|
|
Atike ÖZER |
Sevme kapasitemizi arttıralım |
|
Yaşadığın dünyaya bak: Yüce Allah (cc) hangi eserini sevginin kucağında büyütmemiş? Neden okşamak ve sevmekle gidilecek yere tekme ve tokatla erişmeyi tercih edersin? (Mevlânâ)
Hayata olumlu bakış açımızı geliştirebilmek için, en önemli adım başka insanları sevme kapasitemizi geliştirmek olmalıdır.
Sevgi başka insanların durumunu anlamamızı sağlar.
Bu, kendimizi bir yana bırakarak öteki insanın sıkıntısını içimizde hissetmemizi gerektirir. Bunu yapabildiğimizde o insanı severiz.
Bu duygu diğer kişilerin de sorunlarının ve sıkıntılarının bizimki kadar önemli ve gerçek olduğunu belki de bizimkinden daha beter olduğunu anlamamızı sağlar. Bu olguyu kabul edersek, onlara yardım edebiliriz. Onlara yapacağımız yardım ise, kalplerimizi genişletip enginleştirir.
Gerçek sevmeyi öğreniriz. Bunu öğrenmek bizi huzurlu yapar.
Sevgide zorlanıyorsak, bunu geliştirecek özel yöntemler denemeliyiz.
Önce niyet etmeliyiz. Sonra da eyleme geçmeliyiz.
Niyetimiz de; kalbimizde başkalarına da samimî olarak yer açmayı hatırlamak olmalıdır. Sadece kendimizin önemli olduğu duygusundan kurtulup, başkalarının da önemini görüp kabul etmeliyiz.
Eylemimizde ise; önce, bu konuda neler yapacaklarımızı belirlemek olmalıdır. Meselâ, gönlümüze göre bir hayır faaliyetine düzenli ve sürekli maddî destek verebiliriz, az da olsa. Veya zamanımızı ayırabiliriz. Ya da her ikisini yapabiliriz…
Az da olsa devamlılık esastır...
Sokakta karşılaştığımız insanlara gülümseyebiliriz. Selâm verebiliriz. Bu uğurda her yaptığımız önemlidir. Yeter ki bir şeyler yapabilelim. Çok büyük işler yapamayabiliriz. Küçük işleri büyük yapan şey onları sevgiyle yapıyor olmamızdır.
Yaptıklarımıza gerçek sevgiyi katabilmek bize şükretmeyi de öğretir.
Düşüncelerimizin içinde şunlar da olmalıdır: Hayatın mû'cizelerle dolu olduğunu görmeyi başarmalıyız. Hayret edeceğimiz sayısız şey vardır. Her aldığımız nefes sayısı kadar hayret ve hayranlık duygularımızı geliştirmek, huzurlu olmamızı gerçekten sağlarken heyecan içinde canlı kalmamıza yardım edecektir.
Meselâ, görme yeteneğiniz sayesinde bu satırları okumaktasınız. O halde işe gözlerinizin işleyişini düşünmekle ve onları sevmekle başlayabilirsiniz.
Görme işleminize ne kadar katkı sağlıyorsunuz? Bu bir mû'cizedir. Bunu düşünmeye başladığımızda, şükür ibadetimizi doluca gönülden yapabiliriz.
Gözlerimizin şu an yapılıyor, yaratılıyor ve idare ediliyor olmasını anlamak, “Büyük sorunlar” diye düşündüğümüz dertlerimizi de “yapılıyor, yaratılıyor ve idare ediliyor” pencerelerinden bakmaya yöneltebilir bizi. Bunu başardığımızda artık sorunlara daha başka bakabiliriz…
Bunun gibi, daha başka düşünüş ve bakışlarla huzuru elde edebiliriz…
Sevmek için diğer bir eylem de şu olmalıdır:
Hayatımızdan “acaba” ve “keşke” sorularını çıkartabilmeliyiz. Veya da en aza indirebilmeliyiz. Bugün yaptıklarımızı gelecek için düşünmeye kalkmayalım. Gelecekte olacaklar için kaygılarımızı tetikleyip huzurumuzu bozmayalım. "Acaba ne olacak? Acaba şunu mu yaşayacağım?" düşünceleri insan için yıpratıcıdır. Var olan enerjimizi azaltırlar. Bu şekilde, sevmekte başarılı olamayız. Bugünü yaşamayı bilmeliyiz. Geleceği geldiğinde yaşarız. Gelirse tabiî... Bugün olmayanlar için “acaba” demek ne kadar akıllıca? Bunlar sevmemize engel olurlar. Huzurumuzu bozarlar…
Bir de geçmiştekiler için “keşke” düşüncesi ne de yıpratıcıdır. Var olan enerjimizi böylesi pişmanlıklarda kullanmayalım. Geçmişte yaşananlar artık bir düşünceden ibarettir. Zaman içinde yolculuk yapamadığımız için geçmişe gidip düzeltme imkânımız hiç yoktur.
