|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Anayasa tutukluğu |
|
Başbakan, “Darbe anayasasından ne zaman kurtulacağız?” sorusuna “Nisan’da” karşılığını vermiş. Bu cevap ilk bakışta, AKP’nin dört buçuk yıllık iktidarında hiç gündeme gelmeyen, 22 Temmuz’dan sonra ise ucundan kıyısından getirilir gibi olduğu halde tepkiler üzerine hemen rafa kaldırılan sivil anayasa projesinin 29 Mart yerel seçiminden sonra yine kamuoyu önüne getirileceği söz ve taahhüdünü içeriyor gibi görünüyor, ama...
Erdoğan’ın sözlerinin devamına bakıldığında, topyekûn bir anayasa değişikliğinin yine söz konusu olmadığı, CHP ile bulunacak asgarî müştereklere göre parçalı ve perakende bir değişiklik arayışına girişme niyetinin varlığı görülüyor.
Başbakan Yardımcısı Çiçek’in aynı paraleldeki beyanları da, gündeme getirilmesi muhtemel anayasa değişikliklerinin yine CHP’nin rıza ve onayına bağlı olarak belirleneceğini gösteriyor.
Daha yola çıkmadan işin seyrini ve kaderini CHP’nin iki dudağına hapseden perakende bir anayasa değişikliği projesinden hayır çıkar mı?
AKP’nin korkusu, CHP’yi dışlayarak yapılacak bir anayasa değişikliğinin, bu parti tarafından yine Anayasa Mahkemesine götürülüp iptali. Nitekim Başbakan bunu açık açık söyledi.
Ve bu durum, AKP’nin kapatma dâvâsı sonrasında nasıl bir psikoloji ve sendrom içine girdiğini ayan beyan gösteriyor. İktidar partisi bir kez daha AYM önüne gitmekten çok çekiniyor.
Kapatma dâvâsında çıkan “ağır ihtar” kararının yükü altında ezilen AKP, resmî ideolojiye yaslanan statükonun bir çeşit “sabıka kaydı” olarak elinin altında tuttuğu bu karar gerekçelerinin, herhangi bir sebeple yine AYM’nin eline düşerse, bu defa kendisini sıyırıp kurtaramayacağı bir şekilde kullanılmasından endişe ediyor.
AYM kararını, tepesinde sürekli sallanan ve her an düşebilecek bir “Demokles’in kılıcı” olarak görüyor ve bu kaygıyla yola devam ediyor.
Peki, bu psikoloji içindeki bir partinin Türkiye’yi sağlıklı şekilde yönetebilmesi, demokrasinin önünü açacak güçlü reformlar yapabilmesi, büyük ümitlerle kendisine oy veren kitlelerin hak ve hukukunu koruyabilmesi mümkün mü?
İşin garibi, anayasa gibi en temel bir konuda yapacaklarını CHP’nin onayı şartına bağlayan ve bunu açıkça dillendirmekte beis görmeyen AKP’nin, aynı zamanda halktan, 22 Temmuz’daki yüzde 47’nin de üzerinde bir oy istemesinin izahı ve mantığı ne? Halk bu partiye niye daha fazla oy versin? Verilen o fazla oyları da bloke edip işe yaramaz hale getirsin diye mi?
Tabiî, burada CHP’nin tavrını da eleştirmek gerekiyor. Bu parti de diğerleri gibi 12 Eylül’ün gadrine uğrayıp o dönemde kapatıldığı ve liderlerine yasak konulduğu halde, bu ihtilâlin hazırlatıp yürürlüğe koyduğu anayasaya dokundurmamaktaki ısrarıyla hangi akla hizmet ediyor?
Mesele “cumhuriyetin temel değerleri” olarak lanse edilen mâlûm “değiştirilemez maddeler” ise AKP onlarla ilgili herhangi bir tasarrufa zinhar niyeti olmadığını tekrar tekrar ilân ediyor.
Haddizatında, köklü bir anayasa reformundan söz edebilmek için, tam tersine işe onlardan başlamak lâzım. Ama AB adayı 21. yüzyıl Türkiye’si hâlâ aba altından sopa göstermeler, örtülü, hattâ açık tehditlerle, bu konuyu tartışmaya açmaktan dahi uzak tutulmaya çalışılıyor.
Ve takiyye ile suçlanan AKP’nin “gizli niyetler”i, bu tutumun bahanesi olarak gösteriliyor.
Altı buçuk yıldır devam eden bu tuhaf duruma artık son verme zamanı hâlâ gelmedi mi?
* Dünkü yazımızla ilgili olarak arayan Mazlum-Der Genel Başkanı Dr. Ömer Faruk Gergerlioğlu, İsrail Kara Kuvvetleri Komutanının Türkiye tarafından tepkiyle karşılanan sözlerini tartışmak üzere hafta başında bir TV kanalında düzenlenen programa birlikte katıldıkları İsrail Başkonsolosunun, “Sizin için PKK ne ise bizim için de Hamas o” diyerek, General Mizrahi'nin beyanlarını sahiplenip savunduğunu aktardı...
19.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
İsrail’in “soykırım şantajı” |
|
Türkiye tam bir “santaj”la karşı karşıya. Başbakan seçim meydanlarında “Davos yerini buldu” ve “arabuluculuk” efsâneleriyle halkı avutadursun, Yahudi lobisi Türkiye’ye karşı yine “Ermeni soykırımı” şantajında…
Davos sonrası Türkiye’ye “kepazelik” isnadı küstahlığında bulunan Amerika’daki Yahudi lobisi, yeni Amerikan Başkanı Barack Obama’ya seçim öncesinde Ermeni diasporasına verdiği sözü tutma baskısı yapıyor. Kimi “yerli” İsrail muhiplerinin, daha şimdiden bu defa “soykırım tasarısı”nın Amerikan Kongresinde gündeme alınacağını haber verip, Türkiye’nin bu şantaja boyun eğmesini salık vermeleri, Yahudi lobisinin İsrail adına “tehdidi hissetirme” taktiğinin bir parçası…
Öylesine ki Gazze katliamı vahşetini kınadığı için neredeyse Ankara’nın Telaviv’den özür dilemesine kadar işi vardırmaktalar. İsrail’in binlerce çocuğu öldürmesini, “meşru savunma hakkı” olarak lanseye uğraşmaktalar. İsrail’deki öfkenin Washington’a yansıması için İsrail ordusunda çalışmış yeni Amerikan kabinesindekileri tahrik etmekteler.
