"Gerçekten" haber verir 20 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Kazım GÜLEÇYÜZ

CHP ve anayasa



Gerçek şu ki, 12 Eylül anayasası, iktidarıyla muhalefetiyle siyasetin tamamının ve toplumun önünü tıkıyor. Derin bürokrasideki etkinliğinden dolayı CHP bu durumdan belki rahatsız olmayabilir. Ama bu parti milletle arasını düzeltmek istiyorsa—ki çarşaf ve Kur’ân kursu ‘açılım”larına ihtiyaç duyması buna işaret—o zaman onun da demokratik bir anayasa projesini sahiplenmesi ve asıl açılımı bu konuda yapması gerekir.

CHP başörtüsü konusundaki açılımını, tesettürün en ileri versiyonu olan çarşaftan başlattı. O çarşaf ki, CHP jargonunda seksen seneyi aşkın bir süredir “bir numaralı irtica sembolü” olarak yerden yere vuruluyor ve zaman zaman, bilhassa da ihtilâl dönemlerinde kadınları “kara çarşaf”tan kurtarıp mantoyu benimsetme kampanyaları açılıyordu.

Ama şimdi aynı CHP, kara çarşaflılara parti rozeti takıp onları üye kaydetmekte beis görmüyor.

Ve yine vaktiyle Kur’ân okumayı ve öğretmeyi yasaklayan, hocaların veya ailelerin çocuklara gizlice Kur’ân öğretmeye çalıştıkları evlere jandarma baskınları düzenletip terör havası estiren, çok partili sisteme geçildikten sonra da Kur’ân ve din eğitiminden hazımsızlığını her fırsatta açığa vuran, imam hatiplere ve Kur’ân kurslarına muhalefetini inatçı ve ısrarlı bir takipçilikle sürdüren CHP, şimdi “Kur’ân eğitimi ihtiyaçtır” deme noktasına geldi.

Baykal’ın “Vaktiyle kılık kıyafeti beğenilmeyen insanlar Kızılay’a sokulmuyordu” diyerek, başında bulunduğu parti tarafından Türkiye’nin tam bir dikta yönetimiyle inim inim inletildiği döneme yönelttiği eleştiri de, kimi partizanlarca “redd-i miras” olarak görülüp tepkiyle karşılandıysa da, diğer açılım girişimleriyle örtüşen bir nitelik arz ediyordu.

Gerçi, evvelce de yazdığımız gibi, gerek çarşaf, gerekse Kur’ân kursu açılımlarının Atatürkçülük çerçevesine hapsedilmesi, rozet takılan çarşaflıların Atatürkçü olduğundan dem vurulması ve Kur’ân eğitimi verilmesi öngörülen çocuklara Atatürk’ü sevdirme şartının da koşulması, söz konusu açılımların inandırıcılığına ciddî şekilde gölge düşürdü.

Ama en azından, yakın zamana kadar CHP’nin hararetle sözcülüğünü yaptığı laikçi zihniyet tarafından “öcü” ve tehlike olarak gösterilmek istenen çarşafa, tesettüre, Kur’ân kurslarına karşı o cenahta var olan katı muhalefeti ve önyargıları kırma ve yumuşatma noktasında bu açılımlar işe yarayabilir.

Tabiî, bunun test edileceği alan, yüksek yargı.

Söz gelişi, AKP’ye açılan dâvâsında, bazı partili belediyelerin din eğitimine destek vermeleri ve dinî yayınlar yapmaları “laiklik karşıtı eylem” olarak nitelenip kapatma talebinin gerekçesi sayılırken, CHP’li belediyelerin mahalle evlerinde Kur’ân kursu açmaları halinde de Yargıtay Başsavcılığı aynı refleksi verecek mi?

Veya yine AKP’li belediyelerin Kur’ân kurslarına ve öğrenci yurtlarına yardım yapmalarını engelleyen Danıştay, CHP’li belediyeler benzer şeyler yaptıkları takdirde onlar için de aynı kararı alacak mı?

Gerçi işin o aşamalara gelmesi için CHP’nin nitelik ve nicelik olarak kayda değer ağırlıkta belediye başkanlıklarını kazanıp, ardından, açılımlarının gereği olan icraatları gerçekleştirmeye koyulması gibi bazı “küçük” şartların yerine gelmesi gerekiyor...

Bunlar olur ve CHP de yargı engeline takılırsa, o zaman derin bürokrasinin bu partiyle de arasının açıldığı sonucu ortaya çıkar ve öyle bir durumda birçok şeyin yeni baştan değerlendirilmesi gerekir.

Aslında AYM’nin başörtüsü ve AKP için verdiği kararların gerekçelerinde, CHP’nin açılım denemelerine dayanak oluşturabilecek ipuçları vardı.

Ancak bu açılımlara Sabih Kanadoğlu gibi “simge” bir isimden gelen itiraz ve muhalefet de ortada.

Bakalım, bu “derin çatlak” nasıl bir sonuçlanacak ve bu sonuç CHP’nin açılımlarını nasıl etkileyecek?

Buradan şu noktaya varabiliriz:

CHP bu açılımlarda samimî ise ve derin odaklarca engellenirse, mecburen o da sorunun temelinin ihtilâl anayasası olduğunu ve bu engel aşılmadan açılım yapmanın mümkün olmadığını görecek. Bu duruma düşmemenin çaresi ise, anayasa açılımını şimdiden yapmak.

20.02.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Kimse topu taca atmasın



Herkesin kafasındaki soruyu bir öğrenci Başbakan Tayyip Erdoğan’a sordu: “Bizi bu darbe anayasasından ne zaman kurtaracaksınız?…”

Öyle ya, 22 Temmuz seçimlerinden önce “Sivil anayasa yapacağız” diyerek yola çıkılmış, seçimlerin ardından da bilim kuruluna yeni anayasa taslağı hazırlattırılmıştı. Sonrasında partide kurulan çalışma gruplarında bu taslağa son şeklini vermek için toplantılar yapılmış ve 2008 yılının başında çalışmanın son aşamasına gelindiği duyurulmuştu. Ancak 2008 yılında yeni bir anayasa için hiçbir adım atılmadı. Değişiklik rafa kaldırıldı ve iki maddelik anayasa değişikliği gündeme getirildi. Sonrası malûm… Türkiye’nin ihtilâl anayasasından kurtulması için bir fırsat yakalanmıştı. Ancak irade eksikliği ya da izlenen yolun yanlışlığı sebebiyle yeni anayasa bir türlü gündeme getirilmemişti.