Biz bu ânımızı yaşamakla ve düzeltmekle huzurlu olabiliriz. “Keşke şöyle yapsaydım” dediğimiz şeyleri şimdi yapma fırsatımız vardır. O halde şimdi yapalım… Keşkelerimizi de sadece bir ibret olarak ve tedbir olarak kullanabilmeliyiz... Bunu yapabilmek sevmemizi kolaylaştırabilir. Böylece huzur bulabiliriz.
Allah en güzel işleri kimin yapacağını denemek için hayatı ve ölümü yarattı... (Mülk Sûresi: 2)
02.10.2008
E-Posta:
|
|
Nejat EREN |
Bayram sevinci ve duâ |
|
Rahmetin zirve noktaya çıktığı iki mübarek bayramımızdan Ramazan Bayramını idrak ediyoruz.
Bu rahmet günlerinde yapılacak olan en iyi iş; mütekellim-i maalgayr sigalarında (iman dâvâsında olan bütün hadimleri bilâistisna hepsini dahil eden), çok kapsamlı ve devamlı bir şekilde duâya devam edebilmektir.
Bu büyük duâ ve amelin ilki Bediüzzaman Hazretlerinin devamlı bir âdeti olan: “Arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okumakla” başlıyor. Mânevî âlemleri düşünüp, oralardan kopmadan, dünyaya kalben dalmadan birbirimize devamlı duâ etmek. Hele de ismen birbirimize dua etmek.
Madem bu dünyada manevî olmayan her lezzet ve keyif boşu boşuna gidiyor ve gittikten sonra da geride acı bir his bırakıyor. Halbuki sıkıntı ve zahmet uhrevî ve kudsî ise, Allah ve Kur’ân yolundaysa, o zaman lezzetli faydalar geriye bırakıp zahmetleri hiçe indiriyor. Bütün bunların sırrı ise: tam bir sabır, şükür ve tahammülle halinden memnun olmak, musibetlere karşı şükrederek ve musibetteki zorluklara tahammül ederek sevap kazanmaya nail olabilmektir.
Hayır ve Hak yolunda istikamet, sebat ve metanetle devam etmek, daha net ifadeyle kişinin kendi dinî inancı doğrultusunda istikametle yaşantısına devam etmesi, zındıka komitelerine, dinsiz, mason ve münafıklara verilen bir göz dağıdır. Bu sağlam duruş ve manevî zırh mesabesindeki duâ, tazarru ve niyaz onların dindarlara karşı olan bütün plânlarını alt üst eder ve morallerini bozar. Bu dahi sessiz bir manevî cihaddır.
İbadet ve duâları devamlı yapmak, yerine göre alenî, açıktan yapmak başka önemli bir metottur. Bu İslâmın şehâmet ve celâletinin bir gereğidir. Tebliği ve ilânıdır. Sevabı artıracak yol ve gayretler, yıl ve ömür boyunca devam etmelidir ki hayat anlam kazansın. Boşuna gitmesin.
Özellikle bu zamanda tam ve hakikî bir ihlâsla, riyasız, tasannusuz, gösterişsiz çok fazla sevap kazanmanın yollarını bulup tatbik etmek her dâvâ sahibine düşen önemli bir konudur. Bunun için de inanan kişi, içinde bulunduğu mevcut şartların hepsini kullanmak zorundadır. Kendi isteğine göre şartlar meydana gelmesini beklemek dünyayı tersine çevirmek, güneşin hareketlerine müdahale etmek gibi bir garabet sergilemektir.
İçinde bulunduğumuz asır ve zamanda inananların şiddetli imtihanları vardır ve devam etmektedir. İmtihanın şart ve zorlukları her zaman ve zemine göre değişmektedir. Her ne halde olursa olsun böyle zamanlarda sarsılmamak, meslek ve meşrebinden vazgeçmemek, yakıcı çorbadan ağızları yanmasına rağmen talebeliği bırakmamak en büyük direnç ve manevî cihaddır. Bu kadar hücumlara karşı kuvve-i mâneviyeleri kırılmadan devam eden zatları ise; ehl-i hakikat ve nesl-i âtî alkışlayacakları gibi, melâike ve ruhaniler dahi alkışlayacaklarını asrın tabibi haber veriyor. Bu asrın en dehşetli imtihanlarından birisi olan hastalık, fakirlik ve maddî sıkıntının fazla olmasına karşı en büyük çare yine sabır, tahammül, sebat, rıza, tevekkül, iktisat ve tasarruftur. Böyle durumlara karşı da inananlar birbirine birer tesellici, ahlâkta ve sabırda birer güzel misâl, tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş, ders müzakeresinde birer zekî muhatap ve mucîp (icabet eden) ve güzel seciyelerin (ahlâkların) in'ikâsında (yansımasında) birer ayna olmak, o maddî sıkıntıları azaltacağını düşünüp aynı inanç ve dâvâyı paylaştığımız dostlarla teselli bulabilmek bir ayrı saadet ve huzur kaynağıdır.
