|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Gönlüm orada kaldı! |
|
Orası neresi? Tarife ne hacet. Bilen bilir, anlayan anlar orayı.
Hemencecik. Orası gönül yarası. Orası o yaranın şifa bulduğu yer. Sözün bittiği ikinci yer. Nice dertlilerin, nice hastaların, nice aşıkların, nice muhtaçların ve acizlerin boş gelip dolu gittikleri yer. Gönlün dolduğu ve doyduğu yer.
Kalbinizin sesini duyduğunuz yer. Sessizliğin ses verdiği yer. O kadar farklı sesin birbirine karışıp, mezcolduğu, tek ses gibi çıktığı yer. Başka türlüsüne imkan ve zaman tanınmayan yüce huzur. Gönül, gönül olduğunu orda bilir, maşukunu orda bulur. Orası işte. Gönlüm orada kaldı.
Dr. Haluk Nurbaki Hoca rahmetlik, Ankara’da Hacıbayram’da bir vaazında dile getirdiği gibi; “Bunca yıllık tabibim. Her bir çeşit hastalık için insanlar kapıma geldi. Gönül yarasını tedavi için kimse gelmedi…” Nasıl gelsin ki? O acıyı, ıstırabı, ten, beden duymaz ki. Kalbin ve gönlün önü kim bilir kaç sıra sıra duvarla kaplı? Oraya ne bir haber ulaşır, ne bir mesaj. Zavallı gönül… Yarası duymayanın, devasını bulmayanın gönlü ölü…
Gönül yarasını bildi mi, devasını da bulur inşaallah. Allah (c.c.) hangi dert vermiş de, devasını vermemiş?
Yaranın, acının büyüğü gönülde. Biz hep onu dışarıda zannettik. Sonra gönül huzuru bulunca da, cümle yaralar geçti, şifa bulduk…
Evet, kainatta böyle bir yer, biricik bir yer var. O da orası işte. Gönlüm orda kaldı. Gönlümde, oradan bir hatıra kaldı… Gel ümmetinin dertlisi, hastası, günahlarının hicabında ve çokluğunda boğulan, gönlü yaralısı gel. Gelin, gecikmeyin. Haydi:
“Allahım! Kalblerin derman ve devâsı, bedenlerin âfiyet ve şifası, gözlerin nur ve ziyası olan Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına salât ve selâm eyle”
Esselatü vesselamu aleyke yâ Resulallah. Esselatü vesselamu aleyke yâ Habiballah. Esselatü vesselamu aleyke yâ Eminevahyillah. Ey Tabibe’l-kulub, Şefi elmüznibin. Gönlüm Sende kaldı.
Davetin yine takatimin bittiği bir anda yetişti. Battım kara günahlara. Çıkmam çok zordu. Gönlümü çektin. Gönlüm ki huzuru arıyordu. Kafesteki kuş gibi çırpınıyordu. Açıldı kapısı, uçtu gönül kuşum huzuruna. Kavuştu o büyük ormanına. Sütun sütun kokladı secdelerdeki izleri, tesbihleri… Gözyaşlarını içti, susuzluğunu orada dindirdi. Nice dertlinin bıraktığı en asil incileri, gözyaşlarını içti. Hayret, hiçbir iz kaybolmamıştı. Sadece gizlenmişti o kadar. Orası gönül yarası. Gönül evi, gönül devası.
Yeşil Kubben, uçaktan ışıl ışıldı. Daha oradan çektin gönlümü. Aştım, uçtum, kanatlanıp geldim. Mesafeleri yendim de geldim Efendim (sav.). Eşi benzeri olmayan bir çekimin içine girdim. Kayboldum. Gönlüm bir değil, milyar, milyar gönül orda. Onca insan tek insan, milyon gönül tek gönül orada. Yaşadığımı orada anladım, orada bildim. Orası öyle bir yer.
Orası anlatılmaz, orası yaşanır ancak. Dile gelen, Mehmet Akif’in tabiriyle: “Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım” dediği gibidir ancak. Yine de şikayetim yok. Denizin nazarında bir damla, damladır. Yeter ki ona doğru atılsın, ona doğru koşsun. Bir damlayım, atıldım denize… Nice damlacık kardeşlerimle beraber.
Hele o bayram sabahı. Bir yetim çocuğun hüznüyle zor oldu, huzurundan ayrılmak… Huzurun ayrılık makamı değil. Vuslat demi. Hangi damla denizine, karıştı mı çıkmak ister ki. Ben de, biz de tüm kardeşlerimiz de öyleydik. Neler neler yaşadık. O kadar zengin, o kadar temiz duygularla doldu ki gönlümüz, bundan sonra dünyada o temiz gönülle yaşamak çok zor gibi. O gönlü kirletmeden, sahibine teslim etmek çok zor. Gel de anlat, bilmeyene, görmeyene.
Şair yüreği gibi. Ey gönül, madenin o kadar yufka ki, bir kuş ötüşü yeter ağlamana. Gönül gönül olalı, hiç bu kadar yoğrulup, yufkalanmamıştı. Doğrusu incelmeyen hamurdan da ne olur ki. Gönül inceldi huzurunda, gönül devasını buldu, yarasını unuttu huzurunda.
Boşuna küçük dertler peşinde telef etmişiz de, ömrümüzü de, gönlümüzü de.
Gönül sahibinin izinde.
Gönül orada ve duada.
Gönül uçmakta… Ama nefis bırakmıyor peşini…
“Gönül uçmak dilerken semavî ülkelere
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere.” (Necip Fazıl Kısakürek)
Ey gölgeler gölgesi dünya… Bana bir başka bir yer göster, cennetin izini taşıyan. Yok… Sadece orası. Orası, gönül yarası.
Döndüm. Döndüm mü acaba? Daha kaç gün sürecek bu rüya? Yaşadığım hayatla kıyası, ölünün diriye mikyası. Artık gerisini siz düşünün. Aşkının ikliminden çıkmak istemiyor gönül yâ Resulallah. Gönül yarasının şifası sende, bilmeyenlere seni anlatacak, seni söyleyeceğim söz.
Gönlüm orada kaldı… Ait olduğu yerde. Hâlâ orada. Seyran orda, devran orda. Bayram orda.
Hüznü keder deffola
Dilde hicap reffola
Cümle günah affola
Bayram, o bayram ola
Ve gönül gözü ağlıyor şevkinden yâ Resulallah.
Gönül aradığını sende buldu. Aşkını sende buldu. Ne bulduysa sende buldu. Daha da fazlasını. Nedir ki seni bize sevdiren, bizi sana doğru çeken nedir? Yâ Resulallah, inan ki anlamış değilim. Anlamaya da gerek yok. Aklın ayağıyla varamadığı yere, gönül kanatlarıyla uçtum. Bu yeter bana. Işığa koşan, ölümüne ışığa koşan kelebekler gibi… Atıldım sana, ravzana, kucağına. Sende ölüm yok. Sende doğum çok. Diriliş var, doğuş var. Yanış ve eriyiş içerden, dıştan görünen hâli kim bilecek? O hal ancak Rabbime âyân. Bâtınımızı, içimizi bilen O.
Bu dünya bir gönül bile etmez. O gönül Senin aşkınla yandıktan sonra. Dünya da yanar, dünya da döner; o da katılır bu devrana. O gönül seni bilip, seni sevdikten sonra.
Bir şey getiremedim Rabbim, Resulünün huzuruna. Oysa eli boş gidilmezmiş gidilen yere. Ben ise iki büklüm sırtımla, çok ama çoook günah getirdim.
Burası hacet kapısı, gönül kapısı, eli boş dönmeyeceklerden biri de ben olurum inşaallah. Sen Habibine verdin, istediği her şeyi verdin, en yüce Makamı Mahmud’a, en büyük şefaatine erdirdin. Bizi de erdir o lütfa, bizi de kandır o suya, bizi de daldır o denize. O deniz ki, zerresi, damlası bile onsuz olmayan kâinata bedeldir.
