Tutuklandığınız yıllarda Zübeyir Ağabey hayattaydı.
Bu yaşadıklarınız hakkında Zübeyir Ağabeyle
bir diyaloğunuz oldu mu?
Evet oldu. Nezarette olduğumuz ve işkenceye maruz kaldığımız sırada Zübeyir Ağabeyin İstanbul’dan bir tebrik ve ikaz telgrafı geldi. Özetinde “Bizleri tebrik ettiğini, kesinlikle ihtilâfa girilmemesini, şartlar ne olursa olsun, tesanüd, birlik ve metanetimizi muhafaza etmemizi ve bu cihetle bizleri kucakladığını” ifade ediyordu. Daha sonra öğrendiğime göre, 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki ilk duruşmamıza çok kişinin katılması için lâhika mektubu ile herkese ulaşmıştı Zübeyir Ağabey. İzdihamdan mahkeme salonu dışarıya taştı ve hükümet binası koridorları baştan sona dolmuştu. Bu müstesna bir hadise idi.
Beraat ettikten sonra Zübeyir Ağabeyle
görüşmeniz nasıl oldu?
1966 Haziran ayında tahliye olduk. Sonra Zübeyir Ağabey bir ağabeyimize telefon ediyor ve benim İstanbul’a gelmemi istiyor. Benim de niyetim hem kendilerini, hem de İstanbul’u görmek. Ayrıca bizde çok emeği olan Dr. Sadullah Nutku Ağabeyi ve hasretinde olduğum Eyüb Sultan Hazretlerinin kabrini ziyaret etmek istiyordum. Bu sâik ile evden ve Nur ağabeylerden izin alarak İstanbul’a gittim. İstanbul’a ilk gidişim oluyor, sene 1966. Kirazlımescid sokağındaki merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin kaldığı vakıf binasına vardım. Fakat bir sürprizle karşılaştım. Beni içeri almadılar. Almayanlar, sonradan öğrendim Ömer Örtlek ve Üzeyir Şenler. Onlara dönerek dedim ki: “Ben Konya’dan geliyorum. Beni Zübeyir Ağabey çağırmış ve ayrıca Ahmet Gümüş Ağabey de beni tanır. Ben şimdi Sultanahmet Camii’ne gidiyorum, Cumayı orada kılacağım beni oradan alsınlar, yoksa Konya’ya döneceğim.”
Oradan yayan olarak Sultanahmet Camii’ne gittim ve Gönenli Mehmet Efendinin cazibeli hutbesini dinledim. Kapı çıkışında baktım ki, Ahmet Gümüş Ağabey, gazeteci Sinan Omur ve Necmeddin Şahiner kardeşimle birlikte beni bekliyorlar. Onlara feryat ettim “Bu ne biçim hâl? Bu ne biçim misafirperverlik?” diye. Ermenekli Ahmed Gümüş Ağabey “Takibatlar var, seni tanımamışlar. Zübeyir Ağabey de, ben de yoktuk, bunları hoş gör, geldik seni aldık...” dedi.
Gece, vakıf binasının alt katında kaldım. Zübeyir Ağabey bir ara geldi beni kucakladı ve “Hoş geldin, seninle sabah namazında görüşeceğim, şimdi dinlen” dedi. Sabah namazını Mustafa Ekmekçi Ağabeyin imamlığında kılıp tesbihat ve ders yapıldıktan sonra, Zübeyir Ağabey beni kendisinin kaldığı yukarı kata çağırttı. Gittim ve beni tekrar kucakladı. Ortada küçük bir masa vardı. Karşılıklı oturduk, konuştuk.
Neler görüştünüz,
size neler tavsiye etti?
Sohbete daldık. Karşılıklı sohbet hâlinde geçti. “Aramızda resmiyet yok, rahat ol ve rahat konuş, benim misafirimsin” dedi. Bu sohbetimiz tam 2 saat 40 dakika tutmuş. Benim sülâlemi, anne-babamı ve Konya’daki amcamı sordu. Medrese-i Yusufiye’deki, yani Konya Cezaevindeki durumlarımızı tebrik etti, teselli etti. Maddî ve manevî bütün durumlarımızı gayet açık konuştuk. Konya’daki hizmetleri ve bazı kişileri tek tek sordu. Odada bir de küçük bir masa vardı. Bu masanın üzerinde de Mektûbât isimli eser vardı. Bu kitabı çok okumamı tavsiye etti bana.
Zübeyir Ağabey neşir hizmetlerinde
nelere dikkat ederdi?