Geride bıraktığımız bir aylık mübarek ve meyvedar bir manevî mâideden, sofradan bu günümüze intikal eden o manevî atmosferi mevcut “şirket-i mâneviyemizde” devam ettirerek yıllar ve ömürler boyunca büyük kazançlar kazanabileceğimizi rahmet-i İlâhiyeden niyaz edebiliriz.
Maddî ve bedenî sıkıntıları aşıp; kalblerdeki aşk ve heyecanla bu tür dünyevî sıkıntılara fazla ehemmiyet vermemek gerekiyor. Dinimize ve inancımıza ve bunu temsil eden vakıf ve müesseselere dışarıdan gelen her türlü hücum ve taarruzlara karşı, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız tesanüddür, dayanışmadır. Böyle zamanlarda uhuvvet kalesini tahkim etmek ve sağlam tutmak gerekiyor. Musibetlerin karakteristik özelliklerinde olan asabîlik, sıkıntı ve stresten dolayı meydana gelen olumsuz havaya karşı, dost ve dâvâ arkadaşlarının kendi aralarında birbirinin kusuruna bakmamak, birbirine yardımcı olmak ve ismen duâ etmek en isabetli yollardan birisidir. Böyle hallerde, kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şikâyetler, "Böyle olmasaydı şöyle olmazdı" diye birbirinden gücenmek, olacak neticeyi fazla değiştirmez. Böyle durumlarda en kestirme, akıllı ve geçerli yol, sabır, şükür, kazâya rıza ve kadere teslim olmaktır. İnayet-i İlâhiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pek çok sevap ve hayrat kazanmaya çalışmaktır.
Müslümanların ve kardeşlerimizin selâmetlerine duâ etmeye kesintisiz devam etmektir.
İslâm birliğini ve tesanüdü en geniş daireden başlayarak muhafaza etmek; enâniyet, benlik, rekabetten uzak durup, itidalli ve ihtiyatlı hareket etmektir.
Böyle bir zamanda bütün küre-i arzda başta İslâm âlemi olmak üzere, insanlığın ekseriyetinin maddî ve mânevî sıkıntılarının giderilmesi, kalbî, ruhî, fikrî musibetlerinin ortadan kalkması için böyle mübarek vakitleri vesile kılıp makbul ve müstecap duâlara devam etmektir. Duâ ve niyazla musibetimizin nispeti ve ağırlığı gayet azalacak gayet hafifleyecektir. Sabır ve metaneti öğrettiği için de birçok yönden kârlı bir hale gelecektir. Kalb, ruh, iman, vatan, millet ve aile hayatı için selâmet ve sıhhat lezzetleri artacaktır.
Maddî ve mânevî kışın bütün ağırlığının hissedildiği, teknolojik hızın alabildiğine ivme kazandığı, karışık ve kompleks bir hayata karşı da “insanın yalnızlaştığı” noktada, öz kardeşten daha müşfik çok hakikî iman kardeşleriyle dostluklar kurmak, mürşid gibi uhrevî kardeşler edinmek ve onlarla dertleri paylaşmak ne büyük saadettir. Az bir gayret ve masrafla onları görmek, sıla-yı rahim yapmak, ziyaret etmek ve onların hususî meziyetlerinden istifade etmek ve şeffaf şeylerde sirayet eden nur ve nurânî gibi hasenelerinden, mânevî yardımlarından, ferahlarından, tesellilerinden kuvvet almak ne büyük bir hazine ve zenginlik kaynağıdır.
Evet, bu mübarek bayram günleri arefesi ve ertesinde bu gibi gizli ve açık inayetlere mazhar olabilmek için yapılacak en basit, ucuz, fakat çok değerli ve meyvedar olan şey: Devamlı duâ, niyaz, yalvarmak, af dilemek ve tazarrudur.
Bu münasebetle bütün can dostların mübarek Ramazan Bayramlarını tebrik ediyorum. Duâlar ediyor, duâlarını bekliyorum. Bu bayramın bütün İslâm âlemine ve insanlığa barış, huzur ve esenlikler getirmesini Rabbimden niyaz ediyorum.
02.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Zekâtı verilmeyen mal kurtarılmış olmaz |
|
İSLÂM hayat dinidir. Dünya ve ahiret işlerini düzenlemek, her iki âlemde mutlu etmek için gönderilmiştir.
Esas ve kurallarına uyulduğunda dünya da, ahiret de Cennete döner.
Dünyada kendini bir misafir ve yolcu olarak gören insan ancak misafirliğin gereği olarak dünya misafirhanesinin sahibinin koyduğu ölçüler içerisinde hareket ettiğinde huzur bulur, yoksa acı ve ıztırap çekmekten kurtulamaz.
Vücudumuz olduğu gibi mal da, mülke de her şey bir emanettir. Dünyaya gelirken birşey getirmediğimiz gibi giderken de birşey götüremeyiz.