YENİDEN “SOYKIRIM” SİNYALLERİ…
Gerçi Çankaya Köşkü’nden yapılan açıklamaya göre, Obama’nın Cumhurbaşkanı Gül’le yaklaşık yarım saat süren telefon görüşmesinde de, Türkiye’nin “stratejik ortaklığı”nın önemine vurgu yapıldığı belirtildi. Obama’nın Erdoğan ve Gül’le özellikle Türkiye’nin NATO bünyesinde destek vererek asker gönderdiği Afganistan ve son krizde Rusya’ya kafa tutarak Güney Osetya’ya giren Gürcistan’a desteği kastedilerek Kafkasya’da çok önemli görevleri yaptığını takdir ettiği bildirildi
Ne var ki İsrail konusunun hiç gündeme gelmediği diyaloglarda, “Türkiye’nin hassasiyetlerinin her zaman anlayışla karşılanacağı” genel ifâdesiyle geçiştirilmesi, özellikle “Ermeni soykırımı” iddiası ve Kıbrıs meselesinde Beyaz Saray’ın Türkiye’nin hassasiyetlerini nazara almayacağı tedirginliğini gideremedi.
Dünden bugüne olup bitenler, çiçeği burnunda Obama yönetiminin İsrail’in çıkarlarını önceleyip Yahudi lobisinin şantaj stratejisini nazara alacağı sıkıntısını arttırmakta; Türkiye’yi gözden çıkaran bir politika izlediği izlenimini verdirmekte.
Başta İncirlik olmak üzere havaalanlarını ve limanlarını, iki milyona yakın Iraklıyı katleden Amerikan askerlerinin personel, her türlü silâh ve mühimmatın nakil ve dağıtımına açan Türkiye’nin hiçbir hassasiyeti nazara alınmadığı Amerikalılarca da itiraf edilmekte.
Özetle Bush yönetimi Türkiye’ye karşı hep dalavere ve aldatma içinde oldu. Hep iki yüzlü politikaların içinde oldu…
Bu yüzden Ankara, Washington’un “vaadleri”ne güvenmiyor; yönetim değişse de endişe devam ediyor. Nitekim yeni Amerikan yönetiminin de Türkiye’ye karşı kırılgan ve soğukluk içinde olduğu gözleniyor. Rusya’nın Gürcistan’a girmesini ve Hindistan’daki Mumbai saldırısını derhal kınayan Obama’nın Gazze saldırısı hakkında suskun kalması, hatta Beyaz Saray’ın “İsrail’in kendini savunma hakkı” nakaratını tekrarlaması, İsrail’in Türkiye’ye pervâsızlığını tek kelimeyle ikaz etmemesi, kırılganlığın ilk belirtileri olmakta.
“Davos tartışması” sonrasında Amerika’daki Yahudi lobisinin özellikle İsrail basını ve uluslararası Yahudi sermayesi elindeki medyayla birlikte sürdürdüğü Türkiye’yi karalama kampanyasının etkisinde kaldığı sinyalini vermekte.
MERHAMETSİZ CANAVARA
“DİŞ KİRASI” MI?
İkili görüşmlerde övülse de, tıpkı Annapolis’te olduğu gibi uluslararası zeminlerde Türkiye göz göre göre devre dışı bırakılmakta. Sınır kapılarını kapatıp yardımların geçişini engellemekle Gazze’yi İsrail’in amansız ve vicdansız ambargosuna bırakan Mısır öne çıkarılmakta. Obama’nın Yardımcısı Joe Biden’in, Münih’te yapılan 45. Münih Güvenlik Konferansı’nda Gazze konusunda tıpkı İsrail gibi Türkiye’yi teğet geçip bölge “barışı” için Mısır’la işbirilğine vurgu yapmasındaki kasıt bu idi.
Keza Türkiye’nin tezinin aksine Biden’in, Filistin halkının irâdesiyle seçilen Hamas’ı “terör örtgütü” olarak itham edip “Hamas’ın değil, Abbas yönetiminin güçlendirilmesi için çaba harcayacağız” demesi de bu anlama geliyor.
Belli ki Yahudi lobisinin propagandasıyla başta Ermeni diasporasına yakınlığıyla ve “soykırım iddiası”nı desteklemesiyle bilinen Biden olmak üzere Amerikan yönetimi ve Kongresi etki altında bırakılmış. Bundandır ki “yerli” yandaş işbirlikçi liberallerden dıştaki İsrail bağlılarına kadar birçok mahfilde “Ermeni soykırımı” korkusu yaydırılıyor. 24 Nisan öncesi açık açık şantaj ve tehdit stratejisi tatbik ediliyor…
Ve tam bu esnada İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Avi Mizrahi’den Başbakan Erdoğan’a “Aynaya bak!” saygısızlığıyla başlayan ve Türkiye’yi suçlayan “Ermeni soykırımı” iftirası, “Kürtlerin öldürülmesi” bühtanı ve “Kıbrıs’ın işgal edildiği” yalanı geliyor. Dışişleri’nin nota verip “izâhât istemesi”ne rağmen, bizzat Dışişleri Bakanı Babacan’ın ifâdesiyle, “İsrail tarafından henüz hiçbir tatmin edici cevabın gelmediği” belirtiliyor.
Yine İsrail gazetesi Haaretz’in itirafıyla, “ülken için adam öldürmek meşrudur” diyen (eski) Mossad ajanı Livni’nin başında bulunduğu İsrail Dışişleri Bakanlığı, “Ermeni kartı”nı oynayarak 1915 Ermeni olaylarına ilişkin Ermeni iddialarına destek vermekle Yahudi lobisi üzerinden Türkiye’yi cezâlandırmak için kullanma tehdidinde bulunuyor.
Peki Ankara, İsrail’in ve Yahudi lobisinin bu “Ermeni aşkı”na karşı ne yapıyor ve ne yapacak? Babacan’ın söylediği gibi, hâlâ “önümüzdeki günlerde İsrail’den daha detaylı ve kapsamlı bir açıklama olsa iyi olur diye düşünüyoruz” beklentisi içinde mi olacak?
AKP hükümeti, “soykırım iddiası”na karşı Türkiye’yi köşeye sıkıştırma şantajında bulunan başta Başbakan Erdoğan’a “cesâret madalyası” takan Yahudi kuruluşlarından ADL’nin başını çektiği Amerika’yı ve Avrupa’yı kışkırtan siyonist mahfillere, ABD’deki Yahudi lobi şirketlerine yine milyonlarca dolar aktaracak mı?