Zübeyir Ağabeyle İstanbul’da görüştüğüm tarihlerde, Konya’da bir öğretmen “Bediülbeyan ve Nur” dergisi çıkarıyordu. Konya’dan muhterem Said Gecegezen Ağabey bunu sormamı istemiş ve ben de sormuştum. Bunu sorduğumda çok kızdı ve dedi ki: “Kardeşim, bu hareket hizmet anlayışımıza mugayirdir, infirâdî bir harekettir, zamanla neşriyata darbe vurur ve meşveretsiz bir harekettir. Hiçbir kimse kendi başına neşredemez. Hz. Üstad zamanında bu hareketler zaten yasaktı. Şimdi de ağabeylerden kurulu bir meşveretimiz var, onun ittifakı olmadan bu neşriyâtı yapmak külliyen hatadır. Başımıza işler açar. Bunu kabul etmiyoruz. Ortada Risâle-i Nur var, bizim vazifemiz ancak onun neşridir…” Yani kısaca neşriyat hizmetlerinin dahi bir meşveret sistemiyle yapılmasına dikkat etmemizi vurguluyordu Zübeyir Ağabey.
Zübeyir Ağabey dershanede kalan kardeşleri
namaza dâvet ederken nasıl bir metot izlerdi?
Öncelikle şunu ifade edeyim. Zübeyir Gündüzalp Ağabeyle hatıraların hepsini anlatamayız. Mümkünse insanlara ve genç nesillere faydalı olanları anlatmamız lâzım. Bu mânâda ifade etmek istediğim bir hatıram var. 1967 senesinin güz aylarında Ankara’da, yine Risâle-i Nur dâvâsı var. Hz. Bediüzzaman’ı gören mümtaz şahsiyetler de yargılanıyor. Suçları “Laikliğe aykırı hareket, Risâle-i Nurları okumak ve neşretmek”. Bizler de Konya’dan bir otobüsle Ankara’ya vardık. Mahkemeye katıldık. Dinledik. Akşam ben 27 tabir edilen hizmet evinde kaldım. Gittiğimde yine Hz. Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunan merhum Bayram Yüksel Ağabey beni salmazdı ve kal derdi. O tarihlerde Ankara’da bir numaralı hizmet evi orası idi. Küçük, fakat başşehrin manevî karargâhı idi. Zübeyir Gündüzalp Ağabey Ankara’ya gelince burada ikinci küçük odada kalırdı. Bugün o mânâ orada, yine fedakâr gönül erlerince devam etmektedir. Nice insanlar oradan yetişti ve aziz vatanımıza hizmet ettiler ve etmekteler.
Ayrı bir oda var, hem yemek yenilir hem sohbet edilir ve hem de dışardan gelenler orada misafir edilir. Gece üniversite dersine katıldık. Sohbetten sonra geldim. Merhum Bayram Yüksel Ağabey bana bir battaniye ve bir şilte verdi. “Şu kenarda sabah namazına kadar yat, çünkü namazı burada kılacağız, başka yer yok” dedi. Genç uykusu. Gaflet ve yorgunluktan bitap yattım. Sabah ezanı okunmuş, beni uyandırmadılar. Fakat bir ses ve bir avazla irkilerek uyandım. Gözlerimi açtığımda, merhum Zübeyir Gündüzalp ve Bayram Ağabey sesli olarak Cevşenü’l-Kebir okuyorlardı. Battaniyeyi ve şilteyi kucaklamamla beraber odadan fırlayıp dışarıya çıktım. İşte böyle bir namaza kaldırılışım oldu. Çoklara bir derstir.
Zübeyir Ağabeyin, Risâle-i Nurun şahs-ı manevîsi ile
alâkalı bir hatırasını bizlerle paylaşır mısınız?
Bir çok cihetle yakınımız ve büyüklerimizden olan Hz. Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden merhum Halıcı Sabri Efendi benim küçük yaşlarımda, Kur’ân-ı Kerim kıraatinde “mahreç ve huruf” dersi hocamdı. Kendisi bu dersin erbabıydı. Ondan bu dersi ve talimi alırdım; bu cihetle ona medyun-u şükranım. 1967 senesinde Abdülmecid Nursî Efendinin vefatı münasebetiyle Konya’ya gelen ve bir müddet kalan merhum Zübeyir Gündüzalp böyle bir ders saatimizde, çalışma hücremize sessizce giriverdi. Ders bittikten sonra çeşitli sohbetler ve hatıralar dile geldi. Risâle-i Nurların neşri üzerine bir konu açıldı ve merhum Zübeyir Gündüzalp, Hz. Üstad’dan şu hatırayı nakletti:
“1950'lerde Türkiye’de neşriyât sahasında birçok gelişme oldu. O sıralarda bazıları ‘Bu kadar tazyikat ve takibat var ve madem ki Risâle-i Nur hizmet ediyor, Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur Külliyatı demeden neşretsek olmaz mı?’ diyorlardı. Ben de bu meseleyi Hz. Üstad'a naklettim. Cevaben dedi ki; ‘Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursî demezseniz hizmet olmaz, bu isimlerin önemi vardır. Başka isimlerle neşrolunmaz ve Risâle-i Nur’un tek bir harfi dahi değiştirilemez, sadeleştirilemez. Çünkü mevhibe-i Rabbânî, sünûhat-ı İlâhî, ilham-ı kalbîdir.’”