Yaşamak Seni anlamak. Yaşadığını bilmek, Seninle olmak.
Ey Sevgili Nebi! Ey Sevgili Resul! Gönlüm Sende kaldı. Gönlüm orda kaldı. Ruhumu didik didik ettim. Ayıkladım, yabani duygulardan gönlümü Sana verdim.
Ben kırık bir testiyim.
Sen taşan bir deniz.
Denizinden bu damlayı mahrum etme. Ey denizler dolusu, damlalar dolusu salât ve selâm gönderdiğim Şanlı Nebi (asm.).
Gönlüm huzurunu buldu… Aradığını buldu. Yâ Nebiyallah…
Hasretindir gezdirir yer yer beni, diyar diyar kalbimi. Uzakta sandığım yalan çıktı. Mesafeler, ülkeler yalan çıktı. Sahtelerin çektiği tuzaklara kandığım yeter. Senin nurun, Senin ışığın yakmıyor. Topluyor her gönlü. Gönüller ışığını Senden alıp parlıyor. Güneş bile Senden ışığını alıyor. Bildim nurunun nerelere eriştiğini…
Sen ki, ışık üstü bir Nursun,
Sen ki, baştan sona huzursun,
Sende aradığımdan daha fazlası var.
Sen ki, baştan sona huzursun.
Senden ışığından mahrum ülkeler ve gönüller devamlı karanlıkta. İnsanlar ışığı buldu ama, Seni unuttu. Gerçek ışığı, ışığın kaynağını unuttular. Aynadaki sözde tecelliye vuruldular. Oysa ki, Sen ışık üstü ışık, nur üstü nurdun… Nurunu bilmeyen, görmeyen gözler ve gönüller körler hâlâ. Işığını onlara da ulaştırmaya çalışacağım söz yâ Nebiyallah (asm.).
Söz, sözün sözü, özün özü. Seni sevdirmek kimsenin elinde değil ve haddine de değil ama izin ver. Rabbim bir küçük işaret levhasında, mesela bu mütevazi yazıda Seni gösteren, bir işaret taşı görevini lâyık görsün de yaptırsın inşaallah. Bir dile, bir gönüle girmek kolay değil. Ama güneş gibi doğuyorsun gönlümüzde ve hiç batmıyorsun.
Ey bahtımızın güneşi. Ey sevgililer sevgilisi. Ey maddi manevi hayatımızın canlı güneşi. Bütün insanlık kaybettiğini arıyor. Seni bulamadıkça daha da çok arayacak. Sen ki gönül evisin, şefaatçisin.
Gönlüm orada, evinde kaldı. Orası öyle bir yer işte, gönül orda yandı ve orda uyandı, yâ Resulallah…Sonsuza kadar salât ve selâm olsun sana...
11.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ruhlar, kendi aralarında konuşurlar mı? |
|
Mahmut Bey: “1- Ruhlar arasında bir irtibat ve konuşma olur mu? 2- Ölü üzerine ağlamak günah mıdır?”
1- Bu konular doğrudan gayba girdiğinden, Peygamber Efendimiz’in (asm) verdiği gaybî haberlerle yetineceğiz:
Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki:
“Bir Müslüman can çekişme anına girdiği zaman rahmet melekleri, beyaz bir ipekle gelirler ve şöyle derler: ‘Sen razı ve senden de Rabbin razı olarak şu bedenden çık. Allah’ın rahmet ve reyhanına ve sana gazabı olmayan Rabbine kavuş.”
Bunun üzerine ruh, en güzel bir misk kokusu gibi bedenden çıkar. Öyle ki melekler onu birbirlerine verirler, tâ semanın kapısına kadar onu getirirler ve:
“Size arzdan gelen bu koku ne kadar güzel!” derler. Sonra onu mü’minlerin ruhlarına getirirler. Onlar, onun gelmesi sebebiyle sizden birinin kaybettiği şeyinin kendisine geldiği zamanki sevincinden daha çok sevinirler. Ona:
“Falanca ne yaptı? Falanca ne yaptı?” diye dünyadakilerden haber sorarlar. Melekler:
“Bırakın onu, onda hâlâ dünyanın tasası var!” derler. Bu gelen, kendisine dünyadan soran ruhlara:
“Falan ölmüştü, yanınıza gelmedi mi?” der. Onlar:
“O, annesine, Hâviye cehennemine götürüldü!” derler.
Peygamber Efendimiz (asm) devamla der ki:
“Kâfir can çekişme anına girdiği zaman, azap melekleri kıldan kaba bir elbise ile gelirler ve şöyle derler:
“Bu cesetten kendin öfkeli, Allah’ın da öfkesini kazanmış olarak çık ve Allah’ın azabına koş!”
Bunun üzerine, kötü ruh cesedden, en kötü bir cîfe kokusu gibi çıkar. Melekler onu arzın kapısına getirirler. Orada:
“Bu koku ne de pis!” derler. Sonunda onu kâfir ruhların yanına getirirler.” 1
2- Ölü üzerine isyan etmek, başkasını rencide edecek ve isyan boyutuna varacak derecede bağırarak, saçını başını yolarak ağlayıp feryat etmek günahtır. Yoksa kalbin hüzün duyması ve gözlerin yaşarması elbette engellenemez. Sünnet olan, bu hüznü ve gözyaşını isyana değil, duâya çevirmektir.
Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (asm) ile birlikte demirci Ebu Seyf radıyallahu anh’ın yanına girdik. O, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın oğlu İbrahim’in süt babası idi. Aleyhissalâtu vesselâm oğlunu aldı, öptü ve kokladı. Daha sonra yanına tekrar girdik. İbrahim can çekişiyordu. Bu manzara karşısında Resûlullah’ın (asm) gözlerinden yaş boşandı. Abdurrahman İbnu Avf (ra): “Sen de mi (ağlıyorsun) ey Allah’ın Resülü?” dedi. Resûlullah (asm): “Ey İbnu Avf! Bu merhamettir!” buyurdu ve ağlamasına devam etti. Sonra şöyle söyledi: “Gözümüz yaş döker, kalbimiz hüzün çeker, fakat Rabbimizi razı etmeyecek söz sarf etmeyiz. Ey İbrahim! Senin ayrılmandan bizler üzgünüz!” buyurdu. 2
Dipnotlar:
1- Nesâî, Cenâiz 9, (3, 8-9).
2- Buhârî, Cenâiz 44; Müslim, Fezâil 62, (2315); Ebu Dâvud, Cenâîz 28, (3126).
11.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Çekilen cezanın sebebi neydi? |
|
İYİ ve kötü her amelin dünyada olduğu gibi ahirette de bir karşılığı olduğunu biliyoruz. Allah için yaptığımız iyiliklerin karşılığını gördüğümüz gibi tevbe edip dönüş yapmadığımızda kötülüklerin de mutlaka üzücü bir tarzda öbür âlemde karşılığını göreceğiz.
Buharî ve Müslim’de yer alan şu hadis-i şerif büyük bir farz olan emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerdeki ihmal ve lâkaytlığın insanı nerelere kadar götürebileceğinin acı bir örneğidir.
Bu iki kaynakta anlatıldığına göre bir adam Cehenneme atılır. Bağırsakları dışına fırlamış vaziyettedir ve değirmeni çeviren merkep gibi dönmektedir. Cehennemlikler yanına yaklaşıp, “Ef filan, n’oldu sana? Sen bize iyiliği emredip kötülükten sakındıran biri değil miydin?” diye sorarlar.
Adam cevap verir: “Evet, öyleydim. Ancak iyiliği emreder kendim yapmazdım. Kötülükten sakındırır, ama kendim yapardım.” 1
Manzara oldukça dehşet verici. Lisan-ı hâl lisan-ı kali teyit etmediğinde sonuç bu.