Bu aşamadan sonra hükümet yeni bir anayasa yapacak mıydı, yoksa bu anayasa ile Türkiye devam mı edecekti? Öğrencinin sorusu bu bakımdan önemliydi.

Erdoğan’ın “Nisan” yani seçimlerden sonrayı adres göstermesi anayasadan kurtulmayı isteyen birçok kişiyi heyecanlandırdı, sevindirdi, ümitlendirdi.

Ancak peşinden hem iktidar kanadından, hem de muhalefet kanadından gelen yaklaşımlar ümitleri kırdı. Ancak biz ümitsiz değiliz. Eninde sonunda Türkiye bu ihtilâl anayasasından kurtulacaktır. Bunu yapmak kime nasip olacak, mesele oradadır.

Erdoğan’ın “Nisan” dedikten sonra topu CHP’ye atması daha baştan topu taca atması anlamına geliyor. Başbakan bir değişiklik yapıldığı takdirde CHP’nin yine Anayasa Mahkemesine götüreceğini, bunun da ülkeyi yeni bir gerilime sokacağını söylüyor. Bunun için en azından “asgarî müşterek”lerde uzlaşılabileceğini ifade ediyor.

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu ise, zaten 1982 Anayasasının birçok maddesinin değiştirildiğini, 20-30 maddesinin daha değiştirilmesiyle 82 anayasasının muhtevasının da değiştirilmiş olacağını, böylelikle de “sivil bir anayasaya dönüşmüş olacağını” söyleyerek Nisan’dan sonra da “yeni ve sivil bir anayasa”nın hazırlanamayacağına işaret ediyor. Bu zaten yamalı bohça haline gelen 82 Anayasasına bir yama daha atmak anlamına geliyor. Böyle bir yama ile “1982 Anayasasının ruhu” hâlâ duracağı için 20-30 madde değiştirmekle sivil bir anayasa olacağını söylemek “aldatmaca” olarak önümüze çıkıyor.

Muhalefete gelince… MHP ve DTP temkinli davranıyor. CHP ise kesin “retçi”…

Oysa son günlerde açılım açılım üstüne açılım yapan, geçmişte hazırladığı anayasa taslaklarında “Devleti kutsayan 1982 Anayasası yerine bireyi baskılardan koruyan yeni bir anayasa yapılsın” diyen bir partiden beklenen peşinen “Biz yokuz” demesi değildir. Hiç değilse seçime kadar (!), kendi ezberini bozup, “Yeni anayasa yapılsın” açılımı yapmasıdır. Anayasa değişikliği için sadece “dokunulmazlıkları” konuşacaklarını, onun dışında başka değişiklikleri görüşmeyeceklerini söylüyorlar. Bu tavır hiç sürpriz değil. CHP’de kendinden bekleneni yaptı.

* * *

Uzlaşma komisyonuna bir parti grubu üye vermediği takdirde yeni anayasayı gündeme getirmek için “uzlaşma komisyonu”nun kurulamayacağı görülüyor. Zira, şu anda uzlaşma aramanın işi yokuşa sürmekten başka bir işe yaramayacağı da ortada. Çünkü, Toptan’ın partiler arası uzlaşma komisyonu kurma girişimlerine CHP daha öncede üye vermemişti.

Bu aşamadan sonra başka formüller aramak gerekiyor. Bunun için de TBMM Başkanı Köksal Toptan’a büyük görev düşüyor. Yeni anayasa hazırlanırken de toplumu oluşturan bütün kesimlerin görüşlerinin dikkate alınması gerekli. 82 Anayasasından “ihtilâl anayasası” olarak bahsedilirken, yeni anayasadan da “AKP anayasası” diye bahsedilmemesine meydan vermemek gerekir.

Şu anda görülen manzara şu: “Anayasanın tamamını ihtilâlciler değiştirebilir, ama milletin seçtiği Meclis değiştiremez…” Bunun başka izahı yok. Bunda bir garabet yok mu? Herkes suçu başkasında arayacağına dönüp kendine bir bakmalı. “Nerede hata yaptım? Niye bu noktaya geldi?” diyerek özeleştiri yapmalı. Artık Türkiye 27 sene sonrada olsa yeni bir anayasayı yapmayı başarabilmeli. Bu olursa demokrasinin zaferi olur. Meclis’i böyle bir görüntüden kurtarmakta yine Meclis’e düşüyor.

Sözün özü… Türkiye’nin artık ihtilâl anayasasından kurtulması gerekiyor. Yeni anayasa yapmak için da kararlılık ve irade gerekiyor. Çünkü, demokrasi ve özgürlükler kararlı olunduğu zaman genişler. Türkiye’nin öncelikli meselesi demokratik ve özgürlükçü bir anayasa olmalıdır. Türkiye’nin pek çok meselesinin çözümü de yeni anayasanın hazırlanabilmesinde yatmaktadır. Hiçbir bahane artık yeni bir anayasanın yapılmasını engellememelidir.

20.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İslâmı doğru tanıtmaya muhtacız



Büyük İslâm âlimleri sadece hayattayken değil, vefatlarından sonra da dine hizmet ediyorlar. Konya’da medfun bulunan Hz. Mevlânâ, bilhassa ‘yabancı’ların İslâmla buluşmasına vesile oluyor. Hayattayken “Ne olursan ol, (İslâma) gel!” diyen Hz. Mevlânâ’nın bu çağrısı günümüzde de karşılık buluyor.