Dişinin kirasını isteyen merhametsiz canavarın şantajına gelip, “diş kirası”nı da ödeyerek yine merhamet mi dileyecek?..
Çok yazık…
19.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cereyan fazla gelince |
|
Bir gün İhvan-ı Müsliminin mürşidlerinden Hasan el-Benna kürsüde tefsir dersi verirken üniversiteli bir öğrenci sorar: “Hocam, Kur’ân-ı Kerim bahsindesiniz. Kur’ân-ı Kerim’e ait bir meselem var.”
“Lütfen sorun” der Hasan el-Benna.
“Ama sû-i edeptir, dersinizi kesmiş olacağım.”
“Sual sû-i edep olmaz, burası medresedir” der. “Kimin hatırına gelirse Kur’ân’a ait suâl sorsun.“
Öğrenci anlatmaya başlar: “Hz. Ömer’in tarih-i hayatında okudum. Bir bahçeden geçiyormuş. Gece bahçenin sahibi hurmasını bekliyormuş. Hurmasını beklerken de Kur’ân okuyormuş. Bir âyet-i kerime okunurken Hz. Ömer düşmüş, bayılmış, evine götürmüşler. Bu hâle ne dersiniz efendim, bu düşme, kendinden geçme hâline?”
Hasan el-Benna der ki: “Cereyan fazla geldi, İlâhî cereyan… Mânevî cereyan fazla geldi.”
Bu hatırayı “Medine İkliminden Esintiler Ali Ulvî Kurucu” isimli eserde merhum Ali Ulvi Kurucu anlatıyor. Daha birçok hatırayı İstanbul’a geldiğinde veya mübarek diyarlara gittiğinde İstanbul Sanayi Çinili Camii İmam-Hatibi gayyur Ahmet Yüter kardeşimiz toplamış ve kitap Nesil Yayınlarında çıkmış. Bu hatıra bize, “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer, kendilerine Onun âyetleri okunduğunda imanları ziyadeleşir ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler”1 âyetini hatırlattı.
Bu önemli hatırayı nakleden merhum Ali Ulvi Kurucu Hocamız, “Bu Hz. Ömer’in (ra) Kur’an telakkisiyle bizim telakkimizin farkını gösteriyor” dedikten sonra, “Niçin onda oluyor da biz de olmuyor bu hâl?” demekten kendini alamıyor ve şöyle devam ediyor: “Seyyidina Ali Peygamber-i Zişan (asm) hastalanmadan evvel akşam namazını kıldırırken Tîn Sûresini okudular. Ömrüm boyunca öyle bir Tîn Sûresi daha dinlemedim” diyor. “Peygamberimiz (asm) buyuruyorlar: ‘Cihad Kıyamete kadar bakidir.’ İslâmın hükümleri Kıyamete kadar bakidir. Hizmet Kıyamete kadar bakidir. “Bu gibi halleri görmekle imanımız tazeleniyor. Demek ki bu halde devam edecek, Allah nurunu tamamlayacak, buyuruyor.”2
Dipnotlar:
1- Enfal Sûresi: 2- Medine İkliminden Esintiler, s. 93.
19.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Demokrasi ve ötesi |
|
Burada günlerdir devam eden "Ahrar–Demokrat" merkezli yazı serisine hemen umumiyetle müsbet akisler geldi. Sunulan bilgilerin hem istifadeye medar, hem de paylaşım oranının hayli yüksek olduğu anlaşılıyor. Bazı bölümler, onlarca internet sitesinde iktibasen yayınlandı ve yer yer yoruma açık tutuldu.
Bu arada bazı tenkitler, eleştiriler de gelmedi değil. Olsun, bunlara da eyvallah...
Eleştiri yöneltenlerin niyetini bilemeyiz. Niyetleri sorgulamak durumunda da değiliz.
Fakat, yine de birbiriyle bağlantılı gördüğümüz birkaç tenkide cevap verme ihtiyacını duymaktayız.
Bu tenkitlerin özeti şudur: Bazı okuyucularımız, bizim burada Bediüzzaman ve Risâle–i Nur'la irtibatlandırarak nazara verdiğimiz ve izahına çalıştığımız hürriyet, meşrûtiyet ve bahusus demokrasinin mânâ ve tarifini bizim gibi anlamadıklarını ifade ediyor. Hatta, bazıları Risâle–i Nur'da geçen "demokrasi" tâbirinin Üstad Bediüzzaman'a ait olmadığını imâ ile buna karşı menfî bir fikir uyandırmaya çalışıyor.
Hülâsa, hürriyet ve demokrasiye Risâle–i Nur penceresinden bakmamız ve elimizden kaçmaması için bunlara sahip çıkılması gerektiği şeklindeki değerlendirmemiz, bazı kimselerin hoşuna gitmemiş olacak ki, tenkitvâri ve itirazvâri mesajlara muhatap olduk.
Hürriyetin zıddı istibdat; demokrasinin zıddı ise dikta rejimidir
Öncelikle, bu gibi konularda birinci derecede referansımız olan Üstad Bediüzzaman'ın hakikatli sözlerinden birini daha hatırlatarak devam etmek istiyoruz. Diyor ki Üstad: "Tebeddül–ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez."
Yani: İsimlerin değişmesiyle, hakikat değişmez.
Ne yazık ki, bazı kimselerin zihni isim, yahut kelime değişikliğine takıldığı için, mânâyı kavramakta, dahası hazmetmekte zorlanıyor.
Oysa, pekçok mânâ ve hakikat vardır ki, bunlar değişik kelime, isim ve tâbirlerle yâd edilebiliyor.
İşte size bunlardan bir demet:
Hürriyet–özgürlük
Meşrûtiyet–demokrasi (demokratlık)
İstibdat–diktatörlük
Medrese–dershane
Mektep–okul
Muallim–öğretmen
Talebe–öğrenci
Vak'a–olay
Müşahhas–somut
Mücerred–soyut
Esasında aynı mânâyı kast eden bu tâbirler arasında yapılacak bir tercih hakkına saygı gösterilmesi lâzım. İsteyen istediği kelime ile meramını anlatabilir.
Bunlardan birinci sırada olanları, bize göre de elbette ki diğerinden daha mânidar, daha asildir. Ayrıca, mümkün olduğunca, tercihimizi asâletten yana kullanmaktayız.
Bazan da her iki tabiri kullanma gereğini duymaktayız. Tâ ki, mânâ tam olarak anlaşılabilsin. Zira, asıl maksat şekil ve zarf değil, mânâ ve mazruftur.