Bu da gösteriyor ki mü’min içi dışı bir, sözleriyle davranışları birbirini destekleyen insandır. Bir söyler, bin yaşar. Bin söyleyip hiç yaşamamak imanla bağdaşmaz.
Muhataplar üzerinde etkili olmanın en kestirme yollarından birisi de anlatılanların anlatan tarafından yaşanıyor olmasıdır. ‘Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Kişinin görünür rütbe-i aklı eserinde” beytinde anlatıldığı gibi kişi esere, fiiliyâta bakar.
Allah Resûlü (asm) yapılması gereken bir kısım şeyler varsa önce kendisi yapar, uygular, sonra yapılmasını isterdi. Toplumda o kadar güven sağlamıştı ki peygamber olmadan önce bile Muhammedü’l-Emîn derlerdi. Kur’ân, onun dâvâsının doğruluğunu isbat sadedinde, “Bundan evvel de ben sizin aranızda bir ömür geçirdim. Hiç düşünmez misiniz?” 2 diyecekti. Daha önceden kırk sene boyunca doğruluğunu, güvenilirliğini tescil ettirmiş bir insan kırkıncı yaşında daha başka olamazdı.
Umman Meliki el-Culendî, İslâma dâvet mektubunu aldığında araştırma yapmış, sonra da edindiği bilgiler ışığında, “O hiçbir iyiliği kendi yapmadan emretmiyor, kötülüğü de ilk terk eden kendisi olmadan yasaklamıyor. O bir peygamberdir ve mutlaka galip gelecektir” 3 demekten kendini alamamıştı.
Demek kàl halle, kavil fiille, iddia vakıayla doğrulanmayınca inandırıcılıktan uzak kalır insan.
Dipnotlar:
1- Riyazü’s-Salihin, 1:240 (Hdais no: 196; Buharî ve Müslim’den.)
2- Yunus Sûresi: 16.
3- Nedvi, Tebliğat ve Tâlimat, 2:450-459.
11.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Kim yabancı? |
|
Fazıl Say, meşhûr olmuş bir piyanist. İyi piyano çalar, oratoryo yönetir; kabul.
Piyanist Say, geçen yıl Türkiye'den sıkılmaya başladığı ve ülkeyi terk etmek istediği şeklindeki söylentilerle gündeme gelmişti.
Şimdi ise, Hak şâiri ve halk edebiyatı ozanı Yunus Emre'nin kullandığı dil hakkındaki skandal açıklamalarıyla gündemde.
Özetle diyor ki: "Yunus Emre, bugünkü nesillerce anlaşılmayan yabancı bir dil kullanmış. Şiirlerinden günümüz gençliği hiçbir şey anlamıyor." (Zaman, 9 Ekim 2008; SKY Türk tv.)
Fazıl Say, insanı hayrete düşüren iki şey söylüyor.
Birincisi: Günümüz gençliği, Yunus'un şiirlerinden hiçbir şey anlamıyor.
İkincisi: Yunus Emre, yabancı bir dil kullanmış.
Şimdi, bu iki nokta üzerinde kısa bir değerlendirme yapalım.
Birinci nokta
Fazıl Say, bu noktada bir derece haklı. Ne kadar hayret ve taaccüp etsek, hatta ne kadar kahırlansak da, günümüz gençliğinin bir kısmı Yunus Emre'yi anlayamıyor. Keza, şairin kullandığı mis gibi lisâna da yabancı.
Yani, İslâmî lisân ile yazılmış olan o şiirlerdeki kelime ve mısraların mânâsını bilmiyor, anlamıyor.
Ancak, şu da bir gerçek ki: Günümüz neslinin önemli bir kısmı Yunus'un kullandığı lisanı biliyor ve mânâsını anlıyor.
Dolayısıyla, bu kesimin ne Yunus'la, ne de onun diliyle bir problemi var. Bu vâdide ne bir ayrılık var, ne de bir gayrılık söz konusu. (Aşağıdaki mısralar, küçük bir örnekleme mahiyetindedir.)
İkinci nokta
Yunus'un kullandığı dilin "yabancı" olduğu şeklindeki iddia ise, külliyen yalandır, yanlıştır ve temelden çürüktür.
Şimdi, insaf ile bakalım ve yüzlerce, hatta binlerce misâlinden sadece şu birkaç mısrayı okuyarak, gerçekte kimin yabancı olduğuna karar verelim:
Vaktinize hazır olun
Ecel varır gelir bir gün
Emanettir bu can size
Sahibi var alır bir gün
Nice bin kerre kaçarsın
Yedi deryalar geçersin
Pervaz vurup da uçarsın
Ecel seni bulur bir gün
İş bu meclise gelmeyen
Varıp nasihat almayan
Elif'ten Bâ'yı bilmeyen
Okur kişi olur bir gün
Tutmaz olur tutan eller
Çürür şu söyleyen diller
Sevip kazandığın mallar
Varislere kalır birgün
Yunus Emre'm bunu söyler
Aşkın deryasını boylar
Şu yüce köşkler saraylar
Viran olur kalır bir gün
Evet, ölümü hiç düşünmeyen, Elif'i görse mertek sanan, dünya malına güvenen, köşk û saraya aldanan, varıp nasihat almayan kimseler, elbetteki Yunus'u hakkıyla bilemez, onun lisanını anlayamaz.
Yunus yabancı değil, yüzde yüz yerlidir ve bizimdir. Kullandığı lisan da öyle...
Dolayısıyla, piyanist Say'ın kast etmiş olduğu "yabancı" tâbiri de, Yunus ve şiirleri için değil, olsa olsa kendilerinin çalmış olduğu İtalyan kökenli (Floransa, 1711) "piyano" ile yine kendilerinin zaman zaman yönetmiş olduğu kilise korosu orijinli (Roma, 1563) "oratoryo" için geçerli.
Evet, Fazıl Say'ı meşhûr eden piyano ve oratoryo yüzde yüz yabancı patentlidir. Ancak, biz yine de alerji duyup bağnazlık gösterek bunları yadırgamıyor ve kökten reddetmiyoruz.
Lâkin, içimizde olup bizden göründuğu halde, yine de "bizim Yunus"a karşı yabanî olup hepten uzak ve yabancı bir duruma düşenler var.
Bu gibi kimseler—Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle—anlaşılıyor ki, "bir parça frengî okumuş"lar, İslâmî yazıları okuyamıyorlar, üstelik bilenden de sormuyorlar. (Haşir Risâlesi, giriş bölümü.)
Bizim ıstılâhımızda, yani literatürümüzde "frengî", İslâm dini ile zıtlaşan "Avrupaîlik" mânâsına geldiği gibi, bozulmuş Hıristiyanlığın merkezi olan Avrupa için de "Frengistan" tâbiri kullanılmış. Tıpkı, Karacaoğlan'ın aşağıdaki şiirinde olduğu gibi...
Onlar ki, siyah şapka giyer...
Yunus Emre'nin şiir dilini "yabancı" bulan piyanist Fazıl Say, acaba meşhûr halk ozanı Karacaoğlan'ın şiir lisânı hakkında ne buyururlar?
İşte, Karacaoğlan'ın kendi lisanınca tasvir etmiş olduğu akılsızca küfre uyan, zalim olup cana kıyan, hınzır etini keyifle öğün eden, hâsılı birçok yönüyle bize yabanî düşen Avrupalılar (İkinci bozuk Avrupa olsa gerektir) hakkındaki o meşhûr "Frengistan" şiiri:
İndim seyran ettim Frengistan'ı
İlleri var, bizim ile benzemez
Levin tutmuş goncaları açılmış
Gülleri var, bizim güle benzemez
Göllerinde kuğuları yüzüşür
Meşesinde sığırları böğrüşür
Güzelleri türkü söyler, çığrışır
Dilleri var, bizim dile benzemez
Seyr edüben gelir Karadeniz'i
Kanları yok, sarı sarı benizi
Öğün etmiş, kara kara domuzu
Dinleri var, bizim dine benzemez
Akılları yoktur, küfre uyarlar
İmânları yoktur, cana kıyarlar
Başlarına siyah şapka giyerler
Beyleri var, bizim beye benzemez
11.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bir ipin hesabı |
|
Zenginin biri, ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. “Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum!” diye vasiyet etmiş. Öldüğünde “Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?” diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal:
“Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum!” diye düşünerek kabul etmiş.
Vefat eden zenginle birlikte defnetmişler. Sorgu suâl melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. “Nasıl olsa bu ölü elimizde... Biz şu canlı olandan başlayalım!” demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar.
“O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?...” Sabaha kadar sorgu suâl devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.
“Tamam, servetin yarısı senin” demişler.
“ Aman, istemem, kalsın! Ben sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim, o kadar servetin hesabını nasıl veririm!”
***
• Ahirete iman, sorumluluk duygusu verir. Vazifeye bağlılık şuurunu geliştirir. Hak ve hukuka saygılı olmayı temin eder. Zengin, sıhhatli ve gücü yerinde olanların imkânlarını, güçlerini müsbet yola kanalize etmelerini sağlar:
“Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa onun mükâfatını görür.” 1 “İşte, onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve içinden ırmaklar akan cennetlerdir ki, orada ebedî kalacaklardır... Allah yolunda çalışanların mükâfatı ne güzeldir!” 2
• Öldükten sonra dirileceğine inanan bir Müslüman, hayatının her dakikasının hesabını vereceğine inandığından, her türlü kirlilikten kendisini korur ve tertemiz, pırıl pırıl bir hayat sürmeye gayret eder. Ebedî yaşama arzusu, insanı kötülüklerden çekip çevirir, iyi bir insan olmanın yoluna yöneltir.
• Cenneti kazanmanın yolu, iyi amellerden, işlerden, güzel hareketlerden geçer. Öyle ise, herkes iyi bir kul, iyi bir aile ferdi, iyi bir dost, iyi bir komşu olmaya ve hayat safhalarında Allah tarafından kendisine bahşedilen rolün hakkını iyi bir şekilde vermeye çalışacaktır.
“İman edip salih ameller işleyenlere, kendileri için, içinden ırmaklar akan Cennetler olduğunu müjdele! Cennetlerin meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, ‘Bu (tıpkı) daha önce (dünyadayken) bize verilen rızık!’ diyecekler. Hâlbuki bu rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak verilmiştir... Onlar için orada tertemiz eşler de vardır.” 3
• Cehennemden kurtulmanın çaresi de, günahlara bulaşmamak, güçsüzleri ezmemek, namusları çiğnememek, haksızlık ve zulme girmemektir.
• Ahirete iman, insan haklarına saygıyı da getirir. Kalbinde ahirete iman kök salmış bir insan, başta kendi yakınları olmak üzere herkese hürmet ve sevgi beslemeye başlar. Hürmet ve sevgi ise, birçok maddî mânevî rahatı ve huzuru da beraberinde getirir.
Dipnotlar:
1- Zilzâl Sûresi: 8.
2- Âl-i İmran Sûresi: 136.
3- Bakara Sûresi: 25.
11.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
“Bütün vazifeleri şahs-ı mânevîye bırakmak” |
|
Şahs-ı mânevî nedir?
Şahs-ı mânevî; bir şahıs olmayıp, kendisine bir şahıs gibi muâmele edilen şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar; belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıstır.
Şahs-ı mânevî; İslâmiyetin ruhuna uygun ve Risâle-i Nur eserleriyle daha bir dünyamıza girmiş ve bu asrın ‘olmazsa olmaz’ları arasında değerlendirilen özel bir kavramdır.
Güç, düşünce, inanç, ifade biçimi, yaşayış biçimi birliği gibi pek çok ‘birlik’leri bünyesinde barındıran şahs-ı mânevî, bu birliklerdeki aksaklıkları da kendi içinde tamir eden, ‘akıl akıldan üstündür’ anlayışıyla, bireysel zaafları aşabilen bir ‘birliğin’ adıdır.
Şahs-ı mânevî; geçmişi, hâli ve geleceği içine alan bir nurânî hattın da adıdır. Bu yönüyle zamanlar üstü bir çizgi meydana getirir. Yani geçmiş, hâl ve geleceğin birikimlerinin, duâlarının, hisselerinin birleştiği bir hayt-ı nurânîdir.
Onun için, şahs-ı mânevî içerisindeki kişinin, kendi şahsı için düşündüklerinin daha ötesini şahs-ı mânevî için düşünmesi zarûrîdir. Yani kendin için istediklerini şahs-ı mânevî için de istemek durumundasın.
Kişi, dâhî de olsa, şahs-ı mânevî
karşısında etkisizdir
“Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin, şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.” (E.L. s. 70)
Şahs-ı mânevî içerisinde dâhî şahsiyetler bulunabilir. Hatta şahsiyetlerdeki nitelik arttıkça; bu, cemaatin niteliğini de etkileyecektir. Bu duruma ‘keyfiyet’ meselesi denilmektedir. Nitekim artık bu keyfiyet bireyden ayrılmış şahs-ı mânevîye dönüşmüştür. Onun için şahs-ı mânevînin gücü, etkisi, yetkisi, gavsiyet ve kutbiyet gibi makamlardan daha üstün tutulmaktadır. Konu, Nur talebeleri açısından ele alındığında; “Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi ferit makamına mazhar oldukları için…” (H.R. s. 318) şeklinde izah yapılmaktadır.
Ene'yi havuz içinde eritmek
Birey, şahs-ı mânevî içerisinde anlamlıdır. Birey, şahs-ı mânevî ile birey olmanın ötesinde bir değer kazanmaktadır. Bu gücü elde etmek aklın ve mantığın bir gereğidir. Hatta Kastamonu Lâhikası, s. 102’de, bu asırda yapılan bütün hücumlara karşı, ancak cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevînin dayanabileceği ve hükmedebileceği dikkatlere sunulmaktadır. Burada ayrıca, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetin, büyük bir havuza sahip olmak için, o havuza atılması ve eritilmesi gereğine vurgu yapılmaktadır.
Zaman, cemaat zamanıdır
Cemaat, özellikle bu asrın ortaya çıkardığı bir zorunluluktur. Bu mânevî kavram -birey için- aynı zamanda, bir dayanak noktasıdır. Aidiyet duygusu ile birey, cemaatin maddî ve mânevî gücünü yanında hissedecektir.
Şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı, şahs-ı mânevî-i îmânî gerekmektedir. Zaten bu zamanda, ehl-i dalâlet de, şahs-ı mânevî tarzında hareket ettiğinden, buna karşı atılacak adımların da yine şahs-ı manevi tarzında olması gerekmektedir.
Üç elif ittihat etse veya etmese
Bireyler, omuz omuza verdiklerinde güç birliği meydana gelmektedir. Böylece bir birey bulunduğu konumda, bazen bir, bazen on, bazen de yüzler, binler değerinde olabilmektedir.
İhlas Risâlesinde, konunun iyi anlaşılması için, hem bir fabrikanın çarkları ve hem de insan bedenindeki organlar arasındaki muhteşem uyum örnek olarak verilmektedir: “Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder.”, “Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip, sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umûmî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakiki bir tesanüt, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler.” (Lem’alar, s: 222)
Ayrıca, muhtaç ve mecbur olunan bir noktaya dikkatler çekilerek, şahs-ı mânevî, üç elifin durumuyla izaha çalışılmıştır. “Üç elif ittihad etmezse üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır… Hakiki, samimi bir ittifakta her bir fert, sair kardeşlerinin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya her on hakiki müttehid adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.”
Yoksa, elifler ittihat etmezse, onlar, yüzler, binler; ‘bir’ hükmünde kalacaktır. Bireyler de, bir hat üzerinde omuz omuza gelmezlerse, kıymeti ve kuvveti binden bire inecektir.
Şahs-ı mânevî aynı zamanda, Cenâb-ı Hakkın kâinata koyduğu kanuna bir riayettir. Onun için ona uygun hareket eden kim olursa olsun, istenen sonuca ulaşabilecektir.
Bir bedenin azaları
hükmünde olmak
Beden, nasıl ki bir bütün olarak düşünülüyorsa, şahs-ı manevi içerisindeki bütün bireyler de, bu manevi bedenin birer azaları hükmündedir. Onun için her bir birey, bu manevi bedende bir maksadı karşılıyordur. Her bir birey ayrı bir boşluğu dolduruyordur. Baş, ayaklara ne lüzum var; ayaklar kollara ne lüzum var diyemez. Çünkü biri olmadan diğeri de olamaz.
Ama her uzuv, bu mânevî beden içerisinde anlamlı olduğunu bilmelidir.
Kardeşlerin meziyetleriyle
iftihar etmek
Nasıl ki bedendeki her uzuv, farklı bir hikmetle yaratılmış ise, manevi bedendeki her bir birey de farklı kabiliyetlerle donatılmıştır. Birinin yaptığını diğeri yapamayacaktır. Onun için her bir uzuv, kendisinin dışındaki uzuvların varlığı ile iftihar etmek ve şükretmekle mükelleftir.
Şirket-i mâneviye
ortaklığında ilginç bir nokta
Şahs-ı mânevînin içerisinde yapılan ibadetler ve sevaplar, ahirette bireyi müflis olmaktan kurtaracak yegâne kaynaktır. Çünkü, şahs-ı mânevî içerisindeki ibadetler sadece bireye ait olmayıp, bütün bir cemaatin hisseleriyle oluştuğundan, ahirette kul hakkı isteyecek alacaklılar, bu hisseye müdahale edemeyeceklerdir.
Nitekim bir spor müsabakasında, milleti adına elde edilen bir kupa sahibinin kupasını, alacaklıları borç karşılığında aldıklarında, mahkeme o kupanın sadece o sporcuya ait olarak değerlendirilemeyeceğine, o kupanın arkasında bir milletin bulunduğuna hükmetmesi sonucu, kupa tekrar sporcuya teslim edilmiştir.
O zaman, ahirette, kul hakları dağıtılırken, şahs-ı mânevî ile elde edilmiş olan kazanımlar, hisse sahibini müflis duruma düşürmeyecektir. Aynı zamanda bu bir müjdedir. Ayrıca her şahıs için o kazanılan bütünün aynısı, her hissedara ayniyle verilecektir.
Sürekli çalışan bir hissedarlık;
hatta öldükten sonra bile
Dünyanın her bir köşesinde hissedarları bulunan bir şirkette bulunmak, haliyle büyük kazançları ihtivâ etmektedir. Yeryüzündeki Müslümanlar olarak böyle bir şirket-i mâneviyede olmak büyük bir mazhariyettir. Haliyle maddî ve manevi kazançları da bir o kadar büyük olacaktır.
Bırakın hayatı, öldükten sonra bile, haram cihetiyle ölmek ama sevap cihetiyle yaşamak söz konusu olmaktadır. Şirket varolduğu müddetçe, hissedarları vefat etseler bile, onların hanelerine olan kârlar devam edecektir.
Şahs-ı mânevîyi
zedeleyen ihanettedir
Omuz omuza vermiş eliflerin arasındaki bir elif, bulunduğu konum itibariyle bazen binler basamağındadır. Onun için, böyle bir basamaktaki elif (kişi); "Ben bu ittihada katılmıyorum" dese, "Ben bu rakamların arasından çıkmak istiyorum" dese, o büyük şahs-ı mânevî büyük bir yara alacaktır.
Cemaat içerisindeki birey de, cemaatin dışında kendi kendine bir tavır içerisine girse, şahs-ı mânevînin dışında hareket etse, hem kendi kıymet ve kuvvetinden, hem de içinde bulunduğu şahs-ı mânevînin kıymet ve kuvvetinden eksiltmiş olacaktır.
Şahs-ı mânevînin varlığı,
ancak istişare iledir
Şahs-ı mânevînin uzun ömürlü olması ve maddi ve manevi sağlıklı yaşaması, istişârî bir hareket tarzına bağlıdır. Bu da, Kur’ân’ın emri gereği ‘şûrâ’dır. Bu temel kaideye kim riayet ederse, onlar başarılı olacaktır.
Başlıkta geçen ifadesinde Bediüzzaman, (Şuâlar, s: 428) “Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım” demektedir.
O zaman ne yapıp edip, şahs-ı mânevînin güçlenmesi için her uzuv kendisine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir. Böyle olursa, şahs-ı mânevî bir beden gibi, sağlıklı işleyişini sürdürebilecektir.
11.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bediüzzaman’ın ikaz ve dersleri… |
|
Aktütün Karakolu baskınıyla öteden beri oynanan bayat bir oyun bir defa daha sırıttı.
En son “Ergenekon iddianâmesi”nde ve “darbe günlükleri”de açıkça sözü edilen “eylem plânları”yla da su yüzüne çıkan terörü tahrikle kargaşa ve iç çatışma ile ülkeyi ecnebilerin tezgâhına getirtmek.
Etnik çatışmayı tahrik edip Türkiye’yi iç savaşa sürüklemek; “ılımlı İslâm” ve “büyük Ortadoğu projesi”yle demokrasi ve özgürlükleri rafa kaldıran, AB projesini öteleyen, sosyal ve ekonomik iflâslar içinde debelenen kontrollerindeki bir “Ortadoğu sultanlığı”na dönüştürmek…
Toplumda travma meydana getiren olaylarla, karşılıklı kışkırtmaları azdırmak, menfî milliyetçilik duygularını daha da kabartarak keskinleştirmek, etnik gerginliği tırmandırmak…
PKK terör örgütünün küresel ifsad şebeklerinin desteğinde taşeronluğunu yaptığı terörün hedefi bu. Türkiye’nin dünyayı sarsan ve ne garip ki yine Amerika’dan türeyen global ekonomik krizin dalgasına mâruz kaldığı, mahallî seçimler öncesi terör örgütüne arka çıkan siyasî partinin bölgede kan kaybettiği ve toplumun her türlü tahrike müheyya kırılgan süreçte, bu olayın stratejik amacı da bu.
Bin yıldır birlikte yaşayan, Yemen’de, Çanakkale’de, İstiklâl Harbinde beraber mücadele eden ve kucak kucağa şehid düşen Türklerle Kürtler arasına ayrılıkçılık meydana getirmek, ırkî fitne tohumlarını yeşermekle, özellikle Batıda yaşayan Doğulu ve Güneydoğulu vatandaşları itham altında tutmak, halkı provoke ederek saldırılara sürüklemek…
TEHLİKEYİ BİR ASIR ÖNCE HABER VERİR…
Bediüzzaman bu tehlikeyi bir asır önce açıkça haber verir…
Bunun içindir ki daha geçen asrın başlarında Şarktaki aşiretlere Meşrûtiyet dersini veren ve bölge halkının idarede söz sahibi olup kendi kaderini tayin edeceğini belirtirken, öncelikle Türklerle Kürtlerin beraber ve birlikte yaşamalarının gereğinin üzerinde durur.
“Kürtlere verilecek muhtariyetten bahsediliyor. Kürdler, ecnebî himâyesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler” diye “Kürtlük dâvâsının pek mânâsız bir iddia” olduğunu” belirtir. Bu propagandanın Kürtleri aldatmaktan başka bir işe yaramayacağını ve tam tersine, “Kürtleri bir milleti tâbie haline getireceğini” nazara verir.