Çoğu zaman Konya’yı ziyaret eden ‘turist’lerin İslâmla müşerref olduğunu duyarız. Hz. Mevlânâ’nın eseri “Mesnevi”nin de gerek Avrupa ve gerekse Amerika’da “en çok okunan eserler” arasında olduğu malûm. Bir yönüyle bakıldığında Hz. Mevlânâ’nın yabancılar nezdinde daha fazla okunduğu da söylenebilir. Bunca aleyhte propagandaya rağmen, Hz. Mevlânâ’nın eserlerinden etkilenerek İslâm’a teslim olanların sayısının artması, “İslâm’a davet edenler”e daha fazla vazife düştününü de gösteriyor. Nasıl ki Hz. Mevlânâ’nın “Mesnevi”si yabancıların Müslüman olmasına vesile oluyor, çağımızın Mevlânâ’sı Bediüzzaman’ın eserleri de aynı vazifeyi yapıyor. Geçen yıllarda yapılan bir araştırma, Müslüman olan ‘yabancı’ların büyük bir kısmının, Risâle-i Nur vesilesiyle bu bahtiyarlığa eriştiğini ortaya koymuştu...

Hz. Mevlânâ’dan ve eserlerinden etkilenen ABD, İsviçre, İtalya, İsveç ve Meksikalı 7 kişinin Müslüman olması, Konya’da faaliyet gösteren Çetiner Müzik Film Yapım tarafından belgesel hâline getirilmiş. Firmanın sahibi Hikmet Çetiner, Işığa Gelenler (Who Find The Light) adlı belgeselin 40 dakikalık olduğunu kaydediyor.

Belgesele konu olan 7 muhtedi, Hz. Mevlânâ ve ardından İslâm ile nasıl tanıştıklarını ve hayatlarında ne gibi değişiklikler olduğunu belgeselde anlatmışlar. (AA, 18 Şubat 2009)

İsviçre’den Peter Cunz, şöyle demiş: ‘’Arkadaşlarla Mevlânâ Müzesi’ni ziyaret ettik. Kendimi farklı bir atmosferde buldum. İsviçre’ye döndüğümde aklım burada kaldı. Bir süre sonra Konya’ya yine geldim ve Mevlânâ’yı araştırdım. Mevlânâ’yı araştırırken aslında İslâmı araştırdığımı anladım. Mevlânâ’nın felsefesi İslâmın kendisidir. Mevlânâ, İslâmdan farklı bir şey söylemiyordu. Müslüman olmaya karar verdim. Çünkü Mevlânâ’yı anlamanın yolu İslâmdan geçiyordu.’’

Daha önce tutucu bir Hıristiyan olduğunu ifade eden Anna Regard Cunz ise şöyle demiş: ‘’Zamanla bazı sorularımın cevabını Hıristiyanlıkta bulamadım. Eşimden de etkilenerek İslâmı ve Mevlânâ’yı inceledim. Aradığım cevapları İslâmda buldum. İslâm birdir. Önemli olan onu doğru anlamak.’’

Meksikalı Federiko Stocktan’ın tesbitleri de şöyle: ‘’Mevlânâ’nın yolu bizi İslâma ve güzelliğe götürdü. Dünya zulümlerden, savaşlardan ve sevgisizlikten ancak Mevlânâ’nın felsefesi ile kurtulur.’’

ABD’li Sher Gamard şöyle konuşmuş: ‘’Eşimle namaz kılıyorum. Bütün sıkıntılarımdan kurtulup huzura kavuşuyorum. Mevlânâ’nın eserlerini, Kur’ân-ı Kerim’i okudum. Çok önemli mesajlar var. İnsanların mutluluğu, İslâmın emirleri, Hz. Muhammed’in sözleri ve Mevlânâ felsefesindedir.’’

İsviçreli Brigitte Schlappi: ‘’Mevlânâ’yı anladıkça ferahladığımı hissettim. İslâmla tanıştım. Müslüman oldum. Yaradan’ı seven insana dünyada umutsuzluk yoktur.’’

İtalyan Monica Belli’nin tesbiti ise şöyle olmuş: “Mevlânâ’yı tanımadan önce İslâmı farklı biliyordum ama Mevlânâ’nın eserlerini okudukça düşüncelerim değişti. Mevlânâ İslâmı anlatmak için anahtar.’’

Şunu tesbiti hiç unutmamalıyız: Doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ortaya koyabilirsek İslâma teslim olanların sayısı çığ gibi artacak...

20.02.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

İslâmın yayılması engellenemez



Avrupa’da İslâmiyet gün geçtikçe yayılıp kuvvet kazanıyor. Bediüzzaman’ın “Avrupa bir İslâm devletine hamile” müjdesi adeta gerçekleşme emareleri gösteriyor. Bu pek tabiî ki biz Müslümanlar için müjdeli ve sevindirici bir gelişmedir.

Ancak olaya bazı Avrupalılar cihetiyle baktığımızda, onların bu husustan pek memnun olmadıkları görülecektir. Avrupa’nın bu kısmı gün geçtikçe güç kazanan Müslüman varlığından rahatsız oluyor ve Müslümanların Avrupa’da gelişip, yerleşmemesi için elinden geleni yapmaya çalışıyor.

Bunun son örneği bugünlerde İngiltere’de kabul edilmek istenen yeni bir anti-terörizm stratejisi.

Sözkonusu strateji kelimenin tam anlamıyla İngiltere’deki Müslümanlara hayatı dar etme ve düşünce biçimlerini kontrol altına alma niyetiyle geliştirilmiş.

İngilizlerin, Contest 2 (Mücadele 2) şeklinde adlandırdığı anti-terörizm stratejisi, Bush liderliğindeki Amerika Birleşik Devletleri’nin “war on terror” yani “terörle savaş” stratejilerine taş çıkartacak mahiyette.

Bu yeni anti-terör stratejisine göre “radikal” yahut diğer deyişle “ekstremist” tanımı oldukça genişletiliyor. Meselâ yeni stratejiyle birlikte, şeriata ve cihad kavramına inananlar, homoseksüelliği bir günah olarak kabul edenler, Irak ve Afganistan’daki işgal güçlerinin öldürülmesini kınamayan yahut buna tepkisiz kalanlar İngiliz hükümeti tarafından “radikal” olarak yaftalanacaklar.