Ama, yine de meselâ ikinci sıradakilerden olup çokça ve yaygın şekilde kullanılan demokrasi, diktatörlük, okul, dershane gibi tâbirleri bizler de çoğu zaman kullanıyoruz ve kullananları da yadırgamıyoruz. Tâ ki, zihinler şeklî ve zahirî noktalara takılıp da mânâyı kavramaktan uzaklaşmasın.
* * *
Bu fasıladan sonra, gelelim Üstad Bediüzzaman ve Risâle–i Nur'la bağlantılı olarak paralel mânâda kullandığımız "hürriyet–özgürlük" ve "meşrûtiyet–demokrasi" tâbirlerine...
Hemen ifade edelim ki, ekseriyet itibariyle özgürlük değil, hürriyet tâbirini kullanmaktayız. Zira, bunda anlaşılmayı zorlaştıracak en ufak bir nokta göremiyoruz.
Ayrıca, Üstad Bediüzzaman, bu tâbiri Risâle–i Nur'da had safhada kullanmış, olabildiğince hürriyete taraftar olmuş, sahip çıkmaya çalışmış ve aynı şekilde sahip çıkılmasını ders verip teşvik etmiştir. Zira, hürriyetin zıddının istibtad olduğunu defalarca nazara vermiştir. (Bu arada hakiki hürriyetin, "kişinin ne kendisine, ne de başkasına zarar vermemek" şeklinde olduğunu ifade ile, hürriyetin sû–i tefsir edilmesine mâni olmaya çalışmıştır.)
Gelelim demokrasiye...
Biz bu tâbirin Risâle–i Nur'da geçtiğini kaynak göstererek ifade ettik. Hürriyet ve demokrasi tâbirini birlikte ve aynı yerde kullanan, ayrıca Üstad Bediüzzaman'ın da bunların bu vatanda inkişaf etmesinden memnun olduğunu dile getiren kişi, Üstad Bediüzzaman'ın hem avukatı, hem de bir eski talebesi olan Mihri Helav'dır.
Av. Mihri Helav'ın 1952'de İstanbul Adliyesinde görülen Gençlik Rehberi mahkemesinde yapmış olduğu müdafaanın içinde geçen "hürriyet ve demokrasi" tabirleri, hiç şüphesiz ki Üstad Bediüzzaman'ın da tasvip ve tensibine mazhar olmuştur ki, aynı müdafaa Tarihçe–i Hayat isimli eserde olduğu gibi derc edilmiştir. (Bkz: Age, s. 567)
Şimdi, bu noktada durup itiraz edercesine "Bu tâbir Üstad'a ait değildir" demek, acaba ne derece mantıklı bir davranış olur?
Aynı mantıkla gidilirse, Tarihçe–i Hayat ile birlikte Lâhikaların da belki yarısına yakın kısmının Üstad'a ait olmadığı söylenebilir ki, bu mantık bizi fevkalâde sakıncalı bir mecraya doğru sürükleyip götürür.
Üstad Hazretleri, bir tâbiri, bir ifadeyi, yahut bir mektubu takdir, tasvip, hatta tensip etmişse, ona karşı herhangi bir itirazda bulunulmamalı kanaatindeyiz.
* * *
Öte yandan, Bediüzaman Hazretlerinin aynen demokrasi mânâsında olmak üzere "demokratlık" tâbirini kullandığı da bir vakıadır.
Biz, yazılarımızda bunu da yine kaynak belirterek ifade ettik. Hatta, "demokrat"lığı eski zamanın "meşrûtiyet" mânâsında zikrettiğini de nazara verdik ki, arzu eden şu ilgili kaynağa müracaat edebilir: "Divân–ı Harb–i Örfî" yahut "İki Mekteb–i Musibetin Şehâdetnâmesi" isimli eserinin sonlarında yer alan ve "Ey mebûsân!" diye başlayan bölüm.
19.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Batının ifsat silâhı: Basın-yayın (1) |
|
İlk gazetenin çıkışı M.Ö. 1750’lere kadar uzatılır. Papirüs kâğıtlarına ve derilerin satıhlarına haber vasfında bir şeylerin yazıldığı söylenir. Bunun, Peygamberlere inen “suhuf”lardan ilham alındığını söylemeye hiçbir mâni yok.
Esasen, bugünkü mânâda ilk gazete, 1631’de Fransa’da La Gazette ismiyle piyasaya sürülür. Türkiye’de ilk gazete, 1831 yıllarında II. Mahmut devrinde, Takvim-i Vekayi ile başlar. 1908’lere kadar irili ufaklı, günlük, haftalık veya 15 günlük olmak üzere 90’ı aşkın gazete, 70 civarında da dergi çıkar.
Türkiye’de ise basın halktan ve sivil toplumdan gelen bir ihtiyaç olarak değil, daha çok yöneticilerin istekleri doğrultusunda gelişti. İlk Osmanlı gazetesi olan Takvim-i Vekayi, padişah fermanıyla yayınlanmıştır. Yönetimin bir takım isteklerini halka iletmek için çıkarılmıştır. Bugün de Takvim-i Vekayi’nin devamı niteliğinde olan Resmi Gazete çıkmaktadır.
Avrupa’nın sanayi için ham maddeye, üretim için pazara, sermaye için emeğe ihtiyacı vardır. Osmanlı ülkesi ve Asya münbit bir pazardır; işgal etmeyi planlar. Basın vasıtasıyla da bunun altyapısını hazırlar. Bu devrelerde sahâ-i vucûda çıkan ve çoğunun arkasında yabancı sermaye, idâre ve eleman ve sahipliği bulunan gazetelerin karakteristik özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
* Osmanlı devletini parçalamak ve sair unsurları ayırmak için zemin hazırlamak.
* Neşriyat ve bilhassa kara mizah yoluyla İslâmiyeti ve Müslümanları karalamak, İslâm dinine bağlı, memleketperver, dirayetli idârecileri yıpratmak, halkın gözünden düşürmek.
* Osmanlı ulemâ, tüccar ile ileri gelenlerle mukaddes mefhumları tesirsiz hale getirmek.
* Hilâfeti kaldırmak.
* Avrupa’nın kültürünü, lâik ve lâdinî hayat tarzını, Osmanlı’ya mâletmek; Müslümanları kendi değerlerinden, inançlarından uzaklaştırmak. * Menfaatlerine göre yönlendirebilecekleri kamuoyu meydana getirmek.