Ben de o gün bunları not defterime yazdım. Evet, doğru olduğuna inandım. Çünkü mal markası ile satılır, taklitçilik sahtekârlıktır.
Başta Zübeyir Ağabey olmak üzere, saff-ı evvel talebeleri,
yaşları itibariyle göremeyen bazı kişiler, bu ağabeylerin
kendilerini Risâle-i Nur ve Bediüzzaman’ın hizmetine
adamalarını anlamakta biraz zorluk çekebiliyorlar…
Evet, Hz. Bediüzzaman’a o korkunç, felâket ve helâket günlerinde el uzatan ve yanında yer alan bütün şahsiyetlerin ayrı birer yeri vardır ve onların hepsi birer ölümsüz destandır. Çünkü onların çoğunu yakînen görmüş ve konuşmuşumdur. Kitaplara, röportajlara sığmaz, birer destandır, Nurlu birer kervandır. Çünkü hepsinin ayrı bir yeri ve mânevî makamı vardır, boş zâtlar değiller. O günkü Türkiye ile bugünkü Türkiye, o günün imkânları ile bugünün imkânlarını bilmeyenin anlaması çok zordur. Evet, buralara inmek lâzım, belgeseller lâzım…
Son olarak anlatmak istediğiniz (önemli gördüğünüz)
bir hatıranız var mı?
Sene 1969. Merhum muallim Ermenekli Mustafa Özsoy Ağabeyle birlikte İstanbul’a gittik. Türkiye’ye hizmette cevap veren Kirazlımescid’de kaldık. Hem Zübeyir Ağabeyi ziyaret edeceğiz, hem de Edirne’ye gidip motor alacağız. Bize sordu: “Anlatın bakalım neler çeviriyorsunuz? Bu gelişinizin hikmeti nedir? vs.” Bizler de dedik ki; “Ağabey Bulgaristan’dan göçmenler geliyor. Onlar 3,5 beygir gücünde sepetli binek Rus motorları getiriyorlar, onlardan birkaç tane hizmet için alacağız ve göndereceğiz.” Bu arada merhum Mustafa Özsoy Ağabey kendisine şakalar yaptı vs. “Tamam, İstanbul’da birkaç gün kalın. Sonra oraya bir şartla gideceksiniz: Orada en az bir hafta kalıp hizmet edeceksiniz. Ancak o zaman izin var” dedi. Bizde “Peki” dedik.
Birkaç gün sonra Edirne’ye bir taka otobüsle gittik. Fakat adres almadan gittik. Eskiden adres almayı zül kabul ederdik. Gidince tevafuklarla buluyorduk merkez efendileri… Nitekim anlatamayacağım bir tevafukla Edirne’deki sebze komisyoncusu merkez efendi ağabeyimizi ve ardından başta Selimiye Camii baş müezzini muhterem kardaşım Nadi Ersoy ve diğer arkadaşları bulduk. Meğer bu arkadaşlarımız 163. maddeden tutuklanmış ve 33 gün önce çıkmışlar. Bir araya gelip ders yapmıyorlar.
Manzarayı görünce motor almayı unuttuk. Zübeyir Ağabeyin “Orada en az bir hafta kalıp hizmet edeceksiniz, ancak izin var” ifadesinin sır ve kerâmetini buraya gelince anladık. Çünkü bize bu olaylardan hiç bahsetmedi. Hemen harekâta geçtik. Bütün ağabey ve kardeşlerin kaldığı ev ve mekânlara giderek akşam yemeğine dershaneye dâvet ettik, yani biz ev sahibi olduk. 4 aydan beri açılmayan hizmet evini açtık. M. Özsoy Ağabey ile baştan sona temizledik süpürdük, güzel yemekler yaptık. O akşam tam 33 kişi geldi, fakat hepsinin elinde birer paket yiyecek, doldu taştı. Bir hafta kaldık, hizmetler tekrar rayına oturdu. Biz de iki adet motoru paramızla göçmenlerden aldık, mükâfat oldu. Oradan İzmit’e, oradan da Hz. Mevlânâ diyarına döndük.
Bu hadisenin yorumuna gelince, merhum Zübeyir Ağabeyin hedefinde daima “koşmak, konuşmak ve yazmak” vardı. Yani külliyen hizmet. Biz de yakalamaya çalışıyoruz, fakat yakalamak çok zor. Onun için koşacağız, konuşacağız ve anlatacağız.
Numune-i imtisâl olarak, inançlarını, meslek ve meşrebini yaşayarak ve taviz vermeyerek, müthiş bir istiğna ve iktisat ile binlerce kişiye Risâle-i Nurların ulaşması için vakf-ı hayat eyleyen, Hz. Bediüzzaman’ın namdar talebesi aziz Zübeyir Gündüzalp Ağabeyi, rahmetle anıyoruz, ruhu şâd olsun…
—SON—
|