İngiliz Guardian gazetesinin 17 Şubat’ta yayınladığı anti-terör stratejisinin detayları bu yeni planın İngiltere’deki Müslümanların nefes almalarını zorlaştıracak bir plan olduğunu açıkça gösteriyor.

Gelecek ay içinde uygulanması planlanan stratejinin temel amacı radikalizm tanımının kapsamını hükümetin belirlemiş olduğu “İngiliz değerlerini” paylaşmayan yahut bunlarla çatışan zihniyete doğru genişletmek olarak açıklandı. Diğer deyişle bu “İngiliz değerlerini” (British values) benimsemeyen vatandaşlar, hükümetin gözünde radikal olarak adlandırılacaklar.

Bu kapsamda cihad kavramına inananlar ile sözgelimi Filistinlilerin işgal edilmiş toprakları için savaşmasını destekleyenler de “radikal” olarak yaftalanacaklar.

Sözkonusu strateji bu düşünceleri taşıyanlar için herhangi bir kanunî ceza öngörmese de bu kişilerin “dışlanacağı” ve kamu fonlarından faydalanmasının engelleneceği belirtiliyor.

Birleşik Krallık’ta bugün yaklaşık 2 milyon Müslüman’ın yaşadığı tahmin ediliyor. Bunların çoğunluğu Asya kökenli Müslümanlar...

Bu yeni anti-terör stratejisine baktığımız zaman neredeyse bu 2 milyon Müslümanın hepsi radikal olarak yaftalanacaktır. Zira hangi Müslüman şeriata, cihada, homoseksüelliğin günah olduğuna inanmaz, yahut Filistinlilerin haklı mücadelesine ve işgal güçlerinin püskürtülmesine destek vermez ki!?

Bırakın İngiltere’deki 2 milyon Müslümanı, İngilizlerin dahice (!) geliştirdikleri bu yeni strateji ve tanımlar adeta dünya üzerindeki bütün Müslümanları radikal ve ekstremist olarak yaftalıyor...

İngiltere’de bazı sağduyulu hükümet yetkilileri yeni anti-terör stratejisini “boş, gereksiz” ve hatta “kışkırtıcı” bulduklarını dile getiriyorlar.

The Guardian gazetesine konuşan bu yetkili, sözkonusu stratejinin terörle mücadeleye destek veren Müslümanları bundan soğutacağını, Müslümanlar üzerinde baskıları arttırmak isteyen aşırı sağ görüşlü İngilizlere de kuvvet katacağı görüşünde. Britanya Müslüman Konseyi de yaptığı açıklamada, sözkonusu stratejiyle birlikte Müslümanların daha da yabancılaştırılacağı ve baskıların artacağını düşünüyor.

Bu konuda da haklılar. İngiliz hükümeti geçtiğimiz Temmuz ayında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi tarafından bu konuda uyarılmıştı. Komite hükümetin anti-terör politikalarını anti-İslâm düşüncesine kuvvet verdiği gerekçesiyle eleştirmişti.

Ancak görünen o ki, İngiliz hükümeti bu uyarıyı dikkate almamış... Ancak görecekler ki; yeni strateji terörle mücadelede fayda getireceği eldeki bazı kazanımları da götürecek ve entegrasyona zarar verecektir.

Avrupa, İslâmiyeti ve Müslümanları kabul etmek ve asimile etmeye çalışmadan entegre etmenin yollarını geliştirmek zorunda. Müslümanlar da tabiî ki yaşadıkları toplumun değerlerine karşı olmadan, kendi değerlerini de yaşatarak entegrasyona hevesli olmalı.

İslâm bütün dünyanın olduğu gibi Avrupa’nın da gerçeğidir. İslâm bütün dünyanın dinidir... İslâm’ı, bırakın ülkelere; kıt'alara ve hatta âlemlere bile hapsetmek imkânsızdır.

Bu realiteyi kabul etmek gerekiyor...

20.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Dinsiz yaşanmıyor...



18. ve 19. yüzyıl Avrupa’sını kasıp kavuran “semâvî din karşıtı” alevlerin 20. yüzyıl ortalarında düşüşe geçtiğini yazan analizcileri, tarihi vakıâlar tasdik ediyor. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı’nın insâniyet cephesinde açtığı dehşetli boşluk, derin ve büyük tahribâtların, dinsiz felsefenin bütün çabalarına rağmen bir türlü telâfi edilememesi, Üstadımızın Birinci Cihan Harbi öncesi ve İkinci Cihan Harbi sonrasındaki tesbitleriyle, beşerdeki “hakikî din” ihtiyacını daha da şiddetlendirdi. O şiddetin sancılar, zamanımızın eteklerine vurarak, yeni yeni doğumları, neşv-ü nemâ ve zaferleri haber veriyor.

Semâvî dinleri hedef alan “saldırgan dinsizlerle” ilgili son haberi duymuşsunuzdur. İngiltere’de şehir taşımacılığında kullanılan otobüslere reklâm veren saldırgan ateistler, Allah ve ahiret inancını inkâr ederek, ateistlerin tedirgin olmamalarını salık vermişler. Nefislerine râm olarak yaşamayı tavsiye etmişler.

Avrupalı agresif ateistlerin inkâr propagandaları, bu cephedeki paniği haber veriyor. Kiliseler ise, mânevî gelişmelerden memnuncasına, bu tür reklâm panolarını istihzâ ile karşılaşıyorlar. Londralı Darwin ile Freud’un düşünce bazında son zamanlarda köşeye sıkıştırılmaları, fikrî cephede ateizmi bunaltmışa benziyor. Ne yazık ki, bu fikrî çöküntüyü gizlemek üzere, masonların da destekledikleri neoliberaller, sefâhet ve ictimâî kaoslarla farklı bir cepheden Avrupalı dindar, insaniyetperver ve ehl-i ilmine taarruza geçiyorlar. İtiraf edelim ki, bu cephedeki taarruzdan günümüz insaniyetinin Avrupa’da aldığı yara, İkinci Dünya Savaşını tedâi ettiriyor.