Malı kazanabilme gücünü, akıl ve fikri Allah vermiştir ve asıl mal sahibi olarak malın kırkta birini fakirlere vermemizi istemektedir. Zekâtı vermemek emaneti gasbetmek demektir. Aslına bakılırsa zekâtı verilmeyen mal kurtarılmış da olmaz. Zekât kadar mal şu veya bu şekilde mutlaka çıkar, kişi bunun farkında olur veya olmaz, gerçeği görmediği için bu kaybı çeşitli sebeplere bağlar. “Her gün yeryüzüne inen iki melekten biri, ‘Allah’ım malını cimrilik edip Senin yolunda vermeyenin de malını telef et!’ der” hadis-i şerifi bu açıdan oldukça dikkat çekici değil midir?1
Zekât vermeyen insan cimriliğin kıskacı, cenderesi altında ezilmekten, sıkıntı çekmekten kurtulamaz. Fakirin makbul duâsı yerine kin ve nefretini celbeder; hücumlarına hedef olur, dünyasını zindan eder.
Ya ahiretini? Ahireti de daha beter hâle gelir. Birgün Allah Resûlü’nün (asm) huzuruna kızıyla birlikte bir kadın gelmiş, kızın elinde iki altın bilezik gören Allah Resûlü (asm) kadına, “Bu bileziklerin zekâtını veriyor musun?” diye sormuş. Kadın, “Hayır” cevabını verdiğinde, Kâinatın Efendisi (asm), “Peki, Kıyamet gününde bu iki bileziğin yerine Allah’ın iki tane ateşten bilezik taktırmasını ister misin?” dediğinde kadın zekât için hemen bilezikleri çıkarmış.2
Kur’ân zekât vermemenin akibetini çok acı şekilde anlatır. Cimrilik edip zekâtı verilmeyen mal Kıyamet gününde sahiplerinin boynuna dolanacaktır. Buyurulur ki: “Allah’ın lütuf ve ihsanıyla onlara verdiği şeyde cimrilik edenler, bu cimrilikleri kendileri için bir hayırdır sanmasınlar. Bu onlar için şerdir. Cimrilik ettikleri şey Kıyamet Gününde ateşten halka olarak onların boyunlarına dolanacaktır. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır ve sonunda O'na döner. Allah sizin yaptıklarınızdan da hakkıyla haberdardır.”3
Başka bir âyette de Kıyamet gününde zekâtı verilmeyen altın ve gümüşlerin Cehennem ateşinde kızdırılıp zekât vermeyenlerin alınları, yanları ve arkaları onunla dağlanacağı bildirilir.4
Demek oluyor ki mal emanetini omuzlayan kimse için iki yol var: Ya zekâtını vermeyip bu sıkıntıları üstlenecek; ya da zekâtını verip hem dünyasına, hem de ahiretine yatırım yapmış olacaktır.
Dipnotlar: 1- Buharî, Zekât: 27; Müslim, Zekât: 57. 2- Ebû Davud, Zekât: 3; Tirmizî, Zekât 120. 3- Âl-i İmran Sûresi: 180. 4- Tevbe Sûresi: 35. 5- Buharî, Zekât: 3; Neseî, Zekât: 3; İbni Mace, Zekât: 3; Muvatta, Zekât: 33. 6- İbni Mâce, Zekât: 2; Neseî, Zekât: 11.
02.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sıla-i rahimde rahmet müjdesi var |
|
Abdurrahim Bey: “Dargınlığı ve kırgınlığı meslek haline getiren akrabalarımıza karşı ne yapmalıyız? Biz onlara şefkatle yaklaşırken, onlardan hep hakaret görüyoruz. Böyle akrabalarımıza karşı nasıl davranmalıyız?”
Rahm, Allah’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin kâinatı kuşatan bir yüksek ve lâtif tasarrufudur. Aile içi fertlerden, yani anne, baba, evlât ve kardeşler arası tattığımız sevgi ve saygı bağlarından başlayarak; amca, dayı, teyze, hala ile devam eden ve derece derece uzaklaşarak genişleyen akrabalarımıza karşı duyduğumuz sıcak ilgi, sıcak sevgi, yoğun şefkat ve karşılıksız merhamet Allah’ın katından gelen bu rahmet lütfundan başka bir şey değildir. Bu eşsiz lütuf, bütün canlıların kendi nesil bağları ile aralarında en canlı, en yoğun ve en sıcak biçimde yaşadıkları yakınlık köprüsüne lezzetli bir zemin oluşturur. Sevgiyi, saygıyı ve merhameti lezzete dönüştürür. İşte bu yakınlık köprüsünü yıkmamaya ve canlı tutmaya ‘sıla-i rahim’ denmiştir ki, bu, dinimizin ilk ve önemli emirleri arasında yer almıştır.
Akrabalar arası bağı güçlü tutmak ve onlarla iç içeliği bozmamak Allah’ın emri olduğuna göre, artık büyük-küçük hiçbir sürtüşmeyi, hiçbir tartışmayı, hiçbir hatâyı büyütmeksizin yerinde ve ânında söndürmeli, yok saymalı ve yapılmamış kabul etmeliyiz. Akrabalarımızdan gelen her cefâyı Allah için sînemize çekmeliyiz. Akrabalarımız bize karşı nasıl davranırsa davransın, biz onlara karşı iyiliklerimizi asla kesintiye uğratmamalıyız, onlarla iyi ilişkilerimizi tek yanlı da olsa sürdürmeliyiz.
Çünkü sıla-ı rahmi önemle gündemimize getiren Kur’ân’dır. Kur’ân şöyle buyurur: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabb’inizden korkun. Kendi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir.”1
Dihyetü’l-Kelbî (ra), Peygamber Efendimiz’in (asm) mektubunu Rum Kralı Heraklius’a getirdiğinde, henüz iman etmemiş olan Ebû Süfyan da orada bulunmaktaydı. Heraklius, Ebû Süfyan’a Peygamber Efendimiz (asm) hakkında birçok soru sordu. Heraklius’un sorularından birisi, “O size neyi emrediyor?” sorusuydu.
Ebû Süfyan bu soruya şöyle cevap verdi:
“O bize namazı, zekâtı, sıla-i rahmi ve iffeti emrediyor.”
Bunun üzerine Heraklius onun (asm) hak peygamber olduğunu tasdik etti.2
Sıla-i Rahim konusunda yegâne söz, Rahmet Peygamberi olan Hazret-i Muhammed’indir (asm); dinleyelim:
Resûlullah (asm) buyurdular ki:
* “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmândan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla rahmet bağı kurar, kim de koparırsa, Allah ondan rahmet bağını koparır.”3
* “Rahm, Arş’a asılıdır ve şöyle duâ eder: ‘Kim beni devam ettirirse Allah ona rahmetini ulaştırsın. Kim benden koparsa Allah da ondan rahmetini koparsın.’”4
* “Fakirlere yapılan tasadduk bir sadakadır. Ama akrabaya yapılan ikidir: Biri sıla-i rahim, diğeri sadaka sevabı getirir.”5
Sizin yaşadığınız merhametsizliğin bir benzerini yaşayan bir sahabeye Resûlullah (asm) şöyle buyuruyor:
* “Bir kimse: ‘Yâ Resûlallah! Benim bir takım hısımlarım var; ben onlara ulaşmaya çalışıyorum, onlara sevgi gösteriyorum, oysa onlar benimle olan akrabalık bağlarını kesip koparıyorlar. Ben onlara iyilik yapıyorum, ihsanda bulunuyorum; onlar bana kötülük yapıyorlar. Ben onlar hakkında hayır düşünüyorum; onlar bana câhillik yapıyorlar, beni bilmezden ve görmezden geliyorlar’ dedi.
Bunun üzerine Resul-i Kibriya Efendimiz (asm) şöyle buyurdu:
“Eğer dediğin gibiyse, sen onlara ileride kendilerini yakacak sıcak kül yedirmektesin. Sen bu hâl üzere devam ettiğin sürece, onlara karşı Allah’ın yardımını, rahmetini, bereketini, lütfunu arkanda bulursun.”6
* “Her kim, rızkında bolluk ve genişlik verilmesini ve ecelinin ertelenmesini isterse sıla-i rahim yapsın, hısım ve akrabalarını gözetsin.”7
* “Sıla-i rahm yapabilecek kadar soyunuzu öğrenin. Zira sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzama demektir.”8
* “Akrabalarının iyiliğine bedel onlara iyilik yapan sıla yapmış değildir; fakat asıl sıla-i rahim, akrabaları ve yakınları ile araları açıldığı zaman onlara Allah için ulaşan, onlarla akrabalık bağlarını koparmayan, devam ettiren ve onlara iyilik edendir.”9
Dipnotlar: 1- Nisâ Sûresi, 4/1; 2- Buhârî, 1/7; 3- Tirmizi, Birr 16, (1925); Ebü Dâvud, Edeb 66, (4941); 4- Buhari, Edeb 13; Müslim Birr 17, (2555); 5- Nesai, Zekât 82, (5, 92); Tirmizi, Zekât 26, (658); İbnu Mâce, Zekât 28, (1844); 6- Müslim, Sıla, 22; 7- Müslim, Sıla, 21; 8- Buhari, Edeb 12; Tirmizi, Birr 49, (1980); 9- Tirmizî, Sıla, 10
02.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zaman büyük bir hızla gelip geçiyor
Yaşı yüze yaklaşmış bir insana sormuşlar:
“Hayatınız nasıl gelip geçti?”
O da mânâlı bir cevap vermiş:
Demiş ki:
“Şu kapıyı aç, sonra kapat.”
O da kapıyı açmış ve kapatmış.
“İşte hayatım böyle geldi geçti” demiş.
Her lezzetli şey gibi Üç Aylar ve Ramazan ayı da geldi geçti ve bayrama eriştik.