1830’lu yıllarda Türkiye’ye giren gazete, ağırlıklı olarak, “ideoloji havarisi”, yani Batılılaşmanın öncüsü ve “baskı unsuru” olarak işlev göregeliyor. Bilhassa Cumhuriyetten sonra, müstebit rejimin kontrolüne girerek, ilke ve inkılâpların şakşakçısı papağanı kesilir.
Müstebit rejimin güdümüne girmeyip muhalefet edenler, milletin inanç, örf ve gelenekleri paralelinde yayın yapan gazeteler, susturulur, kapatılır. 50’nin üzerindeki gazetecilik organizasyonunun hemen hepsi ideolojik yapılanmalar içerisinde. Toplumun değerleri, meseleleri ve problemlerinin çok uzağında.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilânı ve iki yıl önceki Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun kabul edilmesine rağmen, “Hilafet meselesi”nden dolayı “Parlamenter rejime” geçilemez. Basında, “Hilâfet”in bir oldu bittiye getirilmeyeceği dile getirilir. Hüseyin Cahit bile Hilâfet taraftarıdır. “Cumhurbaşkanı yanında bir de halifenin olup olmayacağını” sorar.
Basında çıkan yazılar üzerine, İsmet İnönü, “Herhangi bir Halîfe, an’aneten, fikren, şeklen, usûlen, zimnen ve sarahaten Türkiye’nin mukadderatında alâkalıymış gibi vazife almak isterse, hareketlerini hıyanet-i vataniye sayacağız” diyerek sert bir cevap verir.
23 Aralık 1923’te Hüseyin Cahit, Ahmed Cevdet ve Velid Ebuzziya tutuklanır, basın mensuplarına gözdağı verilir. Ardından İstiklâl Mahkemesi kurulur. Gaye İstanbul basınını yola getirmektir. Zira, Hilafet taraftarıdır.
Hem basında, hem de BMM’de kuvvetli bir muhalefet vardır. 4 Mart 1925’te de Mustafa Kemal’in emriyle Takrir-i Sükûn Kanunu İsmet Paşa Hükümetince çıkarılır. Zaten daha önce, 1921’lerin sonunda Anadolu ve Rumeli Müdafa-ı Hukuk Grubu’nu kurmuştu. Karşısında muhâlefet olarak II. Grup vardır. Lozan meselesinde de etkili olur bu grup. M. Kemal, 1 Nisan 1923 tarihli kararla seçimleri yeniletir ve II. Grubu tamamen tasfiye ettirir.
13 Ağustos 1923’te çalışmalarına başlayan Mustafa Kema’in Müdafa-i Hukuk Grubu, II. Dönem B.M.M.’nin azalarının tamamına sahiptir. Muhâlefet yoktur artık.
Konuya yarın devam edelim.
19.02.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Salavât ve salât-ı tefrîciye okumak |
|
Hanım okuyucumuz: “Salâvatın mânâsı ve mahiyeti nedir? Salât-ı Tefrîciye duâsının ehemmiyeti nedir?”
Kur’ân, “Muhakkak ki Allah ve Melekleri, Peygamber üzerine salât ederler. Ey îmân edenler! Siz de O’na tam bir teslimiyetle salâvât getirin ve selâm verin”1 buyurur. Allah Elçisine (asm) salavât etmek hususunda Allah’ın ve meleklerinin örnek davranışlarını hatırlatmakla söze başlayan bu âyet, mü’minlerden de Hazret-i Peygamber (asm) için rahmet duâsı ve selâm ister. Demek, Peygamber Efendimiz’e (asm) salavât getirmek, yani O’na (asm) rahmet duâsı okumak farz hükmündedir.
“Rahmet duâsı” mânâsında olan salâvât, selâmla birlikte kısaca “Sallallahü Aleyhi Vesellem” Veya “Aleyhissalâtü vesselâm” denilerek getirildiği gibi, daha uzun duâ metinlerinin içinde de getirilebilir. Meselâ, namazda okuduğumuz et-Tahiyyâtü ve Allahümme Salli ve Bârik duâları esâsen birer salavâttan ibârettirler. Et-Tahiyyâtü duâsında Kâinâtın mümessili ve iftihar vesilesi Peygamber Efendimiz (asm) ile Kâinât Sultanı Cenâb-ı Hak arasında vâki olan bir selâmlaşma, tebrikleşme ve rahmet talebi vardır ki, bu duâdan bütün “salih kullar” inşallah hissedârdırlar. Allahümme Salli ve Bârik duâsında ise, Hamîd ve Mecîd olan Allah’tan, Peygamber Efendimiz’e (asm), Hazret-i İbrâhim’e (as) verilen rahmet ve bereketin verilmesi istenir.
Namazda yaptığımız bu salâvâtların dışında, Peygamber Efendimiz’in (asm) ismini her duyduğumuzda ona (asm) salavât getiririz, ona (asm) selâm ederiz. Her derdimizi, her sıkıntımızı, her hastalığımızı da bir vesîle bilir ve hem bu vesîleyle ona (asm) salavât getirir; hem de onun (asm) vesîlesiyle Cenâb-ı Hak’tan kendi derdimiz için şifâ, devâ, rahmet ve bereket isteriz. Çünkü dertli olan bizleriz. Derman ise Allah’tandır.
Salavât getirmek bizim için büyük feyiz kaynağıdır. Bir gün Peygamber Efendimiz (asm) güler yüzlü ve sevinçli olarak meclise geldi. Ve şöyle buyurdu: “Bana Cebrâil (as) geldi ve dedi ki: ‘Yâ Muhammed! İstemez misin ümmetinden sana her salavât getirene on salavât getireyim, sana her selâm getirene de on selâm getireyim?’ Ne büyük müjde!” Bir başka hadislerinde Hazret-i Peygamber (asm): “İnsanların bana en yakını, bana en çok salavât getirenidir”2 buyurmuşlardır.
Salât-ı Tefriciye dertli ve sıkıntılı hallerimizde okumamızda büyük feyiz, bereket ve fazîlet olan bir salavâttır. Öyle ya, Peygamber Efendimiz’e (asm) gelen her dertli devâ bulmaz mıydı, her hasta şifâ bulmaz mıydı, her sıkıntısı olan ferahlığa kavuşmaz mıydı? Dertlerimizden kurtulmak ve sıkıntılarımızdan ferahlamak için Allah Resûlünü (asm) vesîle kılarak ve onu (asm) şefaatçi bilerek Allah’tan istemek ve Allah’a duâ etmek, Hazret-i Muhammed’e (asm) ümmet olmanın imtiyâzı ve Allah’a kul olmanın şerefinden başka bir şey olabilir mi?
Salât-ı Tefrîciye’yi dertlerimiz ve sıkıntılarımız esnasında okuruz. Fakat bu duâ ile birinci plânda dertlerimizi de vesîle bilerek Allah’a yaklaşmayı ve Allah’ın Sevgili Elçisine (asm) salavât getirmeyi maksat biliriz. Kâmil bir duâ olması için, dertlerimizi, hastalıklarımızı ve sıkıntılarımızı yalnızca “duânın vakti” olarak algılarız. Ve derdimiz geçene kadar duâ yapmaya devam ederiz. Yani duâlarımızı artırırız. Biliriz ki, derdimiz devam ettikçe, sıkıntımız kalkmadıkça, hastalıktan şifâ bulmadıkça bizim için “özel duâ vakti” devam ediyor demektir.3 Bu süre içinde duâlarımıza devâm ederiz. Duâlarımızı kesmeyiz. Binlerce kere duâ ederiz, rahmet okuruz, salavât getiririz ve dertlerimizden âzât olmayı talep ederiz. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm); “Allah’tan, O’nun lütfundan isteyiniz. Çünkü Allah, kendisinden istenilmesini sever. İbâdetlerin en fazîletlisi, darlığın kalkmasını duâ ile beklemektir”4 buyurmuştur.
Salât-ı Tefrîciye duâsı şudur: “Allâhümme Salli Salâten kâmileten ve sellim selâmen tââmmen alâ seyyidinâ Muhammedin’illezî tenhallü bihi’l-ukadü ve tenfericü bihi’l-kurabü ve tukdâ bihi’l-havâicü ve tünâlü bihi’r-Rağâibü ve hüsnü’l-havâtimi ve yüsteskâ’l-ğamâmü bivechihi’l-kerîmi ve alâ âlihî ve sahbihî fî külli lemhatin ve nefesin biadedi külli ma’lûmin lek.”
Mânâsı: “Allah’ım! Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed’e (asm) en üstün, eksiksiz ve kâmil bir şekilde salât ve selâm olsun. O öyle bir Peygamber’dir (asm) ki, düğümler onun (asm) hâtırına çözülür, sıkıntılardan onunla (asm) çıkılır, hüzünler, kederler ve ihtiyaçlar onun (asm) hürmetine giderilir, her istenene onunla (asm) ulaşılır, işlerin sonu onunla (asm) güzel biter, yağmurlar onun (asm) mükerrem yüzü suyu hürmetine yağar. Ona (asm), onun (asm) yakınlarına ve ashâbına tüm göz sahiplerinin göz açıp kapama sayısınca, her nefes alanın aldığı nefes miktarınca ve Senin bildiğin kâinâtın her zerresi adedince salât ve selâm eyle.” Âmin!
Dipnotlar:
1- Ahzâb Sûresi, 33/56
2- İhyâ, 1/891
3- Sözler, s. 287
4- Tirmizî, Daavât, 3804
19.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
“Açılım” yeni tâbirlerden sayılıyor.
“Kendi fikir ve anlayışının dışına çıkıp, değişik görüş ve düşünceleri kabullenmek” anlamına gelen “açılım” kelimesi, lastik gibi nereye çekilse oraya uzanıyor.
Bu, müsbet anlamda uygulayanlar için yeni kazanımlar getirebilir.
Bunun tersi ise; kendi temel değerlerinden ayrılıp, dağılmak anlamına gelebilir.
Açılabiliriz... Zararlı alışkanlıklarımızı bırakıp, mükemmel bir hayata kapı açarız.
İnsanlığımızı hatırlarız. Acizliğimizi, fakirliğimizi, biçareliğimizi, kulluğumuzu, secdeden uzak kaldığımızı...
Nice zamanlar elimizi ve gönlümüzü açmadığımız Rabbimizi hatırlarız.
Tövbe bu anlamda bir açılımdır. Hakkını gasbettiğimiz kimselerin haklarını iade ederiz.
Özür dileriz, af dileriz, nedamet duygularını bütün ruhumuz ile yaşarız.
Açılımı siyasî, sosyal, ekonomik, şahsî ve günlük hayatımızda yaşarız. Her seçimde yeni partilere bel bağlayan nice insanlar vardır.
Partiler de öyledir. Dün ak dediğine bugün kara der. Dün reddettikleri ile bugün kol kola gelir.
Dün dini irtica ile özdeşleştirenler, bugün Kur’ân kursu ve çarşafa oy uğruna hoş bakar.
Dün siyaseti din adına yapanlar bugün siyaseti dinden ayırırlar.
Dün Avrupa birliğine, eski adı ortak pazara şiddetle karşı olanlar, bugün Avrupa Birliği’nin şiddetli taraftarı olur.
Hayatın halleri böyle başlar, böyle devam eder.
Bukalemun gibi güne göre çeşitli renklere giren insanların garip ve acayip hallerini görür de, istikamet ve sırat-ı müstakim sahiplerine ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu hatırlarız.
Değerlerini unutan, hassasiyetlerini yitiren, temel değerlerinden ayrılan nice insanları görürüz de içten içe hayıflanırız.
Ve Rabbimizin değişmez emir ve yasaklarına sarılarak, hayattan lezzet almaya çalışırız.
19.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İhtiyaç sıralaması |
|
Yeni ve sivil bir anayasa hazırlanmasıyla ilgili olarak iktidar partisinin muhalefete yaptığı çağrı, beklendiği gibi gelişti ve ‘ana muhalefet’ partisi ‘red’ cevabı verdi.
‘Her iyi şeye karşı’ çıkmakla bilinen CHP, red cevabında özetle şöyle demiş: “Yoksulluk ve yolsuzluk gibi gerçek tartışma konuları örtülüyor. Dokunulmazlıklar ön şarttır.” (Radikal, 17 Şubat 2009)
İlk bakışta haklı gibi görülen bu cevap, temelde sağlam ‘delil’lere dayanmıyor. Elbette Türkiye’nin öncelikli ‘ihtiyaç sıralaması’nda yoksulluğu ve yolsuzluğu bertaraf etmek vardır ve olmalıdır. Fakat yeni ve sivil bir anayasa yapılmasını bu bahanelerle ertelemek, geciktirmek ve ötelemek mümkün ve anlaşılır değildir.
Bir şeyi unutuyoruz: Adalet mülkün temeli olduğuna göre, öncelikli olarak sivil ve demokrat bir anayasaya ihtiyacımız vardır. Ve elbette en önemlisi, böyle bir anayasanın uygulama imkânı bulmasıdır. Yoksa ‘çok güzel’ sivil bir anayasa yapıp, sonra da onu ‘raf’a koyarak bir yere varamayız. Yeni ve sivil bir anayasa hazırlansın derken, böyle bir anayasanın ve ona uygun kanunların uygulama imkânı bulması gerektiğini ifade etmek istiyoruz.
12 Eylül 1980 İhtilâlinin Türkiye’ye ‘hediye’si olan mevcut anayasa gelişen ve değişen Türkiye’nin ihtiyacını karşılamıyor. Bu ihtiyacı karşılayabilmesi için, anayasanın belli maddeleri çeşitli tarihlerde ‘uzlaşma’ sağlanarak yenilendi. Yenilenen maddelerine rağmen Türkiye’nin ihtiyacını karşılayamadığı için ‘kökten değiştirilmesi’ gündemde. Şu andaki değişiklik teklifine karşı çıkan CHP’nin geçmiş tarihlerde anayasanın değiştirilmesine taraftar olduğunu hatırlamak lâzım. CHP’nin geçmiş yıllarda ‘uzman’lara hazırlatıp kamuoyuna takdim ettiği ‘anayasa taslakları’ dahi vardı.
Günümüzde bu tekliflere karşı çıkmalarını ne ile izah edebilirler? Etmeye çalışsalar dahi, ileri sürdükleri ‘bahane’ler tatmin edici olabilir mi?
Yolsuzluk, yoksulluk ve dokunulmazlık gibi konular da elbette çok önemlidir. Ancak bu konuları halletmek de yeni ve sivil bir anayasa ile daha kolay ve daha mümkündür. Bilhassa ‘dokunulmazlık’ konusu sadece milletvekili dokunulmazlığı olarak anlaşıldığı için çözüm bulunamıyor. Hepimiz biliyoruz ki, milletvekili dokunulmazlığı bu konunun sadece bir yönü ve asıl dokunulmaz olanların pozisyonu hiç gündeme gelmiyor. Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan çalışmalar esnasında da, ‘gerçek dokunulmaz ve ayrıcalıklı olanlar’ı kamuoyu görmüş olsa gerek. Ana muhalefet partisi, bunları da gündeme taşımayı düşünür mü?
Daha açık, daha şeffaf ve daha hesap sorulabilir bir yönetim için vakit kaybetmeden adımların atılması gerekiyor. Şeffaf ve hesap sorulabilir bir sistem kurulabilirse yolsuzluk da yoksulluk da sona erebilir. Yolsuzluk ve yoksulluğun, gizli ve hesap sorulamama hastalığından kaynaklandığı belli değil mi?
Ülkemizin şartlarına uygun, dünya gerçekleriyle örtüşen, sivil ve adaleti esas alan bir anayasayı ‘ihtiyaç sıralaması’nın üst basamaklarına yerleştirebilirsek sıradaki ihtiyaçlarımızı da kolaylıkla temin edebiliriz. Bu yolda adım atmakta geç kalmaktan korkalım...
19.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Avusturya’da “demokrasi” imtihanı |
|
Yüzyıllarca Habsburg Hanedanı tarafından yönetilen Avusturya, demokrasinin vazgeçilmezliğini iliklerine kadar hisseden bir ülke olarak, demokrasi konusunda oldukça hassas görünüyor. Demokrasiyi anayasasıyla koruyor, demokrasi karşıtı söylem ve eylemleri anayasasıyla yargılıyor.
Avusturya’da yaşayan Müslümanlar olarak, biz de bu hassasiyeti saygıyla karşılıyor, demokrasi karşıtlarının karşısında olduğumuzu alenen ifade etmek istiyoruz. Hem de Avusturya devletinin ve kamuoyunun baskısından ve yaptırımından korkarak değil, demokratik yönetim biçiminin, dünyadaki mevcut sistemler içinde en iyisi olduğuna yürekten inanarak beyan ediyoruz.
Buna rağmen, demokrasi söz konusu olunca, neden hâlâ Müslümanlara şüpheli bakılıyor? Üstelik bu ülkede yaşayan 500 bine yakın Müslüman nüfusun yarıdan fazlası Avusturya vatandaşı olmuştur. Vatandaşlığa kabul edilirken zaten belli alanlarda; tarihî, coğrafî, siyasî ve kültürel konularda imtihana tâbi tutulmuşlardır. Hem de zaman içerisinde, bu ülkenin değerlerine ve kanunlarına saygılı olduklarını ispat etmişlerdir.
Şimdi İslâm din dersi öğretmenlerinin bu kadar mercek altına alınması, ders kitaplarının bu kadar irdelenmesi, haftalardır basında tartışılır olması, ülkedeki Müslüman nüfusu üzmüştür. Yıllardır bu öğretmenler görev başında, yıllardır bu kitaplar okutulmaktadır. Yaklaşık bir buçuk sene önce İslâm dersi öğretmenlerinin bir anket sorularına verdikleri cevapların bekletilip bekletilip bugünlerde bir gazetede yayınlanmış olması merak konusu olmuştur. Acaba geçen sene Ocak ayında, Hz. Muhammed’e (asm) hakaret eden Avusturyalı bir milletvekilinin, bir yıllık mahkeme sürecinden sonra, geçen ay cezaya çarptırılmış olmasının, bugünkü manzarada bir rolü var mı, bilmiyoruz. Bilinen birşey var ki, o milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılarak yargılanması ve cezalandırılması, hukukun ve demokrasinin bir zaferi olmuştur. Şimdi aksi istikamette bir çalışma ile bu demokrasi zaferine gölge düşürülmesine müsaade edilmemeli.
Sözü fazla uzatmadan, o ankette Avusturya medyasını bilhassa kızdıran sonuca bakalım:
Ankete katılan öğretmenlerin yüzde 22’si demokrasinin İslâmiyetle bağdaşmadığını işaretlemiş.
Haydaa... Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!
Bu konuda Avusturya çok uzağa gitmesin. Türkiye’ye baksın. Bu konuda, AB adayı olan ve yüzde doksan dokuzu Müslüman olan Türkiye, bütün İslâm ülkelerine örnek olmaya namzettir. Türkiye’nin bu alandaki yönelişi, daha imparatorluk döneminde, 1876’da meşrutiyetle başlamıştır. Hele İslâm âlimi Bediüzzaman var ki, bundan tam yüz sene önce hürriyeti, meşrutiyeti, cumhuriyeti ve demokratlığı hakiki mânâsıyla hem anlatmış, hem yaşamıştır. Hatta bu konuda, Avusturya’nın ve bütün dünyanın ondan alacağı dersler vardır ki, dünya bugün onu anlamaya, onu tanımaya çalışıyor. Hem 1918 Rusya esaretinden dönüşte Viyana’nın misafiri olmuştur.
Şimdi Avusturya’ya yakışan odur ki, bir anketle açığa vurulan farklı düşünceleri, anayasal bir tehdit olarak görmesin.
Hem bardağın dolu tarafı dururken boş tarafına neden bakılıyor?
Yüzde 22’ye karşı yüzde 78’in İslâmın demokrasiye bakışını olumlu bulması niye gözden kaçırılıyor?
19.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Hayata 'körebe' kalmayalım! |
|
G
üzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” diyen zâtın talebeleri olmaya çalışıyoruz. O hep güzeldi. Hayatını muazzam zorluklarla yaşamış olmasına rağmen hiç şikâyetçi olmadı. Herkesin herşeye rağmen hayatından lezzet almasını isterdi. Bütün ömrünü bu uğurda fedâ etti. Kendisini, dünyasını, hatta âhiretini feda etti. Zindandaydı ama mutluydu. Sürgündeydi ama yine mutluydu.
Bediüzzaman’ın mutluluğunun sırrı bu tek cümlede gizliydi: “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
Allah’ın bize verdiği hayat nimetini, biz insanlar ne kadar lezzet alarak yaşıyoruz?
Baktığımız herşeyde, yaşadığımız her olayda ne kadar güzellik görüyorsak o kadar lezzet alıyoruz demektir.
Yoksa hayatı görmeden mi yaşıyoruz? Yani bir körebe gibi!
Çoğumuz körebe oyununu mutlaka oynamışızdır. Biliyorsunuz; gözlerimizi bağlarlar ve diğer oyuncular kendilerini yakalamamızı isterler. Gözlerimiz kapalıyken kollarımızı boşluğa salarız. Adımlarımızı da bilmediğimiz bir yokluğa, karanlığa atarız.
Adeta boşuna koştururuz. Korkularımız vardır. Düşecek miyim? Bir yere çarpacak mıyım diye? Ve hep tedirgin, kaygılıyızdır. Körebe oyunu böyle sürer gider.
Hayat oyununda eğer gözleri kapalı gibi yaşamaya kalkarsak körebeden farkımız kalmaz ve bize verilen bu canlı, renkli, muhteşem hayatı, karanlıklar içinde sönük yaşarız. Lezzet alamadan, sıkıntı içinde, kaygılı ve endişeli...
Hani bunlara halk arasında bakar kör denir. Bunlar hiç birşeyin farkında olmadan, duyarsız ilgisiz, umursamaz araştırmaz, soruşturmaz bir hayat biçimindedirler. Bu tip insanların hayatları karanlıktır, hiç birşeyden mutlu olmazlar. Korku içindediler. Telâşlı, mutsuz, kıskanç ve doyumsuz.
İşte hayatı ‘körebe’ gibi değil de ‘görebilen’ gibi yaşamamızı, Üstadımıza ve eserlerine borçluyuz. Dolayısıyla lütf-u İlâhiye...
Güzel görebildiğimiz takdirde düşüncelerimiz güzelleşecektir. Güzel düşüncelerimizle yaşadığımız hayattan lezzet almaya başlayacağız.
Üstadımız bir ömrünü adliye koridorlarında, soğuk hapishane odalarında, kervan geçmeyen dağlarda sürgünde yaşadı...
Tüm varlığı bir sepet eşyadan ibaretti. Verdikleri zehirli gıdalardan bedeni hep hasta ve yorgundu. Ama ruhu ve gönlü bir okyanus kadar engindi. İlâhî kelâmdan aldığı feyzle gönlü öyle geniş, öyle engindi ki düşmanlarını bile affetti. Onlara hakkını helâl etti. Kimseye kızmadı. Kimseden korkmadı. Kaygı ve endişe yaşamadı... Zira o, olaylara hikmet penceresinden bakıyor, acz ve fakrını idrak ediyordu. Böylece düşmanlarının bile şefkata ne kadar muhtaç olduğunu anlayabiliyordu.
Ne fecî ki; yaşarken onu dar ve sınırlı mekânlara sıkıştırdılar. Onu hep susturdular ve sakladılar. Eziyet ettiler...
Ama o hep büyüdü ve çoğaldı. Birken binlere dönüştü. Dağlara sıkıştırılmışken dünyaya hükmetti. Gözlerden sakladılar ama, gönüllere taht kurdu.
İnsanlığa Üstad oldu. Yolunu kaybetmişlerin yoldaşı, kimsesizlerin sırdaşı, çaresizlilerin çaresi, dertlilerin dermanı, hastaların şifası oldu. Kâinat onunla tekrar gerçek anlamına kavuştu. Bir kere daha...
Hazreti Üstad, insanlığı önce kendinde tanıdı. Önce kendi hislerini ve duygularını okudu. Bu okumalarla insanı keşfetti. Doğru tahlillerle, bu günün insanlığının muhtaç olduğu tedaviyi sağladı.
İnsanlığın saadeti için kendini, dünyasını, rahatını hatta âhiretini terk etti.
Onun için söylenecek öyle çok şey var ki? Onu tanıyıp ve anlayanlar yıllarca onu anlattılar ve yazdılar.
Kısacık bu tariften ve tanıştırmadan sonra, o büyük ve güzel, deha zat Bediüzzaman Said Nursî ile hâlâ tanışmayanlarımız varsa acizane tavsiyem en kısa zamanda randevulaşıp tanışmanızdır.
Onunla tanışmak bize neyi mi kazandıracaktır?
Bir insan için en büyük varlık olan aczimizi ve fakrımızı fark ettirecektir!
Ve dahası, Peygamberlerin makamına lâyık olan şefkat duygumuzu çalıştıracaktır.
İnsanı, insan yapan akıl nimeti ile düşünme sanatımızı geliştirecektir. Yani tefekkür edebilmemizi sağlayacaktır.
Öyleyse bu günleri onu anma-anlama ve tanıma-tanışma günü olarak kabul edelim. Bundan sonraki hayatımızı onunla ve eserleriye meşgul olarak geçirelim. O yarınlardan hep ümitliydi. Biz de umutlarımızı kaybetmeyelim, umutlarımızı arttıralım. Öyle çok, öyle çok umudumuz olsun ki umudu olmayanlara bile bizimkiler yetsin.
“Ümitvâr olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın olacaktır.” (Bediüzzaman)
19.02.2009
E-Posta:
|
|
|
|