Londra’ya karşın Berlin’deki dindarların geliştirdikleri son bir karşı ataktan bahsetmek istiyoruz. Bildiğiniz üzere, Almanya’yı mağlûp eden müttefikler, bu mağlûp coğrafyadaki kiliseye karşı güçlere yakın durdular. Eyaletlerin teşkilinde, anayasaların düzenlenmesinde ve devleti dizayn ederlerken, terazi Hıristiyanlık karşıtını ağır tartıyordu.

1948’de eyaletlerle ilgili yapılanma ve anlaşmalarda Berlin ile Bremen eyaletlerinde, din derslerinin “düzenli branş dersi” olarak verilmemesine karar verilmişti. O günden bugüne bu eyaletlerde din dersinin tahtına Felsefe veya Ahlâk Bilgisi dersleri oturmuştu. Gençlerde ve bilhassa talebelerde görülen aşırı bozulma, ahlâksızlık ve saldırganlık; ister istemez ilgilileri çeşitli arayışlara sevk etti. Başvurulan çarelerin başında da, din dersinin felsefe ve ahlâktan bağımsızca “dinî cemaatlerce” okullarda verilmesi için teşebbüse geçildi. Başkent’te dinsizlerin ve ahlâksızların büyük tepkisiyle karşılaşan bu girişim, yakın bir zamanda halk oylamasına gidecek. Ortaya çıkacak neticeden ziyade, konunun bu şekilde gündeme gelmiş olması, semâvî dinler için bir zaferdir. Hadisenin en sevindirici yönü de, kilise, havra ve caminin aynı noktadaki ittifakları ve teşebbüse destek çıkmalarıdır.

Türkiyeli münafık dinsizlerin desteğiyle, Alman kamuoyunun “Kur’ân Kurslarıyla” korkutulmaya çalışılmasını artık “geleneksel” karşılıyoruz. Bazen Müslümanları radikalleştirip resimlerini çeken ve bazen de Müslümanlar arasındaki şazz hâdiseleri umumîleştiren münafık dinsizler, elde ettikleri resimlerle az da olsa başarılı oluyorlar. Bütün semavî din mensuplarının bu noktaya dikkat etmesi gerekiyor. Bilhassa bazı siyasal İslâmcıların müfrit hareketlerini İslâma ve Müslümanlara mâl etmelerine fırsat vermemek lâzımdır.

20.02.2009

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Sevgi... Sevgi... Sevgi!..



Mensubiyet yahut ait olmanın gittikçe genişleyen ve yükselen halkaları, daireleri…Gerçekte ise Nur-u Muhammedi’nin (asm) Nurundan bir aydınlık, bir ışık…Onun sevilmesi… Öyle bir muhabbetin neticesinin açılımı bir sevgi ve kucaklama ki kâinatı ve müştemilatıyla ahireti netice vermiş: (Cellecelalühu) Eğer O sevmeseydi demek ki varlık âlemi diye bir şey olmayacaktı…

Zerreden şemse, fertten topluma insaniyetin, hayvanların ve bitkilerin hayatı sevgi ile başlıyor, sevgi ile bitiyor.. Maddî olarak vasıflandırdığımız varlı âleminin bile en küçük yaratılmış yapılandırılmaları olan çekirdekleri etrafında nihayetsiz bir aşk ve sevgiyle Allah’ı zikir ve tesbih etmelerin de bir nev'î kâinatın sevgi yumağıyla sarılmasının ve dağılmasının sonsuz ifadelerini görüyoruz…

Maddî ve nazarî âlem böyle iken hayattar ve can taşıyan her mahlûk elbette ki muhabbetin, sevginin odak noktalarını ve barınma merkezlerini teşkil eden ortaya koyan: Akıl, ruh, kalb, vicdan ve diğer bütün lâtife-i Rabbaniyenin aslını esasını ve hareket noktalarını tek kelimeyle muhabbet, sevgi anlatmaktadır, ifade etmektedir…

Bugün için ilmin kesin olarak ispatlanmış ifadesiyle: İnsan beyni yaratıcısını tanımak ve O’nu sevmek için yaratılmıştır. En önemli idarî sistematik görevli organımız beynimizde, diğer organlarımız ve duygularımız da olduğu gibi fıtrî olarak sevgi ve muhabbeti gösterdiği gibi bunun zıddı olan her türlü hali reddeder… İllâ ki uyuşturmak ve uyutmak vuku bulsun… Sevgi, muhabbet sonradan elde edilemez, sonradan kazanılamaz… Yeter ki Cenâb-ı Rahim-i Mutlak olan Rabbimizin beynimize, kalbimize, ruhumuza, aklımıza ve lâtifelerimize yerleştirdiği sevgiyi, muhabbeti kötü anlayış, kullanım ve su-i istimalle değiştirmeyelim ve yönlendirmeyelim… Bütün dünyayı ve metaını baraj gibi önüne set yapıp önünü kapattığımız sevgimizden, muhabbetimizden Allah ve ahiret hesabına ne bekleyebiliriz ki…

İşte anahtar kelime ve sevgiyi elde edip açılımlarının sergileneceği sözcük: İman…Allah’a hakkıyla iman eden ve bunun gereğini yapan hayattar her mahlûk elbette ki sevgi, muhabbet seli ve deryasının içindedir. Büyük bir huzuru ve saadeti elde etmiştir…

Kâinat misali başlangıcımız sevgi olduğu gibi sonumuzda sevgiyle olsun, Allah bizleri muhabbet ve sevgisinden uzaklaştırmasın İnşallah…

20.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

En büyük rütbe: Allah’a kul olmak



Altıncı Söz’de Allah’a kul ve asker olmanın ne kadar büyük bir rütbe olduğu anlatılır. En büyük şeref ve rütbe olan bu makam kulun dünyada ulaşabileceği en büyük mutluluktur aynı zamanda. Falan meşhurun veya filanın adamı ve yakını olmak insana bir itibar ve değer kazandırıyorsa, on sekiz bir âlemin sahibi ve yöneticisi olan sonsuz güç sahibi Allah’a kul ve asker olmanın, O'nun adına hareket etmenin insana ne kadar büyük şeref ve itibar kazandırdığını bir düşünün.