Kürtlerin millî vicdanlarının asla “İslâm’dan iftiraka (ayrılmaya) müsaid olmadığını”, özellikle Türklere ve diğer Osmanlı bâkiyesi unsurlara karşı İslâm kardeşliğine aykırı kavmiyet dâvâsını gütmeyeceklerini günün gazetelerinde makaleler yazarak aydınlatır. (Asâr-ı Bediiye, 520-521)
Yine bunun içindir ki, “adem-i merkeziyet” fikrini, Osmanlı devleti bünyesindeki milletlerin bağlarını kopartacak ve irtibat kanallarını kapatacak, ihtilâf, ırkçılık, nefretle muhtariyete varan, ardında da “bağımsızlık ve ayrılık” dâvâsına dönüşen, vatanı ve meşrûtiyeti tahribe yönelik “keşmekeş bir mücadele” olarak görür. Bunu, kazanılan hak ve hürriyetleri de kaybettiren, millete ve özellikle Kürtlere karşı “bir zenb-i âzim (büyük bir günâh” olarak tanımlar.
Bu zihniyetin, on üç asır önce ölen “asabiyet-i câhiliye” dediği ırkçılığı dirilterek fitneyi ihya edeceğini, ülkeyi ve hatta Asya kıt’asını cehenneme çevireceğini peşinen ihtar eder. Kürtlere, “Tevhidle mükellef olduğumuz gibi, ittihadı (birlik ve beraberliği) te’sis edecek muhabbet-i millîye ile de muvazzafız (vazifeliyiz.) Eğer unsur (milliyetçilik) lâzım ise, unsur için bize İslâmiyet kâfidir” diye ders verir. (a.g.e. 450-451)
DEVLETİN BEDİÜZZAMAN’IN
İKAZLARINA
İHTİYACI VAR…
Bundandır ki, Kürtlere hitâben, “Türkler bizim aklımız, biz onların kuvvetiyiz. Mecmuumuz (hepimiz beraber) iyi bir insan oluruz. Nodserâne (başı buyruk) yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz” diye birlik ve beraberliğin ehemmiyetini hatırlatır.
“İttifakta kuvvet var. İttihada hayat var. Uhuvvette (kardeşlikte) saadet var” diye bütünlük ve kardeşliğin gereğini anlatır; “hablül metin-i ittihada (birlik ve bütünlüğün kopmaz halatına) ve şerid-i muhabbete (muhabbet ipine) sarılmak zarûridir” diye ikaz eder.. (a.g.e. 453)
Yeni rejimle birlikte, milliyetçiliğin dinin yerine ikame edilmek istenmesi ve “Türkçülüğün” esas alınarak başta Kürtler olmak üzere asırlarca Osmanlı bayrağı altında sâdık vatandaşlar olarak yaşayan unsurları itme politikası üzerine, bunun fevkalâde tehlikeli olduğunu, “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde (kaynaşıp iyileşmeyecek) bir inşikaka (ayrılık ve bölünmeye) sebebiyet vereceğini kaydeder.
Bundandır ki, bütünüyle bir câhiliye dönemi âdeti olan ırkçılığın zararlarını anlatırken, “Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsular) içinde en kesretli (en çok) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Nerede Türk tâifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda (kavimlerde) dahi hem Müslim ve hem de gayr-ı Müslim var” diyerek Türklerin İslâmın kahraman bir ordusu olarak bin sene Kur’âna hizmet ettiğini beyân eder. Şan ve şeref dolu tarihindeki bütün iftiharının İslâmiyet nâmına ve hesabına olduğunu anlatır.
Ve yine bundandır ki, “Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş. (kaynaşmış); ondan kabil-i tefrik değil (ayrılamaz). Tefrik etsen, mahvsın” ihtarında bulunur. (Mektûbat, 312-313)
Neticede, Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “hâmiyet-i İslâmiye ile tam birleşmiş İslâmî ve dinî milliyet olan Türklerle Kürtler”in bir arada ve beraber yaşamalarından başka yol yoktur.
Komplolara, tuzaklara, oyunlara karşı Bediüzzaman’ın ikaz ve derslerine ihtiyaç vardır. Devletin de milletin de…
11.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Aktütün soruları |
|
Hakkâri’nin Şemdinli ilçesindeki Aktütün Sınır Karakolu’na yapılan saldırı konusunda önemli iddialar ve sorular Olayın üzerinden 8 gün geçmesine rağmen kafalara takılan onlarca soru cevaplanmış değil. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız’ın yaptığı açıklamalar da bu soruları cevaplandırmaktan uzak bulundu.
Bu sorulardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Irak sınırına dört kilometre uzaklıktaki Aktütün Jandarma Sınır Karakolunda -Org. Iğsız’ın verdiği bilgiye göre- 1992’den bu yana da 43 şehit verilmesine rağmen niye ders alınmadı? Karakol çok daha iyi korunamaz mıydı?
İstihbarat teşkilâtlarının 10 gün öncesinden saldırı olacağı istihbaratını verdiği söyleniyor. Bu doğru mu? Doğruysa niye tedbir alınmadı?
ABD’nin anlık istihbaratının devam ettiği söyleniyor. Peki, PKK’lı 350 teröristin geldiği neden görülemedi? ABD bildirmedi mi? Bildirildiyse bu bilgi dikkate mi alınmadı? Hani, PKK’lı teröristler BBG evinde gibi izleniyordu?
Saldırının gündüz başladığı açıklandı. PKK’nın bölgeye taşıdığı ağır silâhlar ve saldırı hazırlığı neden tesbit edilemedi?
Kritik bir bölgede görev yapan askerler neden kurşun geçirmez yelek giymiyor?
Uçaklar neden çatışmanın başlamasından 6-7 saat sonra gelebiliyor?
Genelkurmay Başkanlığı bu konuda bir soruşturma yapıyor mu? Sivil otorite bunu TSK’den istedi mi?
Bölgede böyle onlarca karakolun olduğu ve çoğunun bu durumda olduğu yetkililerce açıklandı. Org. Iğsız’ın söylediğine göre, Aktütün karakolunun güvenlik açısından uygun değil ve bunun gibi beş tane daha karakol bulunuyor. Bu karakollar bu güne kadar neden daha güvenli bölgelere taşınmadı?
* * *
Org. Iğsız’ın açıklamalarından sonra bir “kaynak tartışması” yaşandı. Iğsız’ın “imkânsızlıktan dolayı karakolun yerini değiştiremedik” şeklindeki sözleri hâlâ tartışılıyor. Maliye Bakanlığı verilerine göre, geçen yıl Genelkurmay’a 12 milyar 997 milyon YTL’lik ödenek ayrıldığı, ancak bu paranın 1 milyar 277 milyon YTL’lik kısmına hiç dokunulmadığı basına yansıdı.
Başbakan Erdoğan bu tartışmalara üstü kapalı bir şekilde “Bizden istediğiniz nedir, ne varsa gereğini yaparız. Ne istendiyse yerine getirdik, bundan sonra da yerine getiririz” şeklinde cevap verirken tezkere görüşmeleri sırasında Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, “Maliye Bakanının ihtiyaçlarını sorması üzerine sayın komutan ‘Hiçbir ihtiyacımız yoktur, teşekkür ederiz’ demiştir. Hükümet sanki para vermiyormuş tarzı yorumlarda iyi niyet yoktur” karşılığını verdi. Bu sözlerden hangisinin doğru olduğu konusunda hâlâ bir netlik yok.
AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, Aktütün Karakolu’na gerçekleştirilen saldırıda kusuru ve ihmali olanların üzerine gidilmesi gerektiğini söylerken, “Falan böyle der, böyle algılanır diye biz evlâtlarımızın, ailelerimizin bu acıya düşmesinin üzerine gitmezsek bu olaylar tekrarlanabilir” demişti. Bakalım gidilebilecek mi? Yoksa mahkemeden Dağlıca baskınında olduğu gibi yine yayın yasağı mı getirilecek?
* * *
Bunun gibi birçok soru var ve bu soruların cevaplandırılması gerekiyor. Askerî sırlar terörle mücadele için açıklanmaması gerekir. Ancak üstteki sorularda sır olabilecek şeyler değil. Bütün bu soruların sorulmasını “asker düşmanlığı” şeklinde değerlendirip işin içinden çıkılmaması da gerekir. Sonuç alınması için, bu soruların cevaplarının ortaya çıkması gerekiyor.
Bu arada, 20 yaşında tecrübesiz erlerin, ömrünü dağlarda geçiren teröristlerle karşı karşıya getirilmesi de eleştiriliyor. Profesyonel orduya geçilmesi yıllardır tartışılıyor. Terörle mücadelenin artık profesyonel ordularla yapılması gerçeği ortaya çıktı. Mücadele teröristlerin yöntemlerini bilen yetişmiş uzman askerlerle yapılması gerekiyor.
11.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bu faiz Türkiye’yi de batırır |
|
Gelişmelere bakılırsa, dünyayı sarsan ekonomik kriz Türkiye’nin kapısına da dayandı. Başlangıçta “Bize bir şey olmaz” tavrı takınan yöneticiler de, artık “Geç kalmadan tedbir alınsın” diyorlar.
Uzmanların ifadesine göre krizin bir sebebi de ‘gerçek ekonomi’ yerine ‘hayâlî ekonomi’ metodunda israr etmek. Bir anlamda ‘itibarî değer/hayâl’ alıp satma yeri olan borsaların çöküşü de bunu gösteriyor.
Dünyadaki büyük bankaların ve hatta İzlanda gibi —küçük de olsa— ülkeleri batıran ekonomik kriz, Türkiye’nin faiz konusunda lider olmasına da yol açmış. Şimdiye kadar gerek enflasyon ve gerekse başka pek çok konuda ‘lider’ olduk, ama faiz listesindeki liderliğimiz bu şekilde devam ederse Türkiye de batabilir.
“Bize bir şey olmaz, Türkiye’nin genç ve dinç bir nüfusu var. Hem gelişmekte olan ekonomiler arasındayız. Dünyaya otomobil satıyoruz” diyerek gerçekleri görmezden gelmeyelim. Bir yıl değil, 1 ay önce birisi çıkıp “Amerika’da bankalar batacak” deseydi kim inanırdı? Gerçi Amerika’nın uyguladığı ‘sen çalış, ben yiyeyim’ metodu sonucu bir gün mutlaka batacağı biliniyor ve söyleniyordu. Ama bu tesbitlere inanan çıkmıyordu. Onlara göre Amerika batmazdı. Ama gördük ki en kuvvetli ‘yatırım bankaları’ batıverdi.
Peki, kriz bu noktada sona erer mi? Hiç kimse böyle düşünmüyor. Gerek Dünya Bankası ve gerekse IMF gibi kuruluşların başkan ve uzmanları krizin daha da derinleşeceği yönünde endişe taşıyorlar. Haklılar, çünkü mazlumların ‘ah’ı tam çıkıncaya kadar bu kriz devam eder!
“Faiz ligi”ndeki yerimize de kısaca işaret etmekte fayda var. Türkiye yüzde 16.75 ile bu konuda liderlik koltuğunda otururken, ekonomik olarak ‘batan’ İzlanda yüzde 15.50 seviyesinde. Listedeki rakamlar azalarak devam ediyor ve 0.50 ile Japonya en sonda.
Son günlerde TÜSİAD da “Eyvah, batıyoruz” demeye başladı. Haklılar, batanlar var ve sayıları da belki artacak. Ama bu batış sadece bugünün problemi değil. Yıllardan beri ‘yüksef faiz’ politikasını destekleyenler bugün bedel ödemeye başladı...
TÜSİAD’ın geç kalan ‘uyarısı’nı değerlendiren bir ekonomi uzmanı şöyle demiş: “TÜSİAD, Merkez Bankası’nın bütün eleştirilere rağmen uzun süredir izlediği sıcak parayı çekmeye yönelik yüksek faiz politikasını destekleyerek, dünyada ucuza para bulmanın en elverişli olduğu bir dönemde Türkiye ekonomisinde büyük tutarda cari açığın oluşmasına katkıda bulunmuştu. (...) Biz zaten dünyada en yüksek faiz vererek yılladır kriz ortamında yaşıyoruz.” (Süleyman Yaşar, Taraf, 10 Ekim 2008)
Asıl kriz, “Sen çalış, ben yiyeyim” demenin özeti olan “faiz politikaları”nda ısrar etmektir. “Gerçek ekonomiyi unuttuk, rant ekonomisine daldık. Kriz bu sebepten” itirafında bulunanlar gerçeği görmüş oluyor.
“Faiz ligi şampiyonluğu”nda ısrar edersek, bu günlerimizi de arayabiliriz. Lütfen, dünyanın da görmeye başladığı gerçekleri Türkiye’yi ‘idare edenler’ de görsün...
11.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Siyaset yine teslim |
|
Aktütün saldırısıyla ilgili olarak medyada ve kamuoyunda başlayan sorgulama, sürpriz isimlerin beklenmedik çıkışlarıyla yoğunlaşarak devam ederken, iktidarıyla muhalefetiyle siyaset yine toplumun çok gerisinde duruyor.
“İhmal ve kusurların da hesabı sorulsun” taleplerini “Suçlu değil, çözüm arıyoruz” cevabıyla karşılayan Başbakan, hem çözümün, hem de ısrarla vurguladığı birlik-beraberliğin böyle bir yaklaşımla mümkün olmadığını gözardı ediyor.
Çünkü bir defa, göz göre göre sürdürülen ihmal ve kusurlar üzerine çözüm bina edilemez.
Hele teröristlerle mücadelenin fiiliyattaki bir numaralı sorumlusu olan askerî cenahta birtakım komuta hataları, ihmaller ve kusurlar varsa, bunlar izale edilmediği sürece sorun bitmez.
Onun için, sorumluları mutlaka hesaba çekilmeli ki, bu hata, ihmal ve kusurların devam etmemeleri ve tekrarlanmamaları sağlanabilsin.
Birlik-beraberlik meselesinde de aynı şey geçerli. Yanlışlar, hatalar, ihmal ve kusurlarla birlik-beraberlik kurulamaz. Sağlıklı, sağlam ve kalıcı bir müşterekliğin zemini, ancak ve ancak doğru prensip, yaklaşım ve uygulamalar olabilir.
Dolayısıyla, her defasında ağır zayiatlara sebebiyet veren vahim ihmal ve kusurları görmezlikten gelerek birlik-beraberlik çağrılarında bulunmanın hiçbir anlamı ve inandırıcılığı olamaz.
Gelelim yine Başbakanın “Askerlerimiz ne istediyse yerine getirdik, yine getiririz” beyanına.
Onda şüphe yok. Zaten görünen köy kılavuz istemiyor. Ve senelerdir de hep öyle olagelmiş.
Ama asker ne istediyse hükümetlerin sorgusuz sualsiz hep yerine getirdikleri, sonrasını merak edip de araştırmadıkları, verdiklerinin yerinde ve isabetli kullanılıp kullanılmadığını denetleyemedikleri bir sürecin sonunda geldiğimiz yer ortada: Çeyrek asırdır bitmeyen bir terör belâsı, ardı arkası gelmeyen şehit haberleri.
Erdoğan, “Askerin her istediğini yine veririz” sözünün ardından, “Ancak demokrasiden geri adım atmayız” kaydını düşmekten de geri durmuyor. Bu ne menem bir demokrasi ise!
Bakınız, kapatılmaktan kılpayı kurtulması sonrasında iktidar partisi AB sürecine ara vererek hata yaptığını nihayet anlamış izlenimi uyandıran bir adımla AB Ulusal Programını gündeme getirecek gibi oldu, ama arkası gelmedi.
Bu programın siyasî kriterler bölümünde asker-sivil ilişkilerinin AB standartlarına uydurulması faslında jandarmanın konumu ve yetkileriyle ilgili düzenlemelerden dem vuruluyordu.
Buna göre, jandarma teşkilâtı—halihazırda kâğıt üzerinde öyle değilmiş gibi—İçişleri Bakanlığına bağlanacak ve bizzat Başbakanın beyanınca, beldelerde asayiş ve güvenliğin sorumluluğu jandarmadan alınıp polise aktarılacaktı.
Gelinen noktada ise, jandarmanın görev alanını daraltma gibi bir gündemin söz konusu olmadığı, Adalet Bakanınca açıklanıyor. Dahası, jandarmanın ve diğer askerî kuvvetlerin, evvelce AB reformlarıyla kısmen ve nisbeten azaltılan yetkilerinin yeniden iadesi için çalışılmakta.
Askerî cenahta hayli zamandır çokça seslendirilen “AB yasaları elimizi kolumuzu bağladı” şeklindeki yakınmalarla bağlantılı olarak gündeme getirilen talepler için Cumhurbaşkanının onlara hak verir üslûpla yaptığı yorum da ilginç.
“Askerler de demokrasinin önemini kavrıyor” diyen Gül’e göre, iadesi istenen yetkiler “kör talepler” değil. “ihtiyaçtan kaynaklanan” talepler.
Gerçekten öyle mi? AB reformlarıyla kısmen tırpanlanan yetkiler geçmiş dönemlerde zaman zaman temel hak ve özgürlüklere karşı öylesine sorumsuzca ve hoyratça kullanıldı ki, bilhassa bu kötüye kullanımların mağdur ettiği kesimlerde ve hak ihlâllerine giderek daha duyarlı hale gelen kamuoyunda derin bir şüphe yerleşti.
Büyükanıt da “Demokrasi, hak, özgürlük gibi kavramlara sahip çıkmayarak hata ettik” diyerek bu kuşkuyu dolaylı şekilde teyid etmemiş miydi!
Bu şüphe giderilmeden hiçbir şey yapılamaz.
11.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Osmanlı bakiyesi lider |
|
İSLÂM literatüründe meşhur bir deyim var: Bakiyyetü’s selef. Babanzade Ahmet Naim gibiler için ‘bakiyyetü’s selef’ deyimi kullanılmıştır. Tabir caizse onlar yaşayan sahabe kuşağıdır. Yazdan kalma bir gün dedikleri gibi... Osmanlı bakiyesi deyimini de bu benzetmeye uyarlayabiliriz. Yine Sait Faik Abasıyanık’ın son kuşları gibi. Osmanlı için ‘insanlığın son adası veya kaleciği’ denilmektedir. Osmanlı bitti-gitti ama adacıklar hâlinde şuraya buraya serpilmiş vaziyette yaşıyor. Tespihin taneleri dağıldı ve emame sağa sola saçıldı ama bu serpilmiş taneler orada burada yaşamaya devam ediyor. Bu sağda solda yaşayan Osmanlı bakiyesi şehirlerden ve diyarlardan birisi de hiç şüpheniz olmasın Bosna’dır. Osmanlı sonrasında Osmanlı’nın en fazla yaşandığı köşe bucaklardan birisi Bosna-Hersek oldu. Sarhoşuyla, dindarıyla orada Osmanlı soluklanır. Saklı bir diyar gibidir orası. Osmanlı bakiyesi ceplerden birisiydi. Milliyetçiliğe sarılarak ayakta kalması mümkün değildi. Pakistan gibi onun tek ve yegâne sığınağı diniydi. Onu da Osmanlılardan tevarüs etmişti. Osmanlı bakiyesi coğrafyanın Osmanlı bakiyesi lideri Aliya İzzetbegoviç idi. Bosna onun yazılarında özünü bulmuş ve onun eylemleriyle tarih olmaktan çıkmış ve yeniden hayat bulmuştur. Aliya ile Bosna’nın kaderi bütünleşmiştir. O post Osmanlı bir Osmanlı veziri ve paşasıydı. Aliya hem İbranice hem de Arapça olarak yükselme ve yükseliş anlamına geliyor. Bosna onun şahsında yeniden yükselişe geçti. O yükselişin hem simgesi hem de mimarıydı. O, sıra dışı bir liderdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri sıra dışı liderler kuşağı ortalıktan çekildi. Kâht-ı rical devresi başladı. Bu menhus günlerde ve kâht-ı rical ikliminde tek tük istisnalar vardı. Bunlardan birisi oydu. Günümüzde yaşadığımız sıkıntıların temelinde lider çoraklığı yatıyor.
***
O profesyonel bir devlet adamı değildi. O tezgâhtan geçip gelmedi. O rahmetli Ebu’l Hasan en Nedevi’nin sürekli olarak vurguladığı gibi yetimetü’t dehr ve onun ötesinde isamî bir liderdi. İsamî yani mayasında ve kimyasında başkalarının katkısı olmayan; kariyerini sadece kendisine borçlu olan lider demektir. O kimsenin sırtına basarak yükselmedi. Temelinde kimsenin harcı yoktu. Adam gibi adamdı. Siyaseti ve düşünceyi şahsında toplamış ender kişiliğiyle ve bu sayede bilgeliğin kaybolduğu asrın bilge kralı olmuştur. Bazı liderler kriz çıkarırlar. Bazı liderler de kriz çözerler. O ikincilerdendi. Tarihin en girift ve çetrefil krizlerinden birisini çözdü. Kriz hem derin hem de akuttu. Ve de çok yönlüydü. Clinton’ın itiraf ettiği gibi Mitterrand, Avrupa’nın göbeğinde bir Müslüman devlet istemiyordu. Buna tahammülleri yoktu. Belki de Aliya olmasaydı böyle bir rüya gerçekleşemezdi. Belki Aliya hasıl cephe arasında sevilmiyordu ama saygı görüyordu.
***
Aliya’yı yaşatmak geleceği yaşatmaktır. Tarihini tanımayan milletler tarih olur. Bu açıdan Aliya ‘Tarihte kalma ama tarihi de unutma’ demiştir. Tarihi unutmaya yüz tutan Bosna halkı yok oluşun kıyısından dönmüştür. Dolayısıyla iyilik iyiler üzerinden somutlaşmadan yaşanamayacağı gibi liderlik de liderler üzerinden somutlaşır ve milletler liderlerin rehberliğinde tarih yolculuğunu sürdürürler. Marifet iltifata tâbi olduğundan dolayı büyük liderler yetiştirmek de büyük liderlere özenmekle olur. Dolayısıyla liderleri olmayan ve liderlerini tanımayan, saymayan milletler lider yetiştiremezler. Aliya İzzetbegoviç’i anma sempozyumunun İstanbul’da yapılması da çok manidardır. İki cihetle manidardır. Aliya İzzetbegoviç İstanbul ile Saraybosna’nın bileşkesidir. Ortak çocuğudur. Bu topraklarla o toprakların kaynaşmasıdır. Dolayısıyla bu topraklarda onu anmak bir cemilenin ve bir kadirşinaslığın ötesindedir. İstanbul bir misyonun ve vizyonun şehridir. İslâm dünyasının küresel merkezidir.
Kâht-ı rical döneminde dünyayı buhrandan kurtaracak; çekip çevirecek yeni lider tipi ve kuşağının doğuşu ancak Aliya İzzetbegoviç gibi liderlerin anılması ve yaşatılması ve tebcil ve takdir edilmesiyle mümkündür.
Buna vesile olduğu için Bağcılar Belediyesini kutlarız…
11.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|