Sevincin, sürurun ve muhabbetin en üst düzeyde hissedildiği anlardır bayramlar.
Küçüklerin sevindiği, büyüklerin ise sevindirdiği vakitlerdir.
Muhabbetin dalgalandığı, ikram ve sevgilerin paylaşıldığı zamanlardır...
Vakit, bayram olduğu halde gurbetin uzun yollarının ardında olanlar için acıklı ve firkatlidir bu günler.
Telefonlar, mesajlar ve internet yoluyla haberleşmeler bu hüznü kısmen izâle etse de, bizzat buluşup ve kucaklaşmaya eşdeğer sayılmaz.
Az gözyaşı, az da hıçkırık teskin eder insanı... Çok sevdiği bir yakınını, annesini ya da babasını yeni kaybeden, sevimli yavrusunu ve genç kardeşini ebediyete uğurlayanlar için de bayram bir anda hicranlara dönüşebilir.
Bu hayatın fıtrî bir sürecidir aslında. Peygamberimiz (asm) hayatta iken çocuklarının biri dışındakileri ve sevgili hanımı Hz. Hatice Validemizi kendi elleriyle kabre koymuştu.
Yine böyle bir anda yavrusunu kabre koyduğunda, dönerken gözyaşlarını gören bir sahabinin:
“Ya Resûlallah! Sen bize ‘Ölülerinizin ardından ağlamayın’ diyordun, ama görüyoruz ki siz de ağlıyorsunuz” sözüne karşılık şöyle buyurmuştu:
“Ben hüznü nehyetmedim. Bağıra çağıra ağlamayı yasak ettim. Bende gördüğünüz şu gözyaşları, kalbteki sevgi ve merhametin eseridir. Göz yaşarır, kalp de mahzun olur. Kim ki merhamet göstermezse başkaları da ona merhamet etmez.”
Cenâb-ı Hak insanı binbir duygular ile yarattı. Hüzün ne kadar acı ve firkatli de olsa bayram ona bir tesellî verir.
Gözyaşları akarken yine bayram hazzı ve tadında akar.
Dostlar hatırlanır, büyükler ziyaret edilir, küçükler ise doya doya koklanır.
Bayram bayram olur. Gönüller sürur ile dolar, muhabbete, sevgiye doyarak beslenir.
Bayramınız mübarek olsun, gününüz kutlu olsun.
02.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Kudüs, yeniden Müslümanların |
|
Mübarek Kudüs şehrini yeniden fethetmek ve buradaki Latin Krallığına son vermek için hayatını ortaya koyan İslâm ordusu komutanlarından Selahaddin Eyyübî, haçlı kuvvetleri üzerine çeşitli akınlar düzenlemeye başladı.
Bu çetin ve uzun soluklu mücadelenin neticesinde, 2 Ekim 1187'de nihayet Kudüs'e girmeye muvaffak olan Sultan Selahaddin, burada asırlar sürecek bir "hakimiyet–i İslâmiye" tesis etti.
* * *
İhlâs ve gayret yüklü hizmetleriyle tarihe geçen Sultan Selahaddin, Kudüs başta olmak üzere, bütün Filistin ve Suriye topraklarını zapt eden Haçlı ordularına karşı vermiş olduğu mücadelenin en büyüğünü Hittin Savaşında (4 Temmuz 1187) sergiledi.
Darmadığınık kuvvetleri İslâm potasında eritmek suretiyle yüksek disipline sahip bir ordu kurmaya muvaffak olan Selâhaddin Eyyübî, Kudüs'ü işgal ile çevredeki Müslümanlara zulmeden Latin Haçlı Krallığına bağlı orduların üzerine çeşitli akınlar düzenlemeye koyuldu.
Girişmiş olduğu hemen her mücadeleden, muzafferiyetle dönen İslâm ordusu, bilhassa Hittin'de yapılan savaştaki galibiyetten sonra, bölge üzerindeki hakimiyetini tescillemiş oldu.
Kuzey Filistin ile Tiberya arasındaki Hittin'de, sayıca çok kalabalık bir Haçlı ordusu vardı. Ancak, bunlar sıcak ve kurak çöl şartlarında hayli etkilenmiş, yorgun ve bitap düşmüş vaziyetteydi.
İslâm ordusu ise, sayıca az olmakla birlikte, hem zinde olmaları, hem de cihad ruhunu taşımaları sebebiyle, daha yüksek bir keyfiyete sahip idiler.
İki tarafın kuvvetleri, nihayet 4 Temmuz günü Hittin'de karşı karşıya geldiler. Sultan Selahaddin komutasındaki İslâm ordusu, Latinleri şaşkına döndüren bir sür'at ve çeviklik içinde taarruza geçtiler.
Latin kuvvetleri, daha ne olup bittiğini dahi anlayamadan, çok ağır kayıplar vermeye başladılar.
Hittin Savaşı, çok kanlı geçmesine mukabil, çok da hızlı yaşandı ve Müslümanların kesin galibiyeti ile neticelendi. Latin ordusu darmadağın oldu.
Hittin Zaferi, Kudüs'ün fethine doğru giden sürecin en büyük adımı oldu. Korkuya kapılan Kudüs'teki Latin Krallığı, artık sonunun yaklaştığını anladı.
Çünkü, Hittin Savaşından çok kısa bir süre sonra Filistin ve çevresindeki üstünlük Selahaddin Eyyübi'nin eline geçmişti: Meselâ, Akka, Betrun, Beyrut, Sayda, Nasıra, Nablus, Yafa gibi merkezler, üç ay gibi çok kısa bir zaman içinde Müslümanların eline geçti.
Elde ettiği bu zafer silsilesine en büyük halkayı eklemek isteyen Sultan Selahaddin, bütün kuvvetiyle Kudüs'ün üzerine yürüdü. Nihayet, tam 88 yıldır Latinlerin elinde bulunan Kudüs’ü 2 Ekim 1187’de teslim alarak buradaki Haçlı işgaline son verdi.
* * *
Kudüs'ün yeniden Müslümanların hakimiyeti altına girmesi, Avrupa kıt'asını sarstı. Haçlı dünyası, korku ve öfke arasında büyük gel–gitler yaşadı.
Sonunda, kendi aralarında yeni bir ordu ihdas ederek "Üçüncü Haçlı Seferi"ni başlatmış oldular.
Bu III. Haçlı Seferine, Avrupa'daki çok sayıda "soylu ve ünlü şövalye"nin yanı sıra, ayrıca üç ülkenin kralı da, kendinden gayet emin şekilde iştirak etti.
Bu kralların en meşhuru ise, "Aslan Yürekli Richard" denilen Fransız asıllı İngiltere kralı I. Richard idi. (1157–1199.)
Ne var ki, ne krallar, ne de şövalyelerin hiçbiri Sultan Selahaddin seddini aşamadılar ve savaşlardan sonra kurtulabilenler çaresiz şekilde ülkelerine döndüler.
Kral Richard da, Ekim 1192’de ülkesine dönüş için yelken açanlar arasındaydı.
* * *
Kudüs'ün yeniden fethi, dün olduğu gibi, şüphesiz bugün de mümkün. Ancak, Müslümanların öncelikle Sultan Selahaddin–i Eyyübî'nin ruhuna, ihlâs ve gayretine liyâkat gösterecek bir seviyeye erişmesi gerekiyor.
Şimdiki hal ve gidişle, bırakınız Kudüs'ün kurtarılmasını, oradaki zalimlerin tasallutundan kurtulmak bile yakın bir ihtimal olarak görünmüyor.
Şu mübarek Ramazan Bayramı hürmetine, yine de Kudüs'ün ve burada yaşayan Müslümanların en kısa sürede işgalden kurtulmasını Cenâb–ı Hak'dan duâ ve niyaz ile talep ediyoruz.
02.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet BAYRİ |
Oruçluların bayramı bu bayram |
|
Hoş geldin. İyi ki varsın. Ne kadar çabuk bitiyorsun. Ah! Ne kadar da çabuk oldu gidişin. Daha dün gibiydi gelişin. Derken.
İşte geldik sonuna…
Şimdi bayram.
Şimdi sevinçlerin ve hüzünlerin birbirine karıştığı hoş ve karışık bir an.
Yeni bir Ramazanı yaşadığımız için, bir gün dahi zorlanmadan bitirdiğimiz için, hiç anlayamadığımız bir sabırla sonuna eriştiğimiz için; yüzümüzde sevinç gülümsemeleri, dilimizde şükür nidaları için.
“Elhamdülillah.”
Şimdi şükür secdelerine yatma, şimdi bayramı bayram yapma zamanı.
Zira birçok oruçsuzun rağmına, Ramazan nasibini bize nasip etti bu yılda.
Nasipsiz bırakmadı bu dünya sürgünümüzde bizleri.
*
Sevincimizin içine damlayan damlaların adı: Ayrılık.
İşte çekip gitti, bir aylık misafirliğin ardından, on bir ay kendine hasret bırakacak.
Ve kim bilir, bir daha gelişinde kimler olacak kapıda, eskilere yeniler eşlik edecek ve “Hoş geldin ey Ramazan” diyecek, eski ve yeniler hep birlikte.
Kimlerin bu son vedası olacak.
Bir daha ki seferi olmayacak.
Ve Ramazan bir daha geldiğinde, içinde kimleri yâd edip duâlar göndereceğiz.
Kim bilir.
İçimizde hüzün damlaları. Tebessümlerimize karışıyor, gözyaşlarımız.
On bir ay hasretinle bekleşirken; yay rahmetini, sabrını ve anlamını bütün aylarımıza. Ve seni beklerken geçen zaman, seni daha iyi yaşamak için, hazırlık aylarımız olsun.
Hoş gidiyorsun Ramazan
***
Bugün bayram.
Bugün oruçluların bayramı.
Bugün bir ay boyunca sabır ve şükürle, bütün Müslümanlar için farz olan orucu tutanların bayramı.
Yani ne şeker bayramı, ne de başka bir şey...
Bugün oruçluların bayramı.
Efendim Ramazanı hakkıyla edâ edenlerin bayramı bayram ola.
Hayırlı bayramlar…
02.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet C. GÖKÇE |
Günlük hayattaki ihmallerimiz |
|
Sosyal hayattaki meşguliyetlerimiz, bazen bizi o kadar çepeçevre kuşatır ki, çok âcil veya önemli işleri bile ihmal etmemiz söz konusu olabilir. Bizi teslim alan ve bir türlü sonu gelmeyen bu meşguliyetlerin kimi vakitlerde bizim sağlığımızı bile tehdit ettiği gözlemlenir.
Bu meşguliyetlerden dolayı bazen gözümüzün önündeki fakir-fukarayı “göremez” duruma düşer ve perişanlığına “seyirci” kalırız. Çoğu zaman bu ihmalin “kasıt” veya “duyarsızlık” ile ilgisi yoktur. Ancak; işler sonuçlarıyla değerlendirildiğinden, “olan” gariban fakire olmakta ve bizim iyi niyetimiz onun karnını doyurmadığı gibi herhangi bir derdine de çare olmamaktadır.
Bazen de, işimize giderken her sabah gördüğümüz boynu bükük çiçeğimizin ve bahçemizdeki ağacımızın feryatlarını duymaz hale geliriz. Bir yudum suya hasret o güzelim nesneler gözümüzün önünde kurumaya terk edilir. “Ne olursun, Allah rızası için beni buradan kaldır ve uygun bir yere bırak” diye yüzümüze bakan çöpün yalvarışlarına aldırış etmediğimiz olur.
Öyle garip durumlarla karşılaşırız ki; ne cenazesi olan “hüzünlü” komşumuzun, ne de hacdan dönen “sevinçli” dostumuzun duygularını paylaşırız. Ortak olacağımız kederin azalabileceği aklımıza gelmediği gibi, iştirak edeceğimiz sevincin katlanabileceği hususu da aklımıza gelmez. Hatta apartmanımızdaki komşularımızı “tanımama” garabetini bile yaşadığımız olur. Ortak mekânımızı kimlerle paylaştığımızı dahi bilmeyiz. Selâm, sohbet ve hâl-hatır sorma gibi unsurlar dünyamızdan silinmiş gibidir.
Bu ihmalkârlığımızı veraset yoluyla çocuklarımıza intikal ettirmemiz ise işin cabası. Meselâ, yaz tatillerinde Kur’ân ve din bilgileri öğrenmeleri için küçüklerimizi camilere göndeririz; ancak, ilgilenme ve takip etme noktalarını eksik bıraktığımızdan iyi sonuç almamız söz konusu olmaz. Belli bir aşama kaydeden çocuk, ilgisizlikten dolayı bir süre sonra öğrendiklerini unutur. Sonraki yıl, sil baştan yeniden aynı bilgileri tekrarlar ve bu faaliyet yıllarca sürer.
Kur’ân okumayı öğrenenlerimiz ise okuma konusunda ihmalkâr davranırız. Oysa, Kur’ân-ı Kerim’den her gün—üç-beş sayfa bile olsa—okuduğumuz ve anlamını kavramaya çalıştığımız takdirde durumumuz farklılaşır. Bilgimiz artar ve tazelenir. Yaptığımız diğer işlerden de haz duymaya başlarız.
Günlük meşguliyetlere feda edilmemesi gereken önemli hususlardan bir tanesi de sıla-yı rahimdir. Yani, yakın akraba ziyaretidir. Özellikle anne ve babalarımız ve diğer yakınlarımız ile—imkânlar ölçüsünde—irtibat kurulmalı, bağlılıklar tazelenmeli ve görevler yerine getirilmelidir. Vefat etmiş olsalar bile onlara karşı irtibat kurma vazifemizi ihmal etmemeliyiz. Sadaka verme, Kur’ân okuma ve duâ etme gibi iletişim araçları irtibatımızı pekâla sağlayabilir.
Kimi zaman da, meşguliyetlerimiz bizi o kadar istilâ eder ki, en yakınımızdaki çoluk-çocuğumuzla ilgilenme fırsatımız olmaz. Halbuki, bu ihmali haklı kılacak hiçbir meşrû mazeret söz konusu değildir. Çünkü, dünya-ahiret saadetimiz aile efradımızla ilgilenmeye bağlıdır. Onlara belli bir vakit tahsis etmek, sevinç, keder ve başarılarını paylaşmak hayatlarında anlamlı izler bırakır. Unutulmamalıdır ki, aile bireylerinin birbirlerine çok ihtiyaçları vardır. Çok küçük bir ilgi ve alâka bile büyük mutlulukların kapısını aralayabilir.
Günlük meşguliyetlerin kontrolsüz baskısından kurtulmamız dileğiyle…
02.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|