İnsan ya Allah’a kul ve asker olmanın şerefiyle, ya da nefis ve şeytana kul ve köle olmanın zilletiyle yaşayacak.

Allah’a kul ve asker olma şeref ve itibarına Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberler toz kondurmamış, Allah’ın gösterdiği dine sımsıkı sarılmış, o yoldan ayrılmamışlardır. Bir âyette dikkat çekildiği gibi her ne kadar müşriklere ağır gelse de Resûl-i Ekrem de (asm) “Dini dosdoğru muhafaza edin ve onda ayrılığa düşmeyin” emrine uyarak istikametten zerre kadar ayrılmamıştır. Yine aynı âyetin, “Kendisine yönelen kimseyi doğru yola iletir”1 sırrınca ona uyanlar da ebedî saadete götüren doğru yolda ilerlemişlerdir.

Her hususta doğru yolu, dosdoğru olmayı gösteren dinin temelini Tevhid hakikati teşkil eder. Allah’ı birlemek, bir kabul etmek, O'nun dışında ilâh ve Yaratıcı kabul etmemek… Sonra da O'nun emir ve yasakları çerçevesinde hayat sürmek…

Allah, kullarından emrini tutup yasaklarından kaçınmayı, yani ibadeti istemektedir. Bir âyetinde, “Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum; Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır”2 buyurur.

Bu âyetler insanın, kendisini yaratıp sayısız nimetlerle besleyip büyüten, hiçbir şeye muhtaç olmayan Yaratıcının sadece emirleri istikametinde hayat sürmesi gerektiğini göstermektedir. Rızkı veren O'dur. Kullarını doyurmak, onların rızıklarını vermek O'na aittir. O halde rızkı bahane edip de ibadet terk edilmemelidir. Hele hele Allah’ın dışında hiçbir şey ibadet ve pereştiş edercesine O'nun sevgisinin yerine konmamalıdır. Cenâb-ı Hak uyarır kullarını: “Ben size emretmedim mi, ey Âdemoğulları, ‘Şeytana kulluk etmeyin, o sizin ap açık düşmanınızdır. Bana kulluk edin; doğru yol işte budur’ diye? Cidden o pek çoğunuzu saptırdı. Akıl edemediniz mi?”3 diye uyarır.

Demek hayat Allah’a kullukla anlam ve değer kazanır.

Dipnotlar:

1- Şûrâ Sûresi: 13.

2- Zariyat Sûresi: 56-58.

3- Yasin Sûresi: 60-62.

20.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Batının ifsat silâhı: Basın-yayın (2)



4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanununun muhtevâsını yansıtan en önemli maddesi, “Asayişi bozan her türlü irticâ ve isyana yönelik teşvik ve yayınlar Cumhurbaşkanının tasdiki ile yasaklanabilir. Sanıkları hükümet İstiklâl Mahkemesine verebilir” şeklindedir.

Bu kanun binlerce kişiyi öldüren, hapseden, ortadan kaldıran, yok eden Fransız İhtilâli’nin “Şüpheliler Kanunu”na benzetilir. 6 Mart 1925’te Bakanlar Kurulu kararı ile içinde Sebilürreşâd da dâhil altı gazete kapatılır; birçok gazeteci tutuklanır.

1930’lara kadar çıkan gazetelerin özelliklerinden en önemlilerini şöyle sıralayabiliriz: Hilâfetin ilgası, harf inkilâbı, Şapka İktısa’ı Kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması ve sâir ilke ve inkılâpların yerleşmesinde vazife almaları ve almaya icbâr edilmeleridir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, muhalefet edenler, “cebren ve hileyle” susturulur.

Bu arada, ilke ve inkılâpların yerleştirilmesinden müdafaasına günümüze kadar çetin bir mücadele veren ve isim babalığını M. Kemal’in yaptığı Cumhuriyet gazetesine bir paragraf açmak durumundayız:

Gazete 7 Mayıs 1924 yılında, Yunus Nâdi, Zekeriya Sertel ve Nebizâde Hamid tarafından kurulur. En büyük ortağı ve daha sonraki sahibi Yunus Nâdi. Bu gazetenin en önemli özelliği, bilhassa laikliğin “dinsizlik” mânâsında tatbiki için olmadık yayınlar yapmasıdır. 1913 yılında, şahsî parasıyla “Softalar ve Medreseler” isimli bir broşür çıkaran Ali Naci (henüz 17 yaşındadır) Yunus Nâdî himâyesinde gezeteciliğe başlıyor ve 3 Mayıs 1950’de Milliyet’i çıkarıyor.

Harf İnkılâbı ile kitapçılık dahil basın hayatı büyük bir darbe yemiştir. Baskı ve tirajlar çok büyük düşüşler gösterir. Devlet, ilke ve inkılâpları destekleyen gazetelere mâlî destek yaptığı halde, birçok gazete ve dergi kapanır.

Şimdi 1931 tarihli ve 1881 sayılı Matbuât Kanunundan bir madde sunalım: “Padişahlık veya Hilâfetçiliğe veya komünistliğe veya anarşistliğe kışkırtan yayınlar yasaklanmıştır...”

Fakat, komünistlik ve anarşistlik yasağı sözdedir, fiiliyâtta alabildiğine serbesttir. Ve ayrıca iktidarın nezaretinde, basın yoluyla da palazlanır. Devlet politikası zaten dinden sıyrılmaktır. Hedef “sosyalizm ve bolşevizm” kanunlarını yerleştirmektir. Bunun yanında, îmâ yoluyla dahi olsa dinî neşriyâta asla müsaade edilmemektedir.

Bu sıralarda, gazetelerde bulunan bütün dinî yayınları, yazıları, tefrikaları yasaklayan bir tamim neşredilmiştir. “Allah” lâfzını yazmak bile suçtur. “Bey, paşa, ağa, efendi, hacı, hoca, şeyh” gibi sıfatları bile neşretmek cezâyı mucip bir harekettir. Bu kanuna göre “Hükûmet, istediği zaman istediği gazeteyi kapatabilir.”

İstibdat ve diktatörlük devri 1948’lere kadar devam eder. Tabiî ki, devletten icâzetli, destekli, teşvikli olmayan basın yayın organlarının en büyük handikaplarından biri de 163. maddedir. 141-142. maddeler ise, çoğunlukla işlemez. Çünkü devlet politikası, o istikamette seyrediyor. Ancak, belli devrelerde, “sağ basına veya sağcılara” gözdağı vermek, âdil davranıldığını göstermek için, göstermelik olarak bu maddeler mevzubahis olur. 163. madde millî ve mânevî değerlere sahip basının ve basın mensuplarının tepesinde, Demoklesin kılıcı gibi asılı durur. Pek çok basın mensubu 163. maddeye muhalefetten tutuklanır, hapse atılır.

20.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Uğursuzluk inancı



Vahdettin Bey: “Dinimize göre eşyada uğur-suzluk var mıdır, yok mudur?”

Eşyada uğursuzluk var sayma, hemen bütün bâtıl din ve inanç sistemlerinde az-çok bulunan, yer yer Müslüman toplumlara da bulaştığını gördüğümüz bir hurâfedir. İslâmiyet özde böyle hurâfelerden münezzehtir. Çünkü İslâmiyet tevhid dînidir.

Müslüman hayrı da, şerri de Allah’tan bilir ve bekler. Hayır ve şer Allah’tan beklendiği zaman, eşya kendi zatında uğurlu veya uğursuz olarak devreye girmez. Eşya yalnız bir araç olur. Ana- hatları itibariyle bu aracı iyi kullanmak hayır getirir; kötü kullanmak şer getirir. Dolayısıyla bizim kullanımdaki eksikliğimizden kaynaklanan bir kusuru ve hatâyı eşyaya atfetmek ve onu uğursuz ilân etmek doğru değildir.

Bazı şeylerde uğursuzluk tevehhüm edenler, bu hususta Allah’a müracaat etmeyi unuturlar. Eşyanın uğursuzluğuna baştan teslim olurlar. Bu ise hakîkat-ı hâle muvafık bir anlayış olmadığı gibi, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına karşı da edepsizlik anlamı taşır. Meselâ Salı günü yola çıkan birisinin, işi ters gittiğinde bunu Salı gününün uğursuzluğuna yorması; evinin saçağına baykuş konan birisinin, bundan şer bir mânâ çıkarmaya çalışması; köpeğin uluduğunu işiten birisinin, bunu bir yakınının öleceğine yorması, Hâlık-ı Rahîm’le kendisi arasına bi-linçsiz eşyaları koymak gibi aslında şirki de içeren bir sû-i edep davranış olmaktadır. Bu tarz yorumların hakîkatla ve gerçekle hiç alâkası olabilir mi? Müslüman’ın îmanî yakîniyle de çelişen bu zan ve vehim, ne yazık ki vahim ve fâhiş bir hatâdan başka bir şey değildir. Câhiliyet devri Arapları da kuşları ürkütürler, kuşlar sol tarafa giderlerse uğursuz sayarlar; baykuşun ölünün ruhundan meydana geldiğine inanırlar; insan karnında, acıkınca insanı öldüren bir yılan var sayarlardı. Müşrikler en ciddî işlerini bile böyle uğursuzluk telâkkîlerine göre tan-zim ederlerdi. Ama hiç olmazsa bu telâkkî tarzı onların inançları ile örtüşüyordu.

İslâmiyet uğursuzlukla beraber kehâneti, sihir yapmayı, büyücülüğü, falcılığı, sebeplerden şifâ ummayı da yasaklamıştır. Çünkü bütün bunlar aslı-esâsı olmayan, hakîkat-ı hâl ile çelişen ve her şey bir yana Tevhid inancı ile bağdaşmayan bâtıl inançlardır.

İbn-i Abbas’tan rivâyet edilen uzun bir hadîs-i şerif vardır: Resûlullah (asm) buyurdu ki: “Bana bütün ümmetler gösterildi. Bir-iki peygamber yanlarında onar, yirmişer, otuzar, kırkar ümmetleriyle beraber önümden geçmeye başladılar. Bir peygamber de yanında bir ümmeti bile olmaksızın geçti. En sonunda uzaktan büyük bir karaltı gösterildi. ‘Bu karaltı nedir? Bu benim ümmetim midir?’ diye sordum. Bana, ‘Bu, Mûsa Peygamberle kavmidir’ denildi. Sonra bana; ‘Ufka bak!’ denildi. Ufka bakınca ufku dolduran büyük karaltılar gördüm. Sonra, bana; ‘Semâ ufuklarının şu tarafına, bu tarafına da bak!’ denildi. Bir de ne göreyim; büyük karaltılar baştanbaşa ufku kaplamıştı. Bana; ‘Bu senin ümmetindir; bunlardan yetmiş bin kişi hesâba çe-kilmeden Cennet’e gireceklerdir’ denildi” buyurdu ve mübarek odasına çekildi. Hesaba çekilmeden Cennet’e gireceklerin vasıfları hakkında mecliste bulunanlara bir şey söylemedi. Meclistekiler dağıldı. Ama aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Biz Allah’a îman edip Resûlüne ittibâ eden kimseleriz. Demek biz Cennet’e hesapsız gireceğiz!” Bazıları da: “O bahtiyarlar bizim evlâtlarımızdır. Onlar İslâm toplumunda dünyaya gelmiş olacaklardır. Biz ise câhiliyet içinde doğduk” diyorlardı. Bu münâzarâyı Allah Resûlü (asm) işitmişti. Hemen hâne-i saadetten çıktı ve şöyle buyurdu: “Cennet’e hesapsız girecek mü’minler sihir yapmayanlar, eşyada veya varlıklarda uğursuzluk görmeyenler, şifâyı doğrudan Allah’tan bekleyenler ve her hususta Allah’a tevekkül edenlerdir.”1

Burada üç önemli nehy görürüz: Sihir, uğur-suzluk ve Allah’tan başkasından şifa beklemek. Bir de emir var: Her hususta Allah’a tevekkül etmek. Yani önceki üç hurâfenin karşısında Allah’a tevekkül etmek emredilmiştir.

Uğursuzluğu nehy eden Allah Resûlü (asm) tefeülü tasvip etmiştir. Ebû Hüreyre’den (ra) gelen bir rivâyette Allah Resûlü (asm); “İslâm’da teşeüm (uğursuzluk) yoktur; en hayırlısı ise tefeüldür” buyurmuş; mecliste bulunanlar: “Tefeül nedir yâ Resûlallah?” dediklerinde ise: “Güzel sözdür” buyurmuştur.2

Buna göre eşyanın hareketlerini şerre yormak, yani uğursuz saymak câiz değildir; hayra yormak, yani güzel mânâlar çıkarmaya çalışmak ise câizdir. Mü’min bir şey hakkında yorum yapacaksa ya hayra yormalı, ya da susmalı; şerre aslâ yormamalıdır.

Dipnotlar:

1- Buhârî, 12/1926.

2- Buhârî, 12/1936.

20.02.2009

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Her eve bir kedi!



İslâm’ın ilk emrinin “Oku!”1 olması itibarıyla, kâinattaki her şeyi okumak lâzımdır. Hikmetlerle, sırlarla ve kudret-i mutlaka ile örülmüş bir âlemde yaşıyoruz. Böyle bir âlemin sahib-i hakikîsi Hz. Allah, Kur’ân’ın müteaddit yerlerinde “tefekkürü” hatırlatıyor. Çok dürbünler var, fakat bu tefekkür dürbünü çok farklı. Tefekkür, her şeyin mihrak noktasına ve can alıcı yerine götürmektedir.

Gıybet, dedikodu, iftira ve yalanın alabildiğine gittiği bir âlem çarşısında bulunmaktayız. Ne hazindir ki, bunları bir lezzet haline getirenler var. Bunun için “hüsn-ü zan ve sû-i zan” ayrı bir konu. Fakat bizde derler ki; “Çocuk olan yerde gıybet olmaz”, doğrudur. Fakat son dönemlerde bazı mekânlarda şahit oldum, mübarek kediler bu mevkii almış durumdalar. Çünkü çocukların bulunmadığı ve çıkamadığı mevkilere kedi çıkmakta, görülmekte ve kendinden korkanları ayağa kaldırmaktadır. Gelin birlikte biraz bakalım.

25 büyük ırk ve 230 kemikten müteşekkil kediler, dünyanın her yerinde farklı şekillerde görülmekte. Başlı başına okunması gereken bir kitap! Her hâlinin okunması ve tefekkür edilmesi gerektiği düşünüldüğünde, gıybetin kapısını da kapamaktadır! Meselâ bıyıkları, kedinin yolunu bulmasına yardımcıdır. Bıyıklar öyle duyarlıdır ki, en ufak bir esintide, hava akımında kedinin yönünü değiştirmesini, yanlış yöne gidiyorsa doğru tarafa dönmesini sağlayabilir. Gece evin içinde dolaşırken zifiri karanlıkta hiçbir yere çarpmadan ve hiçbir şeyi devirmeden yürüyebilirler, yani radar gibiler. Uzaktan gelen mesajlar veya hareketler, bıyıklar tarafından ânında tesbit edilir, burun çevresine bir yelpaze gibi yayılır. Ayrıca kediler insanlardan ve köpeklerden daha iyi işitirler. İnsanlar 20 Hz, köpekler 40 Hz’e kadar sesleri işitir. Ama kediler için bu sınır 60 Hz’dir. Metrelerce uzaktaki bir böceğin yürüyüşünü ânında hissederler. Depremlerde ilk haberi alan kim?

Bir hakikat misâli daha: Çağımızın Mevlânâsı Hz. Bediüzzaman şöyle der: “Ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meş’ur hislere, hata ederek, ahmakçasına, ‘sevk-i tabiî’ diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nev'î ilham-ı fıtrî olarak, insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevk ediyor. Meselâ, kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.”2

Âyette “Her şeyin kendi lisânıyla Allah’ı zikrettiği”3 ifade edilir. Yine tefekkürî işârât var. Kedilerin mırmırlarına veya hırıltılarına bakın, yine Hz. Bediüzzaman nasıl yakalamış, görmüş ve dinlemiş: “..Yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket sûretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dinlesen, ‘Yâ Rahîm, yâ Rahîm’ çektiklerini anlarsın.” 4

Kedi yarışmaları, kedi bakımları, kedi mamaları, kedi kumları vs. var. Sitelerde kedi, tarlada kedi, soğukta sıcakta kedi, kıskanmada kedi, sevgide kedi, bizde kedi ve can dostlarımızın evinde kedi, yani bizlere en yakın hayvan arkadaşlarımız gibiler. Fakat bütün bu ihtimamlara ve bakımlara rağmen onda bir his var Rabbine karşı; nedir o? “Kedi seni sever, tazarru eder—senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muârefe (tanışma) yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün’im-i Hakikîye şükran hisleri vardır. Çünkü, fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı hâlleriyle ibadetini yaparlar-şuur olsun, olmasın.” 5

Bu itibarla her eve bir kedi dedik, İnşaallah tenkit edilmeyiz. En çok hadis rivâyet eden büyük sahabi Hz. Ebû Hureyre’dir (ra). Acaba “kedicik babası” mânâsına gelen bu ismi ona kim koymuş ve neden konulmuş?

Dipnotlar:

1- Alak Sûresi: 1

2- Mektubat, 28. Mektub.

3- Secde Sûresi: 7

4- Mektubat, 16. Mektub

5- Mesnevî-i Nuriye, B. S. Nursî

20.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır