldı ve cezaevinden çıktık.

Doğru gazeteye gittik, onlar da resimler çekip, “Maznunlar tahliye edildi” diye manşet yaptı. Malum diğer gazeteler, “Nurcular yakalandı” diye manşet yapıyor, salıverilince tıs yok. Bizi orada Allah selâmet versin Mehmet Fırıncı Ağabeyimiz aldı, “Benim hemşerilerim hapisten çıkmış, onlara bir yemek yedireyim” dedi ve bizi lokantaya götürdü. Ki o gün gazetemizin yazarlarından Dr. Sadullah Ağabey trafik kazası geçirmiş, onu da hastaneye götürmüşlerdi. Üzüntüsü vardı, ama onu bize yansıtmadan bizim mutluluğumuzu paylaştı. Allah razı olsun, zaten onun bu kadirşinaslığıdır ki, Anadolu’dan gelen tüm ağabey ve kardeşleri o karşılar, o ağırlar ve o yolcu ederdi.

Daha sonra Bursa’ya dönüp, işimize devam ettik ve ben 1973 senesinde askere gittim. Askerlik dönüşü hapishane arkadaşlarımı ve diğer ağabey ve kardeşleri ziyaret edeyim diye, memlekete gitmeden gazeteye uğradım. Orada beni Fırıncı ağabey gördü, “Bursa’ya gidip ne yapacaksın?” dedi. “Bursa’daki ağabeyler büroda istihdam etmeyi düşünüyorlar” dedim. “Onlar başka adam bulurlar, yukarıda yani mürettiphanede kendi adamımız yok. Bir şey yapsalar gazete ve kitaplar çıkmaz” dedi. Ben de “Peki ağabey” dedim ve Sinan Matbaasının sahibi, rahmetli Sinan Omur’un yeğeni Kemal Ağabeyin yanında çıraklığa başladım. O zaman dört adet dizgi makinemiz vardı, üçü gazete, biri kitap diziyordu. Risâle-i Nur’lar da burada diziliyordu, çünkü Risâleleri dışarıda (yasak olduğu için) kimse dizmiyordu. Biz de burada “Gazete basıyoruz” diye Risâleleri diziyor, üzerine de baskı tarihi olarak "1960 Sinan Matbaası" yazıyorduk. Çünkü beraat eden ve piyasada olan kitapların en son basım tarihi o tarihti. Baskı tarihini değiştirsek “Bunlar yeni basılmış” diye bu defa basılan yeri araştıracaklar. Ben kısa zaman sonra makineye oturup dizgiye başladım. Geceleri mesaiye kalıyor, gündüzleri de Edes Apartmanında dizdiğimiz Risâlelerin tashihatını yapıyorduk. Abdülvahid Mutkan, Ahmet Tanyel, Muhsin Demirel, Mehmet Karasan Ağabeylerle beraber karşılıklı okuyor, tashih yapıyor ve baskıya hazırlıyorduk. Gazetedeki diğer ağabeylerle aynı dâvâya baş koyduğumuzdan bir gazete çalışanı gibi değil, daha samîmî bir hâlde görüşüyorduk. Zaman zaman Erzurum’dan Kırkıncı hocam, Sungur ağabey, Osman Demirci hoca, Muzaffer Aslan gazeteye uğrar, hemen her gün orada olan Birinci, Fırıncı ve Kutlular Ağabeyle sohbet ederlerdi. Bazen bizler de sohbetlere iştirak ederdik.

Ressam Gürbüz Azak, Ahmet Şahin, Erol Erşenkal, Ali Demirel, Kasım Baydemir, Necmeddin Şahiner, Haluk İmamoğlu, Niyazi Birinci (Yavuz Bahadıroğlu), Can Alpgüvenç, Hasan Kondu, Ümit Şimşek, Ali Toker, Yüksel Toker, Hasan Yalçın, Selâhaddin Tercan, Zafer Ali, matbaada çalışan, kâğıt temin eden ağabeyler, gazetemizin emektar şoförü Hamdi Yeşildağ (şu anda bildiğim kadarıyla çok hasta, Allah’tan âcil şifalar diliyorum) ve Bayrampaşa dershanesinde beraber kaldığımız Abdülkadir Özcan, Selahaddin Yaşar (İslam Yaşar), Raif Öztürk, Ramazan Çam gibi arkadaşlarımızla aramızdaki samimiyet ve sevgi görülmeye değerdi. Anlatılmaz yaşanır derler ya, öyle bir durum. Unutulması mümkün olmayan hayli güzel günler geçirdik. Bu saydıklarımın hepsini yazsak roman olur.

Bediüzzaman’ı Anma geceleri düzenliyor, ama yasak olduğundan gecelerin ismini değiştiriyorduk. Meselâ “Isparta gül geceleri”, “Mehmet Akif’i anma programları”, “Müstehcen Neşriyat ve Türkiye” açık oturumları adı altında programlar düzenliyorduk. Bu gecelerin vazgeçilmez sanatçıları Hasan Mutlucan, Yıldırım Gürses idi. Bu sanatçıları getirmemizdeki maksat, katılımcıları coşturmaktı. Daha sonra kendi sanatçılarımızı yetiştirmiştik. Aşık Hizani, İlhan Öztin gibi. Onların sesinden Üstadı dinlemek çok güzeldi. O gecelere müthiş bir renk katıyordu.

Meselâ;

“Zulmetleri yırtıp çağırdın bizi,

Lebbeyk nur yoluna geldik Üstadım,

İnsafsız devirler geride kaldı,

Gayrı kıymetini bildik Üstadım,

Nurlarda huzuru bulduk Üstadım.”

O dönemde anma gecelerinin dışında birçok faaliyetler de olmuştu. Gece afiş asma seanslarını, Cağaloğlu’nda ilk gazete binasının alınması ve bunlar gibi birçok hizmeti ve hizmet erlerini hiç unutamıyorum. O günleri yâd edince içimde buruk bir sızı oluşuyor, o günleri yaşamak istiyorum, ama ne mümkün geçmişi yaşamak kolay mı? Hani bir şiirimde de demiştim:

Ağla gönlüm sen ağla, / Ağlanacak halime, / Dostuma düşman kardeş, / Yanarım kardeşime.

Vakit sarılma vakti, / Kollarını geniş aç, / Tevazuyla gelirsen, / Olursun başlara taç.

Bu duâ ve temennilerle İstanbul maceramıza son verip, 1977 yılındaki evliliğimden sonra, Bursa’ya döndük. 1991’in 31 Ağustos’unda Afyon’un Emirdağ ilçesine hayırlı bir iş için giderken ölümlü bir trafik kazası geçirdik. Böylece günler geçip gidiyordu, yine o günlerde, bize tekrar Medrese-i Yusufiye yolları göründü. 29 ay yatmak üzere, 1994’ün soğuk bir Şubat’ında, Minareli Çavuş mevkiindeki Bursa E Tipi Kapalı Ceza ve Tutuk evinin yolunu tuttuk. Bir taraftan hem cezamızı yatıyor, hem de gazete ve o günlerde gazetenin verdiği Risâle-i Nur Külliyatını alıyor, Cevşen’in yüz hizbini ve Kur’ân’ın bir cüz’ünü okuyorduk:

Günleri sayıyorum Kur’ân’ın cüzleriyle,

Teselli buluyorum Üstadın sözleriyle.

Cevşen’i okuyorum günde yüz hatvesini,

Tefekkür ediyorum kâinat kubbesini.

Risâle’yi okurum nefsime hitap için,

Hapisler yatılmaz mı böyle bir kitap için.

Böylece günler geçip gidiyordu, yine o günlerde, rahmetli Hulusi Ağabeyin hatıraları gazetede yayınlanıyordu. O yazıları okuyunca, Üstadın zindanlarda çektiklerini görünce, bana bir hüzün çöktü ve yine gözyaşları içinde, kalemi elime alıp:

Aziz Üstadım benim, seni çokça üzmüşler,

Eritmişler mum gibi, imbiklerden süzmüşler,

Karakollar hapisler, olmuş sana hep durak,

Sensiz gönlüm hüzünlü, sensiz ömrüm hep çorak

İman ilmini verdin Kur’ân’dan ders alarak,

En büyük hizmet ettin, bu vatanda kalarak,

Katı kalpler kasveti bırakıp nura gelsin,

Cemiyet aydınlansın, aydınlık nura gelsin,

Sevsin seni gönüller, artık kıymetin bilsin,

Neşroldukça nurların nâşirlerin sevinsin.

Affet bizi Üstadım, seni çok seviyoruz,

Artık kadr-i kıymetini bizler de biliyoruz.

mısralarını satırlara döktük. Bu arada koğuş mümessili, yani koğuş başkanı olduk. Daha sonra bizi buradan Kütahya Cezaevine gönderdiler. Kütahya’ya gelir gelmez, size mektup yazıp, cezaevi gazetelerinin alındığı bayiye gazetemi göndermenizi söyledim, hatırlarsınız. Kütahya Cezaevinde de güzel günlerimiz oldu, ben geldiğimde 3-4 kişi olan namaz kılan sayısı 28’e çıktı. Cezaevinde bulunduğumuzda gazetemizi almaya devam ettim. Orada diğer mahkûmlarla birlikte okuyorduk. Hasan diye bir kardeşimiz “Yahu bu nasıl gazete, kitap gibi. Oku oku bitmiyor ve insana ne çok şey öğretiyor” demişti. Askerde de devam ettiğimiz Yeni Asya gazetemiz sayesinde iki astsubay ağabeyimiz de sonunda gazete abonesi ve nur talebesi oldu elhamdülillah. Birisi Denizli’de şimdi hizmetlerle meşgul, biri de Bandırmada...

SERVET BİLGİN/KÜTAHYA

08.04.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (07.04.2009) - Gazetem, hakikatleri anlatırken bâtılı tasvir etmiyor

  (06.04.2009) - Obama neden Türkiye’ye geldi?

  (05.04.2009) - Halil Uslu : Zübeyir Ağabeyin hedefinde daima ‘koşmak, konuşmak ve yazmak’ vardı

  (04.04.2009) - Zübeyir Ağabeyin bütün gayesi Nur Talebelerinin ittihadıydı

  (03.04.2009) - Zübeyir Ağabey başını verir, çizgisinden taviz vermezdi

  (02.04.2009) - ZÜBEYİR GÜNDÜZALP’İ RAHMETLE ANIYORUZ

  (01.04.2009) - SAMSUNLU OKURUMUZ ŞEREF ÇETİNTAŞ:

  (31.03.2009) - Gazetemiz çıktığı zaman ailece bayram ettik Gazetemiz çıktığı zaman ailece bayram ettik Gazetemiz çı

  (30.03.2009) - Gazetemiz bize sadakat, sebat ve istikamet kazandırdı

  (29.03.2009) - GENÇLER, İMANINI RİSÂLE-İ NUR’LA KURTARIR

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis